Ana sayfa

Yabancılaşma ve bürokratikleşmeyle

BOZULARAK ÇÖKEN SOSYALİZM

Sovyetler Birliği tarihinin gösterdiği gerçeklik, işçi sınıfının burjuvazinin iktidarını yıkarak egemenliğini gerçekleştirdiği, devleti aracılığıyla kapitalizmi ve meta ilişkilerini tasfiye ederek sosyalizmi kurduğu, ancak kurulan işçi sınıfı iktidarı ve sosyalizmin yabancılaşma ve bürokratlaşmayla bozularak yıkıldığıdır.

SÜHA ILGAZ

 

Dünya politik coğrafyası, 21. yüzyılda, 20. yüzyıldakinden belirgin biçimde farklı bir görüntüye sahip. 20. yüzyılda dünya, birbirinin karşısında konumlanan kapitalist ve sosyalist bloklara bölünmüşken, 21. yüzyıla dünyanın tek kutupluluğu ve değişik aşamalardan geçen küreselleşme damgasını vuruyor. ‘Bloklar arası soğuk savaşın insanlığın ortak çıkarlarında buluşularak sona erdirilmesi’ gibi iddialara dayandırılan tek kutupluluk ve küreselleşme, ‘özgürlük, barış, demokrasi’ adına savunulsa da, elbette toplumsal sorunlar, savaşlar, sınıf mücadeleleri 21. yüzyılda ortadan kalkmış değil, aslında daha da keskinleşmiş ve ağırlaşmış durumda.

21. yüzyıl, 20. yüzyıldan politik güç ilişkileri, konumlanışlar açısından farklı, ama bir bütün olarak insanlığın temel sorunu ikisinde de değişmiş değil, aynı: kapitalizmden sosyalizme geçiş sorunu. Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki insanlığın kaderini belirleyecek mücadelede, sosyalizm mücadelelerinin tecrübe ve kazanımlarının hatırlanmak yerine bilinçlerden silinmesinin, emperyalizmin ve savunucularının çıkarlarına uygun olacağı ve dolayısıyla bunların unutturulması doğrultusunda da özel bir çaba içinde olacakları düşünülebilir ve anlaşılabilir. Buna karşılık, sınıf mücadelesi içerisinde sosyalist hedeflere sahip olanların, ‘yeni’ olmak gibi gerekçelerle benzer bir tutuma düşmeleri ise, anlaşılamaz ve kabul edilemez.

Tarihe karşı umursamazlık, teorinin pratik ölçütü ile sınanarak eksik ve hatalarının düzeltilip tamamlanmasını, geliştirilmesini engeller. Mücadelenin başarısı, hedeflerine ulaşması ise, buna uygun geliştirilen teorinin yol göstermesine bağlıdır. Bu yüzden mücadeleyi ilerletebilmek, başarı kazanabilmek, kendi tarihini özenli bir biçimde incelemeyi, geçmişten, zafer ve yenilgilerden ders çıkartmayı gerektirir.

Geçen yüzyılın olduğu gibi bugünün de temel sorununu oluşturan sosyalizm mücadelesinin başarısının, sosyalizmin tarihinin, deneylerinin ele alınması, değerlendirilmesiyle sıkı sıkıya bağlantılı olduğu açık. Sosyalizm mücadeleleri tarihi içerisinde de Sovyetler Birliği, birçok nedenden dolayı başta gelen bir yer tutar. Ekim Devrimi’yle oluşan Sovyet iktidarı, kapitalizm karşısında işçi sınıfının sosyalist iktidarı olarak bütün 20. yüzyıl politik gelişmelerini belirlediği gibi, yine kapitalizm - sosyalizm çelişkisi temelinde dünyanın bloklara ayrılmasında da birincil role sahiptir. Aynı zamanda Sovyet iktidarıyla girişilen sosyalizm deneyimi, sosyalizm mücadeleleri tarihinde, teorik ve pratik açılardan en gelişkin ve ileri örneği temsil eder. Bu anlamda, sık sık vurgulandığı gibi, Sovyetler Birliği tarihini ele almadan, kazanımlarını değerlendirip yenilgisinden ders çıkartarak yıkılışını açıklamadan yeniden sosyalizmin politik bir seçenek olabilmesi, başarı kazanabilmesi olanaklı gözükmemektedir.

Geleceğe yol gösterecek ışığın kaynağı geçmişin derslerinde yattığına göre, ‘yüzünü geleceğe çevirmek, geleceğe bakmak’ adına geçmişi göz ardı etmek, unutmak haklılık taşımaz; daha doğrusu sağlıklı, mücadelenin başarısını sağlayacak bir anlayışa karşılık gelmez. Bununla birlikte, yaşanan tarihten ders çıkartmak amacıyla gerçekleştirilen değerlendirmeler de, çok sayıda farklı, birbirleriyle çelişen sonuçlara ulaştıkları ölçüde, aynı zamanda, farklı sosyalizm anlayışlarını ifade ederler. Bu da söz konusu değerlendirmenin, hem nesnel gerçekliğe uygunluğunun, hem de sınıfsız toplum hedefli mücadelesinde işçi sınıfının bütünlüklü ve uzun vadeli çıkarlarını ifade eden sosyalizm anlayışına, komünizme sadık kalmasının önemini öne çıkarır.

Bu değerlendirme, işçi sınıfının kapitalizmi ortadan kaldırıp sosyalizmi kurma mücadelesinin başarısı için bu mücadeleye yol göstermek durumunda olan komünist teorinin zenginleştirilip geliştirilmesine hizmet etmelidir. O yüzden, değerlendirmenin evrensel komünist teoriye uygunluğu, ondan sapıp uzaklaşmaması, belirleyici önemdedir. Ama aynı zamanda da, bu değerlendirme, gelişmeleri anlayabilmek, açıklayabilmek, eksik ya da hatalarını gidererek teoriyi geliştirebilmek için olayları, tarihsel süreçleri bütünlüklü bir biçimde ele almalı, gerçekleri göz ardı etmemelidir. Bu anlamda, tarihsel gerçekler, komünizme bağlı kalarak, komünist bir bakış açısıyla incelenmeli, değerlendirilmeli, böylece komünizmin geliştirilmesini sağlayan saptamalar ve sonuçlar üretilebilmeli, ortaya konabilmelidir.

Sovyetler Birliği üzerine de, çok sayıda, birbirinden farklı, hatta birbirinin karşıtı sonuçlara varan değerlendirme bulunmaktadır. Bunlar aynı tarihsel dönemi inceleme konusu olarak almalarına, dolayısıyla aynı maddi verilere dayanmak durumunda olmalarına rağmen, ‘Ekim Devrimi’nin burjuva devrimine karşılık geldiği’ düşüncesinden ‘stalinist karşıdevrimle işçi sınıfı iktidarının yıkıldığı’ saptamasına, ‘komünizmin üst aşamasına geçmekte olan bir toplumsal yapı’ iddiasından ‘yeniden emperyalist-kapitalist bir toplumsal yapının kurulduğu’ görüşüne kadar birbirinden farklı değerlendirmelere varmaktadır. Bu durumun bir nedeni, bakış açılarındaki, anlayışlardaki farklılıklardır; farklı bakış açılarına göre aynı verilerden farklı sonuçlar çıkartılması, farklı değerlendirmelere ulaşılmasıdır. Ama diğer bir neden de, tarihsel verilerin, nesnel gerçeklerin bütünlüklü bir biçimde ele alınmaması, bütün belirleyici gelişmelerin, unsurların kapsanmaması, hatta daha da olumsuzu, seçici bir tutumla, maddi verilerin incelenmesinin ileri sürülen görüşü destekleyen unsurlarla sınırlanması, ters yöndeki gelişmelerin, etkenlerin inceleme dışında bırakılmasıdır. Bu yüzden, sağlıklı bir değerlendirme için, tarihsel sürecin, komünizme uygun bir bakış açısıyla, olgulara, gerçeklere ters düşmeden ya da gerçekliğin parçalarını bütününün yerine geçirmeden, çeşitli yönlerini içererek, bütünlüklü olarak ele alınması, değerlendirilmesi özellikle önem taşır.

Sözü edilen tarihten, yaşananlardan, uygulamalardan ders çıkartarak komünizmin sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teorisinin geliştirilmesini hedeflemek durumunda olan değerlendirmelerin odak noktası, Sovyetler Birliği’nin karakteri sorunudur. Ele alınan, incelenen çeşitli gelişmeler, özellikler, karakter sorununa bağlanır. Bu anlamda, Sovyetler Birliği’nin karakterinin tartışılması, değerlendirmenin belirleyici yanını oluşturur. Bu değerlendirmede, tarihsel gelişmeler, alınan tutumlar, uygulanan politikalar, Sovyetler Birliği’nin belirli bir karakter kazanması yönünde etkili olmaları açısından önem kazandıkları gibi, yine Sovyetler Birliği’ne ilişkin nitelemeye bağlı olarak, farklı işlevler yüklenme durumunda olur.

Sovyetler Birliği’nin karakterine ilişkin tezler, ‘işçi sınıfı iktidarı’, ‘sosyalizm’ nitelemelerinden ‘burjuva iktidarı’, ‘sosyal-emperyalizm, kapitalizm’ nitelemelerine, ‘geçiş toplumu’ ya da ‘yeni bir sömürücü toplum biçimi’ adlandırmalarına kadar farklı görüşlere uzanır. Farklı görüşler ve değerlendirmeler, –bir kere daha vurgulamak gerekirse– farklı anlayışlara karşılık geldiği gibi, yaşanan tarihten farklı dersler çıkartılmasının da ifadesidir. Bu bakımdan, tarihten, işçi sınıfının komünizm hedefine uygun derslerin, doğru derslerin çıkartılması, doğru bir çözümlemenin yapılabilmesini gerektirir. Bu da tarihsel gelişmelerin tüm yönleriyle, kapsamlı, titiz biçimde incelenmesine dayanır.

Sovyetler Birliği tarihi, birbirini izleyen dönemleriyle Kurtuluş Sosyalist Dergi’de ele alındı. Bu tarihin toplu biçimde özetlenerek ulaşılan sonuçların vurgulanması, burada savunulan Sovyetler Birliği değerlendirmesinin diğerlerinin karşısında belirginleştirilmesi açısından yararlı olabilir. Bu tarihin ayrıntılı incelenmesi sonucu ulaşılan değerlendirmeler birbirlerinden farklı olmakla birlikte, çözümleme için en genel kalkış noktaları ya da ilk saptamalarda bunların büyük ölçüde ortaklaştıkları söylenebilir. Çeşitli değerlendirmelerin (en azından nispeten) ortaklaştığı bu kalkış noktaları ya da ilk saptamalar olarak, Sovyetler Birliği’ndeki yapının sağlamış olduğu toplumsal kazanımlar ve içine düştüğü sorunlar ile tarihsel gelişimindeki keskin dönemeçler ya da dönüm noktaları sayılabilir.

ÖN SAPTAMALAR

Sovyetler Birliği değerlendirmesine yönelik olarak Sovyetler Birliği’nin tarihsel sürecinde geçirdiği dönemleri ele almadan önce konuya en genel düzeyden yaklaşıldığında, birkaç açıdan –deyim yerindeyse kuşbakışı gerçekleştirilen– genel gözlemler ilk saptamaları, kalkış noktalarını oluşturur. Bu bakımdan belki en dikkat çekici olan, Sovyet devrimi ve iktidarının pratiğinin, uygulamalarının, sosyalizmin teorisinin o güne kadarki birikimini, öngörülerini doğrulamasından, pratiğin teoriyle uyumundan öteye, aynı zamanda da teoriyle çelişmesi, uyumsuzluğudur. Sovyetler Birliği’nin karakterinin tartışılması ve değerlendirilmesi açısından, teorinin öngördüğü, teoriyle uyumlu uygulamalardan, pratikten çok, teoriyle çelişen pratik ve uygulamalar daha fazla önem taşır. Genel olarak teori - pratik çelişkisi ise, farklı nedenlerden kaynaklanabilir. Bu çelişki, teorinin hatalarına, eksiklerine, gelişmemişliğine, bu anlamda yetersizliğine işaret edebileceği gibi, mücadele hedefinden kısa ya da uzun vadeli, geçici ya da kalıcı uzaklaşmaya da karşılık gelebilir. Buna bağlı olarak, ‘sapma’ ya da ‘ihanet’ nitelemelerine uzanan saptamaların dayandığı teori - pratik çelişkisi sorununun, Sovyetler Birliği’nin karakteri ve değerlendirilmesi tartışmaları açısından önemi ortaya çıkar.

Sovyetler Birliği değerlendirmesi doğrultusunda, yöntem ve yaklaşım açısından, en genel düzeyden bir ilk saptama, teoriyle çelişen uygulamalara, pratiğe dikkat edilmesi, önem verilmesi, tarihsel süreç içerisinde beliren teori - pratik çelişkilerinin özel olarak ele alınmasıdır. Bir diğer ilk gözlem ya da saptama, değerlendirme konusu olan Sovyet tarihinin, baştan sona düz bir çizgi biçiminde akmadığı, koşulların, politikaların köklü biçimde değiştiği belirli dönemeçlerden, kırılma noktalarından geçtiği, bu dönüm noktalarıyla birbirlerinden ayrılan belirgin dönemlere bölündüğüdür. Bu dönüm noktaları ve dönemler, 1917’de Ekim Devrimi’yle Sovyet iktidarının oluşumundan Aralık 1991’de feshedilmesine kadar bütün Sovyetler Birliği tarihi boyunca uzanır. Ekim Devrimi’nden sonra 1918’de iç savaşın başlaması, 1921’de NEP’e geçiş, 1929’da kolektifleştirme ve merkezi plan, 1936 Anayasası ve ardından Moskova mahkemeleri, 2. Emperyalist Dünya Savaşı sırasında 1943’te Komintern’in feshi, 1956’da Sovyetler Birliği Komünist Partisi 20. Kongresinde ifade edilen yeni yönelim, 1977 Anayasası, 1985’te Gorbaçov’un liderliğiyle geliştirilen ‘glasnost’ ve ‘perestroyka’ politikaları en önemli dönüm noktalarını oluşturur.

Sovyetler Birliği değerlendirmesine yönelik, yine en genel düzeyden bir diğer yaklaşımla, ilk kalkış noktası alınabilecek gözlemler de, Sovyet iktidarıyla oluşan toplumsal yapının gelişiminin ulaştığı son noktada sağladığı kazanımlar ve aynı zamanda da barındırdığı sorunlar üzerinedir. Sosyalizmin hedefleri açısından ulaşılanlar ve başarılanlar olarak; sömürünün ve sınıfların ortadan kalkması, çalışma hakkı, hızlı büyüme ve kalkınma, özellikle sağlık, eğitim, kültür, konut, karşılıksız kamusal hizmetler, harcanabilenin üzerinde gelir gibi boyutlardaki yaşam standartları, çalışma koşulları, kadının eşitliği ve –kendi sınırlarının da ötesinde uluslararası düzeyde belirleyici etkisiyle– Batı’da faşizmin yenilgisi, sosyal devlet, sömürgelerin kurtuluşu sayılabilir. Buna karşılık aynı toplumsal yapı –sonunda yıkılmasının da yolunu açan– bir dizi sorun da üretmiştir: toplumsal farklılıkların ortadan kalkmaması, ayrıcalıklı toplumsal tabaka olarak bürokrasinin varlığı; siyasi baskı ve zorun ağırlıklı olarak sürmesi, yasaklar, sürekli ordu, gizli istihbarat gibi kurumların varlığıyla devletin sönümlenmesi sürecinin ilerlememesi, yöneten - yönetilen ayrımı, yabancılaşma; Sovyet devletinin çıkarlarının dünya işçi sınıfının çıkarlarının önüne konması, enternasyonalizmden sapma; üretici güçlerin öngörülen ölçekte gelişememesi, ekonomik tıkanıklık, durgunluk; partide revizyonizmin, toplumda burjuva ideolojisinin egemenliği, diğer bir deyişle, ideolojik egemenliğin işçi sınıfının, komünizmin olmaktan çıkması...

Sovyetler Birliği’ndeki toplumsal yapının kazanımları ve sorunları üzerine bu genel gözlemler onun karakterinin değerlendirilmesinde ilk kalkış noktaları olabilir. Bu anlamda birçok farklı değerlendirmenin açıklamalarında ve ulaştıkları sonuçlarda birbirlerinden ayrılmalarına karşın, bu ilk, genel saptamalarda ortaklaştıkları vurgulanabilir. (Ancak bunu mutlaklaştırmadan ve bu ön saptamalar açısından bazı karşıt ya da, deyim yerindeyse, aykırı sonuçlara varan değerlendirmelerin buradaki saptamaları paylaşmadıklarını da belirtmek koşuluyla.) Değerlendirmenin ilerletilmesi, geliştirilmesi, bütünlüklü sonuçlara ulaştırılması ise, Sovyetler Birliği’nin tarihi içerisinde geçirdiği dönemlerin ele alınmasını ve bu dönemler boyunca toplumsal yapının gelişiminin incelenmesini gerektirir.

TARİHSEL SÜRECİN GEÇİRDİĞİ DÖNEMLER

Tarihsel gelişim dönemleri içerisinde burada inceleme, değerlendirme konusu olan Sovyet iktidarı, Ekim Devrimi’nin ürünüdür. Kapitalizmden sosyalizme geçiş çağında Ekim Devrimi’yle oluşan Sovyet iktidarının kurulduğu Rusya birçok özgün koşulu barındırıyordu. Kapitalizm hem geç gelişmiş hem emperyalist nitelik kazanmıştı; nüfusun büyük çoğunluğu kırda yaşıyordu, buna karşılık küçük ama ağır sanayide yoğunlaşmış bir işçi sınıfı bulunuyordu; nüfusun geniş kesimleri derin yoksulluk ve Çarlık zulmü altında yaşarken devrimci atılımların, hareketlerin mücadele deneyleri birikiyor, gelişen ve marksizmle birleşen işçi hareketine aktarılıyordu. Lenin’in daha partinin oluşumundan başlayarak devrime hazırlanmayı önüne koyan anlayışının (Kurtuluş Sosyalist Dergi 2, Şubat 2002, s. 37) yol gösterdiği, programıyla, örgütlenmesiyle, politik mücadelesiyle komünizm hedefini ileri süren ve somutlaştıran Bolşevik Parti, devrimci atılım dönemlerinde olduğu gibi gericilik dönemlerinde de işçi sınıfının komünist politikasına sadık kalarak işçi sınıfının önderliğini saflarında birleştirdi ve Şubat Devrimi’nin ardından açık sınıf mücadelesi döneminde bütün ezilenlerin, nüfusun çoğunluğunun desteğini de işçi sınıfının arkasında toplayarak Ekim Devrimi’ni gerçekleştirdi.

Ekim Devrimi, köylülüğün, ezilenlerin desteğini alarak işçi sınıfı tarafından komünizmin önderliğinde gerçekleştirilmişti; işçi sınıfının sosyalist devrimiydi. Ekim Devrimi’yle oluşan Sovyet iktidarı da işçi sınıfının sosyalist iktidarıydı; fabrikalardaki işyeri örgütleri, sovyetleri üzerinde yükseliyor, siyasi hakları mutlak olarak işçi sınıfına tanıyor, aynı zamanda da bütün dünyada sosyalizmin zaferini hedefliyor, üretim araçlarını toplumsallaştırmaya girişiyordu. Ekim Devrimi, birçok keskin çelişkinin üst üste geldiği Rusya’da, emperyalist dünya savaşı koşullarında gerçekleşmişti. Devrimin gerçekleşmesini yakınlaştıran, hızlandıran koşullar, aynı zamanda onun yaşamasının, varlığını sürdürmesinin önüne çıkan zorlukları da üretiyordu. Emperyalist kuşatma altındaki Sovyet iktidarının dayandığı işçi sınıfının toplumun azınlığını oluşturması, gelişim sürecinde, dünya devrimi sorununun yanı sıra köylülük ile ilişkiler sorununu da, kaderi açısından hep ön plana çıkarıyordu. Sovyet işçi sınıfının, bu ‘dış’ koşulların yanı sıra, sosyalist devrimi gerçekleştirmekle birlikte giderek yönetime katılımdan geri çekilerek yabancılaşmaya yol açan kendi koşulları, Sovyet iktidarının bütün tarihi düşünüldüğünde, daha da fazla, belirleyici önem kazandı.

Ekim Devrimi, yıllardır sürmekte olan emperyalist savaşın neden olduğu ağır yıkım koşullarında gerçekleşmişti. Devrimin önünde eskiyi yıkmak ve yeniyi inşa etmek görevleri bulunuyordu. Ekim Devrimi’yle oluşan Sovyet iktidarının tarihi boyunca geçirdiği dönemlerde, bu görevler ağırlıkları değişerek öne çıkarken, kendisini içinde bulduğu zor koşullar, bunların aldığı biçimlerde etkisini gösterdi. Sovyet iktidarı sosyalist niteliğinden ötürü üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını hedefliyordu. Ama fabrikalara işçiler tarafından el konulması, planlı bir toplumsallaştırmadan önce, siyasi amaçla, burjuvazinin Sovyet iktidarına direnişini kırabilmek için gerçekleştirildi. Sovyet iktidarına rakip bir iktidar nüvesi oluşturan Kurucu Meclis’in dağıtılması ve Almanya ile savaşı sona erdiren Brest-Litovsk Barış Anlaşması’ndan sonra, 1918 baharında, burjuvaziye saldırının yerine ekonomik toparlanmaya ağırlık veren bir döneme geçildi. Daha fazla mülksüzleştirme yapılması durdurulup üretkenliğin artırılması için kapitalizmin sağladığı gelişmelerden de yararlanılmasının savunulduğu bu dönem kısa sürdü; 1918 yazında iç savaşın başlamasıyla yeniden açık çatışma dönemi başladı. Açık saldırı, atılım dönemleri ile geri çekilme, konsolidasyon dönemlerinin sırayla birbirlerinin yerini alması, bütün Sovyet tarihi boyunca tekrarlandığı gibi, Sovyet iktidarının bu –ikisi de kısa süren– ilk atılım ve konsolidasyon dönemlerinde beliren uygulama ve özellikleri de, daha sonraki benzer dönemlerinde yeniden ama daha büyük ölçeklerde ortaya çıktı.

Emperyalistlerin de destek ve müdahaleleriyle karşıdevrimci Beyaz Orduların yanında Sovyet iktidarına karşı yer aldıkları iç savaş, emperyalist savaşın yol açmış olduğu yıkım koşullarını daha da ağırlaştırdı. Ağır savaş koşulları, yoksulluk, açlık, ölümler, fabrikaların yıkılması, üretimin duraklaması, şehirlerin boşalması, işçi sınıfının neredeyse sınıf olmaktan çıkacak derecede küçülmesine kadar vardı. Sovyet iktidarı için ölüm-kalım savaşı niteliği taşıyan bu koşullarda, açık şiddet ve diktatörlük uygulamaları belirleyici oldu. Bütün çabalar bu ölüm-kalım savaşında ayakta kalmaya yöneltilirken ekonomide de savaşın gereklilikleri öne geçiyordu. Paranın hızla değer kaybetmesi, ‘paranın ortadan kalkması’ hedefi açısından olumlanırken, üst boyutta bir merkezileşme, zorunlu çalıştırma, tahılın zoralımı, ücretlerin ayni ödenmesi, parasız kamusal hizmetler gibi uygulamalar da bu sürece eşlik ediyordu. ‘Savaş komünizmi’ diye adlandırılan bu uygulamalar savaşın gerekliliklerinden kaynaklanmakla birlikte, aynı zamanda sosyalizm hedefi yönünde –aşırı hızlı denebilecek– bir ilerlemeye karşılık geliyordu (Kurtuluş Sosyalist Dergi 4, Ağustos 2002, s. 47). Bu dönemde, karşıdevrim saflarına geçen Menşevik ve Sosyalist-Devrimci küçük-burjuva partilerin tasfiye edilmeleriyle geriye tek parti olarak Bolşevik Parti kalıyor, işçi sınıfının yığınlarının giderek gündelik devlet işlerinin idaresine katılımdan geri çekilip bunu daha çok partiye bırakmalarının da etkisiyle, ‘parti-devlet çakışması’, ‘parti diktatörlüğü’ diye adlandırılan sorun ortaya çıkıyordu. Bu sırada bürokratikleşmeye karşı uyarılar yapılırken yüksek ücret karşılığı eski Çarlık subayları ve burjuva uzmanlardan yararlanmanın yaratacağı bozulmaya karşı da, çözüm, işçi sınıfı saflarından yeni uzmanlar, yöneticiler yetiştirilmesinde aranıyordu.

Emperyalist kuşatma altında, yokluklar içerisinde karşıdevrimle savaşan Sovyet iktidarı, varlığını koruyabilmesini bile dünya devrimine bağlıyordu. Komintern, yükselen dünya devrimine öncülük etmek üzere 1919’da Moskova’da kuruldu. Gerçekten de Rusya’dan başlayan devrim birçok ülkeye yayıldı; ancak özellikle Almanya’da komünistlerin önderlik ettiği ayaklanmaların üst üste yenilgisinden sonra, sosyalist devrim Rusya’da yalnız kaldı. Öte yandan köylülüğün Sovyet iktidarına desteği, toprak sorununun Ekim Devrimi’yle çözümlenmiş olmasından ve karşıdevrimin restorasyon tehdidinden kaynaklanıyordu. İç savaşın sonunda karşıdevrim yenilip bu tehlike ortadan kalkınca köylülük ürün fazlasının zoralımına karşı direnme, isyan etme tutumuna geçti. Bu durumda, dünya devriminin desteğinden de yoksun kalmış azınlık işçi sınıfı iktidarı olarak Sovyet iktidarı, köylülüğe taviz vererek kapitalizme doğru geri adım atmak, meta ilişkilerinin gelişmesine izin veren bir politikayı benimsemek zorunda kaldı.

İç savaşın ardından Kronstadt ayaklanmasının tehdidi altında 1921 baharında uygulamaya konan ‘Yeni Ekonomik Politika’ (NEP), köylünün ürün fazlasının zoralım yerine değişimini sağlamak üzere meta ilişkilerinin sınırlı ölçüde gelişmesini öngörüyordu. Ancak gelişen pazar ilişkileri öngörülenin ötesine geçti; maddi teşvikler, parça başı ücret, işletmelerin mali bağımsızlığı ve birbirleriyle rekabeti, özelleştirmeler, iflâslar, işsizlik, hatta ücretli emek, toplumsal eşitsizlikler, vurguncular, tüccarlar, yeni burjuvazi gibi birçok olgunun ortaya çıkmasına vardı. NEP ile gelişen meta ilişkilerinden, ürünlerini stoklayarak zenginleşen köylüler ve tüccarlar yararlanırken işçi sınıfının koşulları ağırlaşıyordu; üstelik bu politikanın uygulanmasının en önemli nedeni olan şehirlerin beslenme sorunu da bir türlü çözülemiyordu. Bunlara bağlı olarak bu dönemde şehir - kır, işçi sınıfı - köylülük çelişkileri keskinleşiyor, sınıf mücadelesi şiddetleniyordu. Söz konusu çelişkiler (kapitalizm ve meta ilişkilerinin tasfiye edilmekte ve yerine üretimin toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda düzenlenmesinin geçirilmekte olduğu bir dönem olarak) kapitalizmden sosyalizme geçiş dönemi çelişkilerine karşılık gelirken planlı sanayileşme doğrultusunda çabalar da gündeme geliyor ve giderek yoğunlaşıyordu.

İşçi sınıfının yığınlarının gündelik devlet işlerini öncülerine, partiye bırakmasıyla ortaya çıkan ‘yönetimin partiye daralması’, ‘parti yönetimi’ –bu ilişki kırılamadığından– bu dönemde yerleşiklik kazanıyor, bu durumda da Sovyet iktidarı ve onun kaderi, Bolşevik Parti ile çakışıyordu. Bu koşullarda toplumun karşı karşıya olduğu çelişkiler, parti içinde, ‘meta ilişkilerinin korunması’ görüşü ile tersine ‘meta ilişkilerinin sınırlanması, planlı ekonomiye geçilmesi’ görüşleri arasındaki tartışmalar biçiminde, ‘sanayileşme hızının düşük tutulması’ ile tersine ‘yüksek tutulması’ önermeleri arasındaki tartışmalar biçiminde ifadesini buluyor ve keskin boyutlar alıyordu. Lenin’in ölümünden sonra parti içindeki mücadele bu temelde gelişirken, parti-devlet çakışması ise parti içi demokrasi konusuna belirleyici bir önem kazandırıyordu. İç mücadelelerde ortaya çıkan aşırılıklar parti içi demokraside sağlıksızlıklara işaret ederken, genelde devlet yönetimine katılımda eşitsizlik olarak nitelenen sorun, –genel sekreter olarak başında Stalin’in bulunduğu– sekreterliğin etrafında bir parti aygıtının öne çıkmasıyla, parti yönetimine katılımda da eşitsizliğin gelişmesi biçiminde, parti içine de yansımaya başlıyordu (Kurtuluş Sosyalist Dergi 5, Kasım 2002, s. 77).

NEP’e tepkiler, meta ilişkilerine sınırlamaları, belirli fiyatların düzenlenmesini, sabitlenmesini getirirken köylüler ise ürünlerini sabit fiyatlardan teslim etmek yerine stoklamaya yöneldiler. Şehirlerin gıda sorununu ağırlaştıran bu durumda, Stalin’in kişisel inisiyatifiyle, köylülerin baskı ve hatta şiddet kullanılarak ürünlerini teslime zorlanması gündeme geldi. Öte yandan, hızla sanayileşme hedefiyle ilk Beş Yıllık Plan 1929 baharında kabul edildi. Büyük bir atılımla –bir ölçüde aşırı fedakârlık ve zorlamalarla– sosyalist ekonominin temeli olarak ağır sanayinin kuruluşuna girişilirken, aynı zamanda da –küçük üreticilikten büyük ölçekli sosyalist tarıma geçişin bir yolu olan ve işçi sınıfının egemenliği ve üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti koşullarında sosyalist nitelik taşıyan (Kurtuluş Sosyalist Dergi 9, Haziran 2004, s. 55)– kolektifleştirme, yiyecek sorununa da bir çözüm olarak görülmeye başlanıyordu. Ancak ikna ve gönüllükten çok zora dayanan kolektifleştirme, neredeyse köylülükle savaş boyutlarına vardığı gibi, emperyalist kuşatma ve savaş tehdidinin acilleştirdiği sanayileşme için tarımdan kaynak aktarılması yönünde de etkili oldu. Bu sırada, NEP’ten sosyalist inşa politikalarına geçişe karşı eski burjuva, küçük-burjuva uzmanların gösterdikleri direnci kırmak için bunların sabotajla suçlandıkları davalar gündeme gelirken işçi sınıfı saflarından yetiştirilen yeni tabaka yönetici konumlara getirilmiş, yönetim ise parti aygıtına daralmıştı. İçinde bulunulan koşullar ve başvurulan yöntemler çeşitli kusurlara yol açarken, sosyalist inşa döneminde, aynı zamanda, yılda yüzde 20’lere yakın olağanüstü bir büyüme oranı sağlandı. Bu dönemde, –NEP döneminde en fazla yüzde 54’e çıkmış olan– özel kesimin oranı, yüzde 9’a indi; sosyalist kesimin oranı, sanayide yüzde 99’a, tarımda yüzde 90’a çıktı; ekonomide sosyalizm hâkim oldu.

Sosyalist inşa yönünde büyük dönüşüm, aşırı ölçekte bir tempo ve zorlama sonucu gerçekleşmişti. Gelişmenin bir aşamasında, verimde düşüklüğe, tıkanıklığa, kırsal kesimde açlığa neden olduğu noktada, bu koşullar, uygulanan politikalarda bir düzeltmeyi, atılımı aynı hızda sürdürmeye çalışmak yerine hızlı atılımla elde edilen kazanımları pekiştirmeye, konsolide etmeye ağırlık vermeyi gerektirdi. 1933’ten itibaren kütlesel büyüme yerine, üretkenlikte artış, verimlilik, teknikte ustalaşma, işgücünün eğitimi, vasfının yükseltilmesi gibi unsurların önem kazandığı bir konsolidasyon dönemine girildi. Bu dönemde sosyalist ekonomik inşa esas olarak tamamlanırken, toplam perakende alışveriş içerisinde payı yüzde 15’e düşen, kolhozların ürün fazlaları ile köylülerin bireysel ürünlerini sattıkları kolhoz pazarları ya da karaborsa gibi toplumsal yapıda belirleyici olamayacak boyutlardaki unsurlar, meta ilişkilerinin yeni toplumsal-ekonomik yapı içerisinde henüz yok olmamış kalıntılarını oluşturuyor; toplam perakende alım-satımın yüzde 2’si kadar bir miktara gerileyen dış ticaret de önemsiz duruma geliyordu. 1937’de üretim araçlarında sosyalist mülkiyet yüzde 99, devlet işletmeleri ve kolektif işletmeler olarak sosyalist işletmelerde çalışanlar –yüzde 36’sı fabrika, uzman meslekler ve büro işçisi ve yüzde 58’i kolektif çiftçi ve küçük kooperatif üreticisi olmak üzere– yüzde 94 oranına ulaşmış, bireysel köylü veya üreticilerin oranı yüzde 6’ya inmişti. Kolektif mülkiyetin devlet mülkiyetine göre sınırlı ölçeği ve köylülerin kolektif üretime ek özel üretimleri[1] temelinde, işçi sınıfı ve köylülük, farklılık taşımakla birlikte, toplumsallaştırılmış üretim araçlarıyla sosyalist üretimi gerçekleştirmeleri açısından da farklı değildiler; bu ölçüde, kapitalizmin sınıflarının tasfiyesiyle de birlikte, sınıflar ortadan kalkmıştı. Meta ilişkileri ortadan kalkarken fiyatlar piyasa tarafından değil, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda plan tarafından belirlenip ‘para’, daha doğrusu ‘ruble’ de, ‘genel eşdeğer’ olmaktan çıkarak ‘harcanan emek oranında ürünlerin paylaşım aracına’ dönüşüyor; yeni sosyalist ekonomik ilişkilerin içerisinde gerçekleştiği bu eski biçimler de ortadan kalkan meta ilişkilerinin izleri niteliğini taşıyordu (Kurtuluş Sosyalist Dergi 10, Ocak 2005, s. 50).

Sosyalist inşanın başarılması temelinde, büyük özveriler pahasına elde edilen kazanımlardan yararlanma, rahatlama eğilimi, bir süre için ağır bastı ve bu yönde bir istikrar arayışına yol açtı. Bu yönelim, ‘dünyanın en demokratik anayasası’ olarak nitelenen –parlamentarizmin bazı unsurlarına geri dönüşü de içeren– 1936 Anayasası’nda ifadesini buldu. Öte yandan emperyalist savaş tehdidinin giderek yakınlaştığı bu dönemde, toplumsal seferberliğin, atılımın sürdürülmesi yönünde bir karşıt eğilim de bu istikrar ve sükûnet görünümünün altında güç biriktiriyordu. Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortadan kalktığının saptandığı bir ortamda, bu saptamayla uyumsuz biçimde aniden yükselen bir terör dalgası, iki yönelim arasındaki çelişkiyi açığa çıkardı. Önderlerin, yöneticilerin büyük bir çoğunluğunun, akıldışı biçimde, ‘devrimden beri emperyalist ajanlığı’ ile suçlandığı, gösteriye dönüştürülen politik davalarla, en önde gelen parti ve devlet yöneticilerinden başlayarak milyonlar tutuklandı, tasfiye edildi; yüz binler kurşuna dizildi, öldürüldü. Stalin’in yarattığı bir özel aygıt aracılığıyla gerçekleştirilen ve demokratik eğitim yetersizliği ve kültürel düzey düşüklüğü temelinde, tek yanlı politikalarla, kişi yüceltilmesiyle, demagojiyle yığınsal destek sağlanan terör dalgası ile tasfiye edilen –sosyalist inşa sürecinde işçi sınıfı saflarından yetiştirilmiş– yönetici tabakanın, tarihsel perspektif içerisinde, rahatlama yönelimiyle yönetim ayrıcalığını maddi ayrıcalıklarla tamamlama arayışında olduğu ileri sürülebilir (Kurtuluş Sosyalist Dergi 10, Ocak 2005, s. 67). Ancak, (terör dalgası ve tasfiyelerin, bu anlamda bir çeşit ‘bürokratikleşmeye karşı mücadele’ yönü bulunabilirse de) komünizm hedefine uygun düşmeyen araç ve yöntemlere başvurulması ve Stalin’in mutlak iktidarı ile yönetimin bireysel boyuta kadar daralması, işçi sınıfının siyasi yabancılaşmasını en üst boyuta ulaştırdığı gibi, tam da bu nedenle, aslında bürokratikleşmenin önünü açtı, maddi ayrıcalıklı bürokrasinin iktidarının koşullarını hazırladı.

Sovyetler Birliği’nin –sanayileşme atılımından yığınsal teröre kadar– ekonomik ve politik gelişmelerinde emperyalist savaş tehdidinin rolü vardı. 1939’da başlayan 2. Emperyalist Dünya Savaşı, 1941’de Nazi Almanya’sının ani saldırısıyla Sovyetler Birliği’ne yöneldi. Savaşta, Sovyetler, 20 milyon insanını kaybetti; şehirleri yıkıldı; fabrikaları, sanayileri cepheden uzağa taşımak, yeniden kurmak zorunda kaldı; milli gelirinin yarıdan fazlasını askeri harcamalara ayırdı. Savaşın manevi kayıpları ise, maddi kayıplarından önemsiz olmadı. Bütün çabalar savaşı kazanmaya yöneltilirken kitleleri seferber etmek adına milliyetçilik, din, aile, toplumsal hiyerarşi gibi eski değer yargılarına seslenilmesi, ideolojik olarak komünizmin zayıflatılmasına, işçi sınıfının ideolojik yabancılaşmasına yol açtı. Aynı zamanda devlet işleyişinde de yürütme aygıtı daraldı, Halk Komiserleri Sovyetinin üzerinde daha küçük bir Devlet Savunma Komitesi yetkili kılındı. Stalin’in partinin genel sekreterliğine ek olarak Halk Komiserleri Sovyeti Başkanlığına ve silahlı kuvvetler başkomutanlığına getirilmesiyle, parti-devlet çakışması da Stalin’in şahsında resmileşiyordu. Öte yandan savaş sırasında kapıları açılan, genişleyip büyüyen partinin yönetim açısından önemi nispi olarak geriliyordu.

Bu sırada uluslararası düzeyde ise, Sovyetler Birliği, emperyalistlerle ittifaklar kurar, etkinlik alanı paylaşımı için mücadeleye girerken, enternasyonalizme aykırı biçimde Komintern feshediliyor, komünist partileri Sovyet politikasının uzantısı durumuna düşüyordu (Kurtuluş Sosyalist Dergi 11, Ekim 2005, s. 63). Nazizmin yenilgisinde Kızıl Ordu’nun belirleyici rol oynamasının da etkisiyle, Sovyetler Birliği’ndeki siyasal-toplumsal yapı, Doğu Avrupa’ya bir anlamda ihraç edildi. Savaş sonrasında ortaya çıkan iki blok temelinde soğuk savaş gelişirken Batı’da sosyal devletin ve aynı zamanda sömürgelerin bağımsızlığının zeminini sağlayan ortam da oluştu.

Stalin’in 1953’te ölümünden sonraki ara dönemde, sınırlı bir ölçekte ortaya çıkan mücadeleler içerisinde, devlet yapılanmasında ve izlenen politikalarda belirli değişiklikler gerçekleşti; parti ve devlet aygıtları birbirlerinden ayrılırken sosyalizmin kazanımlarından bir an önce yararlanma adına, üretimde ağırlık, üretim araçlarından tüketim araçlarına kaydırıldı. Kitlesel biçimde genişlemiş olan partinin yönetimi beyaz yakalı bir kesimin elindeydi ve Hruşçov ile birlikte parti aygıtının yeniden üstünlüğü kazanması, rahatlama, refah arayışındaki maddi ayrıcalıklı bürokrasinin hâkimiyetine karşılık geliyordu. 1956’daki 20. Parti Kongresinde, ‘barış içinde birlikte yaşama’, ‘barışçı geçiş’, ‘kapitalist olmayan kalkınma yolu’ vb üzerine tezleriyle, revizyonizm açıkça partiye egemen oldu. Bir yandan ‘yakın dönemde bolluğa ulaşılacağı’, ‘gelişmiş komünizme varılacağı’ iddiaları ileri sürülüyor, diğer yandan sosyalizmde meta ilişkilerinin, değer yasasının geçerliliği savunuluyordu.

Revizyonist tezler 1961’de parti programı düzeyine yükseltilirken proletarya diktatörlüğünün yerine ‘bütün halkın devleti’, işçi sınıfının partisinin yerine de ‘bütün halkın partisi’ kavramları geçiriliyordu. ‘Olgun sosyalizm’ aşamasına ulaşıldığı iddiasına dayandırılan 1977 Anayasası ise ‘halkın devleti’ anlayışını somutluyordu. 1977 Anayasası, SBKP’ye yönetici rol tanıyarak da parti-devlet çakışmasını hukukileştiriyordu. Partide revizyonizmin hâkimiyetiyle simgelenen bürokrasinin iktidarına son verilmesi, hukuki yolların kapandığı bu noktadan sonra, artık ancak ‘politik devrim’ biçiminde olanaklıydı (Kurtuluş Sosyalist Dergi 12, Haziran 2007, s. 89).

Revizyonizm ekonomik gelişmeye de zarar verdi. Hızla refaha ulaşma adına girişilen tek yanlı kampanyalar, sosyalizmin sorunlarını çözmek için başvurulan kapitalizmden (geçici bir süre için alıp kullanma, benimseme anlamında) ‘ödünç’ alınan önlemler, ekonominin dengelerini bozdu; karaborsa, mafya, gayrı resmi ve yasadışı ilişkiler gibi bozuklukların gelişmesinin yanı sıra, durgunluğa, tıkanıklığa neden oldu.[2] Piyasacı 1957 ve 1965 reformları başarısızlıkları yüzünden terk edilirken 1970’lerin sonunda büyüme hızı yüzde 1’e kadar geriledi.

Öte yandan, dünya ölçeğinde emperyalist kapitalizmle askeri rekabet, silahlanma yarışı, Sovyet ekonomisi üzerinde giderek artan bir yük oluşturuyor, gelişimi için ihtiyaç duyduğu kaynaklarını tüketiyordu. Sovyetler Birliği, işte bu koşullarda, 1985’te Gorbaçov’un SBKP Genel Sekreterliğine seçilmesiyle, ‘glasnost’ (açıklık) ve ‘perestroyka’ (yeniden yapılandırma) politikalarıyla anılan ve yıkılmasıyla sonuçlanan son dönemine girdi. Bürokrasi, sosyalizmin karşı karşıya olduğu sorunlara çözümü, bir kez daha, piyasa reformlarında, kapitalizmden ‘ödünç’ alınan meta ilişkileri unsurlarında aramaya girişiyordu (Kurtuluş Sosyalist Dergi 3, Mayıs 2002, s. 114). Daha önceki reform girişimleri, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki uyuşmazlık, bağdaşmazlık nedeniyle başarısız olmuştu. Bu kez reformun ‘tutarlılığında’, ‘köktenci niteliğinde’, ‘sonuna kadar götürülmesinde’ ısrar, sosyalizmin yıkımına, kapitalizmin restorasyonuna kadar vardı (Kurtuluş Sosyalist Dergi 13, Eylül 2010, s. 109). ‘Glasnost’, ‘demokratikleşme’ diye nitelenen politik düzenlemeler, değişiklikler, ‘pere­stroyka’ olarak adlandırılan toplumsal-ekonomik dönüşüme direncin aşılmasının aracı oldu. Parti içindeki uzun mücadelelerin ardından Yüksek Sovyet feshedilip 1989’da Halk Delegeleri Kongresi seçildi. SBKP’nin anayasal konumu kaldırıldıktan sonra da 1990’da özel mülkiyet yasalaştırıldı. Sosyalizmin siyasi ve toplumsal-ekonomik yapılarının tasfiyesiyle birlikte, Sovyetler Birliği, 1991’de varlığına son verdi, yerini bağımsız cumhuriyetlere bıraktı.

FARKLI TEZLER VE DEĞERLENDİRMELER

Yaşanan sosyalizm deneyimlerinden ders çıkartarak komünist teorinin geliştirilmesi doğrultusunda, Sovyetler Birliği tarihi, çokça vurgulandığı gibi, öncelikli bir yere sahip. Sovyet tarihinin önde gelen olaylarının ve dönüm noktalarının sıralanması, Sovyetler Birliği değerlendirmeleri açısından önem taşıyor. Farklı değerlendirmeler ise, Sovyetler Birliği’nin karakteri sorununda düğümleniyor.

Sovyetler’in karakterine ilişkin tartışmalar, aslında onun tarihi ile yaşıttır; diğer bir anlatımla Sovyet iktidarının ortaya çıkışından itibaren niteliği tartışma konusu olmuş, bu konuda karşıt görüşler ileri sürülmüştür. Bütün bu görüşler, en genelde, ‘işçi sınıfının sosyalist iktidarı’ tezi ile –farklı dönüm noktalarından başlayarak da olsa– bunun tersini savunanlar biçiminde ikiye ayrılabilir. Karşıt görüşler farklı sosyalizm anlayışlarından kaynaklansa da, uygulamada ortaya çıkan ve sosyalist teoriyle çelişen yönlerin ne ölçüde belirleyici ya da tali görüldüğü, nitelemelerde önemli rol oynamıştır. Sosyalist teoriyle çelişen unsurların, uygulamaların ağır bastığı, belirleyici olduğu yargısını taşıyan görüşler, Ekim Devrimi’nin, Sovyet iktidarının ya da kurulan toplumsal yapının karakterini, ‘burjuva’, ‘kapitalist’ ya da ‘sömürücü’ olarak nitelemişlerdir. Buna karşılık, ‘işçi sınıfı iktidarı’ ve ‘sosyalizm’ nitelemesi yapan değerlendirmeler, sosyalist teoriyle çelişen, sapan yönleri tali eksiklikler, kusurlar olarak ele almış, belirleyici görmemişlerdir.

Sovyetler Birliği’nde tarihi boyunca egemen olan değerlendirmeler de ikinci türden, yani kendisini ‘sosyalist’ olarak niteleyen değerlendirmeler olmuştur. Ancak süreç içerisinde, teoriyle çelişen yönlerin tali görülmesinden öteye, bunları ‘eksikler’ ya da ‘kusurlar’ olarak görmek yerine ‘sosyalizmin gerekleri’ olarak kabul eden bir eğilim gelişmiştir. Revizyonizmin hâkim olmasıyla birlikte, ‘gerçekçilik’ savunusuyla, ‘var olan sosyalizmi’ korumak adına, sosyalist teoriyle çelişen uygulamalar, bozukluklar, mücadele edilmek yerine ‘sosyalizmin gerekleri’ düzeyine çıkarılmış, ‘var olan’, ‘olması gereken’ olarak savunulmuştur.

‘Var olan sosyalizm’ savunusu üzerinden ‘reel sosyalizm’ olarak anılan revizyonizmin tezleri bir bütünlük taşır. Hızla refah düzeyini yükseltebilmek, –soğuk savaşın karşılıklı silahlanma yarışına yol açtığı koşullarda– silahlanma harcamalarını azaltabilmek için ‘barış’ çabalarını öne çıkartmayı gerektiriyordu. Emperyalist savaşların kaçınılmazlığını göz ardı etmeye varacak kadar öne çıkartılan barış vurgusu, emperyalistlerle ilişkilerde ‘yumuşama’ uğruna, uzlaşma arayışlarını, taviz politikalarını getirdi. Sosyalist ülkelerde –piyasa reformları, ideolojik olarak komünizmden uzaklaşma, parlamentarizmin unsurları gibi– kapitalizmin öğelerine başvurulması; kapitalist ülkelerde –reformizm ve sınıf uzlaşmacılığının gelişmesine yol açan– ‘barışçı geçiş’ tezlerinin savunulması; bağımlı ülkelerde –‘kapitalist olmayan kalkınma yolu’ adına– ‘asker-sivil aydınların başını çektiği ilerici’ rejimlerin desteklenmesi, çatışmadan kaçınmak için sınıf mücadelesinden taviz veren politikanın bütün dünyadaki yansımalarını oluşturuyordu. Bu çerçevede, emperyalizmle ‘barış içinde ekonomik yarışma’ öne çıkartılıyor, ideolojik yabancılaşma koşullarında, sosyalizm mücadelesi ekonomik gelişmeye indirgeniyordu.

Reel sosyalizm, sosyalist teoriyle çelişen uygulamalara, bozukluk ve sapmalara yöneltilen eleştirileri, ‘gerçekçilik’ adına, ‘idealizm’, ‘ütopyacılık’ suçlamalarıyla geri çevirirken kendisi olumsuzlukların üzerini örtüp gelişmeleri abartarak gerçekliği tersyüz ediyordu. Bu anlamda, reel sosyalizmin Sovyetler Birliği’nin karakterine ilişkin tezi, ‘kısa sürede komünizmin üst evresine ulaşılacağı’ iddiası ve ‘olgun sosyalizm’ nitelemesiydi. Bozuklukları nedeniyle durgunluğa ve tıkanıklığa girmişken –‘gerçekçilik’ adına gerçeklikten koparak– ‘sosyalizmin geliştiği’ iddialarını ileri süren reel sosyalizm, bu politikasıyla Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmin yıkılmasının zeminini hazırladı.

Sovyetler Birliği’nin karakterine ilişkin olarak, reel sosyalizmin tam karşısında, onun ‘kapitalist’ olduğu, ‘sosyal-emperyalist’ olduğu tezi yer alıyordu. Bu tez, revizyonizmin burjuva ideolojisi olduğu görüşünden hareketle, Sovyetler Birliği’nde revizyonizmin hâkimiyetini burjuvazinin iktidarıyla özdeşleştiriyor, çeşitli Sovyet politikalarına eleştirileri, ‘kapitalizm’ ve ‘emperyalizm’ değerlendirmesine bağlıyor, hatta stratejisini, ‘Sovyet sosyal-emperyalizmini baş düşman’ olarak saptayıp ona karşı ABD ve diğer emperyalistlerle ittifak aramaya kadar vardırıyordu. ‘Sosyal-emperyalizm’ tezi, sınıf mücadelesi, devrim, devletin sınıf karakteri gibi bir dizi konuda marksizmin temel saptamalarını göz ardı ettiği gibi, Sovyetler Birliği’ndeki toplumsal yapıyı ifade etmekten, açıklamaktan uzak iddialarıyla gerçeklikle çelişiyordu.

‘Sosyal-emperyalizm’ tezini savunan anlayış, Sovyet iktidarının karakterini ‘burjuva’, toplumsal yapısını ‘kapitalist’ olarak nitelerken çözümlemesini revizyonizmin hâkimiyeti gibi ideolojik gerekçelere dayandırarak idealizme düşüyordu. Aynı zamanda da, üretim araçlarının özel mülkiyetinin, sömürünün, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortadan kaldırıldığı, üretimin piyasa değil de toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda düzenlendiği bir toplumsal yapıyı ‘kapitalizm’ (‘bürokratik tekelci devlet kapitalizmi’) olarak adlandırarak gerçekliğe de aykırı düşüyordu. Bu anlamda, bu politika, sınıf mücadelesinin saflarını bozmasından, sakatlamasından öteye, gerçekliği açıklayamadığı gibi, bu biçimde, eleştiri ve çözümlemeyi de Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan sorunların kaynaklarının asıl aranması gereken noktalardan uzaklaştırıyor, saptırıyordu.

‘Sosyal-emperyalizm’ anlayışı, işçi sınıfı iktidarının ve sosyalizmin yıkılıp yerini burjuvazinin iktidarı ve kapitalizme bıraktığı tarih olarak 1956’daki –revizyonizmin partiye egemen olduğu– 20. SBKP Kongresini alıyordu. Bu anlayışa ek olarak, aynı yöndeki bir dönüşümün –tarımın kolektifleştirilmesi ve planlı sanayileşmeye girişilen– 1929’da, ya da –NEP’e geçilen– 1921’de gerçekleştiğini ileri süren değerlendirmeler sayılabilir. Bütün bu değerlendirmelerde, iktidar ve toplumsal yapı değişikliğine gerekçe gösterilen dönüm noktaları farklı olmakla birlikte, Sovyetler Birliği’nin karakterine ilişkin tez aynıdır: ‘kapitalizm’. Ekim Devrimi’ni burjuva devrimi olarak gören, işçi sınıfı devrimi ve iktidarının gerçekleşmediğini ve başından itibaren kapitalizmin egemenliğinin sürdüğünü ileri süren anlayışlar da bu değerlendirmelerin yanına konabilir.

Sovyetler Birliği değerlendirmelerinin büyük çoğunluğunu, bu biçimde, ‘sosyalizm’ ya da tersine ‘kapitalizm’ tezleri oluşturmakla birlikte, bu iki karşıt grubun dışında değerlendirmeler bulunmaktadır. Bunlar arasında, Sovyetler Birliği’ni ‘kapitalist olmayan, kapitalizmden farklı kendine özgü bir sınıflı sömürü toplumu’ olarak değerlendiren görüş sayılabilir. Bundan daha fazla öne çıkan bir başka görüş ise, Sovyetler Birliği’ni ‘dejenere işçi devleti’ olarak niteleyen ve ‘geçiş toplumu’ olarak tanımlayan değerlendirmedir.

‘Geçiş toplumu’ değerlendirmesi, Sovyetler Birliği’nin ‘ne kapitalist ne de sosyalist olduğu’ biçimindeki görüşü içerir. Bu temelde, ‘dejenere işçi devleti’ nitelemesi, işçi sınıfı devletinin bozularak işçi sınıfının olmaktan çıktığını ifade etmekle birlikte, onun burjuvazinin iktidarına dönüştüğünü de ileri sürmez. Bu görüş, ‘tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı’ tezi ile doğrudan bağlantılıdır ve Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin tasfiye edildiğini kabul etmekle birlikte onun yerine sosyalizmin kurulduğunu reddeden anlayışa dayanır. Bu anlayış, tasfiye edilmekte olan kapitalizmin yerine sosyalizmin kurulmakta olduğu ‘geçiş dönemi’nden farklı olarak, ‘geçiş toplumu’nu kapitalizmin ortadan kaldırılmış ama sosyalizmin kurulmamış olduğu, yani ne kapitalist ne de sosyalist olan, üçüncü bir toplum biçimi olarak tanımlamaktadır. Böyle bir yaklaşım ise, Sovyetler Birliği’ne ilişkin devlet, sınıf iktidarı, toplum biçimi çözümlemelerini belirsizleştirdiği gibi, yine dikkati sosyalizm koşullarında ortaya çıkan sorunların tartışılmasından uzaklaştırarak, yaşanan tarihten sosyalizmin kuruluşu doğrultusunda mücadele perspektifinin geliştirilebilmesi için dersler çıkartılmasını da zorlaştırmakta, engellemektedir.

BÜROKRASİNİN VE REVİZYONİZMİN KARAKTERİ

Bütün değerlendirmeler, toplumsal yapıya ilişkin –farklı yönlerde de olsa– bir nitelemeye, saptamaya karşılık gelmektedir. Bu da, toplumun sınıfsal bölünmelerinden üretim ilişkilerine, devlet yapısı ve politik örgütlenmeden iktidar ilişkilerine, egemenliğe kadar çeşitli boyutlara dayanır. Toplumsal yapının incelenmesi, bu anlamda, çeşitli sınıfların varlığı, gelişmesi, mülkiyet biçimleri, ekonomik ilişkiler, devlet organları, kurumları, partiler, egemen düşünce ve ideolojiler ve bunların temsil ettiği maddi çıkarlar gibi boyutlar içerir. Her değerlendirme, bu boyutlarda tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan gelişmelerin sahip olunan anlayış açısından yorumlanması olarak görülebilir. Bu bakımdan, söz konusu değerlendirmeler, tarihsel gelişmelerin incelenmesini olduğu kadar, savunulan anlayışı da yansıtır, ifade eder. Bu çerçevede, devrim sırasında burjuva devletin yıkılmasından öteye her türlü devletin bir anda ortadan kalkmasını bekleyen anarşist bir bakış açısının işçi sınıfı devleti olarak Sovyet iktidarını sosyalist görmemesini anlayışına bağlamak gerekir. Benzer biçimde, Sovyet iktidarı altında –sınıfın yığınlarının yönetim işlerini öncüsüne bırakmasıyla– ortaya çıkan parti-devlet çakışması, ‘parti diktatörlüğü’ sorununu, 1905 Devrimi’nde ilk oluştuklarında sovyetlerin partiye bağlı olmalarının savunulmasıyla açıklamaya çalışan değerlendirmede, öncünün, partinin rolünü küçümseyen, hatta olumsuzlayan ‘Konseyci’ bir anlayışın rolü bulunabilir.

Diğer yandan, Sovyetler Birliği’nin karakterine ilişkin farklı değerlendirmelerin aynı zamanda toplumsal yapının çeşitli unsurları ve boyutları üzerine, özellikle bürokrasinin karakteri üzerine farklı saptamalar ileri sürdükleri de gözlemlenebilir. Sovyetler Birliği’ni ‘sosyalist’ olarak niteleyen değerlendirmeler, bürokrasiyi ya yok saymakta ya da işçi sınıfının dışında saymamaktadır. Sovyetler Birliği’ni ‘kapitalist’ olarak tanımlayan değerlendirmeler, bürokrasiyi, işçi sınıfı üzerinde artıkdeğer sömürüsü gerçekleştiren burjuvazi niteliğinde görmektedir. ‘Geçiş toplumu’ anlayışına dayanan değerlendirmeler ise, bürokrasiyi işçi sınıfının dışında, burjuva olmayan bir kesim olarak ele almaktadır. Bunlara bağlı olarak, denebilir ki, bürokrasinin karakteri sorunu, Sovyetler Birliği değerlendirmelerinde önde gelen, anahtar bir konumdadır.

Bürokrasi üzerine tartışmalar, kapitalizm, feodalizm, Asya tipi üretim tarzı vb. çeşitli toplum biçimlerine uzandığı gibi, ara sınıflar, memurlar, aydınlar, işçi aristokrasisi, sendika bürokrasisi gibi farklı toplumsal sınıf, grup, kesim ve tabakalar üzerine inceleme ve tartışmalarla ortaklıklar taşır, ilişkilenir. Benzer sınıfsal konumlarla da bağlantılandırılan bürokrasi üzerine görüşler, sınıfın bir kesimi olmaktan ara tabaka olarak değerlendirmeye ve bunun da ötesinde bağımsız bir sınıf olduğunu ileri sürmeye kadar uzanır. Ekonomik egemenlik ile siyasi egemenliğin aynı kişilerde birleştiği, cisimleştiği kapitalizm-öncesi toplumlarda, devlet görevlileri daha çok egemen sınıftan oluşur, egemen sınıftan gelir. Üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olduğu toplumda devlet yönetimini elinde tutan bürokrasi, bu temelde değerlendirildiğinde, üretim araçlarını da elinde tutan, doğrudan üretici üzerinde baskı uygulayarak sömürü gerçekleştiren egemen sınıf ile özdeş (onun parçası ya da kendisi) görülür. Devletin sahibi olarak değil de, devlet görevlilerinin oluşturduğu bir grup ya da kesim olarak ele alındığı bir diğer durumda, bürokrasi, bir sınıfın parçası olmaktan çok, ayrı bir toplumsal tabaka konumundadır. Demokratik cumhuriyet biçimini alan burjuva devlette bürokrasi, egemen sınıf burjuvazinin bir kesimi değil de, –genellikle küçük-burjuva kökenli olmakla birlikte– burjuvaziye hizmet eden bir toplumsal tabakadır.

İşçi aristokrasisi ve sendika bürokrasisi örneğinde ise, sınıfın giderek maddi ayrıcalıklar kazanıp koşulları farklılaşan kesimleri söz konusudur. Bu durumda, –varlıkları aslında karşıt sınıflar, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki mücadeleden kaynaklanan– bu kesimler için, daha çok ikili özelliklerden söz etmek gerekir. Maddi açıdan bu kesimlerin koşulları sınıfın genel kitlesinin koşullarından ayrılıp üstüne çıkmakla birlikte ayrı bir sınıf oluşmuş olmaz, ama sınıf mücadelesi içerisinde işçi sınıfının mücadelesini gerileten, engelleyen roller oynadıklarında burjuvazinin işbirlikçisi, ajanı konumunda görülürler. Sınıflar çatışması içerisinde manevra alanı bulan, sıklıkla sınıf mücadelesinde denge aramaya yönelen bu kesimler, mücadele keskinleştiğinde de karşısına dikilmeye yönelirlerse kendi sınıflarının çıkarlarına ihanet eden, sınıf düşmanı konumuna düşerler. Benzer biçimde ele alındığında, işçi sınıfı devletinde, sosyalizmde bürokrasi, işçi sınıfının parçası, ancak –dünya ölçeğinde emperyalist kapitalizm ile sosyalizm arasındaki çelişkinin ve mücadelenin belirleyicilik taşıdığı koşullarda– sosyalizm mücadelesinin ilerletilmesine hizmet eden değil, onun önünde engel oluşturarak emperyalist burjuvaziye hizmet eden konumda bir kesim olarak değerlendirilebilir.

Sovyetler Birliği’nin karakteri üzerine farklı değerlendirmelerin önde gelen boyutunu oluşturan farklı bürokrasi tanımlamaları, bu biçimde kendi içinde tutarlılık taşıyan teorik temellere dayandırılabilir. Birbirlerinden karşıtlık derecesinde ayrılan bu çözümlemelerin hangisinin gerçekliğe uygun düştüğü sorusunun cevabı ise, artık bu noktada tarihe bakarak verilmek durumundadır.

Yine Sovyetler Birliği değerlendirmelerinde önemli yer tutan revizyonizm kavramı da benzer biçimde ele alınabilir. Sovyetler Birliği’nde revizyonizmin hâkimiyeti ile bağlantılı olarak, toplumsal yapının karakterine ilişkin saptama, revizyonizmin hangi sınıfsal temeli temsil ettiğine, bu yönde ileri sürülen görüşe dayandırılmaktadır. Bu, özellikle, revizyonizmi burjuva ideolojisiyle, burjuva sınıfsal temelle özdeşleştiren ‘sosyal-emperyalizm’ görüşünde son derece belirgindir. Ancak, –işçi sınıfının komünist anlayışından sapmaya, uzaklaşmaya karşılık geldiği kesin olmakla birlikte– revizyonizmin o anda hangi sınıfsal çıkarların ifadesi olduğu, koşullardan bağımsız, diğer bir deyişle, sabit ve değişmez bir veri değildir. Revizyonizmin temsil ettiği sınıfsal temel, farklı durumlarda –içinde bulunulan koşullara ve gelişmelere bağlı olarak– burjuvazi, küçük-burjuvazi ya da işçi aristokrasisi olabilir. Bu anlamda, revizyonizm konusunda da, bürokrasi konusunda olduğu gibi, somut koşullar belirleyicidir; sorunun cevabı somut tarihsel gelişmelerde aranmak durumundadır.

TOPLUMSAL YAPININ UNSURLARI

Belirli bir toplumsal yapının karakterinin saptanması, ekonomik temel ve üstyapısıyla, mülkiyet ve üretim ilişkileriyle, devlet örgütlenmesi ve ideolojik biçimlenmesiyle, bütün bunların dayandığı sınıfsal bileşimiyle, o anda var olan toplumsal ilişkilerin çözümlenmesini gerektirir. Var olan toplumsal yapı ise, bir önceki toplumdan çıkıp gelmiştir; ya yıkılan eskinin yerini alarak kurulmaktadır, ya eskinin kalıntılarını, izlerini temizleyerek kuruluşunu tamamlamaktadır, ya da artık kendi içinde gelişimini sürdüremeyerek bir başkasına dönüşmektedir. Bu anlamda, –belirli bir andaki karakteri saptanmaya çalışılsa da– toplum değişim durumundadır, değişmektedir. Toplumun ve unsurlarının zaman içindeki değişiminin, geçmişi ve geleceğinin göz önünde tutulması, aynı zamanda, var olan koşulları kavramayı kolaylaştırır; olguların gelişimleri, belirli bir andaki durumlarını anlamak için ipuçları sağlar; tarihsel süreç, incelenen ana ışık tutar.

Sovyetler Birliği’nin karakteri tartışmasında da, farklı anları kapsamak üzere, tarihsel süreçte içinden geçtiği dönemleri ele almak gerekir. Ama aynı zamanda da, bu süreçte toplumsal yapının ve unsurlarının değişimi ve gelişimi, aldığı karaktere de büyük ölçüde işaret eder. Bu açıdan toplumda çeşitli sınıfların varlıklarına, konumlarına ilişkin gelişmeler öncelikle önem taşır.

Tarihsel süreci içerisinde ayrıntılı biçimde anlatıldığı gibi, Ekim Devrimi’yle burjuvazinin egemenliği yıkıldı, nispeten kısa bir süre içinde toplumdaki eski sömürücü sınıflar tasfiye edildi, ortadan kaldırıldı. Devrilen burjuvazi, işçi sınıfı iktidarı karşısında tarih sahnesinden çıktı. Yerli burjuvazi devrildi; ama burjuvazi, Sovyet iktidarı karşısındaki varlığını, emperyalist burjuvazi olarak Sovyet tarihi boyunca sürdürdüğü gibi, emperyalist kuşatma biçiminde, yıkılmasında da önemli rol oynadı. Eski toplumdan, burjuvazinin iktidarından devralınan bürokrasi ve uzmanlar, ilk yıllarda Sovyet iktidarının hizmetinde, denetim altında çalıştırıldı; NEP’in ardından tasfiye edilerek yerlerine işçi sınıfı saflarından yetiştirilen yeni bir yönetici, uzman kesim geçirildi.

Toprak sorunu Ekim Devrimi’yle çözülen küçük üretici köylülük, iç savaşın sonuna kadar Sovyet iktidarını destekledi. Sonrasında direnişe geçmesi, Sovyet iktidarını NEP’e zorladı. NEP süresince köylülükle süren mücadele, NEP’e son verilerek köylülüğün kolektifleştirilmesiyle farklı bir boyut aldı. Zengin köylüler tasfiye edildi, kolektif çiftliklerde birleştirilen köylüler, küçük üretici niteliklerinden çıkarak, var olan koşullarda kolektif üretimin de sosyalist üretimin bir biçimi olması çerçevesinde, bu açıdan işçi sınıfından farklı olmayan bir sınıfsal konum aldılar.

Ekim Devrimi’ni gerçekleştirerek Sovyet iktidarını kuran işçi sınıfı, kapitalizmin, sınıflı toplumdaki işbölümünün neden olduğu yabancılaşmayı aşmış; üretim araçlarını toplumsallaştırıp emeğinin ürününe sahip çıkarak –meta ilişkilerinde ürünün üreticisine egemen olmasından kaynaklanan kölece bağımlılık yerine– kaderini kendi ellerine almıştı. Ama kendi iktidarı altında yeni, kapitalizmdekinden farklı bir yabancılaşma sorunuyla karşı karşıya kaldı; kitlesel düzeyde devlet yönetimine katılımdan geri çekilip bunu kendisi adına öncüsüne bırakmaya başladığı ölçüde, kendi iktidarına karşı yabancılaşma sürecine girdi. İç savaş sırasında, fiziksel olarak, neredeyse sınıf olmaktan çıkacak ölçüde küçülen işçi sınıfı, yine de varlığını ve iktidarını korumayı başardı. Ancak öncüsünün yığınlarının adına yönetiminin kalıcılaştığı işçi sınıfının, tarihsel süreç içerisinde, giderek politik, ideolojik, ekonomik boyutlar alan yabancılaşması, sürecin sonunda Sovyet iktidarının yıkılmasında belirleyici neden oldu.

Sovyet devleti, işçi sınıfının sosyalist iktidarı olarak oluşmuştu. İşçi sınıfının egemenliğini, proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmesinin ve sosyalizm hedefini benimsemesinin yanı sıra, işyerleri temelli sovyet sistemi başta gelmek üzere, ‘devlet olmayan devlet’, ‘kendisini yok etmeye girişen devlet’ gibi ifadelerle anılan yapısal özellikleri de, bu niteliğiyle uyumluydu. Tarihsel süreci içerisinde, kimisi ilk yıllardan başlayan, yürütmenin daralması, sürekli ordu, istihbarat, güvenlik aygıtlarının kalıcılaşması, coğrafi temelli seçimler gibi uygulamaların yol açtığı çarpıklık ve bozulmalarla bu özelliklerinden belirli kayıplarına rağmen Sovyet devleti, esas olarak, yıkılıncaya kadar niteliğini korudu.

Ekim Devrimi’nin ardından birkaç ay gibi kısa bir süre içerisinde –asıl olarak siyasi nedenlerle de olsa– fabrikalara el konuldu, burjuvazi mülksüzleştirildi. İç savaş döneminde, ‘savaş komünizmi’ olarak anılan uygulamalar, paranın ortadan kalkması, zorunlu çalışma, ücretin ayni ödenmesi, ürünlerin, hizmetlerin parasız sağlanması boyutlarına kadar ulaştı. ‘Yeni Ekonomik Politika’, NEP, komünizm doğrultusunda aşırı ilerleyişten meta ilişkileri yönünde geri çekilişti. Özel kesimin oranı yarıya kadar çıkmakla birlikte, büyük üretimin işçi sınıfı iktidarının elinde kalmayı sürdürdüğü NEP dönemi, kapitalizm ile sosyalizm arasındaki mücadeleye karşılık geldi. Tarımda kolektifleştirme ve planlı sanayileşmenin gerçekleştirildiği sosyalist inşa dönemi ise, bu mücadeleyi sosyalizmin kazanmasını ifade etti. Sanayide ve tarımda Sovyet işletmeleri ve kolektif çiftliklerin karşısında bireysel işletmelerin yok sayılabilecek düzeye kadar azaldığı, meta ilişkilerinin –iz ve kalıntılarının dışında– ortadan kalktığı konsolidasyon döneminde, bir toplumsal-ekonomik sistem olarak sosyalizme geçiş esas olarak tamamlandı. Ürünlerin, toplumsallaştırılmış üretim araçlarıyla, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda planlanarak üretilip dağıtıldığı bu toplumsal-ekonomik yapı, daha sonraki dönemlerde uygulanmaya çalışılan ‘piyasa reformlarına’, bunların yol açtığı bozulmalara karşın –‘glasnost ve perestroyka’ politikaları yıkılmasına neden oluncaya kadar– varlığını korudu.

Ekim Devrimi’nde, Bolşevik Partisinin önderliğinde, işçi sınıfı, köylülük ve diğer ezilenlerin sorunlarını çözerek desteklerini almış, toplumsal hegemonya kazanmıştı. Öte yandan, özellikle 2. Emperyalist Dünya Savaşı sırasında kitleleri seferber etme adına milliyetçilik, din gibi eski değer yargılarına seslenilmesi, işçi sınıfının, komünizmin ideolojik egemenliğini yıprattı, sarstı. Daha sonra, ‘hemen refaha ulaşma’ arayışına giren ve emperyalizmle ekonomik rekabeti öne çıkartarak sınıf mücadelesini arka plana iten revizyonizmin partide hâkimiyetine, toplumda burjuva ideolojisinin egemenliği eşlik etti. Büyük ölçüde işçi sınıfını da etkisi altına alan ve sonunda kapitalizm özlemciliğine varan burjuva ideolojik egemenlik, işçi sınıfının ‘glasnost ve perestroyka’ karşısında komünist bir seçenek ileri sürememesinde belirleyici rolüyle, Sovyet iktidarının yıkılmasında başta gelen etkenlerden oldu.

Ekim Devrimi’ni gerçekleştiren Bolşevik Parti, işçi sınıfının komünizmi benimseyen parçası, öncü kesimiydi; işçi sınıfının komünist partisiydi. İşçi sınıfının yığınsal düzeyde devlet yönetimine katılımdan geri çekilmesi, yönetimin partiye ve giderek parti aygıtına daralmasına yol açtı. Bu sırada ortaya çıkan bürokratikleşme ve 1930’ların terör dalgasıyla gerçekleştirilen tasfiye sonucunda, yönetim, Stalin’in şahsında bireysel boyuta kadar daralırken, partide de, devrim sonrası yetiştirilmiş, eğitimli, genç, beyaz-yakalı kesim ağırlık kazandı. Savaş döneminde kitleselleşen partinin Stalin sonrası dönemde yeniden yönetimde öne çıkması, bürokrasinin iktidarını ifade ederken, kol işçileri, parti üyelerinin çoğunluğunu oluştursa da, artık parti yönetimine yerleşmiş olan beyaz-yakalı kesim karşısında iktidarın kitle tabanını oluşturmaktan öteye gidemiyordu. Bu koşullarda, partide revizyonizmin hâkimiyeti de bürokrasinin iktidarına karşılık geliyordu. Sosyalizmin sorunlarının çözümünü, komünizmde, işçi sınıfının inisiyatifinde değil de, kapitalizmden ‘ödünç’ alınan unsurlarda, önlemlerde arayan revizyonizm ise, Sovyet iktidarının yıkılmasının baş sorumlusudur.

Ekim Devrimi’yle burjuvazinin iktidarı yıkılmış, burjuva devlet parçalanmış, burjuva ordu ve bürokrasi dağıtılmıştı. İşçi sınıfının egemenliği, proletarya diktatörlüğü gerçekleştirilmişti; ama sınıfın yığınları gündelik devlet yönetimi işlerine katılımdan geri çekildiği ölçüde, yönetim işi esas olarak Bolşevik Parti’ye kaldı, giderek parti ve devlet çakıştı. Ayrıca Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet iktidarı, yeterli sayıda kendi uzmanına, yöneticisine sahip olmadığı için, burjuva uzmanlardan, bürokrasiden, hatta subaylardan yararlanma, onları yüksek ücret –‘haraç’– ödeyerek kendi denetimi altında çalıştırma yoluna gitti; bu durumun neden olacağı bürokratikleşme ve bozucu etkiye karşı çözümü de, işçi sınıfı saflarından hızla kendi uzmanlarını, yöneticilerini yetiştirmekte aradı. Bu doğrultuda, NEP’in yerini kolektifleştirme ve planlı sanayileşmeyle sosyalist inşa çalışmasının aldığı dönemde, burjuvaziden devralınan bürokrasi tasfiye edilmiş yerini işçi sınıfından yetiştirilen yönetici, uzman tabaka almıştı. Bu anlamda, Sovyet iktidarı, burjuva toplumdan devraldığı bürokrasiyi tasfiye etme, kendi yöneticilerine, uzmanlarına sahip olma hedefine ulaştı. Ancak bürokratikleşme ve bürokrasi sorunu, bir bütün olarak ortadan kalkmadı; yeni bir biçimde kendisini gösterdi. Sınıfın yığınlarının yönetme işini ellerine almasının sağlanamaması, farklı bir bürokrasi sorununa, işçi sınıfının içinden gelse de bu kez yeni yönetici tabakanın bürokratlaşmasına yol açtı.

Bu durumda, bürokratlaşma ve bürokrasi sorunu, öncekinden farklı bir nitelik taşıyordu. Eski bürokrasi, burjuva toplumdan devralınmıştı; işçi sınıfından farklı, onun üstünde maddi yaşam koşullarına sahipti; toplumda maddi eşitsizliklerin yeniden üretilmesi yönünde etkiliydi; burjuva ideolojisinin, burjuva çıkar ilişkileri ve özlemlerinin taşıyıcısıydı; hatta burjuva karşıdevrim kalkışmalarının doğal ortağı, işbirlikçisiydi. Bu burjuva nitelikli tabaka, sosyalist inşa dönemine geçişte tasfiye edilmiş olduğu için, bu nitelikteki bürokrasi sorunu ortadan kalkmış, buna karşılık, farklı nitelikte yeni bir bürokratlaşma sorunu gelişmişti. Yeni yönetici kesim, eski bürokrasiden farklı olarak, işçi sınıfının üzerinde maddi yaşam koşullarına sahip değildi; tam tersine olağanüstü fedakârlıklar gösteriyordu. Ama yine eski bürokrasiden farklı olarak, toplumda yönetim ayrıcalığına, deyim yerindeyse, ‘tekeline’ sahipti; ‘toplum adına’ toplumu yönetiyor, topluma ‘ihtiyaçlarını’ veriyor, sağlıyordu. Yeni bürokratlaşma sorunu da buradan, toplumun yönetimine katılımda eşitsizlikten, yönetim işinin bir kesimde toplanarak ayrıcalığa dönüşmesinden kaynaklanıyordu. Sınıfın devlet yönetimine yığınsal katılımdan geri çekilmesine bağlı olarak ortaya çıkan bu bürokratlaşma sorununun, kendisiyle karşılaştırılan burjuva nitelikli bürokrasi sorunu ile aynı nitelikte olmadığı açıktır. Burada söz konusu olan, işçi sınıfı saflarından doğan, onunla aynı maddi koşulları paylaşan, işçi sınıfı nitelikli bir tabakadır. Bu aşamada burjuva toplumdan kalan bürokrasi tasfiye edilmiş olduğuna ve yeni bürokrasinin niteliği de farklı olduğuna göre, bürokratlaşmanın, bürokrasi sorununun varlığına dayanarak, Sovyetler Birliği’nin sınıflı bir toplum olduğu, özellikle de burjuva iktidarı niteliği taşıdığı, kapitalist olduğu ileri sürülemez.

Bu anlamda, Sovyetler Birliği’nde bürokratlaşma, bürokrasi sorunu, sömürü veya maddi ayrıcalık sorunu olarak ortaya çıkmamıştı, tersine bu kesim kahramanca bir fedakârlık içindeydi. Ama yöneten - yönetilen ayrımının ortadan kalkmaması, toplumun kendisini yönetmesi yerine, toplumun bir yönetici kesim tarafından –yönetilenlerin desteğiyle– ‘toplum adına’ yönetilmesi sonucunu üretmişti. Toplumda yönetme ayrıcalığının bir kesimde toplanması ise, bunun maddi ayrıcalıklarla tamamlanması, maddi ayrıcalıklı bir tabakanın oluşması için zemin yaratıyordu. Moskova Duruşmaları ile simgelenen ‘Büyük Temizlik’, bir bakıma, böyle bir eğilimin terör boyutlarında şiddetle bastırılmasına karşılık geliyor; yönetim işlerini sınıfın yığınlarının kendi ellerine almadığı koşullarda, ‘bürokrasinin bürokratlaşmaya karşı mücadele’ yöntemini oluşturuyordu. Ama yönetimi Stalin’in şahsında en üst boyuta kadar daraltarak sınıfın yığınlarından daha da uzaklaştıran bu politika, işçi sınıfının inisiyatifini zayıflatarak aslında maddi ayrıcalıklı bürokrasinin yaşam olanaklarını artırıyor, koşullarını hazırlayarak doğuşunu kolaylaştırıyordu.

Gençlikten yetiştirilen beyaz-yakalı, aydın kesimle yönetimi bu dönemde yenilenen, devlet yönetimindeki konumu açısından geriye itilirken işçi üyelerle kitleselleşen partinin, Stalin’in ölümünden sonra Hruşçov’la birlikte yeniden yönetimde öne geçmesi, işçi sınıfının yönetimi doğrudan eline almasına değil, maddi ayrıcalıklı bürokrasinin iktidarına ve partinin de onun kitle tabanını oluşturmasına karşılık geliyordu. Bu süreçle gelinen noktada ise, bürokrasi, işçi sınıfından doğmuş olmakla birlikte, yaşam koşulları açısından artık ondan farklılaşmış, maddi ayrıcalıklar kazanmıştı; aynı zamanda da devlet iktidarını elinde tutmaktaydı. Ancak üretim araçlarının toplumsal mülkiyette olduğu, üretim ilişkilerinin sosyalist nitelik taşıdığı söz konusu koşullarda, bu bürokrasi, maddi yaşam koşulları açısından işçi sınıfından ayrılmakla birlikte, üretim ilişkileri içerisinde, üretim araçlarının mülkiyeti açısından işçi sınıfından farklı bir konumda bulunmuyor, işçi sınıfı karşısında ayrı bir sınıf, daha kesin bir ifadeyle, sömürücü bir egemen sınıf oluşturmuyordu. Kendi varlık koşulu da mevcut sosyalist toplum olan, bu temelde genel anlamda işçi sınıfının ayrıcalıklı bir kesimini oluşturan bu tabaka, sosyalizmin anlık, yakın çıkarlarına hizmet ediyor, buna karşılık toplumun komünizmin üst aşamasına ilerlemesinin önünde engel oluşturuyordu. Bu bakımdan bürokrasi, dünya ölçeğinde işçi sınıfı ile burjuvazi, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki sınıf mücadelesinde ikili bir nitelik taşıyordu: sosyalizmin andaki varlığının korunması açısından işçi sınıfına hizmet ediyor, sosyalizmin komünizmin üst aşamasına gelişmesine zarar vermesi açısından, dolaylı olarak, işçi sınıfı karşısında emperyalist burjuvazinin çıkarlarına hizmet etmiş oluyordu.

Politikaları, toplumun gelişmesini engelleyerek tıkanıklığa neden olduğunda, bürokrasi, –sınıflar mücadelesindeki bu ikili konumuna bağlı olarak– çözümü, işçi sınıfının inisiyatifi doğrultusunda, komünist politika doğrultusunda değil, kapitalizmden, meta ilişkilerinden unsurlar ‘ödünç’ almakta aradı. Sosyalizmin sorunlarını ağırlaştıran bu süreç yıkım noktasına ilerlediğinde ise, bürokrasinin bazı mensupları, kendi sınıfsal konumlarına da ihanet ederek karşıdevrimci bir rol üstlendiler, doğrudan burjuva bir konum alıp kapitalist restorasyon çabalarına atıldılar. Sürecin sonunda, Sovyetler Birliği’nin yıkımında, bürokrasinin bir azınlığının karşıdevrimci, burjuva bir nitelik alması, bürokrasinin bir bütün olarak, sürecin bütününde burjuva nitelik taşıdığı anlamına gelmez. Tersine, bir kısım bürokratların kapitalistleşmelerinin, bunların kendi konumlarına da ihanetleriyle, bu anlamda bir kopuşla gerçekleşmesi, genel olarak Sovyet bürokrasisinin burjuva bir nitelik taşımamış olduğunu gösterir.

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİ

İşçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin yeniden yükselmesi ve başarısı için, bu mücadeleye yol göstermek durumunda olan komünist teorinin tarihten çıkartılan derslerle zenginleştirilmesi, geliştirilmesi doğrultusunda, Sovyetler Birliği deneyinin, tarihinin değerlendirilmesinin özel bir önem taşıdığı hep vurgulandı. Sağlıklılığının, hem işçi sınıfının komünist anlayışına uygun, hem de tarihsel gerçeklere uygun olarak gerçekleştirilmesine bağlı olduğuna işaret edilmiş olan bu değerlendirmenin odağında ise, Sovyetler Birliği’nin karakteri sorunu bulunur. Farklı değerlendirmeler arasındaki ayrılık ve tartışmalar bu sorunda, Sovyetler Birliği’nin karakteri sorununda düğümlenir. Bu bakımdan, tarihsel incelemeyi Sovyetler Birliği’nin karakteri üzerine saptamalarla sonuçlandırarak değerlendirmeyi tamamlamak gerekir.

İşçi sınıfının sosyalist devrimi olarak gerçekleşen Ekim Devrimi’yle kurulan Sovyet iktidarı işçi sınıfının sosyalist devleti niteliğindeydi. Ancak işçi sınıfının gündelik yönetim işlerine yığınsal olarak katılımdan geri çekilmesi, iç savaş sırasında, yönetimin sınıfın öncü kesimine, partisine kadar daralmasına, partinin sınıf adına yönetimine, parti-devlet çakışmasına yol açtı. Kapitalizm ve piyasa ilişkileri yönünde geçici geri adımların atıldığı NEP, aynı zamanda bir geçiş dönemiydi. Sosyalizme geçiş, tarımın kolektifleştirilmesinin ve planlı sanayileşmenin uygulamaya konulduğu sosyalist inşa döneminde gerçekleştirildi; ardından gelen konsolidasyon döneminde tamamlandı. Üretim, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda planlanıp toplumsallaştırılmış üretim araçları ile gerçekleştirilirken, meta ilişkilerinin kalıntıları ihmal edilebilir düzeye indi; üretim ilişkileri içerisinde üretim araçları mülkiyeti karşısında alınan konum açısından farklı sınıflar ortadan kalktı.

Sovyet iktidarı, oluşumunda ilan ettiği hedefe, sosyalizme ulaşmayı başarmıştı; ama ekonomik düzeydeki bu başarı, siyasi düzeydeki belirli kayıplar pahasına elde edilmişti. Sosyalist ekonominin inşası sürecine, ters yönde bir süreç, işçi sınıfının yönetiminin, kitleselleşmek yerine, partiye ve parti aygıtına daralması süreci eşlik etmişti. ‘Büyük Temizlik’ ile parti ve devlet yöneticisi geniş bir kesimin terör dalgasıyla tasfiye edilerek yönetimin bireysel boyuta kadar daralması, işçi sınıfını yönetimden daha da uzaklaştırarak siyasi yabancılaşmasını en üst düzeye çıkartıyordu. ‘Yurtsever Savaş’ sırasında savaş seferberliği adına burjuva değer yargılarına başvurulması ise, sosyalizmin ideolojik hegemonyasını sarsarak işçi sınıfının siyasi yabancılaşmasının yanına ideolojik yabancılaşmasını ekliyordu. Bu süreç, 20. Parti Kongresinde –işçi sınıfının ideolojik yabancılaşmasının daha üst boyuta, parti düzeyine tırmanmasına karşılık gelen– revizyonizmin hâkimiyetine uygun koşullar yarattı.

Revizyonizmin hâkimiyeti, işçi sınıfının egemenliği koşullarında, işçi sınıfının maddi ayrıcalıklı tabakası bürokrasinin işçi sınıfı adına iktidarını temsil ediyordu. Bürokrasinin sosyalizm mücadelesi karşısındaki ikircikli tutumunu yansıtan revizyonist politikalar, sosyalist ekonominin işleyişine ve gelişmesine zarar verdiği gibi, işçi sınıfının ekonomik yabancılaşmasına da neden oldu. Sovyetler Birliği, üretim ilişkileri düzeyinde sosyalizm hedefine ulaşırken, işçi sınıfının siyasi düzeyden başlayan yabancılaşmasının yol açtığı bozulma, –üretim araçlarının işçi sınıfının devleti aracılığıyla toplumsallaştırılmasının siyasi ve ekonomik düzeyi doğrudan birbirlerine bağlaması temelinde– ekonomide duraklama ve tıkanıklığa kadar varmıştı. Bu durumda, işçi sınıfının bir politik devrimle bürokrasinin iktidarına son vererek yabancılaşmayı aşmayı başaramadığı noktada gündeme gelen karşıdevrimci ‘glasnost’ ve ‘perestroyka’ politikaları sonucunda Sovyetler Birliği’nin yıkılması, aynı zamanda, işçi sınıfının komünist seçeneğinin ortaya çıkmadığı ve burjuva ideolojisinin egemenliği altındaki toplumun sınırlı direnişler dışında bürokrasinin karşıdevrimci kesiminin peşinden sürüklendiği koşullarda, ileriye doğru gelişemeyen sosyalizmin bozularak çökmesine karşılık geliyordu.

Ekim Devrimi’yle girişilen sosyalizm deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanmasından çıkarılan ders, Sovyetler Birliği’nin karakterine ilişkin çözümlemeyle doğrudan bağlantılıdır. Sovyetler Birliği’nin karakterinin saptanmasında birbirlerinden ayrılan çeşitli anlayışların ulaştıkları sonuçlar, dersler ve önermeler de farklı yönlerde olmaktadır. Bu bakımdan, yaşanan tarihin sağlıklı bir biçimde çözümlenmesinin önemi, işçi sınıfının sosyalizm mücadelesine uygun derslerin ve sonuçların çıkartılması açısından, öne çıkmaktadır. İşçi sınıfının komünizm mücadelesine yol göstermek üzere sosyalizm anlayışının zenginleştirilmesi, yaşanan sosyalizmin sorunlarının ana yönlerinin ve yıkılmasının başlıca nedenlerinin doğru saptanarak bunlara karşı önlemlerin benimsenmesini gerektirir, buna bağlıdır.

Bu anlamda, çeşitli akımların Sovyetler Birliği’ne ilişkin değerlendirmeleriyle mücadele anlayışları ve önermeleri arasında bir bağlantı ve uygunluk bulunmaktadır. Anarşist akımlar, Ekim Devrimi’nin ardından Sovyet devletinin oluşumuna ve genel olarak devletin derhal ortadan kalkmamasına bakarak Sovyetler Birliği’ni burjuva iktidarı ve kapitalizmin dışında değerlendirmemekte, yaşadığı sorunları buna bağlamakta ve çözümü de bir anda devletsizliğe ulaşmak gibi uygulanması olanaksız bir önermede aramaktadırlar. Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin karakterini ‘burjuva’, ‘kapitalist’ olarak gören bir diğer değerlendirme de, Rusya’da sosyalist devrimin koşullarının bulunmadığını ileri süren Menşevizm ve benzeri akımlarınkidir. Rusya koşullarında işçi sınıfının iktidarını ve sosyalizmin kuruluşunu zaten olanaklı görmeyen bu anlayış, yaşanan olumsuzlukların nedenlerini, ‘koşulları bulunmayan’ devrime kalkışmakta arayarak sorunları nesnel koşullara bağlayıp öznel düzeydeki etkenleri ihmal etmiş olmaktadır. Sovyetler Birliği’nde proletarya diktatörlüğünün kurulduğunu, işçi sınıfının egemenliğinin sağlanmış olduğunu kabul etmeyen bütün bu anlayışların işçi sınıfının egemenliği altında ortaya çıkan sorunları saptayabilmeleri ve çözüm üretebilmeleri de olanaklı değildir.

Benzer biçimde, ‘tek ülkede sosyalizmin olanaksızlığı’ tezini savunan troçkist anlayışlar, Sovyetler Birliği’nde kapitalizmin ve meta ilişkilerinin ortadan kaldırılmasıyla sosyalizmin kurulduğunu reddederek Sovyetler Birliği’nin karakterini ‘geçiş toplumu’ olarak saptamakta ve sorunları da buna bağlamaktadırlar. Bu durumda da, sosyalizmin kurulmuş olduğu koşullarda, bunu kabul etmeyen bir anlayışın sosyalizmin sorunlarını çözümlemesine, bunlara karşı çareler geliştirmesine olanak bulunmamaktadır. Aynı biçimde, bürokratlaşma sorununu eski toplumdan devralınan bürokrasinin iktidarı ele geçirmesi, karşıdevrimi olarak gören böyle bir anlayış, işçi sınıfının kendi içinden doğan bürokratlaşmayı çözümlemede yetersiz kalmak, engel oluşturmak durumundadır.

Sovyetler Birliği’nin karakterini ‘sosyal-emperyalist, kapitalist’ olarak saptayan, revizyonizmi burjuvazinin iktidarı ile özdeşleştiren anlayış da, ortaya çıkan sorunları burjuva karşıdevrimi ile açıkladığından, sosyalizm koşullarında gelişen sorunların nedenlerini, işçi sınıfı egemenliğindeki bürokratlaşma ve bozulmayı çözümleyebilme yeteneğinde değildir.

Yaşanan sosyalizm deneyimini tek seçenek olarak gösteren ‘reel sosyalizm’ anlayışı ise, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm uygulamalarına eleştirileri ‘ütopyacılık’ olarak geri çevirip sosyalizmin sorunlarının üstünü örtmeye çalıştığı gibi, bu sorunlara kapitalizmden ‘ödünç’ alınan unsurlarla çözüm aramasıyla da sosyalizmin yıkılmasının birinci derecede sorumlusu oldu. Sosyalizmin –temelinde işçi sınıfının yabancılaşması yatan– sorunlarına yönelik olarak, siyasi düzeyde parlamentarizmin unsurlarına, ekonomik düzeyde piyasa unsurlarına, kültürel düzeyde burjuva ideolojisine başvurulması, bozulmayı hızlandırdı, yıkıma giden yolu açtı. Bu anlamda, sorunlarına çözüm bulunması yerine, sosyalizmin tıkanıp yıkılması yönünde rol oynayan bu anlayış da, sosyalizmin gerçek sorunlarını saptamaktan uzak, bunun önünde engel oluşturan niteliktedir.

Yaşanan tarihi doğru açıklayamayan yaklaşım ve çözümlemelerin, yenilginin gerçek nedenlerini saptayabilmesi, sınıf mücadelesinin başarısı için tarihten doğru ders çıkartması olanaklı değildir. Yenilgiden ders çıkartarak işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin başarısını sağlayabilmek, tarihsel gerçekliğin doğru çözümlenmesini, yaşanan sürecin karakterinin gerçeklere uygun saptanmasını gerektirir, buna bağlıdır. Sovyetler Birliği tarihinin gerçekliği, işçi sınıfının burjuvazinin iktidarını yıkarak egemenliğini gerçekleştirdiği, devleti aracılığıyla kapitalizmi ve meta ilişkilerini tasfiye ederek sosyalizmi kurduğu, ancak kurulan işçi sınıfı iktidarı ve sosyalizmin yabancılaşma ve bürokratlaşmayla bozularak yıkıldığıdır. Bu temelde, yıkıma yol açan işçi sınıfı egemenliğindeki ve sosyalizmdeki bozulmanın nedenlerini saptayarak bunlara karşı önlemler geliştirmek gerekir. Ancak bu biçimde, Sovyetler Birliği değerlendirmelerinden işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinde yeni başarılar sağlayacak sonuçlar çıkartılabilir.

SSCB TARİHİNDEN ÇIKARILMASI GEREKEN DERSLER

Sovyet iktidarının oluşumundan yıkılmasına kadar tarihi, birçok dönem içeren uzun bir süreçtir. Yıkılmasının nedenleri de bir anda oluşmamış; bu etkenler bütün süreç içinde birikmiş, birbirlerinin üzerine eklenerek sonunda Sovyetlerin çöküşüne yol açmıştır. Süreç boyunca bozulmaya neden olan etkenler çok boyutludur; biri diğerinin koşullarını hazırlayarak zincirleme neden - sonuç ilişkileri içinde süreci yıkılmaya kadar götüren bu etkenlerin incelenerek karşı önlemlerin geliştirilmesi açısından değerlendirilmesi, çeşitli düzeyleri, sosyalist devrimin koşulları, sosyalist devlet, sosyalist ekonomi, sosyalist kültür düzeylerini kapsar. Bu düzeyler ayrı birer yazı konusu oluşturmakla birlikte, bozulmada belirleyici rol oynayan etkenlerin saptanması ve böylece yaşanan tarihten genel olarak ders çıkartılması yönünde, bunlara burada deyinilebilir.

Sovyetler Birliği’nin yıkılmasında, maddi yetersizliklerden soğuk savaşa, kitlelerin tutumundan yanlış politikalara kadar nesnel ve öznel bir dizi etkenin rolü olmuştur. İşçi sınıfı iktidarının diğer sınıflara yönelik uygulamalarındaki aksaklıkların, aşırılıkların, hataların yıpratıcı, zarar verici, zayıflatıcı etkileri olsa da, kendi iç gelişmelerinin sonucunda çöktüğünden, asıl kendisine, işçi sınıfı iktidarına ilişkin etkenler birincil önemdedir. Bu etkenler neden - sonuç ilişkileri içinde tarihsel süreç boyunca geriye doğru izlenerek belirleyici nedenler saptanabilir. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasında başrolü karşıdevrimci ‘glasnost’ ve ‘perestroyka’ politikaları oynamıştır. Ama bunların toplumda destek bulup karşı direnişin de sınırlı kalması, bir yandan toplumda burjuva ideolojik egemenliğin, diğer yandan, daha da önemlisi, içine girilen tıkanıklığın sonucu olmuştur. Söz konusu tıkanıklık, üretkenliğin düşerek ekonomik gelişmenin duraklamasından kaynaklanmıştır. Bunun temelinde de, doğrudan üretici işçi sınıfının ekonomik yabancılaşması yatmıştır. İşçi sınıfının ekonomik yabancılaşması ise, siyasi ve ideolojik yabancılaşmasının sonucudur. İdeolojik yabancılaşma, burjuva değer yargılarına seslenilmesinden revizyonizmin hâkimiyetine kadar uzanmıştır. İşçi sınıfı adına yönetimin partiye daralmasıyla gelişip devlet ve parti önderlerinin önemli bir çoğunluğunun tasfiyesiyle Stalin’in mutlak iktidarına varan ve bürokratlaşmanın öteki yüzü olarak ortaya çıkan siyasi yabancılaşma, işçi sınıfı iktidarının bozularak yıkılmasına giden süreçte en başta gelen rolü oynamıştır. Siyasi yabancılaşma biçimini alan işçi sınıfının devlet yönetimine yığınsal katılımdan geri çekilip yönetimi partiye bırakması ise, devrim süreci içerisinde sınıfın demokratik eğitiminin tamamlanmasının yetersizliğine dayanmıştır. Bu da, Rusya’da 1917’de, kapitalizmin ve sınıf mücadelesinin özgül koşulları içerisinde, işçi sınıfının maddi ve manevi gelişmişlik derecesinin ürünüdür.

Böylece Sovyet iktidarının bozularak yıkılmasının nedenleri zincirleme geriye doğru izlendiğinde, en başlangıçta, maddi ve manevi gelişmişlik derecesi temelinde işçi sınıfının demokratik eğitiminin tamamlanmasındaki eksiklik öne çıkar. İşçi sınıfının demokratik eğitimi, sosyalist devrimi başarabilmesinin koşullarından biri olarak sayılır (Kurtuluş Sosyalist Dergi 2, Şubat 2002, s. 53). Emperyalist-kapitalist olmakla birlikte, nispeten geri özellikler taşıyan Rusya’da nüfusun azınlığını oluşturan işçi sınıfı, demokratik eğitimini Şubat Devrimi’nin ardından gelen 8 - 9 ay gibi kısa süreli açık sınıf mücadelesi döneminde tamamlamıştır. Bu ‘hızlı eğitim’, işçi sınıfının Ekim Devrimi’yle burjuvaziyi devirerek kendi iktidarını kurmasını sağlamış, ama bunu yığınsal katılımla demokratik bir devlet biçiminde sürdürmesine yetmemiştir. Sosyalizm deneyiminin yenilgiyle sonuçlanmasına yol açan nedenler zincirinin başlangıcında demokratik eğitim eksikliğinin bulunması, bu tarihten çıkan en önemli ders olarak, sınıfın demokratik eğitiminin geliştirilmesini ön plana getirir. Bu doğrultuda, bugünden, içinde bulunulan koşullardan başlayarak, işçi sınıfının eşitlik, yönetme hakkı, yığınsal katılım ve inisiyatif bilinci ve davranış alışkanlıkları kazanması için çaba ve mücadeleler yoğunlaştırılmalıdır.

Demokratik eğitim eksikliğine bağlı olarak sınıfın devlet yönetimine katılımında eşitsizliğin, yöneten - yönetilen ayrımının ortadan kaldırılmasına doğru ilerlenememesi, işçi sınıfının sosyalist devletinin bürokratlaşmaya karşı yapısal önlemlerini ve özelliklerini de zayıflattı, işlevsizleştirdi. Sosyalist devlet, işçi sınıfının toplumun tümünü kendi düzeyine yükseltmesi ve herkesin yönetim işlerini üstlenmesiyle toplumdan yöneten - yönetilen ayrımının kalkmasını olanaklı kılacak, toplumsal kurallara uymanın alışkanlığa dönüşmesiyle genel olarak devletin sönümlenmesini sağlayacak, ‘oluşumundan başlayarak kendisini yok etmeye girişen’ devlet olarak nitelenir (Kurtuluş Sosyalist Dergi 6, Mart 2003, s. 90). İşçi sınıfı devletinin örnekleri olarak Paris Komünü ve Sovyetlerin oluşumundan çıkartılan derslerle, yok olmaya yönelebilmesi için, devletin bürokratikleşerek temsil ettiği yığınlardan kopmasına ve sürecin kesintiye uğramasına karşı bir dizi önlem saptanmıştır: sürekli ordu ve güvenlik gücü yerine kitlelerin silahlanması, milis; bütün görevlilerin seçilmesi ve geri çekilmesi; görevlilerin ücretlerinin işçi ücretlerinden yüksek olmaması; seçimlerin yerleşim yeri değil işyeri temelli olması; yasama ve yürütmenin birleştirilmesi; herkes tarafından yerine getirilebilmeleri için görevlerin basitleşmesi ve kültür düzeyinin yükselmesi. Bürokratikleşmeyi engelleyerek devletin giderek yok olmasını amaçlayan bu önlemler, sınıfın demokratik inisiyatifinin ve yığınsal yönetiminin yetersizliği, eksikliği koşullarında amaçlananı sağlayamadı. Bu koşullarda, yasama ve yürütmenin birliği gibi özellikler, bütün devlet işlerini yığınların kendi ellerine alması amacının tersine, yönetimin daralması, bürokratikleşme yönünde etkili olurken, yine yığınların yönetime eşit katılımının gerçekleştirilememesine bağlı olarak ‘sürekli ordu’, istihbarat örgütleri, ‘tek adam yönetimi’, ücret farklılaşmaları, ‘parti - devlet çakışması’ gibi uygulamalarla da söz konusu ilkelerden taviz verildi, uzaklaşıldı. Devletin sönümlenerek yok olması yerine ters yönde ilerleyen süreç, yığınsal boyutlar alan terörle Stalin’in bireysel diktatörlüğüne kadar vararak işçi sınıfının siyasi yabancılaşmasını en üst boyuta tırmandırdığı gibi, bunun sonucunda maddi ayrıcalıklı bürokrasinin ortaya çıkışı ve iktidarı da engellenemedi. Sürecin amaçlananın tersine sonuçlar üretmesi karşısında, güçler ayrılığı gibi parlamentarizm unsurlarının sosyalist devlete eklemlenmesi yönünde görüşler ileri sürülmektedir. Oysa burjuva devletin yığınları politikadan dışlayan bürokratik yapısının dayandığı güçler ayrılığı da, merkezileşmekten kaçınmaya çalışmak gibi anlayışlar da, bütün insanların kolektif yönetimini hedefleyen sosyalizmin amaçlarına ilerlemeyi sağlayamayacağından işçi sınıfı devletinin bürokratlaşmasına karşı çözüm olamaz. Tersine, yaşanan süreçten çıkartılması gereken ders, sınıfın yönetici katılımının geliştirilmesinin önkoşul olmasından öteye, sosyalist devletin tarihsel olarak saptanmış özelliklerine sadık kalmak, bunlardan sapmamaktır.

İşçi sınıfının, siyasi yabancılaşmayla kendi devletiyle arasına mesafe girmesi, –üretim araçlarının toplumsallaştırılmasını, sosyalist üretimin örgütlenmesini devleti aracılığıyla gerçekleştirmesi temelinde– kendisini hukuken mülkiyetindeki üretim araçları ve ürünlerin sahibi hissetmemesine, ekonomik yabancılaşmasına yol açtı. Bürokrasinin iktidarı ve revizyonizmin politikaları ile birlikte, işçi sınıfının ekonomik yabancılaşması, sürecin bir aşamasında, sosyalist ekonomide giderek üretkenlik artışının yavaşlamasına, verimsizliğe, durgunluk ve tıkanıklığa neden oldu. Sosyalist ekonominin bu sorunları karşısında revizyonizmin çıkarttığı ders, –burjuva ekonomistlerin eleştirilerini paylaşan bir yaklaşımla– rekabet, kârlılık, piyasanın düzenleyiciliği gibi pazar ekonomisi unsurlarında çözüm aramaktı. Sosyalizmle uyuşmayan meta ilişkileri unsurları ise, sosyalist ekonominin sorunlarını çözmek yerine ağırlaştırdı; sosyalizmi meta ekonomisine, kapitalizme ait unsurlarla eklemleme politikasının ‘perestroyka’ (yeniden yapılandırma) biçiminde ‘kararlılıkla’, ‘tutarlı biçimde’, ‘sonuna kadar’ sürdürülmesi, sosyalizmin yıkılarak kapitalizmin restorasyonuyla sonuçlandı. Sosyalizm tarihinden revizyonizmin çıkarttığı ders ve anlayış, sosyalizmi yıkıma götürdü. Oysa –meta ilişkilerinin neden olduğu yabancılaşmanın aşılmasına karşılık gelen– sosyalizmin üstünlüğü, üretkenliği sınırsızca geliştirebilmesi, doğrudan üreticilerin üretimi, üretim koşullarını, üretim araçlarını ve emeklerinin ürünlerini kendi ellerine almalarından kaynaklanır. Sosyalizmin sorunları, meta ilişkileri unsurlarıyla, kapitalizmden ‘ödünç’ alınan unsurlarla çözülemez (Kurtuluş Sosyalist Dergi 3, Mayıs 2002, s. 128). Bu sorunlar, meta ilişkilerinin yarattığı yabancılaşmadan farklı nitelikteki (işçi sınıfının siyasi yabancılaşmasının sonucu olan) ekonomik yabancılaşmadan kaynaklanmıştır. Çözüm de yabancılaşmanın ortadan kaldırılması, işçi sınıfının her düzeyde etkinliğinin, yönetiminin, inisiyatifinin geliştirilmesidir; sosyalizm deneyiminden asıl çıkartılması gereken ders budur.

Sosyalizmin yıkılmasına neden olan sorunların kaynağı, işçi sınıfının yönetime yığınsal katılımdan uzaklaşmasında; çözüm de, sınıfın inisiyatifinde, iradesindedir. İşçi sınıfının etkinliğinin, inisiyatifinin yetersizliği, eksikliği olarak beliren sorunun, maddi temelleri de bulunmakla birlikte, çözümü için mücadelede daha önemli bir boyutu, öznel boyut, örgütlenme ve bilinç boyutu oluşturur. Bu düzeyde, sınıfın bilinçli öncüsünün, komünist partisinin rolü belirleyici önem taşır. Sovyet iktidarının oluşumu sürecinin başlangıcından itibaren sınıfın yönetime yığınsal katılımı zayıflayıp gerilerken Bolşevikler yığınların eğitiminin, ‘kültürel devrimin’ önemini vurgulamıştır. Ancak bu çabalar, siyasi yabancılaşma sürecinin gelişmesini engellemeye yeterli olmazken, Bolşevikler öte yandan, ‘sürekli ordu’, ‘tek adam yönetimi’, ‘parti diktatörlüğü’ gibi, var olan durumda sınıfın inisiyatifindeki yetersizliği veri alan anlayışlarla, işçi sınıfının yığınlarının yönetime eşit katılımını savunmaktan taviz veren, gerileyen ve bu bakımdan işçi sınıfının yabancılaşmasını gidermek yerine artırmaya hizmet eden konumlar da almışlardır. Kısa vadeli hedefler uğruna uzun vadeli hedeflerin göz ardı edilmesi ve amaca uygun düşmeyen araçlara başvurulması niteliğindeki uygulamalar, pragmatizm, yöneten - yönetilen ayrımının ve devletin ortadan kalktığı komünizm hedefi doğrultusundaki süreci zedeleyerek gelecekteki yıkımın koşullarını hazırlamıştır. Yönetimin partiye daralması ve parti - devlet çakışmasının yerleşiklik kazanmasıyla, rejimin kaderi partinin kaderiyle özdeşleşmiş, işçi sınıfı egemenliği ve sosyalizmin varlığını sürdürmesinin sorumluluğu partiye yüklenmiş; buna karşılık baskı ve terörle yönetimin kişisel boyuta kadar daralmasına varan politikalarla işçi sınıfının siyasi yabancılaşması en üst düzeye kadar çıkarken maddi ayrıcalıklı bürokrasinin iktidarının yolu açılmıştır. Bürokrasinin iktidarına karşılık gelen revizyonizmin partide hâkimiyetiyle, işçi sınıfının komünist politikasından uzaklaşılıyor, işçi sınıfının ideolojik yabancılaşması da en üst düzeye varıyordu. Bu koşullarda, –işçi sınıfının yönetici inisiyatifinin savunulmasının bir parçasını oluşturduğu– gerçek komünist politik çizginin de, komünizmi isminde taşımayı sürdürmekle birlikte ondan sapmış, uzaklaşmış bulunan partinin, SBKP’nin dışında örgütlenmesi gerekiyordu. İşçi sınıfının komünist örgütlenmesi sorunu ise, sürecin yönü, gelişimi ve kaderi açısından anahtar sorundur. Sosyalizmin tıkanıklığının aşılması, yıkımın engellenmesi, ancak işçi sınıfının bürokrasinin iktidarını devirerek yığınsal inisiyatifiyle devletin ve ekonominin yönetimini ellerine almasıyla olanaklıydı. Bu da, komünizmin revizyonizmden bağımsız örgütlenmesini ve işçi sınıfına önderliğini gerektiriyordu. Bunun gerçekleşmemesi, Sovyet iktidarının ve sosyalizmin tıkanıklıktan kurtulamamasını ve sonuçta yıkılmasını getirdi. Bu anlamda, yaşanan sosyalizm deneyiminden çıkarılması gereken en önemli ders, işçi sınıfının ideolojik bağımsızlığının, sosyalist ideolojik egemenliğin, işçi sınıfına komünizmin önderliğinin belirleyici önemidir; buna yönelik olarak, işçi sınıfının komünist hedeflerinden, politikalarından gündelik kazanımlar uğruna taviz verilmemesi, ilkelere sıkı sıkıya bağlılık ve komünizmin revizyonizmden bağımsızlığının titizlikle korunmasıdır.

İşçi sınıfının sınıfların ortadan kaldırılması doğrultusunda tarihsel olarak en ileri eylemini oluşturan Sovyetler Birliği deneyiminin yıkımla sonuçlanan tarihinden, işçi sınıfının sosyalizm mücadelesini başarıya ulaştırabilmek için ders çıkartmak, bu değerlendirmenin en önemli noktasıdır. Buradaki değerlendirme açısından, Sovyetler Birliği tarihi, ikili bir gelişim süreci sergiler. İşçi sınıfının egemenliği ve sosyalist devlet koşullarında, sosyalizm, bir yandan kurulurken, diğer yandan aksaklıklar, kusurlar barındırarak bozulmaya başlamıştır. Yıkılması da bir ‘dış’ gücün etkisinden çok, bu kusurların birikmesiyle bozulmasının vardığı son noktada, ‘içten çökmesi’ sonucunda olmuştur. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla sonuçlanan bozulma süreci öznel ve nesnel boyutlar taşıdığı gibi, işçi sınıfının siyasi, ideolojik, ekonomik yabancılaşması, söz konusu bozulma ve yıkımda belirleyici rol oynamıştır. Bu bakımdan, yabancılaşmaya karşı etkin tutum alınabilmesini, önlem geliştirilebilmesini sağlayan dersler en önde gelmelidir. İşçi sınıfının yabancılaşmasının maddi temelleri bulunduğu gibi, sorunun belirleyici önemini kavramaktaki ve yabancılaşma sürecini engellemekteki yetersizliği, işçi sınıfının bilinçli öncüsü olarak komünist partisinin bu açıdan eksikliğini gösterir.

Bunlara bağlı olarak, Sovyetler Birliği tarihinden çıkartılacak dersler arasında, bir yandan işçi sınıfının mücadelesinin bütünlüklü ve nihai hedeflerini ifade eden komünizme sıkı sıkı bağlılık yönünde tutum alınması gelir. Anlık, geçici vb hiçbir gerekçeyle komünizmden sapılmamalı; mevcut durumda varlığını korumanın tehlikeye düşmesi pahasına bile olsa, komünizmin ilkelerinden asla taviz verilmemeli; işçi sınıfının ideolojik yabancılaşmasına karşılık gelen revizyonizmden, oportünizmden bağımsızlık titizlikle sağlanmalı, korunmalıdır. Diğer yandan, işçi sınıfının demokratik eğitiminin tamamlanması, yönetici katılımının geliştirilmesi, gündelik idari sorunların önüne konmalı; işçi sınıfının devlet yönetimine yığınsal katılımı, işçi sınıfı iktidarının bürokratlaşmasına, bozulmasına karşı bir güvence haline getirilmelidir.


[1] Kolhoz köylülerinin (ve buna ek olarak değişen ölçülerde Sovhoz ve devlet işletmelerinde çalışan işçilerin) evlerinin yanında kendilerine ayrılan sınırlı bir toprak parçası ve belirli çiftlik hayvanları ile yaptıkları özel tarımın, harcanan emek süresi olarak oranı, 1974’te, toplam tarımın üçte biri, toplam ekonominin onda biri kadardı.

[2] Yasadışı mal ve hizmetlerin değeri, 1960’ların başında 5 milyar rubleden 1980’lerin sonunda 90 milyar rubleye çıktı; ulusal gelirin, 1960’ta yüzde 3,4’ünden, 1988’de yüzde 20’si oranına ulaştı.

TEMMUZ 2012

14

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ