Ana sayfa

‘Yurtsever Savaş’ ve sonrası

İDEOLOJİK YABANCILAŞMA VE BÜROKRASİ

Savaş döneminde, başta milliyetçilik olmak üzere eski değer yargılarına başvurulmuş, burjuva ideolojik unsurlar güç kazanmış, savaş sonrası dönemde, iktidarın keyfi politik tutumları ideolojik boşluğa neden olmuştu. Revizyonizmin hakimiyetine alanı açan, sosyalist ideolojik egemenlikteki gerileme, tahribat ve işçi sınıfının ideolojik yabancılaşmasıydı.

SÜHA ILGAZ

 

İşçi sınıfının komünizm mücadelesinin yeniden yükselişe geçmesi, devrimci atılımlar gerçekleştirmesi ve bu mücadelede başarılı olabilmesi açısından, yaşanan sosyalizm deneyiminin ve özellikle bunda merkezi bir konuma sahip Sovyet iktidarının geçirmiş olduğu sürecin değerlendirilmesinin önemi, konunun ele alındığı Kurtuluş Sosyalist Dergi’lerde vurgulanmıştı. Yaşanan sosyalizm deneyiminin eleştirisi, savunulan sosyalizm anlayışının çıkartılan derslerle geliştirilmesi ve zenginleştirilmesi, işçi sınıfının sınıfların ortadan kaldırılması mücadelesinin başarısının önkoşulu olarak komünist programın yaratılması çalışmasının önde gelen bir bileşenini oluşturmaktadır. Sovyet iktidarının tarihinin birbirini izleyen, onun gelişimini, özelliklerini belirleyen dönemlerinin incelenmesi de bu amaca yöneliktir.

İşçi sınıfının sosyalist Ekim devriminin ürünü olarak doğan Sovyet iktidarı, işçi sınıfının sosyalist iktidarıydı. Sovyet iktidarı, gelişim süreci boyunca, sosyalizm hedefine sahip olup bu doğrultuda ilerlerken, aynı zamanda da bu açıdan belirli eksiklikler, zaaflar, kusurlar taşıyordu. Ekim Devrimi işçi sınıfının komünizmin önderliğindeki eylemiydi. Sovyet iktidarı da çeşitli dönemler boyunca yavaş ya da hızlı, ileri atılımlar ya da geçici geri çekilmelerle komünizm hedefi yönünde ilerledi. Ancak sosyalist hedefler doğrultusunda ilerleyen, toplumsal-ekonomik dönüşümleri gerçekleştiren Sovyet iktidarı, işçi sınıfının siyasi egemenliğinin, iktidarının ifadesi olmakla birlikte, işçi sınıfının gündelik devlet işlerine katılımının zayıflığı ölçüsünde sakatlanıyor, sürecin ileriki aşamalarında tıkanmasına yol açacak kusurlar birikiyordu.

Ekim Devrimiyle yükselerek batıya yayılan devrim dalgasının yenilip geri çekilmesinin ardından Sovyet iktidarı, kapitalist kuşatma altında ağır koşullarla karşı karşıya kalmıştı. Ekim Devriminden itibaren bütün bu süreçte Sovyetler, emperyalist saldırı ve müdahaleler, iç savaş, köylülükle mücadele ve yeniden tırmanan emperyalist savaş ortamı sırasında yıkılmamayı, varlığını korumayı başardı. Ama aynı zamanda acil sorunlara yönelik olarak başvurulan uygulamalarla biriken kusurlar, ileriki mücadeleler açısından Sovyet iktidarını içten içe zayıflatıyor, komünizmin üst aşamasına ilerleyişe engeller yaratıyordu.

Sovyet iktidarının komünizmin üst aşamasına ilerleyişinde önüne çıkan engeller arasında en temeldeki sorun yabancılaşmadır. İşçi sınıfının kendi devletinin yönetimi işine yeterince katılmamasıyla beliren, yönetimin işçi sınıfı adına onun bir kesimi tarafından gerçekleştirilmesi sorunu, çeşitli dönemler boyunca giderek daha üst boyutlar kazanmıştır. Ekim Devriminin ardından iktidarını kurup sosyalizm hedefi doğrultusunda uygulamalara girişen işçi sınıfının yönetim işini daha çok öncü kesimine, Bolşeviklere bırakmasıyla ortaya çıkan sorun, Bolşeviklerin de yönelimi tersine çevirememeleri ve sınıfın yönetime yığınsal katılımını sağlamada başarılı olamamaları sonucunda, iç savaşta yönetimin partiye kadar daralmasına, parti ve devletin çakışmasına vardı. Komünizm doğrultusunda bir çok ileri adımın da atıldığı iç savaştan sonra, isyan eden köylülüğe taviz olarak meta ilişkilerine gerilenen NEP döneminde, yönetimin partiye daralması yerleşiklik kazanırken yönetime katılımda eşitlik anlamında demokrasinin bozulması, sınıfın genelinden öncüsüne, partisine yansımaya başladı. Sovyet iktidarının piyasa ilişkileri içerisinde önündeki sorunları çözüp ilerleyememesine de bağlı olarak büyük toplumsal dönüşüme girişildiği, ekonomik plan temelinde hızla sanayileşme ve kolektifleşmenin gerçekleştirildiği sosyalist inşa döneminde ise yönetim daha da daralıp parti aygıtında toplandı. Ardından, emperyalist paylaşım savaşı öncesinde, büyük atılımın kazanımlarının pekiştirilip toplumsal-ekonomik dönüşümün tamamlandığı konsolidasyon döneminde, başvurulan terör dalgasıyla yönetici, uzman kesimler tasfiyeye uğratılıyor, işçi sınıfı adına yönetim olarak nitelenebilecek yönetimin daralması süreci, Stalin’in şahsında en üst boyuta, bireysel boyuta ulaşıyordu.

Sınıfsal farklılıkların ve devletin bütün izleriyle birlikte ortadan kalktığı gelişmiş komünist topluma ilerleyişte Sovyet iktidarını tıkanıklığa ve sonuçta yıkılmaya götüren süreç, temelde, yabancılaşma ve bürokratikleşme sorunlarından kaynaklanmıştır. İşçi sınıfının kendi mülkiyetine, emeğine, ürününe yabancılaştığı ekonomik yabancılaşması, üretim ilişkilerinin dönüşümünü gerçekleştiren kendi devletine, iktidarına, yönetimine yabancılaştığı siyasi yabancılaşmasına bağlıdır. Öte yandan işçi sınıfının karşılaştığı yabancılaşma sorunu ile birlikte ortaya çıkan bürokratikleşme sorunu da yine bu dönemlerde değişik boyutlar almıştır. Ekim Devriminden sonra eski toplumdan devralınan bürokrasi ve uzman kesim, maddi ayrıcalıklar tanınarak Sovyet iktidarının denetimi altında çalıştırılmıştır. Giderek daralarak siyasi ayrıcalık sahibi olan yönetici kesim açısından ise söz konusu olan maddi ayrıcalıklar değil, fedakarlıklardır. Bu süreçte işçi sınıfı saflarından hızla yeni yöneticiler yetiştirilmiş ve NEP döneminin ardından sosyalist inşa döneminde, burjuva toplumdan devralınmış uzman kesimin yerine geçirilmiştir.

Daha sonraki konsolidasyon dönemini belirleyen ise, toplumsal-ekonomik dönüşüm doğrultusundaki büyük atılımın kazanımları temelinde rahatlama, istikrar, edinilmiş konumları koruma eğilimi ile tırmanan emperyalist savaş tehdidi karşısında atılımı yeniden hızla sürdürmek üzere fedakarlıklara, zorlamaya, baskıya ağırlık verme eğilimi arasındaki çelişkiydi. Bu dönemde gündeme gelen yeni anayasa istikrar eğiliminin, terör dalgası da zorlama ve baskı doğrultusundaki yönelimin ifadesiydi. ‘Karşıdevrimci’, ‘emperyalist ajanı’ avı biçimini alan ‘büyük temizlikle’, işçi sınıfı saflarından yönetici konuma yükseltilmiş, işçi sınıfı adına elinde topladığı siyasi yönetim ayrıcalığını maddi ayrıcalıklarla da tamamlama eğilimi taşıyan bütün bir Sovyet yönetici kesimi şiddet uygulanarak tasfiye edildi. Bu kesimin yerine, Sovyet iktidarı altında yetiştirilmiş genç nesilden yeni bir aydın tabaka uzman konumlara getirilirken, yönetimin kişisel boyut ölçüsünde daralması işçi sınıfının yabancılaşmasını üst düzeye çıkarıyordu. Ayrıcalıklı kesime karşı başvurulan yöntemin işçi sınıfının yabancılaşmasını artırması ise, sınıfın yığınlarını silahsızlandırarak, aslında, bürokratikleşmeye karşı mücadele olanağını güçlendirmiyor, zayıflatıyordu. İşçi sınıfı, yönetimi yığınsal boyutta eline almadığı sürece, işçi sınıfı saflarından yöneticiler yetiştirilmesi de, sosyalizmin ‘bekçisi’ olarak işçi sınıfı adına bürokrasiyle mücadele edilmesi de, bir bütün olarak bürokrasi tehlikesini ortadan kaldırmaya ve ileriki dönemlerdeki bürokratikleşmeyi engellemeye yetmedi.

Toplumsal-ekonomik dönüşümün toplumsal baskı ve zorlamaya dayanarak hızla gerçekleştirilmesinde olduğu gibi, yeni anayasanın kabul edilmesi ve ardından gelen büyük terör dalgasında da giderek büyüyen emperyalist saldırı ve savaş tehdidinin önemli payı vardı. Savaş tehlikesi daha da yakıcı hale gelirken, Sovyetler Birliği, bir yandan çeşitli diplomatik girişimlerle savaş tehdidini kendisinden uzaklaştırmaya ve zaman kazanmaya çalışıyor, diğer yandan da ekonomik, toplumsal, siyasi boyutlarıyla savaş hazırlıklarını tamamlıyordu. Nazi Almanya’sının Avusturya’yı ve Çekoslovakya’yı ilhak ettiği süreçte, Sovyetler Birliği, Milletler Cemiyeti’ne katılmış, bir dizi ülkeden sonra Almanya’yla da saldırmazlık paktı imzalamıştı (Kurtuluş Sosyalist Dergi 10, Ocak 2005, s. 77). Almanya’nın bu anlaşmanın hemen ardından 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırmasıyla İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı başlamış oldu. Yeni koşullarda Kızıl Ordu da Polonya’ya girerek 1920’de çekilinmiş olan toprakları geri aldı. İkili anlaşmalar yapılan Estonya, Letonya ve Litvanya ise, 1940’ta Sovyetler Birliği’ne katıldılar. Tırmanan savaş ortamı içerisinde çalışma ve yaşam koşullarının ağırlaştığı, çalışma sürelerinin uzatılıp disiplin cezalarının artırıldığı bu dönem, 1941 Haziranında Almanya’nın aniden Sovyetler Birliği’ne saldırısıyla, yerini yeni bir döneme, koşulların kökten değiştiği savaş dönemine bırakıyordu.

SAVAŞ DÖNEMİ

Dört yıl süren ve “Büyük Yurtsever Savaş” olarak anılan bu dönem, muazzam kayıplara neden olduğu, insanüstü fedakarlıklar gerektirdiği gibi, sonuçlarıyla da yalnızca Sovyetler Birliği değil, dünya ölçeğinde belirleyici düzeyde etkili oldu. Almanya, Sovyetlere saldırdığında, Fransa dahil kıta Avrupa’sını egemenliği altına almış bir durumdaydı ve bu sayede kara güçlerinin dörtte üçünü doğu cephesine sürebilmişti. Kısa süre önce ‘büyük temizlikle’ Kızıl Ordu ve yönetimde gerçekleştirilmiş olan tasfiyenin de yıpratıcı, zayıflatıcı etkisiyle, Sovyetler, beklenmedik bir anda karşılaştığı yıldırım savaşı karşısında duramadı; kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kaldı. 190 tümenlik muazzam bir güçle ilerleyen Alman saldırısı, bir kaç ay içinde Leningrad’ı kuşatıp Moskova’ya kadar dayandı ve ancak orada durdurulabildi. Alman saldırısı, 1942 yazında, bu defa 266 tümenle güneyden Kafkaslara kadar yöneldi. 1943 başında Stalingrad savunmasında kazanılan zafer ise, savaşın gidişini değiştirdi. 1944 boyunca Sovyet topraklarını geri alan Kızıl Ordu, 1945 Mayısında Berlin’e girerek bütün kıtayı egemenliği altına almış olan Nazi rejiminin yıkılmasını sağladı. Savaşın Sovyetlere maliyeti ise yüksek oldu. Başta 20 milyonu bulan insan kaybı olmak üzere, maddi ve manevi kayıplar olağanüstü boyutlara ulaştı. Üretici güçlerin, üretim araçlarının tahribine ek olarak işgale uğrayan, savaşta yıkılan şehirlerde kullanılabilir konut miktarı yarı yarıya azaldı.

Savaş, son derece güçlü düşman saldırısına karşı durabilmek için, her açıdan olağanüstü bir mücadele gerektirmişti. Savaşın başında, ilk saldırıya uğrayan topraklar aynı zamanda ekonomik yönden en önemli yerlerdi. Saldırı karşısında geri çekilirken bir yandan da kurtarılabileceklerin doğuya taşınması için büyük çaba harcanıyordu. Kasım 1941’e kadar kaybedilen topraklar, bütün kömür üretiminin yüzde 63’ünü, demir dökümün yüzde 68’ini, çeliğin yüzde 58’ini, alüminyumun yüzde 60’ını, demiryollarının yüzde 41’ini, şekerin yüzde 84’ünü, tahılın yüzde 38’ini, domuzların yüzde 60’ını sağlıyordu. Diğer bir ifadeyle, savaştan önce 88 milyonluk nüfusa sahip kaybedilen topraklar, toplam sanayi üretiminin üçte birini üretiyor, tarım alanlarının ve hayvan sürülerinin hemen hemen yarısını barındırıyordu. Alman işgali sonucunda Kasım 1941’de, toplam sanayi üretimi bir yıl öncesine göre neredeyse yarı yarıya azalmış, üç yüzden fazla silah fabrikası da işgal bölgelerinde kalmıştı. Diğer yandan Alman saldırısı sürerken, saldırının başlangıcından itibaren bu bölgeleri boşaltmak, doğuya taşımak için olağanüstü bir seferberliğe girişilmişti. Fabrikaların, sanayilerin düşman saldırısından uzaklaştırılması seferberliğiyle, 10 milyon insanın yanısıra bin beş yüzden fazla sanayi işletmesi bütünüyle taşınıp Urallar, Batı Sibirya ve Orta Asya’da yeniden kuruldu. Bu yeniden inşa sırasında, ulaştırma sorunu da göz önünde tutularak hammaddeden yedek parça imalatına kadar yan sanayileri içeren yeni bölgesel üretim kompleksleri oluşturuldu.

Savaş, cephede olduğu kadar cephe gerisinde de fedakarlıkları gerektirdi. Bütün çabalar, kaynaklar savaşın gereklerine tabi kılınırken, sınırlı da olsa karaborsanın geliştiği ve yeniden karne uygulamasına başvurulan ağır yaşam koşulları, yokluklar içinde çalışma seferberlikleri gerçekleştirildi; tatiller kaldırılıp işte disiplinsizlik ağır biçimde cezalandırıldı; kadınlar, emekliler, gençler hızla yetiştirildi ve cepheye giden işçilerin yerlerine tezgah başına geçti. Buna rağmen, hem askere alınma hem de büyük bir nüfusun düşman işgali altına girmesi yüzünden, çalışanların sayısı 1942’de 1940’ın yüzde 59’una düşmüştü. Yine 1942’de, kolektif çiftliklerde çalışılması zorunlu yıllık asgari trudoden (çalışılan işgünü birimi) 90’dan 100-120’ye çıkarıldı. Kahramanca çalışmayla birlikte merkezi planlamanın üstünlüğüyle, üretimin gerilemesinin durdurulup yeniden arttırılması ve savaşabilme yeteneğinin ve sonunda zaferin kazanılabilmesi mümkün oldu. On yıllık merkezi planlama tecrübesiyle bütün kaynakların savaş çabalarına hizmet etmesi etkin bir biçimde gerçekleştirildi; ekonomi üç aylık, hatta aylık planlarla savaş öncesine göre çok daha ayrıntılı olarak planlanıp üretim merkezi biçimde saptanan hedefe, askeri amaçlara yöneltildi.

Bunlara bağlı olarak ulusal gelirden askeri amaçlara ayrılan pay 1940’ta yüzde 15’ten, 1942’de yüzde 55’e çıktı. Böylece savaşı kazanabilmek için gerekli olan ekonomik dayanak sağlandı. Savaş ihtiyaçları doğrultusunda müttefiklerden, ABD’den, İngiltere’den alınan araç, silah ve malzemeler olmakla birlikte, belirleyici olarak bunları Sovyetler kendisi karşıladı. Motorlu araçların çoğu ABD’den kiralanırken silah, uçak ve tankların büyük çoğunluğunu SSCB kendisi üretti, büyük ölçüde kaliteleri de çok iyiydi. Bütün ekonominin savaşın gereklerine göre yönlendirildiği bu dönemde, üretkenlik silah sanayisinde yükseldi, buna karşılık emek yoğun sanayilerde düştü. Öncelikler savaşa göre saptandığından, tüketim maddeleri sanayileri, yokluklardan oldukça kötü derecede etkilendi. Tüketim araçları üretimi, silahlanmaya yönelik sanayi üretimine oranla, bu dönemde de büyük ölçüde geride kaldı. Yiyecek üreten tarım bölgelerinin işgal altına girmesine, hammadde yokluğuna da bağlı olarak, 1942’de 1940’a göre, tekstil üretimi üçte birine, et ve süt yarı yarıya, şeker ise yüzde 5’ine düşmüştü.

Sonunda girmek zorunda kaldığı dünya ölçeğindeki savaş, Sovyet iktidarı üzerinde askeri ve ekonomik boyutlara ek olarak siyasi ve ideolojik açılardan da önemli ölçüde etkili oldu, belirgin değişikliklere yol açtı. Bütün yönetimin Stalin’in elinde toplanması resmileşerek yerleşik bir durum aldı. Partinin 1934’teki On Yedinci Kongresinden beri “Genel Sekreter” yerine –dört Merkez Komite sekreterinden biri olarak– yalnızca “sekreter” biçiminde nitelenmekle birlikte, parti içinde belirleyici konumunu koruyan Stalin, savaş öncesi parti, devlet, toplum yönetiminde terör estirilerek gerçekleştirilen büyük temizlikle iktidarını mutlaklaştırmıştı. 1941 Mayısında, Sovyetlerin savaşa girmesinden kısa bir süre önce, Stalin, parti sekreterliğine ek olarak Halk Komiserleri Sovyeti’nin başkanlığına getirilmiş, parti ile devletin çakıştırılması, en tepelerinin Stalin’in şahsında birleştirilmesiyle, ilk defa resmileştirilerek en üst boyuta çıkarılmıştı. Haziranda Almanya’nın saldırmasının hemen ardından da Stalin’in başkanlığında oluşturulan Devlet Savunma Komitesi (GOKO), parti, devlet, ekonomik, askeri, her alanda tam yetkili kılındı. Önce Stalin, Molotov, Voroşilov, Malenkov ve Beria’dan oluşan, sonra Kaganoviç, Mikoyan ve Voznesenski’nin de üyeliğine alındığı ve üyelerinin doğrudan başlıca üretim kollarından sorumlu olduğu GOKO’nun, Halk Komiserleri Sovyeti’nin de üstünde, en yetkili organ olması, yürütmenin daha da daralmasına karşılık geldiği gibi, parti ve devlet aygıtlarının çalışmalarının tek bir organın otoritesi altında birleştirilmesini de getiriyordu. Öte yandan yönetimin tek elde toplanması yönündeki aynı uygulamanın bir parçası olarak silahlı kuvvetlerin başkomutanlığına da yine Stalin getirilmişti.

Savaşta Komünist Parti, üye alımı kampanyalarıyla saflarına yeni üyeler kazanırken parti üyeleri ön saflarda dövüştüler. Cephede verilen ağır kayıplara rağmen savaş sırasında partinin üye sayısı 1 milyon 600 bin arttı. Ancak bir yandan parti sayıca büyürken, GOKO’nun her alanda mutlak yetkili organ konumunda olmasına bağlı olarak, partinin ve parti organlarının toplumun yönetimi açısından nispi önemi de geriliyordu. Diğer yandan her türlü çabanın savaşı kazanmaya yöneltilmesi, kitleleri seferber etmek adına, eski toplumun değer yargılarına başvurmaya kadar vardı; yurtseverlik adına milliyetçilik, din, aile, toplumsal hiyerarşi savunuları gelişti.

Temelde işçi sınıfının siyasi yabancılaşmasına dayanan ideolojik yabancılaşmayla toplumda sosyalist ideolojiden uzaklaşılması da, savaşın maddi kayıplarına eklenen manevi kayıpları oluşturuyordu. Savaşı kazanmak uğruna başvurulan dar yararcı politikalar, sosyalist ilkelerden uzaklaşan sapmaları geliştirdi, güçlendirdi. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşının başlangıcında, Eylül 1939’da getirilen genel askerlik hizmetiyle, sürekli orduya geçiş bütünüyle tamamlanmıştı. Öte yandan, emperyalistlerle ittifaklar sırasında etkinlik alanları paylaşımına gidilmesi, Sovyet devletinin dış politikasını büyük güçlerin politikalarından farksızlaştırıyordu. Bu sırada 1943’te, Komintern’in, artık komünist hareketin uluslararası örgütsel bir merkeze ihtiyacı kalmadığı gibi gerçekliğe ve enternasyonalizme aykırı bir gerekçeyle feshi ise, emperyalistlerle ittifak kaygısıyla komünizm mücadelesinden taviz ve uluslararası komünist hareketi diplomatik bir araç, Sovyet devletinin uzantısı durumuna düşürmek anlamına geliyordu. Savaştan sonra 1947’de, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerine ek olarak Fransa ve İtalya’nın komünist partileri arasında oluşturulan Komünist Enformasyon Bürosu, Kominform da komünist dünya partisi niteliği taşımıyordu.

Savaş ve savaşın Sovyetlerin belirleyiciliğinde ve zaferiyle sonuçlanması, özelde Avrupa ve genelde dünya ölçeğinde koşullarda köklü değişikliklere neden oldu. 1944 Ağustos ve Eylülünde Romanya ve Bulgaristan’daki ayaklanmalarla başlayan rejim değişiklikleri, bir dizi Doğu Avrupa ülkesinde, Kızıl Ordu’nun varlığından güç alarak Sovyetlerle işbirliği yapan iktidarların kurulması biçiminde sürdü. Sovyetlerle yollarını ayıran Yugoslavya dışında Doğu Avrupa ülkelerinde, bir ölçüde kendilerine özgü farklılıklar taşımakla birlikte genelde aynı doğrultuya sahip süreçlerle, siyasi-toplumsal-ekonomik yapıda Sovyetlerle uyumlu dönüşümler gerçekleştirildi; bir bakıma Kızıl Ordu’nun zaferine, askeri güce, başarıya dayanarak Sovyet rejimi Doğu Avrupa’ya ihraç edildi. Doğu Avrupa’da olduğu gibi Batı Avrupa’da da Nazilere karşı direniş hareketleri içerisinde komünist partileri güçlenirken, savaş karşısında Sovyetlerin izlediği, önce ‘emperyalist savaşa karşı Nazilerle saldırmazlık paktı’, sonra ‘ABD ve İngiltere’yle demokratik ittifak’ gibi keskin politika değişiklikleri, komünist partilerin bu politikaları bağımsızca savunmalarını zorlaştırdı; onları Sovyetlere tabi kıldı.

Savaş sonrasında, Sovyetlerin savaş sırasındaki müttefikleri emperyalistlerle çelişkileri hızla ön plana çıktı. Bu temelde şekillenen iki blok arasında gelişen soğuk savaş, 1949’da NATO ve 1955’te de Varşova Paktı’nın kuruluşuna vardı. Bu konumlanışlar savaşın sonucu olarak ortaya çıkmış olduğu gibi, ardından gelen bütün dönem boyunca da belirleyici oldu. Batı Avrupa’da savaş sonrası dönemde elde edilen ve –Sovyetlerin yıkılması ve sosyalist bloğun dağılmasının ardından yoğunlaşan karşı saldırıya rağmen– bugüne kadar nispeten korunabilen sosyal devlet kazanımları, soğuk savaşın cephesi biçiminde ortadan ikiye bölünmüş Avrupa’da, sosyalizm tehdidi karşısında emperyalistlerin işçi sınıfına verdiği tavizlere karşılık geliyordu. Yine sömürgeler ve emperyalizme bağımlı diğer ülkeler, savaş sonrası dönemde sosyalist bloğun savaşın sonucunda kazandığı etkinliğinin ve iki blok arasındaki soğuk savaşın sağladığı manevra olanaklarından yararlanarak birbiri ardına emperyalizmden bağımsızlık mücadelelerini yükseltip bu mücadelelerde başarılar kazandılar.

SAVAŞ SONRASI YENİDEN İNŞA

Savaş, Sovyetlerin ekonomik olarak en gelişkin olduğu bölgelerde büyük bir yıkıma neden olmuştu. 1710 kent ve 70 bin köy yıkılmış, 25 milyon kişi evsiz kalmış, sanayi, ulaştırma ve tarım ağır biçimde tahrip olmuştu. Savaşın ardından, bu koşullarda, bütün çabalar, yeniden inşa çalışmasına yöneltildi. Bu doğrultuda 1946-1950 dönemini kapsamak üzere hazırlanan Dördüncü Beş Yıllık Planla üretimin savaş öncesi düzeyin üzerine çıkarılması hedeflenirken öncelik ağır sanayinin ve demiryolu ulaşımının restorasyonuna ve geliştirilmesine verildi. Kaynakların büyük bölümü bu yönde yoğunlaştırılırken 1945-50 arasındaki sanayi yatırımlarının yüzde 88’i üretim araçları sektörüne, buna karşılık yüzde 12’si hafif sanayi ve gıda sanayisine yapıldı.

Yeniden inşa çalışması da başlangıcında büyük güçlüklerle karşılaştı. Askeri üretimden sivil üretime geçiş, işletmelerin yeniden örgütlenmesi ve uyum sorunlarının üstesinden gelinmesini, üç milyon eski askerin de katıldığı işgücünün yeniden eğitimini gerektiriyordu. Savaşta kayıpların sonucunda erkek nüfusun azalmış olması, savaş sırasındaki zorunlu çalıştırmanın ve yaşlılar, gençler gibi kesimlerin gönüllü çalışmalarının artık son bulması, tatillerin yeniden konması ve benzeri toplam çalışma ve üretim miktarını olumsuz etkileyen etkenlere, 1946’da yaşanan büyük kıtlık da eklendi. Bunun sonucunda, plan döneminin ilk yılında –sivil üretim yüzde 20 artmasına karşın, bu artış silah üretimindeki düşüşten az olduğu için– toplam sanayi üretimi yüzde 17 düştü.

Savaş sonrası yeniden inşa çalışmalarına geçerken karşılaşılan sorunlar, hızla aşıldı; 1947’den itibaren çok yüksek gelişme oranları elde edildi. Böylece 1946-50 arasını kapsayan Dördüncü Beş Yıllık Plan döneminde 1945’e göre büyük bir gelişme sağlandı. 1945’te 1940’ın yüzde 83’üne düşmüş olan milli gelirin, 1950’de, 1940’ın yüzde 138’ine çıkması planlanmıştı, ama bunu da aşarak 1940’ın yüzde 164’üne ulaştı. 1940’ta 31 milyonken 1945’te 27 milyona düşen işgücü, 1950’de, planlanan 34 milyon yerine 39 milyona yükseldi. 1945’te 1940’ın yüzde 112’si düzeyinde olan üretim araçları üretimi 1950’de 1940’ın yüzde 205’ine, 1945’te 1940’ın yüzde 59’una düşmüş olan tüketim araçları üretimi 1950’de 1940’ın yüzde 123’üne, 1945’te 1940’ın yüzde 60’ı kadar olan tarımsal üretim 1950’de 1940’ın yüzde 99’una çıktı. Savaş öncesi üretim düzeylerinin elde edilip geçilmesi hedefi açısından, üretim araçlarında planlanın da üstünde 1940’ı çok geçen düzeylere ulaşılmıştı, yatırım planı yüzde 22 aşıldı; buna karşılık tüketim araçları üretimi ve tarımda, genelde 1940 düzeylerine erişilip geçilmekle birlikte, birçok dalda da plan hedeflerinin altında kalındı.

Savaş sonrasında Sovyetler Birliği, başta Almanya olmak üzere savaşmış olduğu ülkelerden savaş tazminatları almış; bu tazminatlar bir süre için, çeşitli araç ve malzemeler ve bütünüyle fabrikaların sökülüp Sovyetlere götürülmesi biçiminde karşılanmıştı. Sovyetlerin yeniden inşasının hızla tamamlanıp savaş öncesi boyutlardan da öteye büyümesinde yüksek savaş tazminatlarının da katkısı olmakla birlikte, bu olağanüstü başarının belirleyicisi Sovyetlerin kendi çabalarıydı. 1950’de emperyalistlerle çelişkiler yeniden keskinleşip silahlanma yarışı tırmanırken Sovyetler, savaş öncesinden daha sağlam bir sanayi temeline sahip olmuştu.

Savaş sonrası dönemde tarım alanında da savaş dönemine göre önemli değişiklikler gerçekleşti. Savaş sırasında köylülük ve kolhozlar üzerindeki disiplin bir ölçüde gevşemiş, bazı köylüler yüksek karaborsa fiyatlarından yararlanarak zenginleşmiş, özel topraklar kolektif işlenen toprakların aleyhine genişletilmişti. Savaştan sonra kolhozların kaldırılması dedikodularına varan gevşemeleri tersine çevirmek üzere çeşitli uygulamalar birbiri arkasından gündeme geldi. Kuraklık nedeniyle hasadın düştüğü 1946’da çıkarılan “Kolhoz tüzüğünün çiğnenmesini ortadan kaldıracak önlemler” kararnamesiyle özel kişi veya kurumların aldığı toprakların kolhozlara geri verileceği belirtilirken ardından yine bir dizi kararnameyle zorunlu teslimatların birincil ve mutlak öncelikli olduğu vurgulanıp merkezi denetimi güçlendirmek üzere düzenlemelere gidiliyordu. Bu çerçevede tarım ürünlerinin artırılması için planlama, kolhozların her bir ürün çeşidinin ekiminin ayrı ayrı planlamasını içerecek kadar ayrıntılı hale getirildi. Makine Traktör İstasyonları (MTS), politik müdür yardımcısı atamalarıyla, kolhozların gözetimi açısından etkinleştirildi.

Diğer yandan, sosyalist inşa döneminde olduğu gibi, savaş sonrası yeniden inşa döneminde de köylülük üzerindeki maddi yük artırıldı. Bu yönde vergiler yükseltildi, kolhozlara kendi tohumluklarını sağlama, orman yetiştirme gibi fazladan görevler yüklendi, kooperatiflerin kolhozların ürünlerini yüksek fiyatlardan almaları uygulamaları durduruldu, zorunlu teslimat miktarları artırılırken ürüne ödenen fiyatlar düşürüldü. Kolhozların köylülere dağıttığı nakit ödemelerin oranı düşerken köylülerin toplam nakit gelirleri içerisinde, başta hayvancılık ve hayvansal ürünler olmak üzere, özel üretimlerinin payı önemini koruyordu. Köylüler, bu özel üretimleri üzerinden de zorunlu teslimatlarla yükümlendirilip ayrıca özel gelirleri için –üretimlerini azaltmalarına neden olacak derecede– yüksek oranda vergilendiriliyorlardı.

Savaş koşullarında ortaya çıkmış olan kolhozların gevşemesi doğrultusundaki gelişmeler savaş sonrasında tersine çevrilirken, savaş sonucunda Sovyetlere yeni katılan Baltık devletleri ve diğer topraklar da, 1947’de alınan kararla, Dördüncü Beş Yıllık Plan dönemi sonuna kadar, üç yıl içerisinde kolektifleştirildi. Kolektif tarım ise giderek daha büyük ölçüde tarımın makineleştirilmesine dayanıyordu. Savaş sonrası Dördüncü Beş Yıllık Plan döneminde traktör ve biçer-döver üretimi hızla artırıldı. 1940’ta 66 binden 1945’te 15 bine düşen üretilen traktör sayısı, 1950’de planlanan 112 binin de üzerinde 243 bine çıkmıştı. Bu sayede MTS’ler kolhozlara çok daha iyi hizmet verdi. Bu makineli tarım temeli üzerinde 1950’den sonra kolhozlarda merkezileşme doğrultusunda uygulamalara gidildi. ‘Zveno’ denilen ve on kadar kişiden oluşan gruplar yerine, yüz kişiye kadar varan ‘tugay’lar, tarımsal çalışma birimleri olarak ağırlık kazandı. Öte yandan kolhozlar birleştirilip büyütüldü. 252 bin olan kolhoz sayısının 1950’de 121 bine, 1952’de de 95 bine düşerek yarıdan fazla azaldığı bu birleşmelerin ‘gönüllü’ olduğu söylenmekle birlikte, kolektifleştirme hareketinin ilk dönemlerindeki gibi, yine hayvanların kesilmesine karşı uyarılar gerekli oldu.

SOSYALİST EKONOMİ VE META İLİŞKİLERİ

Sovyetlerde sosyalist ekonomik inşanın tamamlandığı konsolidasyon döneminde, bireysel işletmeler ihmal edilebilecek düzeye inip geriye yalnızca –devlet işletmeleri ve kolektif işletmeler biçiminde– sosyalist işletmeler kalmıştı. Üretim, pazar için, kâr için değil, toplumsallaştırılmış üretim araçlarıyla, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda planlanarak gerçekleştiriliyor; bu biçimde üretilen ürünler, yine piyasa ilişkileri yerine, plan gereklerine göre dağıtılıyordu. İşletmelerin kaynakları birleştirilip yatırımlar devlet bütçesinden karşılandığı gibi, kaynakların dağılımı da piyasa aracılığı ile değil, merkezi planlama tarafından belirleniyordu. Bu ilişkiler içerisinde fiyatlar, serbest piyasada, arz - talebe ya da maliyete bağlı olarak oluşmak yerine, plan gerekleri doğrultusunda, maliyetten bağımsız olarak saptanıyor, gereklilikler ölçüsünde aynı ürüne amaçlara göre farklı fiyatlar uygulanıyordu. Meta ilişkilerinin kalıntısı olarak ise, dış ticaret önemsiz boyuta inmiş, kolhozların ürün fazlalarını ve köylülerin kendi ürünlerini sattıkları kolhoz pazarları da, ekonominin bütününe hakim olamayacak bir ölçekteydi. Bu durumda, köken olarak meta ilişkilerinden kaynaklanan ‘para’, ‘fiyat’, ‘ücret’ gibi unsurlar, esas olarak piyasa değil de merkezi plan tarafından belirlenip meta ekonomisine değil sosyalist ekonomiye hizmet ediyor; bununla birlikte yeni içeriğin eski biçim altında gerçekleşmesi olgusu çerçevesinde de, ortadan kalkan meta ilişkilerinin geriye kalan, yansıyan izlerini oluşturuyordu. (Kurtuluş Sosyalist Dergi 10, Ocak 2005, s. 47)

Oluşan bu toplumsal-ekonomik yapı daha sonraki dönemlerde de varlığını sürdürdü. Ürünlerin üretimi ve dağıtımı toplumun ihtiyaçları doğrultusunda planlanarak merkezi olarak gerçekleştirilirken meta ilişkilerinin kalıntıları –özellikle savaş döneminde dalgalı bir gelişme izlese de– ekonominin bütünü içinde tali konumda kaldı. Savaş sırasında, bu genel çerçeve içerisinde, üretimde planlı ekonomi devlet işletmelerinde daha da merkezileşirken kolektif çiftliklerde bir ölçüde gevşemiş, dağıtımda ise yeniden karne uygulamasına geçilirken karaborsa da gelişmişti. Karneyle alışverişte geçerli düşük fiyatların yanısıra ‘ticari’ dükkanlarda ve karaborsada yüksek fiyatlar söz konusuydu. Aşırı yüksek karaborsa fiyatları, yoklukların olduğu kadar bu piyasanın sınırlılığının da göstergesi olmakla birlikte, ürünlerini karaborsada satabilen bir kısım köylülerin zenginleşmesine de neden oluyordu.

Savaş sonrası yeniden inşa döneminde sanayide çalışanların sayısı hızla büyürken ödenen ücretler de yükseldi ve toplam gelirler arttı. Bu sırada sanayi ürünlerinin toptan fiyatları –bazen maliyetinin yarısının da altında– düşük tutuluyor, bütçeden ‘sübvanse’ edilmeye devam ediliyordu. Yatırımlar da yine esas olarak bütçeden finanse edilmekteydi. Karne uygulamasının kaldırılmasına yönelik olarak öncelikle karneyle alışveriş fiyatları yükseltilip ‘ticari’ fiyatlar düşürülürken düşük ücretler de artırıldı. Aralık 1947’de karne kaldırılıp farklı fiyatlar birleştirilirken, uygulanan para reformuyla bireylerin elindeki nakit onda biriyle değiştirilip esas olarak savaş sırasında karaborsada zenginleşen köylülerin nakit birikimleri de eritildi. 1948’den itibaren ise perakende fiyatlar her yıl indirilirken gerçek ücretler ve yaşam standartları da belirgin bir biçimde yükseldi. 1952’de tüketim araçları satışları 1947’nin parasal olarak yüzde 19, hacim olarak yüzde 135 üzerine çıktı. Öte yandan döviz kuru da yalnızca bir istatistik ve hesaplama aracı olarak işlev görüyor, –iç fiyatlar, dış ticaret kararları ve döviz kuru arasında bağlantı bulunmadığı için– dış ticaret üzerinde bir etki yapmıyordu; buna bağlı olarak ihracat zararları devlet bütçesinden karşılanıyor, ithalat kârları da yine bütçeye aktarılıyordu.

Fiyat, para ve ücretlere ilişkin oran, düzey ve karşılıkların esas olarak piyasa tarafından değil de, merkezi ekonomi yönetimi tarafından plan hedeflerine göre belirlendiği bu uygulamalar, Sovyet iktidarının başından beri hakim olan marksist anlayışla, yani meta ilişkilerinin tasfiye edilerek sosyalizmin kurulması kavrayışıyla (Kurtuluş Sosyalist Dergi 1, Kasım 2001, s. 107) uyumluydu. Ancak savaş döneminde, 1943’te, teorik yayın organında yayınlanan, bir ekonomi ders kitabı hazırlanması konusuna ilişkin imzasız bir makalede, değer kanununun –dönüşmüş bir biçimde olmakla birlikte– sosyalizmde de işlediğinin ileri sürülmesi, farklı bir tartışmayı gündeme getiriyordu. Stalin de, savaş sonrası yeniden gelişen bu tartışmada tutumunu, 1952’de, SBKP’nin On Dokuzuncu Kongresi arifesinde yayınlanan SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları broşüründe açıkladı. Ekonomi ders kitabı taslağını ele aldığı bu broşürde Stalin, üretim araçları üreten sektörün tüketim araçları üreten sektör karşısında önceliği, emperyalist savaşların kaçınılmazlığı gibi başka sorunların yanısıra sosyalizmde meta ilişkilerinin konumunu da tartışıyordu. Burada Stalin, Sovyetlerde meta üretimi ve dolaşımının varlığının zorunlu olduğunu ileri sürüyordu:

“kolektif çiftliklerin ürünü, kendi malları olarak yalnızca onlar tarafından kullanılır. Ama kolektif çiftlikler, ürünlerini metalar biçimi dışında vermek istemez ve karşılığında da ihtiyaç duydukları metaları almak isterler. Şu anda kolektif çiftlikler, kent ile, meta ilişkileri –alım ve satım dolayımıyla değişim– dışında başka ekonomik ilişkiler tanımayacaklardır. Bu yüzden, meta üretimi ve alışveriş bizim için zorunludur” (Stalin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları, s. 15)

Buna dayanarak Stalin, değer yasasının da işlemekte olduğunu savunuyordu:

“Metaların ve meta üretiminin varolduğu yerde değer yasası da varolmak zorundadır.” (Stalin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları, s. 18)

Stalin, bu ifadelerine, tüketim araçlarının değer yasasının işleyişi altında metalar olarak üretildiğini ekliyordu:

“üretim sürecinde harcanan emek gücünü yerine koymak için gereken tüketim araçları, ülkemizde değer yasasının işleyişi altına giren metalar olarak üretilmekte ve gerçekleştirilmektedir.” (Stalin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları, s. 19)

Stalin’in yaklaşımı, sosyalizm ve meta ilişkilerine ilişkin gelişen ve ileride üst boyutlar alacak olan bir tartışmayı yansıtmakta, bunun bir bakıma ilk işaretlerini vermektedir. Stalin bu tartışmaya ilişkin bir tutum alırken meta ilişkilerinin henüz ortadan kalkmamış olan kalıntılarını veri almakta, saptamalarını bunlara dayandırmaktadır. Meta ilişkilerinin hâlâ varolan unsurlarından kalkarak Stalin’in bunları genellemesi ise, sosyalizmin meta ilişkilerini içerecek tanımlarına yol açmaktadır. Halbuki, daha önce deyinildiği gibi, bunun aksine sosyalist inşaya yol gösteren anlayış, sosyalizmin meta ilişkilerini dışlayarak tanımlanması ve meta ilişkilerinin tasfiye edilerek sosyalizmin kurulması olmuştur. O günkü Sovyet ekonomisi koşullarında da ne bütün tüketim araçları üretiminin ne de bütün kolhoz üretiminin meta üretimi olarak nitelenmesi doğru gözükmemektedir. Öncelikle tüketim araçlarının önemli bir bölümü sosyalist devlet işletmelerinde üretilmekte ve merkezi planın gereklerine uygun olarak belirlenen miktar ve fiyatlardan dağıtılmaktadır. Kolhozlar da ürünlerinin yine miktarları ve fiyatları merkezi plana göre saptanmış büyük bölümünü zorunlu biçimde devlete teslim etmektedirler. Serbest piyasa değil de merkezi planlama tarafından belirlenen bu ilişkiler, diğer alanlardaki sosyalist üretim ve dağıtım ilişkilerinden farklı değildir ve meta ilişkileri oluşturmamaktadır. Buna karşılık meta ilişkilerinden söz ederken asıl ele alınması ve meta ilişkilerinin kalıntısı olarak nitelenmesi gereken, kolhozların ürün fazlasının ve köylülerin kendi ürünlerinin pazara sunulmasıdır.

Öte yandan, sosyalizmin de ekonomik yasalardan bağımsız olmadığını vurgularken değer yasasının sosyalizmde de geçerli olduğunun ifade edildiği söz konusu tartışma içerisinde, ileriki döneme damgasını vurması nedeniyle daha fazla önem taşıyan bir yön, sosyalist üretimin bütünü için meta unsurlarına, değer yasasına belirleyicilik tanıma eğilimi belirmektedir. Bu yöndeki görüş ve önermelere ise Stalin, sözü edilen broşürde, meta ilişkilerini tüketim araçları ve kolektif çiftliklerin üretimi ile sınırlayan bir temelde karşı çıkmaktadır:

“Sosyalist sistemimizde üretim araçları meta olarak ... değerlendirilemez.” (Stalin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları, s. 53)

Meta ilişkilerinin varlığını kolhoz mülkiyetine bağlayan Stalin, sosyalizmden komünizmin üst aşamasına geçebilmenin koşulu olarak kolhozların grup mülkiyetinin ulusal düzeye çıkartılmasını ve meta ilişkilerinin yerini adım adım ürün değişimine bırakmasını savunmaktadır:

“biz, marksistler, sosyalizmden komünizme geçişin ve ihtiyaca göre ürünlerin dağıtılması komünist ilkesinin, her tür meta değişimini dıştaladığı ve dolayısıyla ürünlerin metalara dönüşmesini ve bununla birlikte, onların değere dönüşmesini dıştaladığı biçimindeki marksist görüşe bağlıyız.” (Stalin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları, s. 96)

“Kolektif çiftlik mülkiyetini kamu mülkiyeti düzeyine yükseltmek için, kolektif çiftlik ürün fazlası, meta dolaşımı sisteminden dışlanmalı ve devlet sanayisi ile kolektif çiftlikler arasındaki ürün değişimi sistemine katılmalıdır.” (Stalin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları, s. 97)

“Böyle bir sistem, meta dolaşımının işleme alanını daraltarak sosyalizmden komünizme geçişi kolaylaştıracaktır.” (Stalin, SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları, s. 98)

Meta ilişkilerinin ve değer yasasının işleyişinin sosyalizmde sınırlı olduğunu ve komünizme geçebilmek için bunların kaldırılmış olması gerektiğini savunan Stalin, bu nedenle MTS’lerin elindeki üretim araçlarının kolhozlara satılması önerisini de kabul etmiyordu. Ancak daha ilerideki dönemde sosyalizmde meta ilişkilerinin konumu üzerine tartışma, meta unsurlarının, değer yasasının üretim araçlarına, devlet işletmelerine uygulanmasına vardığı gibi, Stalin’in karşı çıktığı öneri de gerçekleşti, MTS’ler kaldırılıp tarım makineleri, traktörler kolhozlara satıldı. Stalin, sosyalizmin ekonomik yasalarının varlığı tartışması içerisinde beliren ve ileride sosyalizmi meta ekonomisi unsurlarıyla eklemlemeye, sosyalist üretim ve değişimin bütününü meta ekonomisi kategorileriyle tanımlamaya yönelen eğilime karşı durmuştu; ama meta ilişkilerinin sosyalizmdeki varlığını kalıntı olmaktan öteye genelleştiren, mutlaklaştıran ve ortadan kaldırılmalarını da komünizmin üst aşamasına geçişe bağlayan savunusuyla bir bakıma sosyalizmi meta ilişkileriyle, unsurlarıyla birleştirme eğilimine kapı açıyor, dayanak sağlamış oluyordu.

YENİ DÜZENLEMELER VE YÖNETİM

Sovyetlerde yönetime ilişkin olarak savaş döneminde devletin hukuki ve idari yapısında gündeme gelen değişiklikler, yürütmenin daralması ve merkezileşmesini getirmişti. Sovyetlerin savaşa girmesinden hemen önce, Stalin’in parti sekreterliğine ek olarak Halk Komiserleri Sovyeti Başkanı olması ile yürütme aygıtı ile parti aygıtının zirveleri tek elde birleşmişti. Savaşın başlamasının ardından, Halk Komiserleri Sovyetinin de üzerinde, tam yetkili organ olarak, Stalin’in başkanlığında Devlet Savunma Komitesi, GOKO’nun oluşturulmasıyla, yürütme işlevi bu üye sayısı sınırlı, küçük organda toplanarak daralmıştı. Bu gelişmeler, aynı zamanda Sovyet yönetiminde partinin ağır basan rolünün gerilemesi anlamına geliyordu.

Savaştan sonra ise, Sovyet yönetiminde, devlet aygıtının örgütlenmesinde yeni değişiklikler gerçekleşti. Savaşın sonunda GOKO kaldırıldı, silah üretimine yönelik bazı halk komiserlikleri tasfiye edilirken sivil üretime yönelik olarak birçok yeni halk komiserlikleri oluşturuldu. 1946 başında Halk Komiserliklerinin Bakanlık olarak adlandırılmaları işleyişlerini değiştirmezken, bakanlıkların bölünerek sayıca çoğaldığı çeşitli idari düzenlemeler birbiri ardına sürdü. Ekonominin gündelik yönetimini, daha çok ekonomik uzman niteliği taşıyan bakanlar gerçekleştirirken bir sanayi kolundaki birkaç bakanlık gruplandırılıp Politbüro üyelerinden birinin gözetimine verilmekteydi. Parti aygıtının mutlak belirleyicilik yerine hükümet aygıtı ile birlikte varolduğu durumu çeşitli reorganizasyonlar da özünde değiştirmezken, Malenkov’un 1946’da üyeliğinden çıktığı Sekreterliğe 1948’de tekrar dönmesinin ardından, Sekreterliğin yeniden işkollarına göre bölümleri kuruldu. Savaş döneminin ardından yeniden inşa döneminde –büyük atılımın ardından konsolidasyon döneminde partinin 1934’teki On Yedinci Kongresinde gerçekleştirilene benzer bir biçimde– Sekreterliğin Ağır Sanayi, Planlama, Maliye ve Ticaret, Hafif Sanayi, Ulaştırma gibi bölümlerinin kurulması, ekonominin gelişimine, üretkenliğinin artırılmasına yoğunlaşılmasını yansıtıyordu.

Savaş sonrası hızlı bir yeniden inşa ile savaşın yıkımı giderilmişti. Ancak 1950’den itibaren gelişen soğuk savaş yeniden kaynakların askeri harcamalara ayrılmasına, işgücünün silahlı kuvvetlere kaydırılmasına neden oluyordu. Silahlı kuvvetlerin 1948’de 2 milyon 874 bin olan mevcudu, hızla büyüyerek 1955’te 5 milyon 763 bine kadar çıktı. Bütçede askeri harcamaların payı da 1950’de yüzde 19’a, 1951’de yüzde 21’e ve 1952’de yüzde 24’e yükseldi. Giderek soğuk savaş ve silahlanma yarışı tırmanırken, 1951’den itibaren başlayan dönemi kapsaması gereken Beşinci Beş Yıllık Plan, Ekim 1952’de On Dokuzuncu Kongrede kabul edildi. Üretimin askeri amaçlara kaydırılmasının sivil amaçlı üretimi yavaşlattığı bu koşullarda, 1955’e kadar olan beş yıllık plan döneminde, sanayi üretiminde, bir önceki plan dönemine göre daha düşük bir hıza karşılık gelen yüzde 70 oranında bir artış hedefleniyordu.

Partinin On Dokuzuncu Kongresi, 13 yıllık bir aradan sonra toplanmıştı. İki kongre arasındaki olağanüstü uzun süre, demokratik işleyişlerin ortadan kalkmasının olduğu kadar, savaş döneminde partinin yönetici rolündeki gerilemenin de bir göstergesiydi. Artık 73 yaşına gelen Stalin’in yerine, kongreye, Merkez Komite raporunu Malenkov sunarken yeni tüzüğün açıklanması da Hruşçov’a düşmüştü. İsminden parantez içindeki “Bolşevik” nitelemesinin çıkartılmasına ek olarak partinin yapısında da değişiklikler gündeme geliyordu. Bunlar arasında en önde geleni Politbüro ile Orgbüronun kaldırılmaları ve bunların yerine –25 tam ve 11 yedek üyesiyle– oldukça geniş bir Prezidyumun oluşturulmasıydı; öte yandan sekreterlerin sayısı da dörtten ona çıkarılıyordu. Ayrıca parti programını revize etmek üzere, üyeleri arasında Stalin’in de bulunduğu bir komisyon kuruldu.

On Dokuzuncu Kongrenin gerçekleştirildiği ortam, soğuk savaşın ve savaş tehdidinin yeniden tırmandığı koşullardı. Öte yandan içte de Stalin’in mutlak iktidarı altında keyfi politik tutumların çoğaldığı, özellikle entelektüel alanın bu uygulamalardan ağırlıklı olarak payını aldığı bir sürecin ardından gerginlikler ve baskılar artıyordu. Kongreden bir süre sonra bir komplonun ortaya çıkarıldığı ve –Yahudi örgütleri aracılığıyla ilişki kurdukları Amerikan istihbarat servisinin ajanları olmakla suçlanan– bir grup doktorun Jdanov’u katlettiklerini itiraf ettikleri açıklanıyordu. Pravda’da, yine, sınıf mücadelesinin ölmediği, ilerlendikçe halk düşmanlarının mücadelelerinin yoğunlaşacağı, artacağı görüşleri tekrarlanıyordu. Gelişmeler ‘büyük temizliğe’ giden süreçte yaşananları hatırlatıyordu. Daha sonra Hruşçov Yirminci Kongredeki konuşmasında, On Dokuzuncu Kongrede geniş Prezidyum oluşturulmasını, Stalin’in eski Politbüro üyelerini kendisini destekleyecek daha az tecrübeli kişilerle çevreleyerek tasfiye etme amacına bağlamış ve tasfiye edilmek istenenleri de Molotov, Mikoyan ve Voroşilov olarak saymıştı.

5 Mart 1953’te Stalin’in ölümü, parti ve Sovyet ileri gelenlerinin muhtemel tasfiyesi açısından, durumu belirleyici biçimde değiştirdi; suçlanan doktorlar grubu, Stalin’in ölümünün hemen ardından aklanıp sahte itirafları hazırlayan görevliler infaz edilirken, 1930’ların sonundaki gibi bir kanlı temizlik dalgası gündemden kalktı. Haziran 1953’te, güvenlik aygıtının başı Beria’nın, eskiden olduğu gibi yine emperyalist ajanlığıyla suçlanarak tutuklanıp infazı –ironik bir biçimde– kanlı temizlik politikalarının sonunu simgeliyordu. Beria’nın ardından tasfiyeler gerçekleştirilen güvenlik aygıtı, Mart 1954’te, İçişleri Bakanlığı (MVD) ve Devlet Güvenliği Komitesi (KGB) olarak bölünüp ekonomik işletmeleri de normal ekonomik bakanlıklara devredilerek gücünün azaltıldığı, zayıflatıldığı bir konuma çekildi.

STALİN SONRASI ARA DÖNEM

Stalin’in keyfilik ölçüsünde kişisel nitelik taşıyan iktidarı, onun parti, devlet ve güvenlik aygıtlarının başında bulunmasına, bu üç aygıtı da doğrudan, birey olarak sevk ve idare etmesine dayanıyordu. Stalin’in ölümünün, kişisel yanı ağır basan bu iktidar yapısında neden olacağı boşluğa karşı, parti ve devlet yönetiminde yeni düzenlemeler gerçekleştirildi. 7 Mart 1953’te Merkez Komite Plenumu, SSCB Bakanlar Kurulu ve Yüksek Sovyet Prezidyumu ortak kararı olarak açıklanan düzenlemelerle, hem Bakanlar Kurulunda hem de Merkez Komite Prezidyumunda ve Sekreterlikte değişikliklere gidildi. Bakanlıklar birleştirilip sayıları azaltılırken Bakanlar Kuruluna başkanlık etmek üzere, Bakanlar Kurulu Başkanı olarak Malenkov ve Birinci Başkan Yardımcıları olarak Beria, Molotov, Bulganin ve Kaganoviç’ten oluşan bir Prezidyum kuruldu. Partinin Merkez Komite Prezidyumu ise, Malenkov, Beria, Molotov, Voroşilov, Hruşçov, Bulganin, Kaganoviç, Mikoyan, Pervuhin ve Saburov’dan oluşmak üzere küçültüldü. Bir hafta sonra, kolektif önderlik vurguları ile birlikte, Malenkov sekreterlik görevinden çıkıp Sekreterlik Hruşçov, Suslov, Pospelov, Şatalin ve İgnatyev’den oluşuyor; böylece Malenkov’un devlet aygıtının başında kalıp parti aygıtının başından ayrılmasıyla Stalin’in kendi şahsında iki aygıtın tepelerini birleştirmesi uygulaması son buluyor ve bu anlamda da parti ve devlet aygıtları yeniden birbirlerinden ayrılıyordu. Öte yandan sayıları azaltılan bakanlıkların karar verme yetkileri de artırılıyordu.

Stalin’in ölümünden sonra Malenkov’un öne çıktığı bir kolektif önderlik oluşurken sosyalist inşa döneminden beri üretim araçlarına öncelik tanıyan tutumun yerine ağırlığı tüketim araçlarına kaydıran bir eğilim kendisini gösteriyordu. ‘Tüketici yandaşı’ yaklaşım çerçevesinde, Nisan 1953’te perakende fiyatlarında ortalama yüzde 10 indirim yapıldığı gibi, ortalama ücretlerde yüzde 3 artışa ek olarak, 1952’de 36 milyardan 1953’te 13 milyara düşürülen tahvil satışları, satın alma gücünü yüzde 8 artırdı. Malenkov’un ‘güçlü bir ağır sanayinin yaratılmasının başarılmış olması temelinde tüketim araçları üretiminin geliştirilmesinin hızlandırılması’ savunusuna uygun olarak, 1953’te, ilk defa, tüketim araçları üretiminin artışı üretim araçları üretiminin artışını geçti, tüketim araçları üretimi yüzde 13, üretim araçları üretimi yüzde 12 arttı.

Stalin’in ardından ‘kolektif önderlik’, ‘tüketiciye’, halka, kitlelere seslenen, taban kazanmaya çalışan ‘popüler’ yönelimlere girerken tarım alanında benzer yönde bir tutum değişikliği, Hruşçov’un Eylül 1953’teki –kendisinin Birinci Sekreter olarak nitelendiği– Merkez Komite plenumunda yaptığı konuşmadaki önerilerinde somutlanıyordu. Bu doğrultuda, tarım ürünleri fiyatlarında belirgin artışlar yapıldığı gibi, köylülerin özel tarımları üzerindeki vergiler ve zorunlu teslimatlar da azaltıldı. Üretimin planlanmasında da merkeziyetçilik zayıflatılıp yerel koşullara daha fazla ağırlık vermek üzere kolhozların inisiyatifi artırıldı. Öte yandan köylülerin özel tarıma daha çok yönelmesinin engellenmesi ve plan doğrultusunda kolektif üretim artışının sağlanabilmesi için, kolhoz yönetimlerinin üyelerini çalıştırma yetkileri artırıldı; partinin denetimini güçlendirebilmek için ise, kırsal parti örgütlerinin MTS’lere sekreter ataması kararlaştırıldı.

Tutum değişikliği ile birlikte, başta hayvancılık, tarım üretiminin büyük ölçüde artırılması hedeflenmişti. Ancak özellikle yem yetersizliğine bağlı olarak hedeflenen üretim artışları sağlanamayınca, Hruşçov, Şubat 1954’te yapılan Merkez Komite plenumunda yeni toprakların ekime açılması önerisini getirdi. Bu doğrultuda gerçekleştirilen ve 1953-56 arası 350 bin gönüllünün doğuya gittiği büyük kampanyada, Kanada’nın toplam tarım alanı kadar, 36 milyon hektar bakir alan tarıma açılıp 425 yeni sovhoz kuruldu. Tarım makineleri ve benzeri kaynaklar eski alanlar yerine yeni alanlara yönlendirilirken, yeni topraklarda tarım, büyük ölçüde devlet çiftlikleri tarafından gerçekleştiriliyordu. Ekime açılan yeni topraklarda hemen hemen bütünüyle buğday yetiştirilirken Hruşçov, Ocak 1955’te Merkez Komite plenumuna, yeni toprakların ekime açılmasıyla artan buğday üretimi sayesinde, eski topraklarda –yem olarak kullanılmak üzere– mısır üretiminin artırılmasını öneriyordu.

Ekonomide, gelirlerdeki yüksek artışlar, tüketim araçları üretimine ağırlık verilmesi, diğer yandan sanayinin büyümesi ve silahlanma ihtiyaçlarının sürmesi ve bunların aralarındaki gerilimlerin neden olduğu sıkıntılar ile bu temelde ağır sanayinin, üretim araçları üretiminin önceliğinin tanınmaması konusunda yöneltilen eleştiriler sonucunda Malenkov, Şubat 1955’te Bakanlar Kurulu Başkanlığından ayrılmak zorunda kaldı. Malenkov’un geriye itilmesi, tarım politikalarıyla ileri çıkan Hruşçov’un öne geçmesi anlamına geliyordu. Üretim araçları üretimi yerine tüketim araçları üretimine ağırlık verilmesine tepkiler, Malenkov’un görevden alınarak liderliğe Hruşçov’un geçmesine neden olmuştu. Ama aslında, daha sonraki gelişmelerin de açıkça gösterdiği gibi, Hruşçov da tüketim araçları üretimine ağırlık veren tutumların savunucusuydu. Bu anlamda, önderlikte meydana gelen değişiklik, tüketim araçları üretimi yerine yeniden üretim araçları üretimine ağırlık verilmesini değil, parti aygıtının yönetim ve devlet aygıtı üzerinde tekrar üstünlük kurmasını simgeliyordu. Haziran 1957’de ‘tutuculukla’, ‘parti çizgisine karşı eski yöntemleri savunmakla’ suçlanan Malenkov, Kaganoviç ve Molotov’un ‘parti karşıtı hizipçilik’ gerekçesiyle Merkez Komite’den, dolayısıyla aynı zamanda Merkez Komite Prezidyumundan atılmalarından sonra, Merkez Komite Prezidyumunun üyelerinin üçte ikisini tam zamanlı Merkez Komite sekreterleri oluşturuyordu. Böylece Hruşçov’la birlikte parti aygıtı, aynı zamanda partinin en üst politika oluşturma organı Prezidyumda da kesin bir üstünlük kurarak hakimiyetini tamamlıyordu. Bu süreçte, Hruşçov’un hakimiyetine paralel olarak, temsil ettiği politikalar kısıtsız biçimde uygulamaya konuyordu.

Hruşçov liderliğinin temsil ettiği politik değişikliğin en belirgin biçimde gerçekleştiği dönüm noktası, Şubat 1956’da toplanan SBKP Yirminci Kongresiydi. Stalin’i eleştirdiği gizli konuşmasından öteye, Hruşçov’un Yirminci Kongrede ileri sürdüğü bir dizi tez ve alınan kararlar partinin politik çizgisinde köklü bir değişime karşılık geliyordu. Tüketim araçlarına ağırlık verilmesi, yaşam koşullarının iyileştirilmesi yönelimi temelinde, dogmatizme karşı çıkıp pratik yararları gözetmek adına, yakın çıkarlar uğruna aslında nihai çıkarları gözardı eden bir çizgi, reformist bir revizyonizm ortaya çıkıyor, partide hakim oluyordu. Sovyetler Birliğinde komünist toplumun inşası aşamasına geçildiği iddiasındaki sosyal-reformist akım, emperyalizmle ilişkiler, devrim ve sosyalizme geçiş, sosyalizm mücadelesi ve sosyalizm uygulamalarında uluslara özgü farklı yollar gibi konularda vurgu ve görüş değişiklikleriyle kendini gösteriyordu. Emperyalizm koşullarında savaşların kaçınılmazlığı saptamasını terk eden yeni çizgi, barış mücadelesini öne koyuyor, sosyalizm ile kapitalizmin barış içinde birlikte yaşarken ekonomik rekabetle emperyalist ülkelerin üstesinden gelmeyi hedef alıyordu. Öte yandan her ülkede sosyalizm mücadelesinin farklı yollar izleyeceği vurgusuyla sosyalizmden milliyetçi yönde sapmalar teşvik ediliyor, barışçı geçiş, kapitalist olmayan kalkınma yolu gibi tezler devrimci seçeneklerin yerine geçiriliyordu.

İşçi sınıfının sosyalizm mücadelesi açısından bir dizi kritik konuda komünizmin evrensel teorisine dayanan ilkelerinden uzaklaşarak revizyonizmin hakim kılınmasıyla parti politikasında köklü bir değişikliğin damgasını vurduğu Yirminci Kongrede –aynı zamanda bu ideolojik değişikliğin de bir yansıması ve göstergesi olarak– yeni bir parti programı hazırlanması da kararlaştırıldı. Ayrıca planlama çalışmasının küçük bir grup görevliyle sınırlanmasına yönelik eleştiri temelinde, taslağı yaygın tartışmalar açılarak hazırlanan Altıncı Beş Yıllık Plan, yine bu kongrede benimsenmekle birlikte, bu plan, başarısızlığı nedeniyle, bir yıl içerisinde gözden geçirilmeye karar verilip sonra da terk edildi. Yirminci Kongrede bütünlüklü bir biçimde ortaya çıkan politik çizgi, ardından gelen dönemde ekonomideki piyasacı reformlardan dünya ölçeğinde ilişkilere kadar çeşitli uygulamalarda belirleyici olduğu gibi, Yirminci Kongre de, SBKP tarihinde, komünizmin evrensel çizgisinden uzaklaşılarak açıkça revizyonizmin hakim olmasını simgeleyen bir öneme sahip oldu.

PARTİNİN DEĞİŞEN NİTELİĞİ VE ROLÜ

Partide açıkça komünizmin evrensel ilkelerinden uzaklaşılıp revizyonist bir çizginin hakim olması, işçi sınıfının sosyalist iktidarı olarak oluşan Sovyet iktidarının, sonunda yıkılmasıyla sonuçlanan bozulması sürecinde yeni bir aşamaya ve bir dönüm noktasına karşılık geliyordu. Bu aşama kendisinden önceki sürecin ürünü olduğu gibi, Sovyet iktidarının daha sonraki gelişimi ve kaderini belirledi. İşçi sınıfının yabancılaşması açısından bir üst düzeyi ifade eden ideolojik bozulma ve revizyonist çizginin hakimiyeti, sürecin tıkanması ve yıkılmayla sonuçlanmasında da önemli ölçüde etkili oldu.

Revizyonizmin hakimiyetine alanı açan, sosyalist ideolojik egemenlikteki gerileme, tahribat ve işçi sınıfının ideolojik yabancılaşmasıydı. Özellikle savaş döneminde, bütün çabalar savaşı kazanmaya yöneltilirken, başta milliyetçilik olmak üzere eski değer yargılarına başvurulmuş, çeşitli burjuva ideolojik unsurlar güç kazanmıştı. Bireysel boyuta daralmış iktidarın keyfi politik tutumları, savaş sonrası dönemde, bilim ve sanat alanına da keyfilik, tek yanlılık ve baskılar biçiminde yansırken bu dönemi, entelektüel durgunluk karakterize ediyordu. Edebiyattan felsefeye, genetikten dilbilimine, tarihten ekonomiye kadar hemen her entelektüel alana yönelen baskılar düşünsel gerilemeye ve ideolojik boşluğa neden olmuştu. Revizyonizmin hakimiyeti, bir açıdan, sosyalist ideolojik gerilemenin yarattığı bu ideolojik boşluğun doldurulmasıydı.

Hruşçov’un liderliğinin simgelediği revizyonizmin hakimiyeti, aynı zamanda, partinin yönetimde yeniden baskın biçimde etkin olmasına karşılık geliyordu. Savaştan önceki dönemde, terör dalgasıyla parti ve devlet yöneticisi geniş bir kesim tasfiye edilmiş, yönetim bireysel boyuta daralarak Stalin’in elinde toplanmıştı. Savaş döneminde, Stalin parti sekreterliğine ek olarak Halk Komiserleri Konseyi Başkanlığını üstlenmiş, parti ve devlet yönetimi Stalin’in şahsında resmen birleştirilirken partinin yönetimdeki yeri geriye itilmişti. Bu açıdan Stalin sonrası dönemde Hruşçov’un partinin Merkez Komite Birinci Sekreteri olarak Malenkov, Molotov, Kaganoviç ve diğerleri karşısında liderlik konumuna geçmesi, aynı zamanda partinin de, yönetimde bir açıdan eskisine benzer biçimde hakim olmasına karşılık geliyordu. Ama bu arada, partinin kendisi de geçen süre içerisinde belirgin ve önemli bir değişim geçirmişti.

Savaştan önce, ‘büyük temizlikte’ daralmış, küçülmüş ve bileşimi içerisinde gençlikten yetiştirilen yeni aydın kesimin ağırlığı artmış olan parti, özellikle savaş sırasında sürdürülen üye alımı kampanyalarıyla hızla büyüdü. Yeni üye alımlarında, savaş sırasında askerlere, savaştan sonra da fabrika işçilerine ve kolektif çiftçilere ağırlık veriliyordu. Askerde komünist olan köylülerin köylerine dönmeleri ve diğer yandan da kolhozların birleştirilerek sayıca azaltılmaları gibi nedenler, komünist hücreye, taban örgütüne sahip kolhozların oranının az da olsa artmasını sağladı. Öte yandan bu dönemde fabrika ve kolhoz çalışanı olan parti üyelerinin sayısı da artmakla birlikte, bunların önemli bir kısmı idari olarak sorumlu ve yetkili konumlarda bulunmaktaydı.

Partinin 1941’de 3 milyon 877 bin olan adaylarla birlikte toplam üye sayısı, savaştaki kayıplara rağmen, 1945’te 5 milyon 760 bin, 1947’de 6 milyon 300 bin, 1952’de 6 milyon 882 bin, 1956’da 7 milyon 216 bine çıkmıştı. Parti üyelerinin dörtte üç gibi büyük bir çoğunluğu partiye savaşta ve savaş ertesinde katılmış olmasına rağmen parti yönetimi büyük ölçüde sabit kaldı. 1952’deki On Dokuzuncu Kongrede, delegelerin yüzde 80’i partiye savaştan önce katılmış, Merkez Komitesine seçilenlerin ise yüzde 61’i on üç yıl önce 1939’daki On Sekizinci Kongrede de bu göreve seçilmişti. Yeni üyeler arasında doğrudan üretimde yer alanların oranı artmakla birlikte, yeni aydın tabaka parti yönetiminde egemenliğini koruyordu. 1956’daki Yirminci Kongre delegeleri arasında partiye savaştan sonra katılanların oranı yalnızca yüzde 13 iken, yaşı kırkın üzerinde olan delegelerin oranı da 1952’de yüzde 76’dan 1956’da yüzde 89’a çıkmıştı.

İşçi sınıfı saflarından, tezgah başından alınarak yönetici konuma getirilen kesimin tasfiye edilip yerlerine gençlikten eğitilen aydın tabakanın geçirildiği büyük temizliğin ardından, 1939’daki On Sekizinci Kongre sırasında, parti, daralmış, beyaz yakalı, aydın kesimin oranı, konumu güçlenmiş, parti yönetimi büyük ölçüde yenilenmiş bir durumdaydı. Buna karşılık 1952’de On Dokuzuncu Kongre toplandığında parti, doğrudan üretimde yer alan işçi ve kolektif çiftçi üyeler de kazanarak kat kat büyümüş, ancak yönetimi ise değişmemiş, büyük oranda aynı kalmıştı. Bu süreçte parti yapısal bir değişim geçirmiş, yeniden sınıf içinde gelişmiş, saflarını genişletmiş ama yönetiminde gençlikten yetiştirilen eğitimli, beyaz yakalı kesimin etkinliği korunmuştu.

Böylece sonuçta, organik bileşimi açısından parti içinde tabanı ile tavanı arasında bir ayrım ortaya çıkıyor, parti kitleselleşip işçileri, köylüleri içeren bir kitle tabanına sahip olmakla birlikte, bu kitle tabanı, yönetimi, partiyi belirlemekten uzak kalıyordu. Parti yönetimindeki, maddi ayrıcalıklar kazanarak bürokrasiyi oluşturan kesim de, tabanı genişletilerek kitleselleşen partiyi kendi iktidarının aracına dönüştürmekteydi. Bu anlamda, Stalin sonrası dönemde partinin yeniden yönetimdeki eski konumunu kazanması, aynı zamanda maddi ayrıcalıklı bürokrasinin hakimiyetini, iktidarını ifade ediyordu. 1956’daki Yirminci Kongre sırasında da, parti, artık yönetimini elinde tutan bürokrasinin partisi ve iktidar aracıydı; bu durumda, partinin tabanını oluşturan kitlelerin işlevi ise, bürokrasinin iktidarına destek sağlamakla sınırlıydı.

DÖNEMİN SOVYET İKTİDARININ BÜROKRATLAŞMASINDAKİ YERİ

Sovyet iktidarının oluşumundan yıkılışına kadarki tarihi içerisinde, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı ve ardından gelen dönem, revizyonizmin hakimiyeti ve maddi ayrıcalıklı bürokrasinin iktidarına giden koşulları hazırlaması açısından önem taşır. Bir bütün olarak Sovyet tarihi, işçi sınıfının sosyalist egemenliği niteliği taşıyan iktidarın bu niteliğini adım adım kaybetmesinin ve bozulup yıkılmasının tarihidir. Bu tarihin çeşitli dönemleri de, Sovyetlerin çöküşüyle sonuçlanan sürecin, işçi sınıfı iktidarının özelliklerinin birer birer bozulmasına karşılık gelen aşamalarını oluşturur. Süreç boyunca her aşamada ortaya çıkan sorunlar ve sakatlıklar, daha önce oluşmuş olanların üzerine eklenerek kusurların birikmesine ve bozulmanın ilerlemesine neden olduğu gibi, ileriki dönemlerde yeni aksaklık ve hataların gelişmesine de zemin hazırlamıştır.

İşçi sınıfı iktidarının yıkılmasına varan bozulma sürecine yol açan etkenler, neden - sonuç ilişkileri içerisinde geriye doğru incelendiğinde, başlangıç noktası olarak, Ekim sosyalist devrimini gerçekleştirirken işçi sınıfının taşımakta olduğu eksiklikler ele alınmak durumunda olur. Komünist öncüsü olarak Bolşevikleri de içerecek biçimde değerlendirildiğinde, bir bütün olarak işçi sınıfının, Ekim Devrimini gerçekleştirerek sosyalist iktidarını kurmayı başardığı, ama bu iktidarını sınıfın yığınlarının günlük yönetim işlerine katılıp yerine getirdiği bir işçi sınıfı demokrasisi biçiminde sürdürmekte yetersiz kaldığı saptaması öne çıkar. Bolşevikler, bu eksikliği görmelerine ve gidermek için çaba harcamalarına rağmen bunu başaramadıkları gibi, iç savaş sırasında yönetimin sınıfın bütünü yerine öncü kesimiyle, partiyle sınırlı kalması karşısında, durumu kabullenme eğilimine girmişler; NEP döneminde de, parti ile devletin çakışması yerleşiklik kazanmıştır. Yönetimin işçi sınıfının yığınları yerine onun adına bir kesime daralması süreci sonraki dönemlerde daha da ilerlemiştir. Bunun sonucunda, yönetim, sosyalist inşa döneminde, yönetime katılımda eşitsizliğin sınıfın genelinden öncüsüne, komünist partisine yansımasıyla, parti aygıtına ve konsolidasyon döneminde de, ‘büyük temizliğin’ ardından, Stalin’in şahsına kadar daralmıştır. Her bir dönemde birbiri üzerine eklenen, söz konusu kusur ve bozulmalar zinciri, geçilecek bütün aşamalar ve varılacak sonuç anlamında, elbette baştan belirlenmiş, otomatik bir süreç değildir. Ama açıktır ki, oluşan, yerleşiklik kazanan her eksiklik, kusur, yanlışlık, bunlara yenilerinin eklenmesi için ortamı hazırlamış, kolaylaştırmıştır. Bu biçimde, işçi sınıfının, –sınıf adına yönetimin sınıfın yığınlarından giderek uzaklaşmasıyla her aşamada biraz daha üst boyutlar alan– siyasi yabancılaşması da, savaş ve sonrasındaki ideolojik yabancılaşmasının zeminini yaratmıştır.

İkinci Emperyalist Savaş sırasında Sovyetler, güçlü düşman saldırısı karşısında büyük bir maddi yıkım yaşamış, sanayi temelini taşıyıp yeniden kurma ve savaşı kazanma doğrultusunda kahramanca bir çabaya girişmişti. Ancak bu arada, her şeyi savaş çabalarına tabi kılarken kitleleri seferber etmek adına burjuva ideolojisine taviz verilen yöntemlere başvurulmuş, başta milliyetçilik, burjuva değerler öne çıkmıştı. Bu anlamda, savaşın manevi kayıpları, maddi kayıplarından önemsiz olmadı. Partinin yönetimdeki konumunun gerilemesinin yanısıra toplumda sosyalist ideolojik egemenliğin zayıflaması, savaşın ardından gelen dönemde de sürdü. Sosyalist ideolojik egemenlikteki boşluk ve burjuva ideolojisinin gelişmesi ise, revizyonizmin gelişmesi ile bürokrasinin hakimiyetinin zeminini oluşturdu.

Sosyalizmde meta ilişkilerinin konumu üzerine tartışma da bu yöndeki gelişmelere işaret ediyordu. Sosyalizmi, bütün bir inşa sürecinde olduğu gibi meta ilişkilerinin tasfiyesine bağlı olarak tanımlamak yerine, meta ilişkileri temelinde tanımlama eğilimine Stalin, ancak meta ilişkilerinin varolan kalıntılarına dayanan ve bunları genelleyen bir konumdan karşı çıkıyordu. Bu zayıf ideolojik tutum, bir açıdan sosyalizmi meta ilişkileriyle eklemleme eğilimine kapı açtığı gibi, ileriki dönemde, bu eğilim, revizyonizmin hakimiyetiyle birlikte yeniden öne çıktı ve ağır bastı.

Revizyonizmin hakimiyeti, toplumda sosyalist ideolojik egemenliğin kırılmasına, ideolojik egemenliğin işçi sınıfından uzaklaşmasına, işçi sınıfının ideolojik yabancılaşmasına karşılık geliyordu. İşçi sınıfının ideolojik yabancılaşması ise, siyasi yabancılaşmasına dayanıyordu. İşçi sınıfının yığınlarının yönetime katılmadığı, uzak durduğu, yönetimin onlar adına sürdürüldüğü koşullarda, sosyalist ideolojik egemenliğin kitlesel tabanı, dayanağı da, zayıflıyor, ortadan kalkıyordu. İşçi sınıfının siyasi yabancılaşmasına yol açan sürecin başlangıcında, sınıfın kendi devletini ve toplumu yönetiminin yığınsal biçimde gerçekleştirilmesinin başarılamaması, yığınların yönetime katılımdan uzaklaşması, yönetimin partinin elinde toplanmasına ve giderek sınıfın öncüsünün –henüz bu bir maddi ayrıcalığa karşılık gelmese de– siyasi ayrıcalıklı bir kesim olarak sınıfın yığınlarından ayrılmasına neden olmuştu. Bu sırada eski burjuva toplumundan devralınan bürokrasi, maddi ayrıcalıklar tanınarak denetim altında çalıştırıldığı gibi, NEP döneminden sosyalist inşaya geçilirken tasfiye edilip işçi sınıfından yetiştirilen yönetici kesimle yenilenmişti. Ancak sınıfın bir bütün olarak yönetimi gerçekleşmediği, sınıf içerisindeki yöneten - yönetilen ayrımı giderilmeyip aksine yerleşiklik kazandığı, yönetim sınıfın bir kesiminin ayrıcalığı olarak kaldığı sürece, eski bürokrasinin tasfiyesi ve işçi sınıfından yeni yöneticiler yetiştirilmesi de bürokratlaşma sorununa kalıcı bir çözüm oluşturmuyordu. Bu çerçevede, konsolidasyon döneminde beliren, sosyalist inşanın kazanımlarından yararlanarak rahatlama, istikrar talebi, siyasi ayrıcalık sahibi yönetici kesimin konumunu, maddi ayrıcalıklarla tamamlama ve kalıcılaştırma eğilimine karşılık düşüyordu. Yeniden fedakarlıklar, baskı ve zorlamalara başvurulması doğrultusundaki yönelimin büyük terör dalgasıyla hakim olması ise, bütün bir yönetici kesimin tasfiyesine, yönetimin bireysel boyuta kadar daralmasına ve gençlikten yetiştirilen yeni aydın tabakanın uzman, yönetici konumlara getirilmesine karşılık geldi.

Kanlı ‘büyük temizlikle’, bir bakıma, yönetim ayrıcalığına sahip kesimin maddi ayrıcalıklı bir tabakaya dönüşümü, bu anlamıyla bürokratlaşma, şiddet yoluyla engellenmişti. Ama sosyalizmin çıkarlarının korunmasını, sınıfın kitleleri yerine, ‘sosyalizmin bekçisi’ olarak bireysel omuzlara yükleyen bu gelişme, aslında işçi sınıfının yabancılaşmasını artırarak bürokratlaşmaya karşı mücadeleyi sınıfsal temelinden yoksun bırakıp zayıflatıyordu. Bu temelde, savaş döneminde, yürütmenin daralıp devlet ve parti aygıtlarının Stalin’in şahsında birleştirilmeleri ya da burjuva değer yargılarına başvurarak sosyalist ideolojik egemenliğin yıpratılması gibi gelişmeler, işçi sınıfının siyasi ve ideolojik etkinliğini, inisiyatifini daha da zayıflatarak karşıt yönelimler için alan açtı, boşluk yarattı. Bu sırada, yönetimdeki rolü nispeten gerilemiş olan partide, gençlikten yetiştirilen yeni aydın tabakanın ‘büyük temizliğin’ ardından ağır basan konumu sürüyordu. Partinin hızla büyümesi, işçi ve kolektif çiftçi tabanı üzerinde kitleselleşmesi de bunu değiştirmedi; ‘elit’ kesim parti yönetimindeki hakimiyetini korurken partinin genişleyen tabanı bu kesimin kitlesel desteğini oluşturuyordu. Bu yüzden, yine ‘gevşeme’, ‘refah’, ‘istikrar’ gibi taleplerde ifadesini bulan maddi kazanımları koruma, edinilen konumları kalıcılaştırma, maddi ayrıcalık kazanma eğilimleri partide gelişirken, Stalin’in ölümünden sonra yönetime ilişkin yeni düzenlemelerle partinin yeniden etkin konuma gelmesi, maddi ayrıcalıklı tabaka olarak bürokrasinin iktidarı anlamına geldi.

Bürokrasinin iktidarı kendisini revizyonizmin hakimiyeti olarak gösterdi. Komünist Parti ve Sovyet iktidarında hakim olan yeni çizgi tarafından, açıkça komünizmin evrensel ilkeleri terk edilerek sosyalist inşa ve komünist toplumdan dünya işçi sınıfının tek tek ülkelerdeki devrimlerine kadar her alanda, işçi sınıfının komünizm mücadelesinin bütünlüklü çıkarlarından uzaklaşan, reformist, sınıf uzlaşmacı politikalar ileri sürüldü. Bürokrasinin iktidarı ve izlediği revizyonist politikalar, ileriki dönemlerde Sovyetlerin tıkanması ve sonunda yıkılması açısından belirleyici önemde oldu.

KAYNAKÇA

J. V. Stalin, Economic Problems of Socialism in the USSR (SSCB’de Sosyalizmin Ekonomik Sorunları), Foreign Languages Press, Peking, 1972

EKİM 2005

11

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ