Mart 2004 Yerel Seçimleri, kendi özgün tarihsel ve siyasal koşullarında gerçekleşecek. İleride bir zamanda tarihçiler, bu seçimlere, her seçimde olduğunun ötesinde anlamlar yükleyecekler. Bu seferki öneminin bütün içeriğini ise, rutin ve durağan olmaktan çıkmış, hızlanmış gelişmelerin, tarihsel ve siyasal koşulların, belirleyeceği kesin! Bu durumda, Mart 2004 Yerel Seçimlerinin önceki bütün seçimlerden bir farkı olmadığı ve zaten bütün seçimlerin, kendi özgün koşullarında gerçekleştirildiği söylenebilir! Ama, iç (burjuva) politika ve dengeler açısından önümüzdeki yerel seçimler belli değişiklikleri gündeme getirmiş olacak. Devlet yapılanmasına ve rejime ilişkin olarak ciddi değişikliklerin onaylanması ve start alması bu seçimler üzerinden gerçekleşecek gözüküyor. Bu yerel seçimlerin bir farkı da, sol güçler açısından bir kırılmanın ve geniş bir cephenin burjuva siyasetine eklemlenmiş olmasından kaynaklanıyor. Biz de bu seçimlerin hangi tarihsel ve siyasal anlamlar, hangi seçme ve seçilme ilişkilerini taşıdığını deşifre etmeye çalışacağız. Kuşkusuz bunu yaparken, işçi sınıfının gerçek komünist partisinin olmadığı koşullarda taraf olmanın ne türden bir seçmeyi; komünistlerin olması gereken tarafta bulunmak üzere ne yapmak gerektiğini belirteceğiz. Bunu yazının ikinci bölümüne bırakıp, önce genel olarak seçimlere yönelik kavrayışımızı belirtmekte yarar görüyoruz.
Hangi üretim biçimi ve hangi sosyal ekonomik sistem içinde gerçekleştiğinden bağımsız olarak seçimlerin anlamı, neyi ve kimi, ne için ve nasıl seçtiğimiz; seçtiğimizin neyi, ne kadar ve nasıl yapabileceği (yapabileceklerinin neler olduğu ve sınırları, yetki ve sorumlulukları ) sorularının yanıtlarında karşılığını bulur. Bu soruları ne düzeyde tanımlıyorsak, seçimler bizim için onu ifade eder. Üstelik bu tanım düzeyi ne olursa olsun, yani aynı düzeyden soruları soruyor olduğumuz durumda da yanıtımızı nasıl oluşturduğumuz tartışmalıdır. Yani aynı sorulara benzer yanıtlar üretiyor olduğumuzu düşünsek de bu düşünce mutlaka doğru olacak değildir! Zaten bu nedenle, seçimler üzerine bir keşmekeştir gider durur...
Oysa ki biz ne düşünüyor olursak olalım, seçimler karşımıza iki düzeyde işleri çözmek için getirilmektedir. Birincisi merkezi düzeyde yönetim ve iktidar meselesine ilişkin olarak genel seçimler; ve adı üstünde yerel, kısmi ve bölgesel düzeyde ve bir şekilde merkezi iktidar tarafından belirlenmiş olan alanda iş yapmak üzere yerel iktidarların oluşturulması için yerel seçimler.
Seçimler gündeme geldiğinde, bir sürü vaat ve uzayıp giden yapılacak edilecekler listesi, rant dağıtımı ve rüşvet mekanizmaları devreye girer. Bu açıdan, kentin ve yerelin sorunlarının toplumsal çözümleri değil, şu ya da bu adayın seçilmesi üzerine insanlara ve kent sakinlerine bahşedeceklerini sıralamak gibi bir yüzsüzlük her yerde sırıtır! Sanki kendi babasının malını bahşediyormuş ve o mümtaz şahıslar olmasa, kimsecikler kentli vatandaşı aklına getirmeyecekmiş gibi! Bu açıdan sözler ve vaatler havada uçuşur durur. Ortada tam bir mantık tutarsızlığı durmaktadır ve bu mantık tutarsızlığını örtmek için de yapılacak olan sözel tutarlılık ve söz cambazlığı dışında geride bir şey kalmamıştır... İşte bu yüzden seçimler söz konusu olduğunda bir söz yarışıdır gider.. Ve herkes kendi lafının ne kadar sağlam ve ne kadar tutarlı olduğuna dair yemin billah eder.
Seçimler, yönetim işlerini ve iktidarı kimin devralacağını belirler. Ama hiçbir zaman ve hiçbir seçimin gündeminde yönetim işlerinin ve iktidarının mantığının sorgulanmasına dair bir başlık olmamıştır. Belirlenmiş ilkeler çerçevesinde yönetimin gereklerinin kimler tarafından ve nasıl gerçekleştirileceği, her seçimde yeniden saptanır. Bu arada biz de gerçekten seçtiğimiz ve seçildiğimiz ölçüde yönetimi bizim ve oylarımızın belirlediğini sanır, düzeltilecek olan şeylerin elimizin altında olduğunu, yanlışların sorumluluğunun da yanlış oy kullanan, siyasal tercihlerini yanlış yapan seçmenin suçu olduğunu düşünürüz. Tarihsel olarak seçimlerin ve kitlelerin siyasal tercihlerinin bir çok rejim değişikliğinin zeminini verdiği ve siyasal iktidarı değiştirdiği besbellidir. Üstelik bu siyasal iktidar için sınıf kardeşi olması gereken burjuvazinin bin bir parçaya bölünüp düşman kardeşlere dönüşebildiklerini de biliyoruz. Seçimlerin açık terörist diktatörlüklere zemin hazırladığı ve bu rejimler arasında kavşak oluşturduğu tarihsel deneylerden de bilinir. Tabi bu açıdan seçim gibi bir demokratik oyuncakla oyalanmayacak kadar keskinleşen milletler tarih sahnesine çıkıp, demokrasiyi geride bırakmayı tercih etmişlerdir. Bu durumda toplumsal histeri bir kez tecelli ettiğinde, zaten gözle görülür büyük çoğunluk, Führer’ini seçme özgürlüğünü kullanmış demektir. Bu açıdan demokrasinin nimetlerine de külfetlerine de katlanmamız istenir.
Azınlık iktidarı olan burjuvazinin bütün yönetim biçimleri, devlet biçimleri, bu zaaflarını örtmek zorundadır. Çünkü, kendi iktidarlarının mantığı içinde bile giderek daralan iktidar bileşimlerinin, kendilerine iktidarı güvenli kılamayacak kadar dar olan toplumsal tabanları nedeniyle, sömürü ve baskı iktidarının kabul edilebilir bir mantığı bulunamaz. Ama hiç de öyle ilk bakışta görülmeyen bu iki kötü olgu, geniş kitleler için çıplak gözle görülebilir olumsuzluklar olarak belirmezler. Görülemezler çünkü, emekçi kesimler için, geleneksel ideolojilerin bütün formları, din, askeri eğitim, aile, okul, partiler, tarikatlar ve diğerleri, üretim ilişkilerinin çekirdek kavramı olan artıkdeğeri gizlemek, ve toplumsal ilişkiler alanında, değerin kaynağını perdelemek için iş görürler. Aslında bunu, çıkıp da birileri planlamış değildir! Çünkü bunu, bütün bir tarihi belirleyecek çapta planlayacak netlikte bir görüş ve fikir, hemen hemen kimsenin şahsında cisimleşmemiştir! Klasik iktisatçılar dediğimiz, Adam Smith ve Ricardo geleneği içindekiler, bütün çabalarına, artıkdeğeri ve sömürüyü kavram olarak da telaffuz etmiş olmalarına rağmen, bunların kaynağını göremezler. Bu nedenle de üretim ilişkilerini belirleyenin ne olduğunu ve bütün toplumsal ilişkilerin neyin etrafında döndüğünü bir türlü çözememişler, hep yanlış yerlere gözlerini dikmişlerdir. Ta ki Marx ve Engels ortaya çıkıp, gözlerinin önünde gittikçe büyüyen işçi sınıfı gerçeğini toplumsal ilişkilerin merkezinde yer alan sermaye kavramı ile tanımlayana kadar!
Marksizm, genişleyen yoksulluk ve işçi sınıfının yanında, bu olgunun olumsuzluğunu, yoksunluk ve düşkünlük olarak saptar. Bu durum, yeni bir toplum kurmak, geleceği kazanmak yolundaki insanlığın en büyük kaybıdır. Çünkü, kendi tarihi ve kültürel birikimine yabancı ve onu tanımayan bir insan toplumu, geleceği kurmak, toplumcu düşünüşe ulaşmak için bütün birikiminin talan edilmesine de anlam vermeden sessizce taraf olabilir. Bu ister bir kitabın yakılması, ister cezaevi katliamı isterse doğanın tahribi olsun, aynı mantık, aynı sınıf mantığının ürünüdür. Tohuma durmuş ve toprağa düşecek buğday başakları, bir örnek biçilip, toprakla kavuşamayınca, tesadüfen ve şans eseri kalan bir kaç tohum, toprakta baskın yaban otlarının içinde ne ifade edebilir?
Genişleyen ve sayıca artan, bütün değerleri yaratan, zenginliğin esas yaratıcısı olan işçi sınıfı ve emekçi kesimler için seçimler, büyük bir imkan yaratmakla beraber, bu imkan başkalarının yönlendiriciliğinde ve denetiminde kaldığı sürece, bir şeylere de engel olmaya başlar. Sınıfsal düşünüş ve pratik davranışına ulaşmamış geniş kitleler, kendileri üzerinde etkili olan başka ideolojik formlarla yeniden ve yeniden başka temellerde bölünürler ve bu geniş ve sayıca çoğunluk olma ortak paydaları ortadan kaybolur; siyasetin temeli başka çelişkilere kayar.
Seçimler, antik Yunan’dan bu yana uygulanmaktadır. Ama antik Yunan’da sadece vatandaşlar için, yani köle ve kadınları dışlayarak, üstelik vatandaşlar arasında da mülk durumuna göre ağırlıkları değişen nitelikteki oylarla yapılmıştır. Aslında bugüne kadar bu uygulama, biçim olarak değişmiş öz olarak değişmemiştir.
Bugünkü anlamda, yani özel mülk rejimi olarak kapitalizm altında seçimler, 1600’lü yıllardan bu yana uygulanmaktadır. Burjuvazinin önde gelen temsilcilerinin, feodal bey ve kralların kendilerini ezmesini engellemek amacıyla, vergilerin mantığına muhalefet etmeleriyle başlayan seçimlerin evrimi, burjuva devrimlerinin içinde, genel oy (ki o zaman için kadınlar yine dışındadır) halini almıştır. Kendi çıkarlarının sözcüsü olarak gördüğü burjuvazinin arkasında mücadeleye atılan geniş emekçi kesimler (işçiler ve köylüler) onun ideolojik etkisi altında kaldığı süre içinde, feodal beylere ve mutlakıyete karşı mücadelesinde, burjuvazinin kitle desteğini oluşturmuştur. Kuşkusuz burjuvazi kendi sınıf çıkarlarını, bu geniş kitlelere, bütün toplumun çıkarları olarak kabul ettirebilmiştir.
Bu açıdan genel seçimler, bir sınıf olarak örgütlenmiş işçi sınıfı ve onun öncülüğünde geniş emekçi kesimler için çok şey ifade eder ve burjuvazi tarafından çizilen genel çerçeveye sığması gittikçe zorlaşır. Azınlık (burjuvazinin de giderek daralan) kesimlerin iktidarı, onun karşısında örgütlü olarak yer alabilen sınıf partisi için aşılabilecek bir engeldir. Ama yine de önemli bir engeldir. Çünkü, üretim ilişkileri, kendi ideolojisini ve esas olarak da burjuva ideolojisini üretip durur. Bilindiği üzere, her dönemin egemen ideolojisi, egemen üretim tarzı ve bu tarz içinde mülkiyetin sahiplerinin belirlediği çerçevede oluşturulur.
Bu nasıl yapılır? Kuşkusuz gerçekliği sürekli sarıp gizleyecek ilişkiler ön plana çıkarılarak. Sınıfsal düşünüşün önüne geçebilecek ne kadar faktör varsa devreye sokularak... İşçi sınıfı, kendi örgütlülüğü ile kendi sınıf çıkarlarının takipçisi olduğu durumda, genel oy, sınıfın örgütü ve partisinin, toplumsal kesimlerden ne kadar destek aldığı ve çoğunluğun desteğini alıp almadığını yarayan bir niteliğe bürünür. Bir de tabii, sistem, işçi sınıfı ve emekçilerin temsilcilerine tahammül etmek, meclisteki muhalefete ve sistemi teşhire katlanmak zorunda kalacaktır. Ama bundan başka ne kazandırır diye sorduğumuzda seçimler, sistemin mantığını değiştirmenin ve yeni bir toplumsal sisteme geçmenin yolu olarak öne çıkmazlar.
Seçimler, genel ve eşit oy ilkesi ile sistemin yeniden yapılandırılması ve meşruiyetinin kabul ettirilip onay alınması açısından, sistem içinde önemli iş gören mekanizmaların başında gelir. Azınlık iktidarının gizlenmesi ve çoğunluğun iradesine dayanan bir sistem görüntüsü, her şeyden önce azınlık olan burjuvazinin çıkarınadır. Ama, hiç bir zaman burjuvazi özel mülk sahibi (üretim araçları açısından) olma durumlarını –ki bu bir toplumsal ilişki biçimidir– yani azınlık konumlarını, fikren ve iş onaya kaldığı sürece pratik olarak kabule yanaşmaz. Çünkü, geniş kitleler açısından da burjuva düşünce, genel ve egemen olandır ve bu kitleler burjuva ve mülk sahibi olmasalar da bunun hayalini kuran ve bunu hedefleyen bir niteliğe bürünmüşlerdir. Bu açıdan, her bir bireyin ve aydının kişisel çabası ne kadar önemli olursa olsun esas olan ve belirleyen, nesnel süreçlerin kendisinden başka bir şey değildir. Ne yazık ki bu böyledir! Bunun başka türden anlatımları da olabilir. Örneğin, geniş köylü yığınlarını düşünelim. Dar açıdan baktığımızda, bu köylülüğün Ecevit gibi bir insanı yıllar ve yıllar, seçimler ve seçimler boyu sırtında taşımasını tek bir açıdan ele alabilir miyiz? Bir Kıbrıs fatihi olmak kadar, en az onun kadar önemli bir şey de, köylülüğün bir kesimini ucuz kredilerle traktör sahibi yapmış olmasının, yine köylülüğün bilincinde edindiği yerle açıklanması da gerekir! Ecevit’in traktör örneğinde tek tek değil, orta alt ve orta köylü kesimlere –ki bunlar tarıma dayalı sanayiye girdi üretmektedirler– toptan bir kıyak geçilmiş görülmektedir. Devletin hep vergici başı ve askerlik şube komutanı olarak karşısında hazır olda bulunmuş olan köylülük için bu durum, tam bir ulufe dağıtımı sayılmış ve Ecevit bu nedenle köylülüğün gözünde Karaoğlan olabilmiştir. Oysa ki Ecevit’in esas sübvanse ettiği sanayi sermayesinin girdileri olmuştur. Ama ne yazar, O, bir kere Karaoğlan olmuş ve bu sayede de burjuvaziyi sırtına bindiren köylülüğü uzun süre dehleyebilmiştir. Özellikle köylülük, pratik çıkarını ve gözle görülür, elle tutulur ölçüde somut olan çıkarını görmedikçe, düşünüşünü değiştirmez; düşünüşü somut çıkarlarını izleyen bir ardışıklık gösterir.
Devlet teorisi içinde seçimleri sistemin bir parçası olarak algılamak, böyle değerlendirmek, sınıflar ve siyaset teorisi düzeyinde kırılmaya uğrar ve seçimler sistem açısından da önemsenen, giderek çantada keklik olmanın dışında, tehdit olabilecek ve kullananın elinde patlama olasılığı olan çakar almazlara dönüşebilir.
Bağımsız ideolojik ve politik çizgisi ile siyaset ve tarih sahnesine çıkabildiği ölçüde işçi sınıfı ve emekçi kesimler için seçimler, başka türden anlamlar kazanan ve bu haliyle sistemin kendi çelişkisi düzeyine yükseltilebilecek bir nitelik göstermeye başlar.
Marksistler açısından da seçimler farklı düzeylerde tartışılmış ve ne türden tanımlanması gerektiğine dair bir yazın oluşmuş bulunmaktadır. Bunu biz kısaca özetleyerek, bugünkü seçimlerin niteliği ve ne türden bir dünyanın ön günlerinde olduğumuzu anlatmaya çalışalım.
Seçimler konusu, biz her ne kadar bir marksist yazından söz etsek de, bu disiplinin en tartışmalı konularının başında gelmektedir. Ama en azından bizim marksizmden anladığımızın ve bu algılayışımızın seçimler üzerine ne türden genellemelere izin verdiğini anlatmaya çalışalım. Kuşkusuz bizim dışımızda da böyle bir veri tabanını beyan etmiş siyasi çizgiler var. Ama bizim seçimler üzerine yaptığımız genellemenin, esas olarak da Lenin’in devlet ve siyaset teorisi açısından marksizmi yeniden üretime tabi tutmasına yaslandığını ve bunun bir sonucu olduğunu belirtmeliyiz. Bu açıdan, bugünün Avrupa Komünizmi ve Yeni Sol’un değişik yorumlarının, leninizmden ve ortodoks marksizmden farklılaşan, kaynağını ise, hep dönüp dolaşıp Engels’in ‘Fransa’da Sınıf Savaşımları’na yazdığı Önsöz’de bulmaya çalışan anlayışların, bu genellemenin dışında olduğu, seçimlere yönelik ciddi farklılıklar oluşturduğunu belirtmeliyiz. Engels bu Önsöz’de, eski sokak savaşı döneminin bittiğini, azınlık olan burjuvazi açısından, çoğunluk olan işçi sınıfı ve emekçilerin elindeki genel ve eşit oyun, artık en tehlikeli silah olarak görüldüğünü belirtir. Bunun hangi koşullarda ve neyi hedefleyerek söylendiği atlanarak, tarihten ve teoriden bağı kopartılarak, postulat düzeyine yükseltilen bu mecazın ne gibi açmazları olduğunu sonradan açmak yararlı olabilir! Ama Engels’e rağmen, Giriş’te yapılan çıkartma ve eksiltmeler, sonradan kendisinin deyimi ile, kendisini yasalcı bir görüntüye sokmuştur. Bu görüntüden en çok kimlerin yararlandığı bugün bilinmektedir.
Toplumun en duyarlı ve öğrenmeye en açık olduğu, siyasete doğrudan katıldığı seçim dönemleri ve atmosferlerinde (ki genelleyebilsek de, yerel seçimler için tek bir atmosfer, iklim yoktur, ama örneğin İstanbul’un Eminönü’sü için olduğu gibi Kars’ın Kağızman’ı için de yerel seçimlerin kısmi farklılıkları olması doğaldır) geniş kitleler, farklı siyasi çizgilerin program ve ideoloji tartışmalarına da göz ve kulaklarını açmış olurlar. Kuşkusuz, bu saptamanın hem leninizm hem de Avrupa Komünizmi ve Yeni Sol açısından kabul edilebilir, ortak bir saptama olduğu su götürmez. Bu farklı sosyalizm anlayışları da bağımsız (kuşkusuz, meşhur laftan olmak üzere bunların bağımsızlığı, son tahlilde, işçi sınıfından bağımsızlık şeklini alır!) siyasi ve politik çizgileri ile seçimlere katılırlar. Yeni Sol açısından ise ÖDP ve SDP örneklerini eş tutabiliriz. Bu anılan çizgilerin örneklerinde olduğu gibi, bütün diğer sol ve sağ siyasi çizgilerle birlikte komünistler de aynı seçimlerle ilgilidirler. Şu farkla ki: Komünistler, 1- kendi programlarının ve ideolojilerinin propaganda ve ajitasyonunu bütün topluma ve esas olarak da hedefledikleri toplumsal kesimlere yöneltirler. Sistemin teşhirini ve sorunların kökeninin yapısal olduğunu propaganda ederler ve kendi bütünlüklü çözümlerinin devrim’den geçtiğini belirtirler, 2- bunu yaptıkları ölçüde, işçi sınıfının bağımsız politik çizgisinin, programının ve örgütsel ifadesinin ne kadar; hangi toplumsal kesimlerden ne oranlarda destek gördüğünün ölçülmesinde seçimlere, çok meşhur olan ifade ile söylersek, barometre işlevi yüklerler; 3- Seçimlere yüklenen 1 nolu işlevin pratik sonuçlarından olmak üzere, sistem içinde yer işgal eden, muhalefet konumu ile hem genel hem de yerel düzeyde yönetim işlerine bulaşan bir siyasete de adım atmış olurlar. Bu açıdan bir sonuç olan, yine kendi varlık nedenine dönerek, sistemin teşhir edilmesi ve bağımsız ideolojik çizginin propagandası yönünde kullanılır. Bu durum, tarihsel koordinatlarından kopartıldığında bir seri başka türden gelişmelerin ve bu gelişmelerin sonucunda oluşacak tartışmanın birbiri peşi sıra sökün etmesini getirecektir. Örneğin, belediye sosyalizmi ile ifadelendirilen sosyalizm anlayışları bu zeminde gelişmiştir. Ya da örneğin daha dünün parlak örneği Porto Allegre’nin bugün tam olarak yozlaşma belirtisi ve kesin eğilimine girmiş olması gibi.
Bu nedenle, işçi sınıfı için temel alınması gereken mücadelenin, yerel ve kısmi kazanımlar üzerinden iktidar olunamayacağının bilgisi ile belirlenmesi esastır. Bu ise, kapitalizmin ortadan kaldırılması mücadelesinin, ancak sosyalist devrim ile mümkün olduğunu unutmamayı gerektirir. Kapitalizm çerçevesindeki bütün iyileştirmeler, kapitalist düzenin koşullarına ilişkin bütün düzeltmeler, bir bütün olarak kapitalizmin yıkılması mücadelesine tabi olmalı, sosyalist devrim mücadelesini geliştirmelidir. Ancak sosyalist devrim mücadelesinin yan ürünleri olarak ele alındıkları takdirde, işçi sınıfının kapitalizm çerçevesindeki mücadele koşullarını kolaylaştıran, manevra olanaklarını artıran kazanımlar, sosyalizm mücadelesini yükseltmeye hizmet edebilir.
Demokratik sorunların varlığı, bunların toplumun gündeminde baş sırada olması, demokratik görevler de, bunu değiştirmez, aksine daha da zorunlu kılar. Komünizm açısından sorun, bütün sorunlardan kalkarak, hepsinin sonuna kadar, tutarlı ve bütünlüklü çözümü için sosyalist devrimin gerekliliğini ortaya koymak, bağımsız komünist alternatifi öne çıkartmaktır. Demokratik sorunların, üstelik çoğunlukla, önde olmaları, çok olağanüstü, istisnai koşullar dışında, başka demokratik hareketlerin desteklenmesini ya da ittifakları gerektirmez; seçimlerin özgünlüğü, komünizmin bağımsız siyasi alternatif olarak ileri sürülmesini gerektirir.
Bu arada, güçsüz olunduğu ve daha toplumun önüne siyasi somut bir seçenek koyulmadığı durumlarda ortaya çıkabilecek olan boykot tavrına yönelik olarak da şunları belirtmeliyiz. Sol siyasetlerin bir çoğunun uzun dönem savuna geldiği bir tavır olabilmiş, çeşitli siyasi çizgiler tarafından, nesnel olarak siyasi tavırsızlık anlamına geleceği görülmeden, seçimlere yönelik bir politika olarak önerilebilmiştir. Oysa ki boykot, sınıflar mücadelesinde neredeyse pat durumuna gelmiş olmayı ve bu durumda, işçi sınıfı partisinin ve komünistlerin, daha çok kriz anlarında sisteme yeniden bağlanmak istenen kitlelere yönelik olarak, sistemden kopuş çağrısı niteliğini taşır ve ancak bu koşullarda gündeme gelebilir. Kısacası, ayrıcalıklı bir istisnadır ve daha çok devrim öngünlerinde gündeme gelebilecek bir politika niteliği ile ön plana çıkar.
Bütün bunların toplamında biz seçimleri, demokrasi sorununa bağlı olarak tanımlıyoruz. Demokratik hak ve özgürlüklerin bir sınıf mücadelesi ekseninde geliştiğinin bilinci ile siyasi mevzi kazanmanın, ekonomik düzeyden kalkarak başlayan sınıf mücadelesinin bilinçli ifadelerine kavuşturulmasının platformlarını yaratmanın ve tekrar bu platformlardan kalkarak, mevzileri tahkim edip yeni mevziler ele geçirmenin araçlarıdır seçimler.
Komünizmin seçimlere ilişkin taktikleri saptanırken bunlar göz önünde tutulmalıdır. Her şeyden önce, seçim kazanarak, bir hükümet değişikliği ile düzenin değişmesi mümkün değildir. Ama bu, seçimlere katılmamayı, onlara ilgisiz kalmayı getirmemelidir. Bu alanda elde edilecek mevziler, kazanımlar, işçi hareketine manevra olanakları sağlamak için, devrimci mücadeleyi yükseltmek için kullanılmalıdır. Fakat daha önemlisi, politizasyonun son derece yükseldiği seçimler döneminden yığınların bilinçlenmesi ve örgütlenmesi için yararlanılmasıdır.
Bütün bu anlatılanlar, hala açıklanmaya ve ayrıntılandırılmaya muhtaçsa eğer, çok net olarak şu söylenmelidir. Seçimler, öncesinde demokrasi mücadelesi ve eğitiminin imkanlarını sunan, bu mücadelenin örgütlülüklerine sistem içinde mevziler kazandıran, sonrasında ise (devrimci durum ya da doğrudan devrim açısından) kitlesel ayaklanmaya kalkışılacak zamanın ölçülmesine yarayan, bunun hazırlığını, hazırlık derecesini ölçen, siyasi mekanizmalardır. Seçimlerle iştigal edenler bu nedenle, farklı yerlerde kış uykusuna yatan ve bir gün uykudan kalkıp aynı yere yürüyecek insanlar değillerdir. Bu genel tanıma, genel ve yerel seçimler noktasından kalkarak ulaşsak da bunun ötesinde her türden seçim, sendika, dernek, parti vb seçimler, bu kapsamın içine girer. Ama genel ve yerel seçimler açısından burada anlatılan, hiç çekinmeden söylemek gerekirse, en azından devrimle ilişkili bir şeydir. Ama o ulvi devrimimizde mevzi olacak akıncılar, öncüler, sistemle iç içe ve haşır neşir olarak, bozulmaya ve yozlaşmaya, bu nedenle de sistemleşmeye en yakın olanlar olarak belirivermez mi? Eski solcular neyse de, giderek dönekler, yeni patronlar o kadar çoktur ki bunların kişisel zaaflarla açıklanmaya çalışılması, en azından gayri bilimsel olacaktır. Buna ait bir nesnellik ve nedensellik de vardır kuşkusuz ama biz bunu değil de şu ya da bu mevziiye (mevki mi desek?) yer etmiş öncü (akıncı) birlik ve kişilerin neden davaya ihanet ettiklerini ve kişilik bozukluklarını bir kez kafaya takarsak, gerçeği bulanıklaştırmaya başlarız. Sınıf iktidarlarının daha demokratik olanları, keyfinden değil, emekçi sınıflar ağırlıklarını koydukları için demokratiktirler ve bunun sömürücülere her zaman için ekonomik bir faturası olacaktır. Bu ağırlığın hissedildiği koşullarda bile yozlaşmanın ve rantçılığın engellenmesinin güvencesi, seçilenler değil, onları geriye çağırma iradesini ve araçlarını yaratanlar olacaktır. Nedenleri başka yerlerde ararsak bulmayı başaramayız. Bu bahiste belki, daha dünün Porto Allegre’sini ve Brezilya’nın Lulu’sunu göklere çıkartırken, bunların da tıpkı bizim Tayyip gibi İMF ve Amerika ile el ele kol kola, diz dize konumlarını görmezden geliriz. Gelmek zorunda kalınır, çünkü daha dün, Türkiye’deki benzerleri tarafından, anti-leninizmin kalesi, ortodoks marksizmin gününün geçtiğinin kanıtı olarak gösterilen bu örnekler, bir yılını doldurmadan çökmüş, bütün kaleler içten fethedilmiş, aziz Lulu’nun ruhuna fatiha okunmuş ve elde satılık bir adam kalmış bulunmaktadır! Üstelik örnek aramak için Brezilya’ya gitmeye gerek de yok. Ülkemizde de yeterince Brezilya örnekleri bulunmaktadır.
Kuşkusuz, seçimler, komünistlerin yükledikleri anlamda yukarıda anlattığımız gibi tanımlanmakta ve bu doğrultuda kullanılmaya çalışılmaktadır. Oysa ne seçimlerin tarih sahnesine çıkması ne de burjuvazinin seçimlerden muradı, hiç de öyle komünistlerin seçimlere yükledikleri türden şeyler değildir. Seçimlere ağırlığın koyulamadığı, örgütsüz olunduğu ve esas olarak da işçi sınıfının komünist partisinin bulunmadığı koşullarda da seçimler, yüz çevrilecek, ilgisiz kalınacak ve ‘ortada kuyu var yandan geç denilecek’ curcuna zamanları olarak algılanamaz ve tarafımızdan da zaten böyle algılanmamaktadır.
En genel açıklamaları yapmış olmak, hem her şeyi söylemiş olma durumunu veri alır hem de hiç bir şey söylememiş olmak gibi sakıncalı bir durum meydana getirir. Mart 2004 Yerel Seçimlerinde ‘ne yapmalıyız’ sorusunun yanıtını bulmak için, seçimlere genel ve ilkesel olarak ne anlam yüklediğimizi bilmeliyiz. Bilmemiz gereken bir şey de seçimlere kafamıza göre anlamlar yükleme lüksümüzün olmadığıdır! Çünkü biz seçimlere, o, bu ya da şu anlamı yüklüyoruz diye, seçimler kendi mantığı ve bu mantığın belirlediği işlevleri yerine getirmekten imtina etmeyecek ve hükmünü, bu durumda da bizim canımıza okumaya devam edecek demektir! Biz dünyanın etrafında dönen bir güneş bilgisine sahibiz diye, güneş de dünyanın etrafında dönecek değildir! Bu durumda durumunun bilgisine varması gereken ne güneş ne de dünyadır! Üstelik, bu yazıda çok fazla kullanılan, işçi sınıfı, emekçiler, geniş kitleler, ideoloji, komünizm vb türden ve bir düzeyde terminolojiye ait kavramların olduğu gibi, bu kavramların taşıyıcısı olması gereken siyasi çizgiler ve bu çizgilerin somutlaşacağı örgüt ve partiler de ortalıkta etkin bir şekilde görülmediğine göre, çok soyut ve gereksiz bir konuya mı girmiş oluruz ki? Taşları yerine oturtmak doğru düşünmeyi, doğru düşünmek doğru politik tavırlar almayı, doğru politik tavırlar başta kişisel olmak üzere giderek toplumsal olarak sağlıklı refleksler edinmeyi mümkün kılacaktır ki, bu durumun, oylarını bu sefer kime ve niçin vereceğine dair anlamlı gerekçeler bulamayanlar ve belki bu nedenle şu ya da bu rant karşılığında satışa çıkaranlardan önce ve her şeyden önce biz komünistler için gerekli olduğunu belirtmeliyiz. İşte bundan sonradır ki seçimlere bakış ve tavrımızı, herkesin anlayacağı bir şekle sokmayı ve bu şeklin dilini yaratmayı başarabiliriz. Üstelik başardığımız başka şeyler de olacaktır. Şu ya da bu yerellikte olduğu gibi genel olarak sınıf politikası yapmanın ne demek olduğunda anlaşmak mümkün olabilecektir. Tabii kaç kişiysek o kadar! Öyle ya kendilerini komünist diye tanımlayanların bulunmasına ve bu komünistlerin bu yönde niyetleri bulunmasına karşın, komünist bir işçi sınıfı partisi seçimlere girmiyor ve bu durumda kimse dönüp de bu türden komünistlere, “ya uşaklar biz anlıyoruz, sizin daha partiniz yok, bir gün olur da kurarsanız (yalancıktan da olabilir) size oy veririz” demiyor; demedikleri gibi, bakın şu işe ki, neden ve ne gerekçeyle olursa olsun hala gelip bize ne yapmak gerektiğini sorabiliyorlar? Bu durumda bizim söyleyecek sözümüzün, her şeyden önce komünizme ve komünist politikaya hizmet etmesi gerekmektedir. İşte bu tartışmanın yaratması gereken budur ve bunu bizim adımıza başkasının yapmayacağı kesin!
Daha önce de belirttiğimiz gibi, “soruları ne düzeyde tanımlıyorsak, seçimler bizim için onu ifade eder. Üstelik bu tanım düzeyi ne olursa olsun, yani aynı düzeyden soruları soruyor olduğumuz durumda da yanıtımızı nasıl oluşturduğumuz tartışmalıdır. Yani aynı sorulara benzer yanıtlar üretiyor olduğumuzu düşünsek de bu düşünce mutlaka doğru olacak değildir! Zaten bu nedenle, seçimler üzerine bir keşmekeştir gider durur”.
Bu keşmekeşin ilki, yerel seçimler dolayısıyla gündeme gelmektedir. Burada sorun, yerel seçimlerin kendine ait bir düzeyi ve genel seçimlerden farklı olduğu vurgusundan kaynaklanır. Bunun neden ve niçin söylendiği ve nasıl temellendirildiği muğlaktır. Ama bu muğlaklık üzerinden, genel seçimlerde alınan tutumlar yerele doğru yöneldikçe belirsizleşmektedir. Örneğin düzen partilerini teşhir açısından net ve merkezi düzeyde belirlenebilen politikalar genel seçimlerde öne çıkarken, bu net olabilen politikalar yerel seçimlerde, her yerelin özgünlüğü olduğu söyleminden hareketle, sistemle iç içe geçmeye doğru ilerlemektedir. Eğer Demirel’in “benim işçim, benim köylüm, benim emekli, dul ve yetimim” lakırdısını bir kenara bırakırsak Türkiye’de siyasetin sözünün bile sınıfsal temelde yapılmadığını, söylem düzeyinde yanından bile geçilmediğini biliyoruz. İşçi sınıfı sol tarafa, geride kalanlar sağ tarafa diye bir saflaşma olsa, Aydın’da bir yer olması açısından Anya ile Konya birbirinden ne kadar da rahat ayrılırdı da burjuvazi cıscıplak ortada kalırdı. Ama öyle olmuyor işte! Türkiye’de sınıfsal ve ideolojik konumlar ve taraflaşma üzerinden siyaset yapılmıyor ve bunun tersini sağlayacak bir işçi sınıfı partisi siyaset sahnesine ağırlığını koymadıkça durum değişmeyecek. Hoş, gerçi burjuvazinin olduğu hiç bir yerde sınıfsal söylemin apaçıklığı tercih edilmemektedir ama başka yerlerde siyaset işçi sınıfının yanlış da olsa daha bir ağırlığını taşımak zorunda kalıyor. Bunu Türkiye için ne kadar çok söylesek de azdır. Yerel seçimler söz konusu olunca, kaynakların kendine yönelik kullanılma olasılığını olanağa çevirmek ve yerel yönetim olanaklarını kendine tahvil etme isteği baskın gelmekte ve böylece yerelin özgüllüğü daha bir keşfedildikçe, genel seçimler bazında kısmen sınıfsal söylem temeline evrilebilen tercihler, kırılmaya uğramaktadır. Yerel’in genel yönetime göre özgüllüğü kabulü, yerel iktidar olanaklarının kullanılarak, genel politikaya kanallar ve imkanlar yaratacağı savıyla temellendirilmektedir. Sanki genel yönetim ve merkezi iktidar ulaşım zorluğu çekiyor ve yereldeki isyana birliklerini sevk edemiyor, sanki yerel yönetimler genelin elinin ulaşmadığı bir türden derebeyliklermiş gibi! Oysa ki yerel seçimler, genel olarak yapılmakta ve merkezi idarenin aparatı olarak oluşturulmuş yerel yönetimler, demokrasi oyunu çerçevesini aşma potansiyelini taşımamaktadır. Yerel yönetimlerde, demokrasi pratiği ve deneyimi bulunduğu ve bunun üzerinden yerel yönetimlerde yer almak gerektiği söylemi kısmen bir gerçekliğe işaret etse de, bu kısmiliğin üstünden atlanarak genel iktidarın alınabileceği veya buralardan bir yerden ilerleyip, yerel iktidarların üstüne basıp genel iktidara dönüştürülebileceğine yönelik bir yanılsama mayalanıp durmaktadır. Bu mayanın sistemden kopuşun gerçekleştirilmediği ve sınıfsal zeminin küçük-burjuva belirtileri fazlaca taşıdığı durumlarda daha bir ekşidiğini tarihsel deneyden biliyoruz.
Bunun da gerisinde bir savunu ile, kaynakların halkçı ve kamucu bir mantıkla kullanılması iddiası ile yerel yönetimlere talip olmak, sistemle kategorik bir ayrımı değil, ahlaki ve bu açıdan güvenilemez olanı veri almaktadır. Ama bu durumda da siyasal taraflaşmayı, Osmanlı ulufe mantığından ve bizim insaf ve vicdanımızın menzilinden çıkarmış olmadığımız için hala kategorik bir farklılık yaratmış olmayız. Bu iddianın içinde, icraatı daha iyi ve adil yapmanın ötesinde bir siyasi taraflaşma bulunmamaktadır ve bu durum tam da bizim siyaset sınıfsal temelde olmalıdır dediğimiz konuya çıkar. Bu açıdan yaklaşıldığında bölüşüm ilişkilerinin doğrudan üretim ilişkilerinin belirleyiciliğinde geliştiği özellikle belirtilmelidir. Kendine has bir düzeyi bulunmakla birlikte bölüşüm ilişkileri, sınıflar mücadelesinin doğrudan etkisi altındadır. Değeri üretenler, üretim araçlarının mülkiyetinden dışlanmış olmanın sonucu olarak mülk sahipleri ile sermaye (ücretli kölelik) ilişkisine girerler. Buradaki sermaye kavramının, neredeyse hayat kadınlarının çağrıştırdığına yakın bir anlam ifade ettiğine dikkat etmekte yarar var. İşçi sınıfının örgütlü olarak sürece müdahil olmadığı koşullarda, yerel yönetimlerde söz sahibi olan siyasi bir güruhun kaynakları elde tutup tasarruf etmesi durumuna, kaynakların çarçur edilmesine, kamucu mantığın yerlerde paspas yapılmasına dur demek mümkün değildir. Ama bu kamusal israf ve kamunun olması gereken kaynakların sermayeye peşkeş çekilmesi durumu bile esas olarak temel sınıflar arasındaki bölüşüm ilişkileri alanında tanımlanamaz. Çünkü, yerel yönetimlerin denetledikleri kaynaklar, esas olarak üretim alanında karşılıklı yer alan sınıfların bölüşümüne dair olan türden olmadığı gibi, bu türden kaynakların olsa olsa rant meselesinin çerçevesinde algılanabileceği ortadadır. Çünkü, bölüşüm ilişkileri, bir ülke içinde bir dönem içinde emekçi sınıflar tarafından üretilen toplam değerin sınıflar arasında nasıl bölüşüldüğü tarafından belirlenir ve tanımın kendisi de bundan başka bir şey değildir. Bu durumda asgari ücret (işçi sınıfının ana gövdesi), tarım ürünlerinin fiyatları ve bütçede köylülüğe ayrılan sübvansiyonlar (farklılaşmakla birlikte bütün olarak köylülük), banka ve yatırım faizleri, fiyatlar (mali sermaye ve sanayi sermayesi ve bütün olarak kapitalistler), borçların yapılandırılması, enflasyon (bütün bunların dışında uzun dönemde ücretin gizli vergilendirilmesi) gibi kavramlar, aynı zamanda birincil bölüşüm ilişkilerinin çerçevesinin çizilmesinde kullanılan araçlara tekabül ederler. Bütün bu sayılanlar üzerinde karar veren mekanizma, genel seçimler çerçevesinde bir onay sürecinden geçer. Bu açıdan da kaynakların ne ölçüde ve hangi sınıfsal istikametlerde kullanılacağı, doğrudan sınıf mücadelesi ve sınıfların örgütlülük ve güç derecesi tarafından belirlenir. Bu düzeyde söz konusu olan da karşılıklı sınıfsal konumlanışlardan, sınıfsal güç dengelerinden başka bir şey değildir. Son yirmi beş yıldır her şeyin emekçi sınıflar aleyhine gelişmesinin de, sınıfsal dengelerin emekçi sınıflar aleyhine bozulmasının da başka bir açıklaması yoktur. Bu nedenle, seçimlerde yanlış tercihler yapmamız neticesinde birilerinin iktidarı gasp ettiği ve kaynakları kamucu bir anlayışın ötesinde talan eden zihniyete açtığı yönünde bir sonuç çıkarmamız ve bu sonuç üzerinden karşı konumlanışlar düşlememiz doğru değildir ve bu düşünüş üzerinden siyasi konumlanışlar, egemen sınıflar karşısında güçsüz ve örgütsüz konumumuzu pekiştirir. Çünkü seçimleri kaybetmek (kim ve nasıl kaybeder?) bir sonuçtur ve bu sonuç örgütlülük ve güç dengesinin bozulduğunu, emekçi sınıfların aleyhine geliştiğini, bu durumda kim hangi patavatsızlığı ederse etsin, asıl meselenin bölüşüm ilişkilerine ait ve sınıfsal olduğunu belirtir. Bu nedenle her ne kadar seçimler çerçevesinden algılanıp görülebilse de, sömürünün sınırlandırılması ve emekçi kesimlerin durumlarının görece düzeltilmesi meselesi, seçimler çerçevesini epeyce aşan bir perspektifi gerektirmektedir. Bu durumda demokrasi mücadelesi açısından seçimler, örgütlülük üzerinden gelişen sınıfsal güç ilişkileri açısından seçimler, birincil değil ikincil dereceden bir başlık oluşturur ve eğer hala seçimler, demokrasi karşısında anahtar bir kavram olarak düşünülecekse, Teb şehrinin altın anahtarı olarak değil de, her akşam girdiğimiz evin bir gece kaybettiğimizdeki rolü kadar anahtar sayılmalıdır.
Ortalıkta AB, TÜSİAD, TOBB, DİSK, Türk-İş lafları da dolaşsa, hatta bu laflar el ele kol kola ve bazen yumruk yumruğa da gözükseler, son tahlilde her şey sınıf mücadelesine dairdir. Bu durumda kısmi, bölgesel ve yerel olarak önümüze çıkabilecek olan imkanların bile, esas olarak sınıfsal örgütlülük ve demokratik birikim açısından varolan zaaflar ve örgütsüzlük durumu nedeniyle kullanılmaz ve kişisel düzeyde tasarruf sınırlarında (kaçınılmaz yolsuzluk örnekleri, dejenerasyon vb.) tanımlanmak durumunda kalacağı aşikardır. Seçimler, emekçi sınıfların sömürünün sınırlandırılmasına yönelik olarak bölüşüm ilişkileri mücadelesinde ciddi mevziler kazanabilecekleri imkanları barındırmakla birlikte, esas olarak bizim ikincil bölüşüm ilişkileri dediğimiz burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki kaynak transferi ve rekabetinin savaş alanı olarak gerçekleşmektedir.
Birincil bölüşüm ilişkileri, esas olarak temel sınıflar arasındaki güç ve dengeler tarafından belirlenir. Genel seçimler, bu güç ve denge ilişkilerini yansıttığı ve yeniden düzenlediği ölçüde, sömürünün sınırlandırılması ve demokrasi mücadelesinde önemsenmesi gereken olanaklar sunarlar. Ama genel seçimlerin bölüşüm ilişkileri açısından önemi, işgücü sömürüsü sonucunda el koyulan artıkdeğerin, hangi burjuva kesimler tarafından ne oranlarda paylaşılacağına yönelik olarak bir siyasi mücadele şeklinde gelişmesinden kaynaklanır. Siyasi iktidar, hükümet kim ve hangi burjuva kesimler tarafından kazanılırsa, ikincil bölüşüm ilişkisinde kaynakları kendisine yöneltir. Burada kaynak, doğrudan el koyulan artıkdeğerden başka bir şey değildir. Yerel yönetimlere yönelik seçimler de bu türden olanaklar yaratmakla birlikte, burjuvazinin kesimleri arasındaki ikincil bölüşüm ilişkileri çerçevesinde tanımlanmalıdır. Kamusal alandaki hizmetleri, çok uluslu firmaların kar alanları şekline sokacak düzenlenmeler çerçevesinde yeniden tanımlanan yerel yönetim ve yerel iktidarlar, bu açıdan, kaynakların aktarılmasından öte, giderek bütün kamu hizmetleri tanımına dahil olan alanları, burjuvazinin doğrudan hizmetine ve av alanlarına dönüştürme işinde aracılık rolüne soyundurulmaktadır. Önümüzdeki dönem yerel yönetimler, benzetme yapmak gerekirse, ‘yerel özelleştirme idaresi başkanlıkları’ işlevleri ile tanımlanabilir.
Bölüşüm ilişkilerindeki sınıfsal gerilim, ezilen sınıflara dağıtılacak rantın sağlayacağı rahatlamayla ölçülemeyecek kadar şiddetlidir ve esas olarak rant mekanizmalarıyla giderilemez. Rantın kuşkusuz sınıfsal bir mantığı da vardır ama bu daha çok siyasal ve ideolojik manevra alanına aittir. Yalnız başına burjuvazinin, karşısında kendisini oldukça güçsüz hissedeceği işçi sınıfına karşı, en geniş anlamda olmak üzere olası müttefiklerini ve sınıfsal bağlaşıklarını, dar anlamda da teknik operasyonlarda kullanılmak üzere para militer unsurları nemalandırma mantığına dayanır rant mekanizması. Bu durumda rantın muhatabı olmak için en azından orta sınıflardan (küçük burjuvazinin bir kesimi, orta ve zengin köylülük, orta burjuvazi ve üstü; oligarşinin kırıntılarına muhtaç olmak statüleri!) sayılmak gerekir.
İşçi sınıfının politikalarını ve sınıf çıkarlarını güdecek olan bir komünist partisi de bu nedenle, kuşkusuz genel seçimlere olduğu gibi yerel seçimlere de ilgiyle yaklaşacak ve rantın önünü kesecektir. Eğer bir kaynak söz konusu ise (ki olacaktır!) bunu işçi sınıfının ve emekçilerin lehine kamucu bir perspektifle değerlendireceği, bunun ise işçi sınıfının demokrasi mücadelesinin imkanlarını artıracağı kesindir. Sınıf iktidarları, her koşulda, heybelerinde dağıtacakları bir rant miktarı bulundururlar. Bizim siyasetle, her türden seçimlerle ilişkilenmemiz ise asla ve asla bu heybenin üstündeki işlemelerin cazibesi dolayısıyla olamaz. Neden diye sorulursa, bilinmelidir ki asla düzgünlük ve dürüstlük, evliyalık ve namus kavramları nedeniyle değil, en azından heybedeki rantı değil, bütün bir dünyayı istediğimizdendir!
İkinci karışıklık noktası ise yerel yönetimler ile demokrasinin eşitlenmesi ve aralarında birebir bir ilişkinin kurulması nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Aslında bu anlayışın birkaç eğilimin birleştiği bir kavşak noktasında oluştuğunu belirtmeliyiz. Bu eğilimlerden ilki, ileri sürdüğü savlar ne olursa olsun, yukarıda anlattığımız sistemin, her türden (mutlaka akçeli olmak zorunda olmayan) rant mekanizmasına dahil olmak noktasından hareket etmektedir. İkincisi, yerel yönetimlerden giderek genel olarak iktidar olunabileceğini ileri süren küçük-burjuva sosyalizm anlayışlarından kaynaklanır. Buradan giderek, bir üçüncüsü demek ne kadar doğru olur tartışılsa da, daha bir marksizm bilimi ile inceltilmiş olması dolayısıyla, deşifre edilmesi ikincisine göre uzmanlık gerektiren bir anlayıştan kaynaklanır. Yerel yönetimler ve yerel iktidarların, sosyalist merkezi iktidarın üstünde yükseleceği zemini, sosyalizmin meşru zeminlerini oluşturmasından hareketle, sosyalizmi yerel iktidarların basit bir toplamı olarak propaganda eden bu anlayış, ilkesel değil, pragmatist bir politik tarzı oluşturmaktadır. Bütün yerel yönetimler ve komün anlayışları, işçi sınıfının merkezi iktidarı tarafından tamamlanmadığı sürece, düzen içi bir konuma evrilmek durumunda kalmıştır. Bu merkezi iktidarın ise yereller üzerine yükseleceği ve yerellere dayanacağı da sosyalizm tanımına içkindir. Ama bu yereli coğrafi bir bütün olarak veri almak, burjuva siyasetinin sınırlarına hapis olmayı beraberinde getirir. Temsil ilişkisini ve bunun üzerinde inşa edilecek yönetimi, üretim birimleri, fabrikalar, işyerleri ve sanayi bölgelerinden kalkarak tanımlamalı ve yerel iktidar ve yönetim anlayışının temeline oturtmalıyız. Her cins ve boydan genel ve eşit oyun belli coğrafi bölgeler temelinde seçme ve seçilme ilişkisini belirleyen bir yerel yönetim ve yerel iktidar anlayışı, burjuva siyaseti tanımına içkindir ve onu aşamaz. Bu mantığa dayanarak, ‘sosyalizm de esas olarak yereller üstüne yükselen bir iktidardır, yerel iktidarların toplamıdır’ sonucuna ulaşmak, bu sonuç üzerine hangi ulvi amaçlar inşa edilmek istenirse istensin, bizim anladığımız türden bir sosyalizmle şu ya da bu nedenle ilişkilendirilemez.
Marksizmin iktidar ve devlet anlayışına karşı yerellikleri abartmaya, merkezi yönetimi anti-demokratik ve baskıcı, yereli de her türden demokrasinin yeşerdiği birimler olarak görmeye yatkın bu anlayışlar, özellikle Kürt Ulusal Hareketinin geldiği noktada daha bir işlevsel olmaktadır. Kürt Ulusal Hareketinin özgüllüğü nedeniyle teoriyi ve buna uygun pratikleri eğip bükenler, aslında sosyalizm ve sosyalizm mücadelesi yerine burjuva demokrasisi mücadelesini ikame etmekte, kendilerini de burjuva-demokratı olarak tanımlamış olmaktadırlar.
Bu seçimlerin, hangi tarihsel ve siyasal koşullarda gerçekleştiği ve hangi burjuva politikaları onaylayıp hızlandıracağı, nelerin önünü keseceği açısından değerlendirilmesi zorunludur. Türk burjuvazisinin tercihleri, kendi iç çatışma ve gerilimleri, bu yerel yönetimler üzerinden yeniden mevzilenmeyi getirecektir. Tekrar vurgulanması gereken ise, işçi sınıfının komünist partisinin yaratılmamış olması durumunun, burjuvazinin patavatsızlığının ve kendi iç gerilimlerini sanki düşman sınıflar gibi yaşamalarının nesnel zeminini vermektedir. Çünkü, sömürünün sınırlandırılması mücadelesinin bile verilemediği koşullarda burjuva fraksiyonlar, kapitalizmin içinde bulunduğu sıkıntılı dönemi, pastayı paylaşarak değil, daha çok, tek başına el koyarak aşma tercihinde bulunabilmektedirler.
Mart 2004 Yerel Seçimlerine giderken Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar hem tarihsel hem de siyasal açıdan özellikler arz ediyor. Emperyalist rekabet ve çatışmaların yoğunlaştığı Ortadoğu coğrafyası, klasik sömürgeciliğin yeniden gündeme geldiği bir bölge olarak öne çıkabiliyor. Emperyalist rekabet ve çatışmanın şimdilik ihtilaflı ortakları olarak gözüken AB ve ABD, enerji ve hammadde kaynaklarının denetimini ele geçirmek için yarışı hızlandırıyorlar. Bu açıdan ABD’nin erken manevralarına yanıt vermeye çalışan AB, geriden gelmenin sancılarını yaşayacak. Ama her şeye rağmen ekonomik olarak ABD kadar sıkışmış olmaması, ileride ABD’nin siyasi ve askeri üstünlüğünü dengelemesini sağlayabilir.
ABD’nin, Büyük Ortadoğu tanımını yaptığı ve bu tanımın içine, Türkiye’den Ortadoğu ve Kafkaslar’a, hatta kuzeybatı Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı soktuğunu biliyoruz. Üstelik bu coğrafya içinde Türkiye’yi bir ‘cephe ülkesi’ olarak tanımladığını da... Bunun ne anlama geldiğini deşifre etmek önem kazanıyor.
AKP hükümetinin, başlangıçtaki rahatsızlıklara karşın, özellikle işçi sınıfının ve emekçi halkın karşısında saldırgan politikalar uygulaması sonucunda oligarşi tarafından kabul gördüğü ortaya çıkmıştır. Ama, bu noktada oligarşi ile AKP arasında buzların erimesi, başka alanlarda özellikle de resmi politikaların takipçisi olmaya çalışan çevrelerde gerginlikleri artırmaktadır. AKP’nin dayandığı toplumsal tabanın ne kadar memnun olduğu tartışmalı olsa da, kendisini iktidara taşıyan büyük sermaye gruplarını memnun etmek açısından sarf ettiği çabalar, oligarşi nezdinde kabul görmek için harcadığı enerji ile paralel gitmekte, biri diğerinden aşağı kalmamaktadır. AKP’nin sınıfsal karşılığı ve temsil ilişkisinde kimleri ifade ettiğine yönelik tartışmaların, karşılığını oligarşi kavramında bulması, oligarşinin iç çelişkilerini gözlemlememizi ve oligarşinin kapitalist rekabetten azade, güllük gülistanlık geçinip gittiğini düşündürttüğü ölçüde yanlış bir sonuç olacaktır. Oligarşinin bileşimi ve tekelci sermaye oluşumlarının görece güç ve pazar payları mutlak değildir, uluslararası sermaye ile girilen ilişkiler çerçevesinde hızla değişebilir. Bu çerçeve, AKP’nin uluslararası sermaye ve emperyalistlerle ilişkiler alanından aldığı siyasi kredinin oligarşi ile ilişkilerinde elini güçlendirmesi faktörüyle tamamlanmalı, bu faktör, AKP’nin oligarşinin, en azından kısa vade açısından basit bir hizmetçisi olarak algılanmasını engellemelidir.
Bunun karşılığında, özellikle ordu içinde temsilini bulan millici söylemlerin, şu ana kadar yürürlükte olan resmi ideolojinin ve bunun belirlediği devlet politikalarının takipçisi olmaya çalıştığı görülmektedir. Bunu ne kadar başardıkları ise, Güney Kürdistan için geçerli olduğu söylenen ‘Kırmızı Çizgilerin’ çoktan tarihe karışmasında olduğu gibi, Kıbrıs sorunu açısından da belirsizleşmiştir. İşgali ilhaka çevirmeyi savunmak, bu savunuyu ise Türkiye’nin güvenliği ve Anadolu’ya sıkışmamak gibi sömürgeci bir retoriğe oturtmak, 74 müdahalesinde bile başvurulmamış bir tercihti. Gizli devlet arşivlerinin telaffuz edilmekten çok saklanması uygun düşen diline ait bir söylem olması gerekirken, bu itiraflar açıktan telaffuz edilir olabilmiştir! Kuşkusuz, ABD’nin bölgede yaptıklarının demokrasi açısından savunulabilmesi, güçlünün her yere bir şekilde girip huzur ve güveni sağlamak iddiası ekseninde şekillenebilen bu türden açık sömürgeci girişimler, Türk sömürgeciliğinin dilini çözmüş olabilir! Bu noktada millicilerin, şovenizmin bütün atlarını dehlemeyi seçmiş olmaları, yerel yönetimler üzerinden ifadelendirilmektedir. Onlara göre yerel yönetim yasa tasarısı üzerinden ve kamu yönetimi reform projesi çerçevesinde ‘üniter devlet yapısından vazgeçilmekte’, ‘Güneydoğu’da bir çeşit federasyonun yolu açılmakta’, ‘milli birlik ve beraberlik’ bir daha geri gelmemek üzere dinamitlenmektedir. Yapılması gereken de ‘sağcısı ve solcusu ile vatanını seven her Türk evladının millici güçler olarak birleşmesi, laikliği ve laik TC’ni savunmasıdır’. Burjuvazinin kendi içindeki gerilimlerde, işçi sınıfı ve emekçi halkların bilincini bulandırarak burjuva kamplaşmada taraf olmalarının istendiği bu tablo, işçi sınıfının bağımsız ideolojik çizgisi ekseninde teşhir edilmelidir. Ama bir tanım yapmamız gerekirse bu kampın nesnel zeminini, farklı sınıflardan devşirilip totaliter bir modernizm söyleminin çimentosu ile bir araya getirilen kitleler oluşturmaktadır. Nesnel gelişmeler karşısında bu çimentonun ne kadar daha iş göreceği tartışmalıdır. Oligarşinin işbirlikçi karakteri burjuvazinin bir kısmını, ulusal pazarını kıskançlıkla sahiplenmeye götüren bir yıkıma sürüklemiştir ve zaten bu, eşyanın tabiatı gereğidir. Oligarşi nezdinde kabul gören AKP, emperyalist merkezlerin politikaları üzerinden yürüyerek, resmi ideolojiyi silikleştiren dönemi büyük ölçüde geride bırakmıştır. Kendi meşruiyetini emperyalist merkezlerden aldığı onay ve icazete dayandırmış, bu sayede yerleştiği siyasi iktidarı, oligarşinin yeni açılımlara yönelebilmesi için siyasi itki haline getirmiştir. Bu durumda resmi ideolojinin yeniden yapılandırılması önemli bir görev olarak burjuvazinin karşısında dikilmektedir. AKP iktidarı ideolojik açıdan esas işini yapmış olmanın ve siyasal islamcı tabana hesap vermenin planlarını tam da bu noktada yapmaktadır. Merkezi ve yerel yönetimlerin yeniden düzenlenmesi gündeme geldiğinden resmi ideolojinin de yeniden düzenlenmesi gündeme gelmiş demektir. Bu açıdan şimdilik ılımlı islami söylemin resmi ideolojinin içine yedirileceği muhakkaktır!
Türkiye burjuvazisi, tam bir teslimiyeti ve emperyalizmin bölgesel düzenlemelerinin karşısında, her türden burjuva politikası açısından çaresizliği yaşamaktadır. Ekonomik dengelerin siyasi manipülasyonlara ve uluslararası finans kuruluşlarının hassasiyetlerine giderek daha büyük ölçüde bağımlı olması da, bölgesel olarak askeri operasyonlara açık bir ülke olmanın kaçınılmazlığını ifade etmektedir. İşte bu koşullarda Türkiye, ABD tarafından rahatlıkla, cephe ülkesi olarak tanımlanabilmektedir.
AKP’nin şahsında farklı düzeylere ait burjuva fraksiyonların çıkarları kesişmektedir. Bunlardan birincisi, resmi ideolojiyi, emperyalistlerin bölge politikalarıyla ilişkili olarak yeniden düzenlemek yönünde eğilimi gittikçe ağır basan oligarşinin çıkarlarıdır. İkinci kesim, derin devlet ve geleneksel devlet politikaları ile problemli bir duruşu ifade eden siyasal islamın partisinin (AKP), çok uluslu firmaların taşeronluğuna soyunması ölçüsünde gelişmektedir. Orta burjuva sınıfsal tabandan kalkarak kitleselleşen ve son olarak AKP şahsında parti temsiline kavuşan bu hareket, talepleri karşılanmadığı ölçüde, daha bir çok partiye kaynaklık edecek kadar kitleselleşmiştir. AKP’nin, ordu merkezli derin devleti atlayabilmek için, uluslararası sermaye ile tam bir işbirliği içine girmesi, oligarşinin taleplerine de karşılık gelmiştir. Bu nedenle, her ne kadar kendi toplumsal tabanına yanıt üretemese de AKP, bu hareket içinde yer alan iktidar dışı büyük burjuva unsurların birçoğunu nemalandırmak ve hatta oligarşinin iç gerilimlerini artıracak kadar, bu burjuva kesimleri kayırmak yolunu seçmektedir.
Mart 2004 Yerel Seçimlerine girerken AKP, oligarşinin en has partilerinden biri olmak vasfıyla davranacak, öyle kabul görecektir. Bir önceki seçimden farklı olarak, oligarşinin, uluslararası sermayenin desteğini alması ölçüsünde kerhen kabul ettiği değil, bizzat kendisine hizmetini kanıtlamış siyasal temsilcisi olarak davranacaktır. Ayrıca emperyalistler nezdinde kabul görmenin ayrıcalıklarını bu seçimlerde daha da fazla yaşayacaklardır.
Millici kampta ise başta MHP olmak üzere CHP, DYP, TSK’nın süreçten rahatsız olan unsurları, ve bilcümle Atatürkçü ve Kuvvacı dernek ve oluşumlar bulunmaktadır. Tabii bu arada, İşçi Partisi’nin ve Doğu Perinçek’in özgün katkıları faşist Türkeş’i aratmayacak ölçülere varabilmektedir. Bu cephe içinde muhalefette olmaktan öte, ki muhalefet yaptıkları tartışmalıdır, iktidar olmadıkları için muhalif gözüken bir çok parti vardır ve bunlara örnek olarak DYP ve ANAP gösterilebilir.
AKP ve CHP eksenli, iki partili bir siyasi sistem arayışları, ne kadar istenirse istensin, Türkiye açısından mümkün değildir. Bu kadar çok, çeşitli ve çıkarları farklılaşan burjuva kamp varken ve işçi sınıfı bu kadar dağınık ve örgütsüzken, bunun gerçekleşmesi için hiçbir neden yoktur. Ama bu seçimlerde, bu iki partinin performansı, alacakları oylar, yakın dönem için burjuva siyasal kamplaşmanın ana çizgilerini oluşturacaktır. Özellikle CHP, barajların zorlamasını da fırsat bilerek, sağ ve merkez iki partinin oluşturacağı böyle bir siyasal sistemi arzulamış, geçen genel seçimlerin bu yönde oluşturduğu tabloyu heyecanla karşılamıştır.
Bölgede yolları kesişen güçlerden birini de Kürt siyasal hareketi oluşturmaktadır. Ulusal sorunun çözümünü, büyük ölçüde ABD emperyalizminin bölgeye müdahalesinin yarattığı imkanlara dayanarak gerçekleştirme tercihine girmiş Kürt Ulusal Hareketi, demokrasi açısından bir kayıptır ve bu yönelimi eğer değiştirilmezse, demokrasi karşıtı konumlanışı tehlikeli gelişmelere yol açacaktır. Kürt emekçi sınıflarının ulusal kazanımları, sadece sınıflı ve sömürücü yeni bir devlet yaratmış olmak için kullanılacak, bu devlet de doğrudan emperyalistlerin etkinliği ve bağımlılık ilişkileri çerçevesinde şekillenecek demektir. Güney’deki gelişmeler bütün Kürdistan parçaları açısından tarihsel ve siyasal bir kazanım olarak selamlanmaktadır! Bunun, uzun vadede birleşik Kürdistan’ın zeminini oluşturacağı düşünülmekte ve bu doğrultuda bir ortak heyecan duyulmaktadır. Oysa ki, bölgede emperyalizm ve işbirlikçi iktidarları karşısına almayan her türden oluşum ve bu yönde örülmesi gereken birleşik mücadeleler dışında kalan anlayışlar, hangi milletten olursa olsun bütün emekçi halklar için, yeni bağımlılık ilişkileri ve emperyalizmin ulusal sorunu tekrar ve tekrar üretmesi dışında bir sonuç vermeyecektir.
Kürt Ulusal Hareketi’nin bu seçimlerde Türk sömürgeciliğine ve kirli savaşın temsilcilerinden birinin şahsında sisteme, açık mesajları vardır. Bu ise, Kürt burjuvazisinin sınıfsal işbirliği ve tanınma talebidir. Derin devletin refleksleri törpülendiği ve oligarşinin, uluslararası sermaye ile ilişkilerinin belirlediği çerçevede karşılık bulan bu mesaj şimdiden bir çok siyasi gelişmeye zemin oluşturmaktadır. Bu durumda sistem içi gerilimlere ve bu gerilimlere bakarak, sömürgeci ile işbirlikçinin uzlaşmaz çelişkileri bulunduğuna dayanan her türlü siyasal tahlilin geçerliliği tartışılır. Resmi ideolojinin silikleşen çizgilerinin yeniden oluşturulması sürecinde bu mesajın içerilmeye çalışılacağı gözden kaçırılmamalıdır. Türk oligarşisi, Kürt burjuvazisi ile bölgedeki çıkarları ve emperyalist merkezlerin çizeceği bir icazet sınırında uzlaşmaya varmayı siyasi planlarına dahil etmiştir. DEHAP’ın, seçimlere SHP çatısı altında girecek olması, dümen suyunda ise sol reformist küçük-burjuva unsurları sürüklemesi, emperyalist açılımlar ve sömürü politikaları açısından, her türden burjuva politikanın ipliğinin teker teker pazara çıktığı koşullarda devreye sokulabilecek ‘sol politika’ olarak hazırlanmaktadır. Bu açıdan geçmişleri ve amaçları ne olursa olsun sosyalizm adına konuşabilen partilerin, giderek burjuvazinin yedek lastiği ve emperyalist politikaların nesnel olarak propagandistleri oldukları tartışılmaz bir gerçektir.
Demokratik Güç Birliği adı altında seçimlere giren koalisyon, burjuvazinin, emekçi sınıfları aldatmaya yönelik yeni açılımlarına eklemlenmeye mahkumdur ve sol, sosyalizm adına savunulamayacağı gibi, bileşenlerinin şu ya da bu ölçüde komünizmle var olmuş tarihsel akrabalıklarına karşın artık sosyalizm adına savunulamaz. DEHAP’ın, bulunduğu sınıf platformları ve sendikal zeminlerde, hiç bir şekilde Kamu Yönetimi Reform Paketlerine karşı çıkmaması, üstelik pragmatist bir şekilde savunması, ulusal burjuva karakteri nedeniyle anlaşılabilir bir durumdur. SHP çatısı altında seçime girmesi de anlaşılır ve sınıfsal zeminde tanımlanabilir bir olgudur. Bu açıdan DEHAP’ın durumu anlaşılır bir uzlaşma zemini oluşturmakla birlikte, bu partinin etkisi altında politika yürütenler için, meşhur çatı partisinin ne menem bir şey olduğunu hep beraber görmüş olduk! Dümen suyundaki diğer partiler için, birbirleri ile aralarında görece farklılıklar ne olursa olsun, işçi sınıfının partisinin hegemonya eksikliğinin belirleyici olduğu koşullarda küçük-burjuvazinin her türden siyasi oluşumlarının, nesnel olarak, burjuvazinin ve emperyalizmin değirmenine su taşımalarını belirleyen ortak özür noktaları, işçi sınıfı merkezli demokrasi mücadelesi ve sınıf iktidarı tanımına sahip olmayan ideolojik duruşlarından kaynaklanmaktadır.
Demokratik Güç Birliği’nin, ezilen ulusun imha ve inkar politikaları karşısında, Kürt Ulusal Hareketinin demokratik taleplerini sahiplenmek, şovenizm ve ulusal ön yargılara göğüs germek açısından yüklendiği işlev, nesnel olarak hangi burjuva politikalarla paralel düştüğü ve hangi burjuva kesimlerin çıkarlarıyla çakıştığından ayrı olarak, farklı bir düzeyde değerlendirilmek durumundadır. Bu açıdan, ne kadar ikircikli olursa olsun bugünkü imha ve inkar politikaları karşısındaki esas duruşu, Demokratik Güç Birliği karşısında komünistlerin demokratik görevlerini öne çıkartmaktadır. Komünistler, hangi sınıfların çıkarına denk düştüğünü bildikleri demokratik ittifakları, ulusal ön yargı ve şovenizmle hesaplaştığı ölçüde görmezden gelemezler. Bu açıdan komünistlerin tavrını belirleyen noktalar, her türden burjuva politika karşısında komünizmin bağımsız çıkarlarını ön plana almak, komünizmin kayıtsız koşulsuz propagandası ve örgütlenmesi doğrultusunda seçimlere yaklaşmaktır. Sömürgeciliğe ve şovenizme karşı bir duruşun, komünizmin çıkarlarına olduğu ve bu açıdan Demokratik Güç Birliği’nin desteklenmesi gerektiği noktasındaki itirazlar, güç birliğinin sosyalizm iddiasındaki bileşenleri tarafından ileri sürülmektedir. Sosyalizmi ve sosyalist mücadeleyi, sistemle çakıştırdıkları noktalardan kavrayan, net olarak birbirlerinden ayrılması gereken iki çizgiyi (komünist politika ve burjuva politikası), çakıştırdıkları ortak noktalardan tarifleyerek, işçi sınıfının bağımsız çıkarları noktasından ve komünizminden uzaklaşan, komünizmin mücadelesini geleceğe erteleyen bu anlayışlar, kendilerini sosyalist olarak tanımlasalar da, bizce komünizm içinde değil, demokratik oluşumlar içinde tanımlanabilir. Ve bu açıdan Mart 2004 Yerel Seçimlerinde komünistlerin ana gündemi, komünizmin propagandası, sistemin her boydan unsurunun teşhiri, tek tek bile olsa öncü işçilerin komünizme kazandırılmasıdır.
Kürt Ulusal Hareketinin her türden kazanımları karşısında komünistler, feverana kapılan devlet ve sömürgeci burjuvazinin kitleleri yönlendirmeye yönelik savlarını deşifre etmek, bu yöndeki ajitasyon ve propagandayı boşa çıkarmakla yükümlüdürler. Birlik ve beraberlik teranelerine, kemalizmin sol sosunu dökerek gerçekleştirilen ‘parçalanma edebiyatı’, işçi sınıfının ve komünizmin adına yenilir türden bir çeşni değildir. İşçi sınıfının ve komünizmin çıkarı, her tür ulusal ön yargı karşısında, ezilen ulusun demokratik taleplerini savunmaktan geçer. Eğer, Kürt ulusal hareketi, kaderini ayrılıktan yana belirleyecek, siyasi iradesini bu yönde gerçekleştirecekse, en azından bu durum, sömürgeci ideolojiye ve şovenizme indirilmiş esaslı bir darbe olarak karşılanmalıdır. Türk komünistlerinin mücadelesi açısından bu durumun yaratacağı olumluluklar görmezden gelinemez. Bu olumluluğu da ancak komünistler görebilir! Ama bu demokratik talebin hangi konjonktürde, hangi tarihsel siyasal koşullarda gerçekleştiği, oluşacak Kürt devletinin sınıf muhtevası ve Kürt emekçi sınıfları için ne ifade ettiği doğru teşhis edilmelidir. Bütün bunların ötesinde, genel olarak demokrasi ve sosyalizm mücadelesine ne tür bir etkide bulunduğuna bakarak, Kürt komünistlerine seslenmek gerekir. Komünizm mücadelesini birlikte yükseltmek açısından oluşacak bir Kürt devletinin getirecekleri ve götürecekleri doğru hesaplanmalıdır. Bu demokratik talebin nasıl şekilleneceği, sosyalist mücadelenin örülmesi ve yükseltilmesi için ne tür koşullar gerektiği açısından da düşünülmeli, bu açıdan belirlenmelidir. Ama bu koşullarda en azından dört parçadan birinde doğrudan emperyalizmin belirleyiciliğinde bir projenin nesnesi olarak beliren Irak Kürdistan’ı, gerçeklik olarak kendini somutlamaktadır. Kürt işçi sınıfının ve emekçilerinin konumu açısından Kürt Ulusal Hareketi, ancak belirli koşullar altında desteklenmeyi hak eder:
“Emperyalizme karşı mücadele boyutunun demokrasi mücadelesi bütünlüğü içerisinde önde gelen bir yer tutması, tek tek demokratik taleplerin ve bunlar arasında ulusal sorunun bir bütün olarak demokrasi mücadelesine tabi kılınmaları açısından, belirli bir ulusal mücadelenin değerlendirilmesinde onun emperyalizme karşı tutumuna özel bir önem kazandırır. Ulusal hareket, kendi ulusal taleplerini, kaderini tayin hakkını ileri sürmesi bakımından ne kadar demokratik nitelik taşırsa taşısın, genel olarak emperyalizme karşı mücadeleyi güçlendirip güçlendirmediği daha fazla öne çıkar ve demokratik karakteri, belirleyici olarak emperyalizmin konumunu zayıflatması ölçüsünde ağır basıp desteklenmeyi hak eder.” (Süha Ilgaz, “Ulusal ve Sınıfsal Sorun”, Kurtuluş Sosyalist Dergi 8, s. 98)
Tıpkı Türk oligarşisi gibi, ABD emperyalizmi ile stratejik işbirliği arayışlarına yönelen Ulusal Hareketin, genel olarak demokrasi mücadelesi açısından ne ifade ettiği, kendi içinde ne kadar demokratik olduğu, birkaç açıdan hayati önem kazanmıştır. Bu hareketin demokratik olup olmaması, somut olarak ve doğrudan, Kürt Komünistlerine karşı tutumu, Kürt komünistlerinin ayrı ve bağımsız örgütlenmeleri ile, hareketin gittikçe birbirinden ayrılan işçi ve köylü kanadının kendi sınıf çıkarlarını somutlayıp somutlamadıkları ekseninde ele alınır. Ulusal hareketin desteklenmesi için ulusal niteliği yeterli ölçüt değildir. Sırf ulusal bir hareket olduğu için desteklenmesi gerekmez. Ulusal hareketin iç ilişkileri (ki somut olarak komünistler karşısındaki pratik tutumu belirleyicidir) ve diğer demokratik mücadelelerle ilişkileri, demokrasi mücadelesinin bütünü içinde tuttuğu yer önem kazanır.
“ulusal hareketin demokratik hareket çerçevesinde desteklenmesi, gündemdeki demokratik mücadeleleri geliştirmesine, güçlendirmesine sıkı sıkıya bağlıdır. Genel olarak demokratik mücadeleleri ve bunların başında anti-emperyalist mücadeleyi güçlendirmek yerine zayıflatan bir çizgide ilerleyen ulusal hareketler ise, demokrasi mücadelesinin bütünü içerisinde desteklenecek konumda olmaz....” (Süha Ilgaz, “Ulusal ve Sınıfsal Sorun”, Kurtuluş Sosyalist Dergi 8, s. 104)
Ulusal hareketin öncülüğünü burjuvazi aldığı ölçüde ulusal hareketin iç işleyişi ve diğer uluslar karşısındaki tutumu anti-demokratik gelişmelerin önünü açar. Bu durum, Kürt hareketinde olduğu gibi, ezilen ulus burjuvazinin sınıf karakterinin, (işbirliğine açık, bağımsız sınıf mücadelesi geliştiği ölçüde işbirlikçi karakteri öne çıkması ölçüsünde) harekete yansımasının doğal sonuçlarındandır. Komünist partisinin, işçi sınıfının harekete ne kadar egemen olduğu ise, köylülüğe ne kadar önderlik edebildiği, hareketin demokrasi düzeyini belirleyecektir. Bu durumda, en genel çizgileriyle, işçi sınıfının, komünizmin özgürlüğü, bağımsızlığı, ulusal hareketin işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi açsından desteklenmesinin önkoşuludur.
Kuzey Kürdistan’da ulusal kurtuluş hareketi her geçen gün anti-demokratik (ki öncülüğü Kürt burjuvazisi ele geçirdiği ölçüde anti- demokratik nitelik gelişmektedir) bir yönelime girmekte, bu durum da somut olarak komünistlerin, olduğu kadarıyla burjuva önderlikten ayrı bir çizgi geliştirmek yerine, giderek bu önderlik altında belirsiz ve sınıf kimliğinden uzak konumlanışı tercih etmesi ölçüsünde yerleşik bir karakter kazanmaktadır.
“...biz komünistler olarak, sömürgelerde burjuva-kurtuluş hareketlerini ancak gerçekten devrimci oldukları ve ancak bu hareketlerin savunucuları bizim köylüleri ve sömürülen yığınları devrimci bir ruhla eğitip örgütlememize engel olmadıkları takdirde desteklemeliyiz ve destekleyeceğiz. Bu koşullar bulunmuyorsa, bu ülkelerdeki komünistler, İkinci Enternasyonal kahramanlarının da saflarına ait oldukları reformist burjuvazi ile mücadele etmelidirler. Sömürge ülkelerde reformist partiler şimdiden mevcuttur ve bazı durumlarda sözcüleri kendilerini Sosyal-Demokrat ve Sosyalist olarak isimlendirmektedir.” (Lenin, Aktaran Süha Ilgaz, “Ulusal ve Sınıfsal Sorun”, Kurtuluş Sosyalist Dergi 8, s. 107)
Kürt Ulusal Hareketi üzerine daha derin bir tahlil geliştirmek, kuşkusuz gereklidir. Ama Mart 2004 Yerel Seçimleri Üzerinden alınacak tavırlar için, Demokratik Güç Birliği’nin ne türden bir sınıfsal denkliğe sahip olduğu açığa çıkarılmalıdır. Seçimlerin, bir yanda sömürgeci oligarşi, diğer yanda Kürt Ulusal Hareketinin önderliğine yerleşen burjuvazinin anti-demokratik yönelimleri ekseninde ele alınması gerektiği, bunun bir zorunluluk olduğu bellidir. Kürt Ulusal Hareketi içinde komünistlerin ayrı, bağımsız bir duruş ve örgütlülüklerinin olmadığı ve üstelik bunun bölücülük sayıldığı da bilinmektedir. Daha da ötesi, sosyalizm adına Kürt Ulusal Hareketi ile yakın duran siyasi çizgilerin, ‘komünistlerin ayrı örgütlenmelerinin yanlış olacağı, Kürt Ulusal Hareketini parçalamak’[*] anlamına geleceği yönünde incileri de ortadadır. ABD ile içine girdiği stratejik işbirliğinin, geçici, konjonktürsel olduğu, bu anlamda ABD emperyalizminin yarattığı imkanlardan yararlanmanın tali, bölgedeki sömürgeci devlet yapılanmaları karşısında konumlanmanın esas olduğu ileri sürülebilir. Ama daha başta, komünizmle ulusal burjuva hareket, çizgileri, görevleri ve örgütlülükleri açısından net olarak ayrılmadığında, sonrasında böylesi geri ve uzlaşmacı, işbirlikçi bir çizgiye düşmenin kaçınılmazlığı ortadadır.
Mart 2004 Yerel Seçimlerine giren Demokratik Güç Birliği, burjuvazinin önderliğine gün geçtikçe daha çok yerleştiği Ulusal Hareketin, Türk burjuvazisine önerdiği ilişkinin kurumlaşmış biçimi, formudur. Bu açıdan bir çok çelişki ve değişken dengeyi kendi içinde taşımaktadır. Bu ilişki içinde, işçi sınıfı ve Kürt yoksul köylülüğünün siyasi temsili söz konusu değildir. Bu tabanın desteğine mutlaka ihtiyaç duyan ulusal hareketin siyasi temsilini eline geçirmiş bulunan Kürt burjuvazisi, bu ölçüde sol ve sosyalizm söylemini, genel olarak demokrasi kavramına endeksleyerek kullanmakta, bütün kritik karar ve pratik tavırlar açısından, hem Türk burjuvazisi hem de ABD ve genel olarak emperyalist politikalarla paralel yönelimleri tercih etmektedir. Bu nedenle, ulusal hareketin demokratik karakteri ne olursa olsun, emperyalizmle ve Türk burjuvazisi ile ilişkileri ön plana çıkmakta, genel olarak sömürgeciliğe karşı mücadelesi işbirlikçiliğe yönelmiş bulunmaktadır. Bu ise burjuvazinin öncülüğünü yaptığı ulusal hareketin çözüme kavuşmaktan çok işbirlikçi temelde kronik hale gelmesinin daha mümkün olmasından kaynaklanmaktadır. Kürt Ulusal hareketinin gerçek anlamda çözümü, Kürt işçi sınıfının, burjuvaziden ayrı örgütlenmesi ve ulusal harekette köylülüğü peşine kazanmasını gerektirir. Demokratik Güç Birliği, bu özellikleri ile Türk ve Kürt halklarının önüne, desteklenebilir, komünizmin propagandasının ve örgütlenmesinin yerine bu seçimler için bile tercih edilebilir bir seçenek olarak çıkarılamaz.
Bu açıdan propagandanın yönü doğru saptanmalı, Güç Birliği’nin tercih olamayacağı vurgulanmalıdır. Ajitasyon düzeyinde ise, Kürt Hareketinin şovenizm karşısında yalnızlaştırılmasının önüne geçilmelidir. Şovenizmin ve sömürgeciliğin, soldan ödünç alıp iğdiş ettiği soyut bir anti-emperyalizm üzerine, “emperyalizmin denetiminde bir Kürdistan mı istiyorsunuz, bu bir Amerikan oyunudur!” yönlü safsatalara karşı söylenecek olan şudur: “TC, Amerikan işbirlikçisi bir devlet değil mi? Bizim neden karşı çıktığımız belli de, biz sizin, Kürtlerin ABD ile işbirliği yapmasına neden karşı çıktığınızı anlayamadık, sizin işbirlikçi bir devletiniz olması hakkınız da, iş Kürtlere gelince onların neden işbirlikçi bir devleti olmasın? Anlayamadık acaba açıklar mısınız?” demek gerekir. Türkiye’li komünistler, her koşulda birlikte mücadeleden yana olmalı, bu seçimler dolayısı ile bunun propagandasını yapmalıdır. Kürt Ulusal Hareketinin tercihi ister ayrılık, ister çeşitli biçimlerde birlikten yana ağır bassın, önce bu hakkı teslim etmek, sonra da Leninizm’in kıstaslarını kullanıp, genel olarak demokrasi ve sosyalizmin, işçi sınıfının çıkarları açısından bu hakkın biçimi üzerine propagandada bulunmak gerekir. Demokratik Güç Birliği’nin komünizmin propagandası ve örgütlenmesi gibi bir önceliği yoktur. Küçük bileşenleri zaten bu görevi bilinmez bir geleceğe ertelemişlerdi. DEHAP ise, gittikçe işbirliği ve bu ölçüde de anti-demokratik yönünü geliştirip durmaktadır.
Demokratik Güç Birliği’nin dışında sol, sosyalizm, komünizm adına başka parti, grup, platformlar da seçimlere katılmaktadırlar. Bunlar ise, bir yandan Demokratik Güç Birliği’nden ayrılıklarının gerekçelerini belirginleştirmedikleri gerekçelerini belirginleştiremedikleri ölçüde kökten düzen karşıtı bir tutum alamamaktadırlar. Diğer yandan da ister güncel demokratik görevlere, ister ezilenlerin acil çıkarlarına, ister düzen karşıtı devrimcilerin birliğine öncelik vererek bağımsız komünist politik seçeneğin ileri sürülmesini erteledikleri ölçüde, işçi sınıfının bağılsız komünist çizgisinin yerine ondan çeşitli bakımlardan ayrılan bir tutumu geçirmektedirler. Halbuki komünist tutum, burjuva demokrat, halkçı ya da devrimci demokrat bütün tutumlardan tamamen kopmayı, bunların her türlü etkilerinden arınmayı gerektirir. Bunun seçimlerde somutlanması ise, işçi sınıfının komünist politikasının diğer bütün politik akımların karşısına bağımsız biçimde çıkartılması ve yığınların da bütün diğer siyasetlerden koparak komünizmi desteklemeye çağırmasıyladır.
Komünistler Mart 2004 Yerel Seçimlerine de örgütsüz, dağınık ve sınıfsal temsiliyet ilişkisini kuramadan yakalandılar. Ve bu görevin önüne başka türden demokratik görev ve işler çıkarıldığı, bu ölçüde esas görevin ertelenmesi, başarılamaması söz konusu olduğu sürece de hep böyle yakalanacaklar! Bu gerçeğin üstünden aşıp siyaset sahnesine atlayanlar da, çıplak gözle görmenin herkes tarafından mümkün olduğu üzere, başka sınıfsal aidiyetlerle bütünleşmiş bulunuyorlar. Bu seçimler için komünist propaganda, sistemin teşhiri ve sorunların kaynağı olarak gösterilmesi, tek tek hedef seçtiğimiz bölgelerdeki her insanın, öncelikli olarak da her öncü işçinin komünizme pratik olarak kazanılması şekline bürünmelidir. Komünist partisini yaratmadan işçi sınıfını siyaset sahnesine; seçimlerde bağımsız sınıf tavrını, işçi sınıfının çıkarlarını ve bu doğrultuda müttefiklerini burjuvazinin seçeneklerinin dışına taşıyabilmek mümkün değildir.
[*] Komünizm adına Kürt komünistlerine, ulusal hareket içinde ayrı örgütlenmeyin telkininde bulunabilmek, bunu da Hareket parçalanır, bölünür gerekçesine yaslamak, Türk burjuvazinin birlik beraberlik teranelerinden nerede ayrılır ki? Bu telkin, Kürt meselesini, Türkiye’nin demokrasi meselesi parantezine almayı ve bu açıdan ulusal hareketi Türkiye’nin demokrasi meselesi dışına çıkmadan tanımlamayı tercih etmektedir. Bu açıdan da, sömürge ve sömürgenin kurtuluş mücadelesi olmanın berisinde, kendi ülkesinde demokrasi gücü olarak ulusal hareketi kullanma mantığını edinmiş olmayı gerektirir. Böylesi bir anlayışın şovenizmden ayrı düşmeyeceği mutlaktır. Biz, Demokratik Güç Birliği içinde yer alan bazı anlayış sahiplerinin, ulusal harekete bu yönde telkinlerde bulunduğunu biliyoruz. Bunlardan kimileri, gerçekten marksizmi bilmediğinden böyle telkinlerde bulunabilirler. Ama marksizmi bildiğini düşündüğümüz kimilerinin, meşhur sosyalist demokrasi denkleminde bulunan, ‘her ayrı fikrin ayrı örgütlenebilme özgürlüğü’nü neden bu bahiste hiç anmadıkları, bu açıdan ayrıca tartışılmalıdır. Eğer sosyalist demokrasinin sosyalistlerin düzeyine ait bir ilişki biçimi olduğu, ulusal hareketler için gündeme gelemeyeceği saçmalığı dışında bir açıklama söz konusu ise, bu durumda Kürt Ulusal Hareketi içindeki komünistlerin ayrı örgütlenme haklarından imtina etmelerini isteyebilmek, marksizme karşılık gelmediğine göre, neye karşılık gelir? Sosyalist demokrasicilerin, bunun yanıtını vermesi gerekir.
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com