Yaşanan sosyalizm deneyimlerini açıklayarak sosyalist devrim teorisini geliştirmek, hedeflenen komünizmi daha kesin çizgilerle belirginleştirmek için gereksinilen çözümleme, Ekim Devriminin ürünü yapının, sosyalizm deneyiminin özelliklerinin saptanmasının yanısıra, Ekim Devriminin kendisinin niteliğinin ve bu devrimin nesnel ve öznel koşullarının ele alınmasını da içermek durumundadır.
SÜHA ILGAZ
Ekim Devrimi, kazanımlarıyla, ürünü olarak kurulan toplumsal yapıyla, yeryüzünün siyasi olarak yeniden biçimlendirilmesiyle bütün bir yirminci yüzyıl dünya tarihini belirledi. Yenilgisiyle, kurulmasını sağladığı toplumsal yapının yıkılmasıyla, kayıplarla da şimdi yirmi birinci yüzyıl tarihini belirlemekte. Buna bağlı olarak, sosyalizmin bir toplumsal politik alternatif haline gelmesini hedefleyen çabalar, Ekim Devriminin, yol açtığı toplumsal yapının ve yenilgisinin bütünlüklü bir değerlendirilmesi ve açıklamasını gündemlerinin başına koymak zorunda.
Sosyalizmin yeniden yığınsal alternatif olabilmesi, Ekim Devrimiyle girişilen sosyalizm deneyiminin değerlendirilmesini, neyin ve neden yıkıldığının kitleler önünde açıklanmasını gerektiriyor. Sosyalistlerin bu sorunun cevabına sahip olmaları bu açıdan bir zorunluluk. Yenilgiden ders çıkartmadan zafer kazanmak mümkün olmadığı gibi, yaşanan sosyalizm deneyiminin eksik, kusur ve hatalarını kavrayıp kendi öne sürdükleri sosyalizm projelerinde bunları aşmadan, sosyalistlerin ne kendilerini ne seslendikleri kitleleri ikna etmeleri, sosyalizme kazanmaları da mümkün değildir.
Bu doğrultuda bu değerlendirme, marksizmin, sınıfların ortadan kaldırılması, sosyalist devrim üzerine temel önermelerine dayanarak tarihsel uygulamaları ele almalıdır. Koşullar ve gerçekleştirilenler sıralanıp bu pratik, teoride önerilmiş olanlarla karşılaştırılmalıdır. Bir taraftan teoriyle uyumlu olan pratik, teorik önermelerin doğrulanması olarak saptanırken, teoride önerilmiş olanlarla çelişen pratik de daha ayrıntılı olarak incelenmelidir. Teoriyle pratiğin bu çelişmesi, bazen teorinin, genel düzeyde kalmasına dayanan bir yetersizliğini, ayrıntılandırılarak geliştirilmesi gereğini gösterir. Bazen, koşulların zorlamasıyla geçici bir geri adım atıldığı anlamını taşır. Bazen belirleyici olmasa bile, hedeflerden uzaklaşmaya, sapmaya işaret eder. Belirli bir noktada ise, komünizm hedefine yönelmeyen, ona hizmet etmeyen, hatta ona karşı bir pratiği, diğer bir ifadeyle ihaneti ortaya koyar.
Bu anlamda, değerlendirmenin başlangıç noktası, önce teorideki önermeler, sonra pratikteki uygulamalardır. Teorik önermelerle çelişen pratik uygulamalar, dönemlerinde ileri sürülürlerken getirilen teorik izahlar da göz önünde tutularak incelenmelidir. Sonuçta, teorinin ayrıntılandırılmamışlıkları, yetersizlikleri, geçici geri çekilmeler, hedeften sapmalar, uzaklaşmalar, ilkesel tavizler, karşı-devrimci uygulamalar birbirlerinden ayırt edilmelidir. Tarihin yaşanmış olması, önermelerin yol açtıkları sonuçların da açıkça ortaya çıkması demektir. Bu bilgi, önermelerin değerlendirilmesi için eşsiz malzeme sağlar. Örneğin, belirli bir anda, iktidarın varlığını koruyabilmek için verilen bir taviz, onun karakterinin bozulmasına yol açıyorsa, söz konusu uygulamaya, iktidarın korunmasını tehlikeye atmak pahasına da olsa, başvurulamayacağı artık saptanabilir. Yaşanmış tarihle bu sonuç ortaya çıkıyorsa, içinde bulunulan anda ne kadar zorunlu görünürse görünsün, ilkelerin terk edilmesine karşılık gelen bir politika, ne pahasına olursa olsun, uygulanmamalıdır. Böyle saptamalara dayanarak da çözümleme, teoriyi, ayrıntılandırarak, geri çekilmelerin koşullarını daha iyi tanımlayarak, sapmaları, ilkelerden uzaklaşmaları daha kesin çizgilerle dıştalayarak, bunlara karşı mücadeleyi güçlendirecek biçimde geliştirerek zenginleştirmelidir.
Gereksinilen çözümleme, yaşanan sosyalizm deneyimlerini açıklayarak sosyalist devrim teorisini geliştirmeli, hedeflenen komünizmi daha kesin çizgilerle belirginleştirmelidir. Bu çözümleme, Ekim Devriminin ürünü yapının, sosyalizm deneyiminin özelliklerinin saptanmasının yanısıra, Ekim Devriminin kendisinin niteliğinin ve bu devrimin nesnel ve öznel koşullarının ele alınmasını da içermek durumundadır. Ekim Devriminin niteliğinin değerlendirilmesinin başta gelen yanı, gelişimiyle, sınıflar mücadelesinde temsil ettiği yerle, harekete geçirdiği kitlelerle ve gerçekleştirdikleriyle bu devrimin sınıfsal karakterinin saptanmasıdır. Bu açıdan, onun işçi sınıfının eseri olduğu ve aynı zamanda da komünizmin önderliğinde gerçekleştiğinin ortaya konması özellikle önem taşır. Bu da, bir yandan Rusya’da işçi sınıfının, maddi ve manevi gelişiminin, sınıf mücadelesine, devrime katılımının, diğer yandan da onun devrimde önderi Bolşevik Parti’nin doğuşunun, biçimlenmesinin, ideolojik, politik, örgütsel gelişiminin ve işçi sınıfının önderliğini kazanmasının üzerinde durmayı gerektirir.
On dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçilirken Rusya’da, bir yandan emperyalist bir nitelik kazanırken, birçok diğer yandan da geri özellikler taşıyan bir kapitalizm vardı. Sosyo-ekonomik yapı büyük ölçüde kır ağırlıklıydı, nüfusun altıda beşi tarımla uğraşıyordu. Serflik biçiminde toprağa bağımlılık daha ancak 1861’de kaldırılmıştı. Köylüler büyük oranda az topraklı ya da hiç topraksızdı, toprak beylerine bağımlılıkları başka biçimler altında sürüyordu.
Çarlık, feodalitenin burjuvaziyle uzlaşmasını temsil eden bir devletti. Ağır bir baskı, zulüm ve terörle hakimiyetini sürdürüyordu. Aynı zamanda sömürgeci bir devletti. Kendi halkının, ezilenlerin yanısıra çeşitli ulusları da kölelik zincirleri içinde tutuyordu, bir ‘uluslar hapishanesiydi’.
İşçi sınıfı oldukça küçüktü. Ama Rusya’da kapitalizmin Batı Avrupa’dan daha geç bir tarihte gelişmesine ve zamanının modern sanayisini geliştirmesine bağlı olarak ağır sanayide yoğunlaşmıştı. Bu yüzden örgütlenme yeteneği, toplumsal gücü ve ağırlığı, niceliğine oranla daha gelişkindi.
On dokuzuncu yüzyılın başından itibaren fabrika işçilerinin hareketleri görülüyordu. 1845’te hükümet grevcileri cezalandırmak için yasa çıkarttı. İlk işçi çevreleri 1870’lerin ortalarında oluştu. 1875’te Güney Rusya İşçileri Birliği, 1878’de Kuzey Rusya İşçileri Birliği kuruldu. Bunlar sendikal örgütlenmelerdi. Ancak Batı Avrupa’da bulunmuş, Sosyal-Demokrasiyle, marksizmle tanışmış işçiler, sosyalizmi taşımış, örgütlenmelerinin programına yansıtmışlardı.
İşçi hareketinin marksizmle diğer bir buluşması da kendi siyasi gelişimleri içerisinde marksizmi benimseyen devrimciler aracılığıyla oldu. Rusya’da devrimci hareketin tarihi, on dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren gözlenebilir. 1825’te Aralık ayaklanmasını düzenleyen Dekabristler, aristokrat kökenden gelen ama Çarlık despotizmine isyan eden devrimcilerdi. 1840’ların öne çıkan akımı radikalizm, aydınlanmacılık çizgisindeydi. 1860’lardan itibaren gelişen narodizm, halkçılık ise öncelikle aydın hareketiydi. Suikast düzenleyerek köylü ayaklanmasını başlatıp Çarlığı devirmek istiyorlardı. Suikastçı yöntemlerle başarılı olamayınca 1870’lerde kitleci bir çizgi benimsediler. Halkı, köylüleri bilinçlendirmek, devrimci mücadeleye yöneltmek için yüz binlerce genç köylere gitti. Bu sırada narodnikler, köylülere ulaşabilmenin aracı olarak işçilerle ilişki kurup işçiler arasında da çalışmaya başladılar. Ancak bütün çabalara rağmen köylülerin sosyalizme kazanılması, devrimci eyleme girişmesi sağlanamayınca, 1880’lerden sonra narodnik hareket içinde terörist bir çizgi gelişti. Devrimci kahramanların komplolarla, suikastlarla pasif yığınları, halkı kurtarması ya da terörün pasif kitleleri heyecanlandırma, uyandırma aracı olarak kullanılması anlayışları ortaya çıktı.
Bu dönemde narodnik hareket içerisinde ‘kitleci’ ve ‘terörcü’ eğilimlerin ayrışması sırasında, işçiler arasında çalışma sürdürmekte olan bir grup, Plehanov ve arkadaşları, farklı bir doğrultuya girdiler, marksizme yöneldiler. 1883’te Plehanov, Axelrod, Zasuliç, Deutsch, Ignatov, Emeğin Kurtuluşu grubunu oluşturdular. Emeğin Kurtuluşu grubu marksist eserleri Rusça’ya çevirip çeşitli çevrelere ulaştırdı. Marksist teoriyi savundu, narodizmle ideolojik hesaplaşmayı gerçekleştirdi. Program taslakları hazırladı. Emeğin Kurtuluşu grubunun çalışmaları, teorik biçimlenmeyi sağlayarak Rusya’da marksist hareketin temellerini döşedi. Struve’nin başını çektiği ‘Legal Marksizm’ de marksizmin narodizmden ayrımlarının çizilmesinde rol oynadı.
Bu teorik temeller üzerinde marksist çevreler gelişti. Bu çevreler eğitim grupları oluşturarak işçileri eğitmekteydiler. Bu amaçla örneğin Pazar okullarını da kullanıyorlardı. Bu çevrelerdeki işçiler yalnızca politika değil, bilimler, tarih, toplum, her türlü konuya ilişkin bilgi edinmek için büyük bir istek ve çaba içindeydiler. Propaganda çevreleri, çeşitli alanlarda bilgili, aydın işçilerin ortaya çıkmasını sağladı.
Propaganda az sayıda işçinin marksizmle eğitilmesini gerçekleştirebilirdi. Ama kitlelerle ilişki kurulması, yığınların harekete geçirilmesi, ajitasyonu gerektiriyordu. 1894’te, Martov ile daha sonraları Yahudi İşçiler Birliği (Bund) önderlerinden olan Kremer, birlikte yazdıkları Ajitasyon Üzerine isimli broşürleriyle geniş işçi kitlelerinin harekete çekilmesinde fabrikalardaki ekonomik mücadelenin rolünü vurguladılar ve marksist hareketin, çalışmasında propagandadan ajitasyona geçmesinde etkili oldular. 1895’te, Lenin, Martov ve yirmi, yirmi beş kadar aydın ve işçi, St. Petersburg İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’ni kurdu. Derhal fabrikalardaki mücadeleyle ilişkilenmek ve mücadeleye önderlik edebilmek için ağır baskı altında ve zorluklar ve kısıtlılıklar içerisinde çalışmaya başladılar. Lenin, işçileri terletinceye kadar fabrika koşulları hakkında sorguluyordu. Bilgiler toplanıyor, işçilerin mücadele talepleri saptanıyordu. Yazılan bildiriler elle çoğaltılıp gizlice fabrikada dağıtılıyordu. 1895 sonunda, başkalarının yanısıra Lenin, daha sonra Martov yakalandılar. Ama harcanan emek boşuna değildi. 1896’da, Mücadele Birliği, otuz bin tekstil işçisinin grevine önderlik etti. St. Petersburg’daki bu çalışmaların da etkisiyle Rusya’nın başka yerlerinde de benzer Birlikler ve 1897’de de Bund kuruldu. 1898’de Bund ile St. Petersburg, Moskova, Kiev, Ekaterinoslav Mücadele Birlikleri ve Rabochaya Gazeta delegeleri, Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin, kuruluşunun ilan edildiği 1. Kongresinde bir araya geldiler. Ancak kongrenin hemen ardından bir kişi hariç kongre delegeleri ve kongrede seçilen merkez komitesinin yakalanması, merkezi bir örgütlenme olarak partiyi ortadan kaldırdı.
Parti, işçi sınıfının ekonomik mücadelelerine önderlik eden yerel örgütlerin toplamı durumuna düşmüştü. Partinin işçi sınıfının siyasi öncüsü olarak merkezi bir yapıya kavuşmasında siyasi ajitasyonu öne çıkartan Lenin, merkezi siyasi ajitasyonun organı olarak ülke çapında yayınlanacak gazete projesi geliştirdi. Plehanov, Axelrod, Zasuliç, Lenin, Martov, Potresov, 1900’de İskra’yı çıkardılar. İskra siyasi gerçekleri teşhir ederken pratik olarak da yerel Sosyal-Demokrat örgütlerle ilişki kurarak bu örgütlerin merkezi bir yapı içerisinde birleştirilmesini savunuyordu. Lenin’in 1902’de yazdığı Ne Yapmalı? da, yine bu doğrultudaki çabaların önemli bir parçası oldu. Çalışmalar, 1903’te, RSDİP 2. Kongresinin toplanmasıyla sonucuna ulaştı. Bu kongrede, Bolşevikler ve Menşevikler olarak yeni ayrılıklar ortaya çıktıysa da, kendilerini RSDİP içerisinde sayan yerel örgütler, artık, işçi sınıfına toplumsal siyasi mücadelelerde önderlik eden, Rusya çapında tek bir merkezi partide birleşti.
Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin doğuşu sürecinde geçirdiği aşamalar belirgin olarak saptanabilir: teorik biçimlenme, propaganda çevreleri, ekonomik ajitasyon, siyasi ajitasyon. Gelinen noktadan yaşanmış tarihe bakmanın avantajıyla da, bu aşamaların, hareketin o an karşısında bulunan sorunu aşmaya hizmet etmenin yanısıra, tek yanlılıklarının, eksik bıraktıkları yanların yol açtığı tıkanıklık ve sapmalara da işaret edilebilir. Teorik biçimlenme, bütün bir hareketin üzerinde yükseleceği temelleri yarattı, döneminin sosyalist hareketi narodizmden kopuşu sağladı, marksizmin ayrım çizgilerini çekti. Bunun yanısıra, işçi hareketinden giderek kopan, hatta sonunda burjuva liberalizmine dönüşen ‘Legal Marksizm’ akımına da yol açtı. Propaganda çevreleri, marksizmi ileri işçilere ulaştırdı, bir kuşağı marksizmle eğitti. Ama bu çevrelerin çalışmaları, işçiler arasında uçurumlar oluşturmaya, bir grup aydın işçinin diğer işçileri küçümsemesine, onlardan kopup yığınlara yabancılaşmasına kadar vardı. Ekonomik ajitasyon, marksistleri, işçilerin yığınlarıyla birleştirdi, ekonomik mücadelelerinde onların önderi haline getirdi. Bu sırada ekonomik mücadelenin yerinin abartılması, daha doğrusu marksistlerin görevinin bu ekonomik mücadeleye indirgenmesi, siyasi mücadeleyi ve önderliği küçümseyen ‘ekonomizm’ akımını geliştirdi. Politik ajitasyonu çalışmanın belirleyici yanı olarak öne çıkartırken siyasi örgütlenmenin profesyonel devrimci karakterinin vurgulanması, ekonomist eğilimin, kendiliğinden hareketin peşinden sürüklenmenin, yerel çalışmaya sıkışıp kalmanın ve amatörlüğün aşılmasında yararlı oldu. Ama bu, aynı zamanda, daha sonra parti komitelerinde işçilerin yerinin küçümsenmesinde dayanak olarak kullanıldı.
Bu çerçevede tarihten ders çıkartmak, komünist işçi partisinin oluşumunda, teorik biçimlenmenin, propagandanın, ekonomik ajitasyonun ve siyasi ajitasyonun öne çıktığı, birbirini takip eden dönemlerin varlığını gündeme getirir. Ama bu herhalde, RSDİP’in geçirdiği aşamaların tıpatıp aynı şekilde bir model olarak alınması anlamına gelmemelidir. Daha doğrusu, yaşanmış tarihin temel yanlarının yanısıra, o an için ayrıntı kabul edilen yanlardaki eksiklerin ilerde yol açtığı sonuçları görmek, dönemin gerektirdiği ana doğrultuyu yakalarken ikincil sorunların da ihmal edilmediği daha dengeli ve sağlıklı, dolayısıyla daha gelişkin bir yaklaşımı da sağlar. Bu anlamda önerilen, geçmişin kaba bir şekilde aynen tekrarı değil, ondan çıkartılan derslerle daha ilerisinin gerçekleştirilmesi olur.
Kısaca özetlemek gerekirse, RSDİP, birkaç yanın özgün bir bileşimiydi. Öncelikle işçi hareketinin gelişimine ve onunla kurulan bağlara dayanıyordu. 1875’lerde, sendikal nitelikli olmakla birlikte programlarına sosyalizmi alan işçi birlikleriyle başlayan örgütlenmeler, 1895’lerde İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birlikleriyle sürdürülmüştü. Öte yandan, Çarlık despotizmi yüzünden yurtdışında sürgünde bulunan devrimciler, uluslararası hareketle ilişkide olmuş, literatürü tercüme ederek marksizmi Rusya’ya taşımıştı. Ayrıca Rusya’daki güçlü devrimci gelenek de marksist hareketi beslemiş, onun gelişiminde narodizmin kahramanlık, fedakarlık, davaya inanç gibi olumlu özelliklerinin de etkisi olmuştu.
Sonuç olarak, o dönemin sosyalist hareketleri göz önüne alındığında, marksizm, narodizmden koparak doğdu, kendisini ayırdı. Bu hareketlerden, sosyalizmin iktidarı, sosyalist devrim anlamında devrimi gerçekleştirmeyi başaran ise, bütün kahramanlığına ve Çar’ı bile öldürecek kadar hedeflerine ulaşmasına rağmen narodizm değil, marksizm oldu. Bu başarıda önemli bir payı, marksizmin bilimsel bir çözümlemeyle işçi sınıfına dayanmasının yanısıra, Lenin’in o zamanki sözlerinde somutlanan ve oluşumunda devrimi gerçekleştirmek üzere hazırlanmayı önüne koyan parti anlayışında bulmak yanlış olmaz:
“Biz her zaman günlük çalışmamızı yapmalıyız ve her zaman her duruma hazır olmalıyız, çünkü çok sıklıkla bir patlama döneminin ne zaman yerini bir durgunluk dönemine bırakacağını önceden kestirmek hemen hemen olanaksızdır. Bu değişmeleri önceden görebildiğimiz hallerde de, bu öngörüden örgütümüzü yeniden yapılandırmak için yararlanamayız; çünkü otokratik bir ülkede böyle değişiklikler şaşılacak bir hızla meydana gelir ve bazen çarın yeniçerilerinin bir gecelik baskınıyla olur. Ve devrimin kendisi de hiçbir biçimde (görünüşe göre Nadejdin’lerin sandığı gibi) tek bir eylem olarak değil, dizi halinde az çok güçlü patlamaların, hızla az çok tam durgunluk dönemlerinin yerini alması olarak düşünülmelidir. Bundan ötürü, parti örgütümüzün faaliyetinin başlıca içeriği, bu faaliyetin odak noktası, en güçlü patlamalar döneminde olduğu gibi en tam durgunluk döneminde de mümkün ve mutlaka gerekli çalışma olmalıdır, yani Rusya’nın bir ucundan bir ucuna birbiriyle bağlantılı, yaşamın bütün yönlerini aydınlatan, ve yığınların olabildiğince geniş katları arasında yürütülen siyasal ajitasyon çalışması olmalıdır. Ama öyle bir çalışma, bugünün Rusya’sında, sık sık yayınlanan bütün Rusya için bir gazete olmadan düşünülemez. Bu gazete çevresinde kurulacak olan örgüt, buna katkıda bulunanların (sözcüğün geniş anlamıyla, yani gazete için çalışanların tümünün) örgütü, ağır devrimci ‘çöküş’ dönemlerinde partinin onurunu, saygınlığını ve sürekliliğini korumaktan, ulus çapındaki silahlı ayaklanmayı hazırlamaya, zamanını saptamaya ve gerçekleştirmeye kadar her şeye hazır olacaktır.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 5, s. 514; Ne Yapmalı?, s. 214)
Her koşula hazırlıklı olmayı, durgunluk dönemlerinde de, patlama dönemlerinde de mümkün ve gerekli olan aynı gündelik çalışmayı, siyasi gerçekleri açıklama kampanyasını sürdürmeyi savunan Lenin, böyle örgütlenen partinin silahlı ayaklanmayı gerçekleştirmesini, Ekim Devriminden on beş yıl önce, bu sözlerle öngörüyor ve hedefliyordu.
RSDİP’in işçi sınıfının siyasi temsilcisi ve önderi olarak ortaya çıktığı dönem, aynı zamanda bir devrimci yükseliş dönemiydi. İşçilerin grevleri, köylülerin toprak mücadeleleri, öğrencilerin gösterileri giderek artıyor, yaygınlaşıyor ve Çarlık rejimiyle açık çatışmalara dönüşüyordu. Bu sırada Rus-Japon savaşında Çarlığın yenilgisi, maddi ve manevi koşulları ağırlaştırdı. Sefalet, hoşnutsuzluk, öfke, toplumu patlama noktasına getirdi. Ocak 1905’te, St. Petersburg’un en büyük fabrikası Putilov’da başlayan grev, bütün şehre yayıldı, genel greve dönüştü. İşçilerin, taleplerini Çar’a iletmek için Papaz Gapon öncülüğünde Saray’a yaptıkları yürüyüşe Çar’ın cevabı, işçilere ateş açmak oldu. ‘Kanlı Pazar’ olarak adlandırılan ve Çar’ın geriye kalan toplumsal saygınlığını da yıkarak 1905 Devriminde bir dönüm noktası özelliğini kazanan bu katliamda, binden fazla işçi öldürüldü.
‘Kanlı Pazar’, devrimci mücadelenin yükselmesine neden oldu. Grevler bütün Rusya’ya yayıldı, politik bir nitelik aldı. İşçiler sokağa döküldü, barikatlar kurup silahlı çatışmalara girişti. Şehirlerde işçilerin mücadeleleri, kırlarda köylüleri harekete geçirdi. Köylüler toprak beylerine isyan etmeye, topraklara, çiftliklere el koymaya başladılar. Devrimci yükseliş orduyu da etkiledi. İsyan eden denizciler ele geçirdikleri Potemkin zırhlısıyla devrim saflarına geçtiler.
Sonbahara kadar devrimci dalga daha da yükselmişti. Ekim’de politik genel grev bütün Rusya’yı sarmıştı. Bu mücadele içerisinde ilk defa Sovyetler doğdu. St. Petersburg İşçi Delegeleri Sovyetleri, grev komiteleri olarak oluşmuştu. Öte yandan da, potansiyel iktidar organları olarak politik karakterleri ortaya çıktı. İlk anda partiye alternatif, rakip olarak görüldükleri için, Sosyal-Demokrat programı kabul edip partiye bağlanmaları bile talep edildi. Sonra işçi sınıfının politik mücadelesindeki özgün yerleri görüldü.
Aralık 1905’te, Moskova işçileri silahlı ayaklanma başlattılar. Ancak St. Petersburg ve diğer şehirlerin işçileri, hemen Moskova işçilerini takip etmediler. Başka şehirlerdeki ayaklanmalar daha geç ortaya çıktı. Köylülüğün politik bilinci ve mücadelesi de henüz Çarlığa karşı ayaklanma düzeyine ulaşmamıştı. Bunun da etkisiyle işçiler askeri birlikleri yanlarına çekmeyi başaramadılar. Başka bir gücün karşısına dikilip engellemediği Çarlık rejimi, St. Petersburg ve diğer yerlerden getirdiği askeri güçle Moskova’daki ayaklanmayı kan dökerek ezdi. Moskova ayaklanmasının yenilmesinden sonra devrimci dalga çevreye doğru yayılmaya devam etti. Ama artık öncüsü yenilen devrimin yenilgisi de kaçınılmazlaşmıştı. Yenilmesine rağmen 1905 Devrimi, tarihte ilk defa Sovyetleri yarattığı gibi, dersleriyle de 1917’deki zaferi olanaklı kıldı.
Marksist hareketin demokratik devrim sorunu karşısındaki tutumu 1905 Devrimi sırasında somutlandı. Menşeviklerin ‘burjuvazinin iktidarı’, Lenin ve Bolşeviklerin ‘işçi sınıfının önderliğinde işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci-demokratik iktidarı’, Trotski’nin ‘köylülüğün desteklediği işçi sınıfı iktidarı’ biçiminde ifade ettikleri yaklaşımlar, bu konudaki temel ayrımları çizdi. Bolşevikler daha sonraki siyasi mücadelelerinin hedeflerini de 1905 Devriminde aldıkları tutuma dayandırdılar. 1917’ye doğru ilerleyen yıllar boyunca, siyasi çalışmalarında, programlarına dayandırdıkları üç ana madde olarak, ‘demokratik cumhuriyet’, ‘sekiz saatlik işgünü’ ve ‘toprak beylerinin topraklarına el konması’ taleplerini ileri sürdüler.
1905 Devrimi, partinin örgütlenmesi açısından da bir sıçramaya neden oldu. Devrimci dalganın yükselişi, yığınların devrimci mücadeleye atılışı sırasında, öncü parti aynı zamanda kitle partisine dönüştü. İşçi sınıfının partiyi yığınsal olarak desteklemesinin yanısıra, partinin saflarına da işçiler doldu. İşçilerin sayısına oranla aydınlar o kadar küçük bir azınlık kaldılar ki, işçiler bildiri yazdıracak aydın bulmakta zorluk çekiyorlardı!
Sonuç olarak 1905 Devrimi, devrimci dalganın her yerde aynı anda yükselmemesinin sonucu olarak yenildi. Devrimin öncüsü işçi sınıfının ileri kesimleri ayaklandığında, diğerleri henüz ayaklanmamıştı, köylülük ayaklanmaya hazır değildi. Devrim dalgası merkezden çevreye ulaştığında, öteki kesimler devrimci mücadeleye girdiğinde, öncü yenilmiş, geri çekiliyordu. 1917’de de bunlar gündeme geldiğinde, 1905’in dersleri, devrimci taktikler açısından yol gösterici oldu.
1907’den itibaren, devrimin merkezdeki yenilgisinin ardından yayıldığı çevrede de yenilgisinden sonra, bir gericilik dönemi hakim oldu. Çar’ın bakanı Stolipin’in adıyla anılan bu dönemde, en ağır baskı ve terör ile toplumsal ve siyasi yapıda gerçekleştirilen reformlar iç içe geçti. Baskıya, zulme, sömürüye, Çarlık despotizmine karşı ayaklanan işçilerin, köylülerin kanlı bir şekilde ezilmesi temeli üzerinde, devrimin yenilgisi temeli üzerinde gerçekleştirilen reformlar, aynı zamanda burjuvazinin, burjuva devriminin karşısında Çarlığın yanında yer almasını, feodalite-burjuvazi uzlaşmasını ve burjuvazinin devlet iktidarından pay almasını temsil ediyordu. Bu toplumsal ve siyasi ortamın sağladığı zemin üzerinde, kapitalist gelişme de büyük bir hız kazandı.
Bolşevikler, devrim mücadelesinin yükselişi içerisinde, Çarlığın bu mücadeleyi yavaşlatıp durdurabilmek için bir taviz olarak ileri sürdüğü meclis olan Duma’yı boykot etmişler, devrim mücadelesini daha da yükseltmişlerdi. Devrimin yenilgisinden sonra ise, Bolşevikler Duma’ya girerek siyasi gerçekleri açıklamada Duma’dan da bir kürsü olarak yararlanmışlardır. Bir bakıma, sendikaların yasadışı olduğu devrim öncesi dönemde, yasallaştırılmaları için yükseltilen mücadeleyi saptırmak için polis şefi Zubatov tarafından kurdurulan sendikalardan da, mücadelenin yığınsallaştırılmasında, sendikaların yasallaştırılıp yaygınlaştırılmasında ve böylece sınıf mücadelesinin yükseltilmesinde yararlanıldığı gibi.
Yenilgi yıllarında gericilik, ideolojik düzeyde de, devrimci düşüncelerden, marksizmden uzaklaşma, çeşitli idealist, bireyci akımların yaygınlaşması olarak kendini gösterdi. Bu yönelişin örgütsel düzeydeki ifadesi ise, örgütlenmekten, özellikle yasadışı örgütten, partiden uzaklaşma, tasfiyecilikti. Bolşevikler, bu dönemde tasfiyeciliğe, yasalcılığa karşı mücadelelerini sekterizme, ültimatomculuğa karşı mücadeleyle birleştirdikleri gibi, kendi örgütlülüklerini de bir üst düzeye çıkartarak tasfiyeci oportünizmle aralarındaki ayrım çizgilerini artık kesin bir biçimde çizdiler. 1912’de Prag’da topladıkları Altıncı Parti Konferansıyla, ‘tasfiyecilerin tasfiyesini’ ve dolayısıyla Bolşevik Parti’nin oportünizmden bağımsızlığını nihai olarak ilan ettiler.
1911’den itibaren mücadele yeniden yükselişe geçti. Bu sırada kapitalist sanayi de durgunluktan çıkmış, hızla büyüyordu. İşçi sınıfının gelişmesi de hızlı olduğu gibi, daha önemlisi, büyük fabrikalarda yoğunlaşmıştı. İşçilerin yarıdan fazlası büyük işyerlerinde çalışıyordu.
Nisan 1912’de, grevci Lena altın madeni işçilerinin barışçı gösterisine Çarlık güçlerinin ateş açtığı ve yaralanan ya da ölen işçilerin sayısının 500’ü bulduğu katliam, yığınsal protestolara yol açarak devrimci mücadelenin yeniden yükselmesinde dönüm noktası oldu. Grevler açıkça siyasi, devrimci bir nitelik aldı. 1914’e gelindiğinde, yılın ilk yarısında bir buçuk milyona yakın grevci işçiden bir milyonu aşkını siyasi grevdeydi.
Bu dönemde Bolşevik Parti, kitle partisi oldu, işçi sınıfının yığınlarının desteğini kazandı. Bunda en büyük rolü, 22 Nisan (5 Mayıs) 1912’de çıkartılan gündelik işçi gazetesi Pravda oynadı. İşçiler, maddi, manevi Pravda’ya sahip çıktılar, aralarında topladıkları paralarla gazeteyi finanse ettiler, mektuplarıyla, yazılarıyla beslediler, toplatılmaktan kaçırıp fabrikalarda dağıtımını yaptılar, tutuklanan yazı işleri müdürleri yerine yenilerini sağladılar. Pravda gerçek bir işçi gazetesi oldu. Bolşevikler, işçi sınıfının siyasi olarak aktif kesiminin çoğunluğunu kendi taraflarına kazandılar. 1914’te, Bolşevik basın için 5600, Menşevik basın için 1400 kadar para toplayan işçi grubu vardı. Bolşevikler, gazetenin yasaklandıkça yeni bir isimle çıkartıldığı bu mücadeleler içerisinde, işçi sınıfının yığınlarının da desteğini kazanıyordu. Art arda sendikaların, sigorta birliklerinin, derneklerin, klüplerin, işçi üniversitelerinin, işçi sınıfının çeşitli yığın örgütlerinin yönetimlerini Bolşevikler aldı.
“1914’ün başında, partimiz kelimenin geniş anlamıyla işçi sınıfının önderliğini almıştı.” (Zinovyev, Bolşevik Partisi Tarihi, s. 181)
Devrimci hareketin yükselişini 1914’te çıkan emperyalist savaş durdurdu. Daha doğrusu sonradan güçlü bir biçimde patlamak üzere geciktirdi. Emperyalist savaş aynı zamanda, sosyalist hareketteki ayrımları, somut olarak, temsil edilen sınıfsal çıkarlar zemininde belirginleştirdi, safları birbirinden ayırdı. Emperyalist burjuvazilerin ‘kendi’ işçi sınıflarını, halklarını savaşa sürdüğü, işçileri, emekçileri birbirlerine karşı dövüştürdüğü bu savaşta oportünizm, sosyal-yurtsever çizgide ‘kendi’ burjuvazilerinin safında yer aldı, işçi sınıfına açıkça ihanet etti. Menşevikler, hemen hemen bütün 2. Enternasyonal partileri gibi, sosyal-şoven bir tutum aldılar. Enternasyonalizmi esas olarak tek başlarına savunan Bolşevikler ise, 2. Enternasyonal’in çöküşü ve yeni bir enternasyonalin gereğini saptarken, savaşı iç savaşa dönüştürme politikası çerçevesinde, ‘kendi’ emperyalist burjuvazilerinin savaşta yenilgisi doğrultusunda, cephede, askeri birlikler arasında bozguncu ajitasyon yürütüyorlardı. O koşullarda, bir yandan vatan hainliğiyle cezalandırılmak, bir yandan şovenizmin azması ve işçi sınıfı saflarında da hakimiyeti yüzünden yığınlardan tecrit olmakla karşı karşıyaydılar. Fakat Bolşevikler, yalnızca hareketin yükseldiği dönemlerde değil, maddi ve manevi açıdan en ağır koşullar altında da, işçi sınıfının çıkarlarına sadık kalıp bunun gerektirdiği politik çizgiyi tavizsiz savunarak işçi sınıfının önderliğini hak ettiler ve kazandılar.
Savaş yığınlara, ölüm, açlık, sefalet getirdi. Cephede alınan yenilgiler, başarısızlıklar, Çarlığa karşı tepkileri artırdı, isyanı ateşledi. 1917 yılı, ‘Kanlı Pazar’ı anmak için yapılan 9 Ocak greviyle başladı. Genel grev düşüncesi, 1905’teki gibi yayılıyordu. 18 Şubatta Putilov işçileri greve gitti. 23 Şubat (8 Mart) Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla kadın işçilerin yaptıkları grev, 25 Şubatta genel politik greve dönüştü. 26 Şubatta çatışmalar çıktı, ayaklanma başladı. 27 Şubatta askerlerin ateş açmayı reddetmeleri ve işçilerin yanına geçmeleri, çatışmanın kaderini belirledi. Şubat Devrimi, ‘ekmek, barış, özgürlük’ sloganları altında zafere ulaştı, Çarlık devrildi.
Şubat Devrimi, beklenmedik bir biçimde, aniden ve kendiliğinden oldu. Savaş boyunca, şovenizm işçi sınıfını da etkisi altına almıştı. Devrimi gerçekleştiren Petrograd’ta işçiler, Bolşeviklerin değil, Menşeviklerin ve Sosyalist-Devrimcilerin destekçisiydiler. Bolşevik Parti, Şubat devriminin önderi olmadığı gibi, onu önceden görmemişti de. Lenin, kısa bir süre önce İsviçre’de, devrimi görmek için ömürlerinin yetmeyebileceğini anlatıyordu.
1905’in tecrübesi, devrimin hızlı zaferinde büyük rol oynamıştı. Hemen yine Sovyetler doğdu. Ancak Sovyetlerde, Menşevikler ve Sosyalist-Devrimciler çoğunluktu ve iktidarı da Geçici Hükümete bıraktılar. Aslında Geçici Hükümetin kendi ordusu, polisi, baskı araçları, iktidar organları yoktu; ama söz konusu sosyalist partilerin işçi sınıfı ve yığınların çoğunluğunun desteğine sahip olmaları ve yürüttükleri burjuvaziyi takip etme politikaları, gerçek iktidar gücüne sahip Sovyetlerin kendi elleriyle iktidarı Geçici Hükümete vermesi sonucunu doğuruyordu.
1905 Devrimi sırasında, burjuva demokratik devrim karşısında üç programatik tutum belirginleşmişti. Şubat Devriminin bu tutumların değerlendirilmeleri açısından da ele alınması gerekir. Çarlığı devirenler Petrograd işçileri ve askerlerdi, ama iktidarı Geçici Hükümete, burjuvaziye teslim etmişlerdi. Bu, Trotski’nin önerdiği ‘köylülüğün desteklediği proletarya diktatörlüğü’ değildi. Öte yandan, Lenin’in savunduğu ‘proletaryanın ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü’ de değildi. Olsa olsa, Menşeviklerin ‘burjuva demokratik devrimin burjuvaziyi iktidara getirmesi’ yaklaşımına uygun bir durum söz konusuydu. Bir bakıma, bu görüşün sahiplerinin yığınlar üzerindeki hakimiyeti, tarihsel gelişmenin de bu doğrultuda olmasına neden olmuştu. Ama bir bütün olarak gelişmeler, tersinden de olsa, Bolşeviklerin, hem demokratik devrimin sonuna kadar tamamlanması hem de en hızlı biçimde sosyalist devrime geçilmesi bakımından, proletaryanın önderliğini öne çıkartan programatik yaklaşımını doğruladı.
Ortaya çıkan İşçi ve Asker Delegeleri Sovyetleri, proletarya ve köylülüğün ittifakının, iktidarı ellerinde tutmaları halinde de proletarya ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğünün ifadesiydi. Sorun Sovyetlerde ve hatta işçi sınıfı üzerinde küçük-burjuva hakimiyetiydi. Sovyetlerde Menşeviklerin ve Sosyalist-Devrimcilerin ezici biçimde çoğunluk olmaları, devrimde, işçi sınıfının yığınsal katılımına rağmen, küçük-burjuva hakimiyetinin ifadesi ve proletaryanın hegemonyasının bulunmamasının göstergesiydi. Bu durumda, tam da Lenin’in 1905’te ileri sürdüğü gibi, küçük-burjuva tavır, burjuvazinin kuyruğuna takıldı, iktidarı burjuvaziye verdi. Burjuvazi ise, yine Lenin’in öngördüğü gibi, en çok, yığınlardan, devrimin ilerlemesinden korkuyordu; Çarlığın yıkılmış olması ona yetip de artmıştı bile ve ne burjuva partiler, ne de bunlar yığınlar karşısında teşhir olduğu ölçüde yine burjuvazi adına hükümete gelen küçük-burjuva partiler, burjuva devriminin hiçbir sorununu çözmediler, yığınların acil taleplerini gerçekleştirmediler. Devrimde proletaryanın önderliğinin sağlanamaması, onun tamamlanamamasını, tutarsız, güdük kalmasını getirdi.
Lenin, bu koşullarda, işçi sınıfının küçük-burjuva hakimiyetini kırmasını, bağımsızlığını, hegemonyasını öne çıkartıyordu. Geçici Hükümetin desteklenmemesini ve ‘Bütün İktidar Sovyetlere’ sloganını öneriyordu. Bolşevik Partisi içinde Kamenev gibi, bunun sosyalist devrim önermek olduğunu, halbuki henüz burjuva devriminin tamamlanmadığını söyleyenlere karşı Lenin, iktidarın burjuvaziye geçmesi anlamında, bu ölçüde burjuva devriminin tamamlandığını söylüyor ve bazı devletleştirmeler de dahil ileri sürdüğü önlemlerin sosyalizmin başlatılması olmadıklarını, bunların, sosyalizme doğru ilk adımları oluşturmakla birlikte, yığınların mevcut andaki acil taleplerine karşılık gelmelerine dayanarak ileri sürülmelerini savunuyordu. Tezlerinin çoğunluğu, Lenin Rusya’ya döndükten sonra, Nisanda toplanan Bolşevik Parti Konferansında kabul edildi.
‘İkili iktidar’ olarak bilinen özgül durum, en demokratik burjuva cumhuriyetinden çok daha demokratik bir ortam sağlıyordu. Bu demokratik ortam içerisinde açık sınıf mücadelesi en gelişkin ifadelerini kazandı, en üst boyutlara tırmandı. Bütün siyasi akımlar, savundukları tutumlar, hizmet ettikleri çıkarlar ve temsil ettikleri sınıflar en belirgin biçimde ortaya çıktı. En üst düzeydeki politik mücadelenin bu zenginliği içerisinde, başta işçi sınıfı olmak üzere, yığınların bilinç ve örgütlenmeleri köklü bir değişim ve dönüşüm geçirdi.
İkili iktidar ifadesinin dayandığı yanlardan Sovyetler, İşçi ve Asker Delegeleri Sovyetleri biçimindeydi. Askerler, çoğunlukla köylü kökenli oldukları için ‘üniforma içinde köylüler’ olarak niteleniyordu. Sovyet sisteminin temeli fabrikalarda, işyerlerinde delegeler seçilmesiydi. İstenildiği zaman yenilenen bu seçimler, tabandaki siyasi tercih değişikliklerinin Sovyetlere yansımasını sağlıyordu. Sovyetlerin karşısındaki yan olan Geçici Hükümet de, sınıfların ve temsilcileri partilerin iktidara geçtiklerinde gerçek yüzlerinin hızla kitlelerin gözünde açığa çıkmasına bağlı olarak değişim geçirdi. Önce monarşistler, sonra burjuvazi ve temsilcisi Kadetler, daha sonra da küçük-burjuva partileri Sosyalist-Devrimciler ve Menşevikler, sırayla hükümette yer aldılar, yığınların talepleri adına iktidara gelip bu talepleri yerine getirmeyerek temsil ettikleri gerçek sınıf çıkarlarını ortaya koydular.
Devrim, ‘ekmek, barış, özgürlük’ sloganları altında gerçekleşmişti. Yığınların acil talepleri, emperyalist savaşın son bulması, savaşın neden olduğu ekonomik yıkımdan kurtulmak ve topraktı. Buna karşılık, bütün hükümetler ise savaşı sürdürüyor, yığınların taleplerini yerine getirmeyip bunları Kurucu Meclise havale ediyordu. Yığınların mücadelesi de giderek yükseliyordu. Haziranda 1. Sovyetler Kongresi toplandığında hâlâ 822 delegeden 285’i Sosyalist-Devrimci, 248’i Menşevik ve ancak 105’i Bolşevik’ti. Ama kongre sırasında yapılan sokak gösterilerinde Bolşeviklerin sloganları hakim oldu. Artık işçi sınıfının öncüsü, Bolşeviklerin politikalarını destekliyordu.
Temmuzda Petrograd’ın Viborg semtinde işçi sınıfının en ileri kesimi silahlı ayaklanmaya girişti. Bolşevik Parti, 1905 Devrimi dersleri ışığında, yığınların çoğunluğunun devrime hazır olmadığını ve zamansız ayaklanmanın öncüyü diğerlerinden kopartarak yenilgiye neden olacağını biliyordu. Bu yüzden Bolşevikler, silahlı hareketi barışçı bir gösteriyle sınırlamaya çalıştılar. Ancak hükümet gösteriyi silahlı güç kullanarak ezdi. Bolşevik yayınlar yasaklandı, Bolşevik önderler tutuklandı. Lenin, yeniden kaçak oldu, yeraltına geçti. Artık Geçici Hükümet iktidarı bütünüyle ele almış, iktidarın barışçı bir biçimde Sovyetlere geçmesi olasılığı kalmamıştı. Bolşevik Parti de önüne silahlı ayaklanma hedefini koyuyordu.
Ağustos sonunda karşı-devrimci General Kornilov’un ayaklanması, siyasi koşulları yeniden değiştirdi. Bolşevikler Geçici Hükümete karşı bu gerici ayaklanma karşısında ilgisiz, tavırsız kalmadılar. Ayaklanmaya karşı direnişi örgütlediler, en ön saflarda dövüştüler. Ayaklanma bastırıldığında bunda en fazla emeği geçen Kızıl Muhafızlar da maddi ve manevi üstünlük kazanmışlardı. Bu durumda, kısa bir süre için de olsa, yeniden devrimin barışçı gelişmesi olanağı ortaya çıktı. Bolşevikler, barışçı gelişme olanağı tükendiğinde ayaklanma çağrısı anlamına gelmekle birlikte, yine ‘Bütün İktidar Sovyetlere’ sloganını ileri sürdüler.
Yığınlar, Bolşeviklerin dışındaki partilerin, taleplerini gerçekleştirmediklerini görüyorlardı. Eylülde Bolşevikler, Petrograd’ta, Moskova’da, Sovyetlerde çoğunluk oldular. Sosyalist-Devrimci Parti de Sağ ve Sol kanatlarına bölünmekteydi.
Devrimin olgunlaştığını saptayan Lenin, artık Parti’nin Merkez Komitesini ayaklanmayı örgütlemeye çağırıyordu. Gecikilirse öncü yorulabilir ve devrim fırsatı kaçabilirdi. Ekim başında gizlice Petrograd’a gelen Lenin, katıldığı toplantısında Merkez Komitesini, silahlı ayaklanmaya hazırlanma kararını almaya ikna etti. Karara muhalif olan Kamenev ve Zinovyev’in, parti dışı basında kararı protesto eden, dolayısıyla ayaklanma kararını açığa vuran mektuplarının yayınlanması da ayaklanmayı engellemedi. Yığınların desteğini alan Bolşeviklerin karşısında durabilecek güç kalmamıştı. Bolşeviklerin hakimiyetindeki Petrograd Sovyeti Yürütme Komitesine bağlı olarak oluşturulan askeri-devrimci komite ayaklanmayı yönetti. 2. Tüm Rusya İşçi ve Asker Delegeleri Sovyetleri Kongresi’nin toplanacağı 25 Ekim (7 Kasım) sabahı Kızıl Muhafızlar, Geçici Hükümetin karargahı Kışlık Saray’ı ve Petrograd’ın diğer önemli yerlerinin denetimini almak üzere harekete geçti, Sosyalist-Devrimci başbakan Kerenski kaçtı. Gece Sovyetler Kongresinde, Sovyetlerin iktidarı aldığının ilanı alkışlarla karşılandı. Rusya’nın bütününü temsil eden Sovyetlerde de Bolşevikler çoğunluktaydı. 649 delegeden 399’u Bolşevik’ti. Bu sırada Rusya’da işçilerin sayısı iki buçuk milyonu aşkındı. Bolşevik Partinin ise çeyrek milyona yakın üyesi vardı.
Bolşevik Partisi, teknik açıdan başarılı bir darbe gerçekleştirmişti. Devrimi kitlelerin kendiliğinden eylemi olarak görenler ve Rusya’da proletarya devriminin koşullarının bulunmadığını düşünenler, bu hareketi siyasi açıdan da bir devrim değil, darbe olarak değerlendiriyorlardı. Ama sorun yığınların iradesinin yönünü saptamaktı. Bolşevikler, işçi sınıfı içinde, öncüsünden, Petrograd’tan, Moskova’dan başlayarak çoğunluk oldukları ve işçi sınıfının önderi, temsilcisi, tercihi haline geldikleri gibi, başta Sosyalist-Devrimciler olmak üzere diğer partilerin barış, toprak, özgürlük sorunlarını çözmediklerini, bu acil sorunları ancak kendilerinin çözebileceklerini göstererek, köylülüğün de desteğini kazanmışlardı.
Lenin’in daha sonraları ‘Sol’ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı’nda kullandığı sözler bu konuyla ilişkilendirilebilir:
“Politika sanatı (ve bir Komünistin görevlerini doğru olarak anlaması) proletaryanın öncüsünün başarıyla iktidara gelebileceği, iktidarı alırken ve aldıktan sonra işçi sınıfının ve proleter olmayan emekçi yığınların yeteri kadar geniş tabakalarının yeterli desteğini kazanabileceği ve daha sonra gittikçe daha geniş emekçi yığınlarını öğreterek, eğiterek ve kendine çekerek egemenliğini sürdürebileceği, sağlamlaştırabileceği ve genişletebileceği koşulların ve anın doğru olarak ölçülmesinden oluşur.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 31, s. 51; ‘Sol’ Komünizm, s. 49)
Bu anlamda sorun, işçi sınıfının iktidarı almasıdır, ama bunun, öncüsünün yığınların yeteri kadar geniş tabakalarının desteğini alarak gerçekleştirmesi biçiminde olmasıdır. Politika açısından ise önemli olan, bunun koşullarının ve anının doğru saptanabilmesidir. Açıktır ki, Lenin’in bu yaklaşımı, devrimci iradeyi son sınırına kadar götürmek anlamını taşır. Sözü edilen değerlendirme, isabetli olduğu sürece, sınıfın yığınlarının iradesi, eylemi, devrimi güvencede olacaktır. Ancak bu noktada, ölçütün yalnızca öznel düzeyde alınmasının, bağımsız, nesnel bir ölçüt aranmamasının tehlikeli olabileceği de eklenmelidir. Yapılacak değerlendirmedeki bir yanılgı, sınırın ötesine geçilmesine, devrim adına darbeye kalkışılmasına yol açabilir.
Ekim Devrimine ise, Lenin’in politik öngörü yeteneği damgasını vurmuştu. Lenin, işçi sınıfının ve yığınların iradesinin yönünü herkesten önce görmüş ve dile getirmişti. Devrimin bir darbeye dönüşmemesini sağlayan, Lenin’in değerlendirmesinin isabetliliğiydi. İktidar alınıp Sovyetler Kongresine gelindiğinde bu eylem sorgulanmak değil, aksine alkışlarla karşılanmıştı. Bu anlamda iktidarın alınmasından önceki değerlendirme, yani öznel ölçüt, iktidarın alınmasından sonra Sovyetler Kongresinin olumlu tutumuyla doğrulanmış, nesnellik kazanmıştı. Bu temelde, Ekim Devrimi, köylülüğün desteğini alan işçi sınıfının eylemiydi. Lenin ve Bolşevikler ise, bu eyleminde işçi sınıfına önderlik eden öncüsüne yol göstermişler, onu yönetmişlerdi.
Bu noktada, Sovyetler Kongresinde karar alınıp ondan sonra iktidarın ele geçirilmesi görüşü üzerinde durulabilir. Bu öneri, benimsenmemiş olmasına rağmen, öznel ölçütü nesnel bir ölçütle tamamlayarak iktidarın alınması eyleminin sınıfın iradesiyle çakışmasını güvenceye alacak, dolayısıyla sınıf adına ondan kopuk bir girişim tehlikesini ortadan kaldıracak bir yaklaşım olarak durmaktadır.
Sovyetler, yani işçi sınıfının iktidar organları benimsemeseydi, Bolşeviklerin örgütledikleri ayaklanma, bir darbe olarak kalırdı. Onun devrim olmasını sağlayan, işçi sınıfının iradesinin ifadesi olması, işçi sınıfının eylemi olmasıydı. Ama aynı zamanda eklemek gerekir ki, Bolşevik Partinin işçi sınıfına önderliği, en başından beri sabırlı, her dönüm noktasında marksizmden sapmadan, bitmek tükenmek bilmeyen bir çalışmayla kazandığı önderliği olmasaydı ve bu devrimde de ona önderlik etmeseydi, yine Ekim Devrimi gerçekleşemezdi. Bu yüzden de Ekim Devrimi, işçi sınıfının, Bolşevik Parti’nin önderliğindeki, diğer bir deyişle komünizmin önderliğindeki eylemi oldu.
Ekim Devrimi de 1905’te ayrışan programatik anlayışlar açısından ele alınmalıdır. Menşevikler, burjuva devriminin burjuvazi tarafından tamamlandığı ortamda işçi sınıfının sosyalist devrime hazırlanması yaklaşımlarına uygun olarak, Rusya’da sosyalist devrimin koşullarının bulunmadığını savunuyorlardı. Bu yüzden Ekim Devrimini sosyalist devrim değil darbe olarak değerlendirdiler.
Bolşeviklerin savunduğu kesintisiz devrim, yani demokratik devrimden sosyalist devrime barışçı geçiş de gerçekleşmedi, ikinci bir siyasi devrim gerekti. Ama bunun nedeni birinci devrimde, Bolşeviklerin programatik tutumlarında ileri sürülenin gerçekleşememesi, proletaryanın hegemonyasının kurulamamış olmasıydı. Küçük-burjuva hegemonyası altında proletarya ve köylülük ittifakı, iktidarı kendi eline alacağı yerde burjuvaziye vermişti.
Bolşevikler için demokratik devrim, sosyalist devrime en hızlı ilerlemenin yoluydu. Bu yüzden sosyalist devrime geçiş açısından sorun, demokratik devrimin sonuna kadar tamamlanması değil, işçi sınıfının sosyalist devrim için bilinç, örgütlenme ve hazırlığının tamamlanması, köylülüğün parçalanması temelinde sosyalist devrimin temel ittifakı olarak yoksul köylülükle ittifakının gerçekleşmesiydi. Lenin daha 1905’te yazdığı Köylü Hareketine Karşı Sosyal-Demokrasinin Tavrı isimli yazısında buna işaret etmişti:
“Demokratik devrimden derhal ve gücümüz, sınıf bilinçli ve örgütlü proletaryanın gücü ölçütüyle tastamam uyumlu bir biçimde sosyalist devrime geçmeye başlayacağız. Biz kesintisiz devrimden yanayız. Yarı yolda durmayacağız.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 9, s. 237)
Şubattan Ekime kadar son derece demokratik ortamda, açık sınıf mücadelesi içerisinde bütün siyasi akımların, temsil ettikleri sınıfların konumları çıplak bir biçimde ortaya çıktı. İşçi sınıfı, Menşeviklerin, küçük-burjuva politikaların kuyruğundan kurtuldu, Bolşeviklerin saflarında örgütlendi, bilinçlenmesini ve örgütlenmesini sosyalist devrimi gerçekleştirecek düzeye yükseltti. Köylülüğün parçalanması, siyasi ayrışması gelişti. Destekledikleri Sosyalist-Devrimci Partinin, hükümette olmasına rağmen toprak, barış, özgürlük, hiçbir sorunlarını çözmemesi, köylülere de, bütün sorunlarını, ancak Bolşeviklerin, işçi sınıfı önderliğindeki devrimin çözebileceğini gösterdi. Köylülüğün desteği, Bolşeviklerin, işçi sınıfının arkasında toplanırken, köylülüğün parçalanıp işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün ittifakına karşılık gelmek üzere, Sosyalist-Devrimci Partinin bölünüp Sol kanadının ayrılması ve Bolşeviklerle ittifakı gelişti. Bu çerçevede de Şubatta proletarya ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğünün ifadesi olarak nitelendirilen Sovyetler, artık Ekimde işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün sosyalist iktidarının organları olarak görülüyordu.
Ekim Devrimi, köylülüğün desteklediği işçi sınıfının sosyalist devrimi olarak gerçekleşti, geçerken demokratik sorunları çözdü. Ama bu Trotski’nin programatik yaklaşımını doğrulamaz. Ekim Devrimi, ancak Şubat Devriminden sonra, Şubat Devriminin yol açtığı, açık sınıf mücadelesinin geliştiği demokratik ortam sayesinde gerçekleşti, Şubattan önce değil. Şubattan sonra Ekim Devriminin, köylülüğün desteklediği proletarya devriminin gerçekleşebilmiş olması, Şubattan önce bunun devrimin tek gelişme olasılığı, tek seçenek olarak önerilmesini haklı çıkarmaz.
Ekim Devrimi, proletaryanın, nüfusun küçük bir azınlığını oluşturduğu Rusya’da gerçekleştirdiği devrimiydi. Oluşan Sovyet rejiminin toplumun üzerinde yabancılaşmış bir baskı aygıtına dönüşümü incelenirken onun bu yanı üzerinde de durmak gerekir. Bir değerlendirme biçimine göre, azınlık egemenliği, çoğunluk üzerinde baskı aygıtı olarak kalıcılaşarak hiçbir zaman kendisini yok etmek doğrultusunda ilerleyemeyeceğinden, kendisi, yani egemen sınıf olan işçi sınıfı üzerinde de diktatörlüğe dönüşecektir. Dolayısıyla mutlaka, her koşulda çoğunluğun devrimini, iktidarını önermek, savunmak gerekir. Buna bağlı olarak bu bakış açısı, işçi sınıfının nüfusun çoğunluğunu oluşturmadığı koşullarda, mutlak bir biçimde halk devrimi savunmaya varmaktadır.
Öncelikle, azınlık diktatörlüğünün mutlaka kendisi için de diktatörlüğe dönüşeceği, mantıksal olarak da, tarihsel olarak da doğru değildir. Bütünün iradesinin gerçekleşmesini sağlayan bir işleyiş olarak demokrasi, küçük bir azınlık içerisinde, geniş kalabalıklara göre daha kolay gerçekleşebilir. Az sayıda insan bir araya gelerek doğrudan demokrasi uygulayabilir. Sayı arttıkça bu olanaksızlaşır ve temsili demokrasi gerekli olur, demokrasi dolaylılaşmaya, yabancılaşmanın olanakları ortaya çıkmaya başlar. Tarihsel olarak da, demokrasinin ilk örneği olarak gösterilen Atina demokrasisi, köle sahiplerinin, yani toplumun azınlığının demokrasisiydi. Bu azınlık bir meydanda toplanıp işlerini doğrudan demokrasiyle yürütebiliyordu.
Öte yandan Ekim Devrimi, proletaryanın azınlık olduğu koşullarda sosyalist devrimi gerçekleştirebilmesinin örneğiydi. Azınlık proletarya, nüfusun çoğunluğunun isteklerine rağmen, nüfusun çoğunluğuna karşı bu devrimi gerçekleştirmemişti. Tam tersine, nüfusun ezici çoğunluğunun, köylülüğün sorunlarını, yalnızca kendisinin çözebileceğini göstererek onun desteğini kazanmış, toplumsal hegemonya kurmuştu. Proletarya, nüfusun çoğunluğunun desteğini alarak, onların sorunlarını çözerek sosyalizme yürümek üzere iktidara gelmişti. Bundan sonra sorun, diğer emekçi kesimlerin kendi düzeyine yükseltilmesi ve toplumsal sınıfların ortadan kaldırılması, bu temel üzerinde de toplumda yöneten – yönetilen ayrımının, özel bir baskı gücü olarak devletin yok olmasıydı.
Ancak Ekim Devrimiyle oluşan Sovyet rejiminin tarihi, aynı zamanda, ortaya çıkan işçi sınıfı demokrasisinin, işçi sınıfı için demokrasi olmaktan çıkışının da tarihidir. Dolayısıyla sorun, genel olarak devletin ortadan kalkması, toplumda genel olarak yöneten – yönetilen ayrımının yok olması sorunundan önce, işçi sınıfı içerisinde yöneten – yönetilen ayrımı sorunudur; bu ayrımın silinmeye yönelmeyip derinleşmesi, işçi sınıfı içerisinde eşitlik, özgürlük ve yönetim hakkının daralması, sınıfın bir bütün olarak yönetmemesidir. Bu da Sovyetlerde somutlanan işçi sınıfı demokrasisine, oluşumundan itibaren daha yakından bakmayı gerektirir.
Öncelikle Sovyetler, işçi sınıfının sınıfsal egemenliğinin, çıkarlarının, hak ve özgürlüklerinin ifadesi oldu. Ama bunu gerçekleştirirken, devletin biçimlenmesi bakımından da, sömürücü azınlık devletleriyle karşılaştırılamayacak bir demokratik yapıya sahip olmak durumundaydı. Sovyetler işyerleri, fabrikalar temelliydi. Fabrikanın bütün işçilerinin doğal olarak üyesi olduğu fabrika sovyetleri için bire bir temsil, ‘doğrudan demokrasi’ söz konusuydu. Ama daha üst sovyetler, temsil ettikleri kitlenin büyüklüğü yüzünden kaçınılmaz olarak delegelerden oluşuyorlar, taban sovyetlerinden ayırt edilmek üzere ‘delege sovyetleri’ olarak da anılıyorlardı. Fabrika sovyetleri, bin işçiye bir, daha küçük işyerlerine de bir delegelik oranıyla seçtikleri delegelerle şehir sovyetlerini oluşturuyorlardı. Şehir sovyetleri de Bütün Rusya Sovyetler Kongresi delegelerini seçiyorlardı. Seçimler istenilen an yenilenebildiği için, seçilen delegeler geri çağrılıp değiştirilebiliyordu. Burjuva parlamentarizminin devlet yönetimini halktan kopartıp burjuvazinin hizmetindeki bürokrasiye teslim eden kuvvetler ayrımı yerine, Sovyetler yasama ve yürütmeyi hareketli bir yapı olarak kendinde birleştiriyordu. Sovyetler Kongresi, Kongrenin seçtiği Merkez Yürütme Komitesi (VTsIK) ve daha sonra onun atadığı Halk Komiserleri Kurulu (Sovnarkom) arasında yasama ve yürütme işlevleri açısından yetki ayrımı yoktu. Marksizmin, Paris Komününden beri, devlet yapısının bürokratlaşıp temsil ettiği tabandan kopmasını engellemek, yöneten – yönetilen ayrımının yok olarak devletin bütünüyle ortadan kalkmasını sağlamak açısından bir zorunluluk olarak işaret ettiği yasama ve yürütmenin birliği, yığınların yasama ve yürütme görevlerini doğrudan kendi ellerine almalarını, devlet işlerine yığınsal katılımı öngörüyordu. Bu ise, hakların, özgürlüklerin kullanımı anlamında belirli bir demokratik kültürü, eğitimi gerektiriyor.
Lenin de, işçi sınıfının sosyalist devrimi gerçekleştirebilmek için demokratik eğitimden geçmesi gerektiğini, 1916’da, P. Kievsky’ye (Y. Pyatakov) Cevap isimli yazısında vurgulamıştı:
“Kapitalizm ve emperyalizm, ancak ekonomik devrimle yıkılabilir. Bunlar, en ‘ideali’ bile olsa demokratik dönüşümlerle yıkılamaz. Ama demokrasi mücadelesi okulundan geçmemiş bir proletarya, ekonomik devrimi yapamaz. Bankalara el konulmadan, üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilmeden kapitalizm ortadan kaldırılamaz. Ancak, burjuvaziden ele geçirilen üretim araçlarının demokratik yönetimi için bütün halkı örgütlemeden, bütün emekçiler kitlesini, proleterleri, yarı-proleterleri ve küçük köylüleri, kendi saflarının, güçlerinin, devlet işlerine katılımlarının demokratik örgütlenmesine katmadan bu devrimci önlemler uygulanamaz” (Lenin, Toplu Eserler, c. 23, s. 25).
Uzun yıllar boyu sendikaların bile yasaklandığı otokrasi koşullarında işçi sınıfı demokratik eğitimini esas olarak Şubat Devriminden sonra, bu devrimin sağladığı demokratik ortamda, hızla keskin biçimler alan açık sınıf mücadelesi içersinde tamamladı. Bu demokratik eğitim, işçi sınıfının Ekim Devrimini gerçekleştirmesi için yeterli oldu, ama sürecin daha sonraki gelişimi göz önünde tutulduğunda, bunun işçi sınıfının iktidarını demokratik bir işçi devleti olarak sürdürmesine yetmediği de saptanmalıdır. Deyim yerindeyse, son derece hızlı demokratik eğitim, kelimenin gerçek anlamındaki hızlandırılmış eğitimler gibi, kusurlu, eksikli bir formasyon yaratmış, bir açıdan yeterliyken, başka bir açıdan yetersiz kalmıştır.
Bu açıklamanın somut ifadesi, işçi sınıfının devlet işlerine, yönetime katılımının sınırlı kalması, giderek daralması ve hatta yönetimin, kendisini politikaya adamış bir azınlığa terk edilmesidir. Bu, Bolşevik Partinin işçi sınıfının elinden iktidarı kopartıp alması değildir. Aksine Bolşevikler, sınıfın yönetime katılımının geliştirilmesi için, bunun yetersizliği ayrıca değerlendirilmek durumunda olmakla birlikte, çabalamışlardır. Yönetimin giderek daralması, temsil ettiği tabandan uzaklaşması doğrultusundaki gelişme ise, temsil kademelerinin artması, geniş organların içinden seçilen daha dar organların giderek iktidar işlevlerini daha çok üstlenmesi biçiminde daha Ekim Devriminden önce başlamıştır. Bu anlamda, bundan Bolşevikleri birinci derecede sorumlu tutmak doğru olmaz:
“Sovyet yapısının Menşevik – Sosyalist-Devrimci hakimiyeti altındaki evrimi, iktidarın yürütme düzeyinde daha fazla yoğunlaşması ve tam üyeli organın gücünde buna tekabül eden bir azalma doğrultusundaydı. Büyük yürütme komitelerinin seçildiği yerlerde, yürütmenin iktidarının çoğunu gasp eden daha küçük bürolar yaratıldı. Büro her gün, yürütme komitesi haftada iki ya da daha az toplanırken, tam üyeli organ haftada bir ya da daha az toplanıyordu. Saratov’da örneğin, tam üyeli organ, Martta on beş kere, buna karşılık Temmuzla Ekim arasında yalnızca iki kere toplandı. Bu son dönem sırasında, yürütme ise, kırk üç kere toplandı. Bütün Sovyetleri temsil edecek ulusal bir organın kurulması, iktidarı daha da yoğunlaştırdı. Şubat ve Ekim arasında yalnızca bir Ulusal Sovyet Kongresi yapıldı. Bu Kongre (3 Haziran 1917) üç yüz üyeli bir Bütün-Rusya Merkez Yürütme Komitesi (MYK) oluşturdu. Üyelerin yalnızca yarısı Petrograd’ta oturup toplantılara belli bir sıklıkta katılmaları beklenebilecek durumdaydı. Bu organ, elli üyeli bir büro ve dokuz kişilik de bir prezidyum seçti. Bu son iki organ, ulusal Sovyet yapısının neredeyse bütün iktidarını ellerinde topladılar. Ne zaman bütün MYK toplansa elli kişiden –genellikle yine sadece büronun üyeleri– fazla katılım olmuyordu. Dahası, büronun, Petrograd Sovyet’inin bürosundan ayırt edilmesi, neredeyse tamamen imkansızdı. Gerçekte olan, ulusal konferansın, Petrograd Sovyet’inin yönetici organına ulusal yetki vermesiydi.” (T. Wohlforth, “Transition to the Transition (Geçişe Geçiş)”, New Left Review 130)
Sovyet yapılanması içinde kademelerin artması ve yürütme işlevlerinin geniş organlardan giderek daha dar organlara aktarılması, yönetimin işçi sınıfının yığınlarından uzaklaşmasına, daralmasına karşılık geliyordu. Şubattan Ekime kadar geçen dönem içinde başlamış olan bu süreç Ekim Devriminden sonra da sürdü. Demokratik kültürün, geleneklerin yerleştirilmesinin yetersizliği, devlet işlerine yığınsal katılımın geliştirilememesi, bir süre sonra yönetimin Bolşevik Partiye kadar daralmasına, parti ve devletin birbiriyle çakışmasına kadar vardı.
Ekim Devrimi, demokratik eğitiminin tamamlanması bir bakıma yetersiz de olsa, işçi sınıfının eylemiydi. İşçi sınıfının komünizmin önderliğindeki devrimiydi, komünizm hedefliydi. Geçerken de, önce Şubat Devriminin, gündeminde olup da çözmediği demokratik sorunları, yığınların acil sorunlarını çözdü. Barış sorunu, toprak sorunu, ulusal sorun, hükümet sorunu derhal ele alıp çözdüğü sorunlardı. 2. Bütün Rusya Sovyetler Kongresi, daha devrimin ikinci günü 26 Ekim’de ‘Barış’, ‘Toprak’ ve ilk Sovyet hükümeti olarak Halk Komiserleri Kurulu’nun (Sovnarkom) kuruluşu kararnamelerini kabul etmişti.
Sovyet iktidarı, ‘Barış Kararnamesi’yle, Geçici Hükümetin yığınların talebine rağmen çıkmayıp sürdürdüğü emperyalist savaş politikasına son verme iradesini ifade ediyordu. Adil ve demokratik, ilhaksız, tazminatsız bir barış ileri sürülüyordu. Ateşkes girişimlerine rağmen savaş, emperyalist Almanya’nın böyle bir barışa yanaşmaması nedeniyle, Şubat 1918’e, Brest-Litovsk anlaşmasına kadar sürdü.
‘Toprak Kararnamesi’, köylülüğün talepleri doğrultusunda, Sosyalist-Devrimciler tarafından, bağlayıcı talimatlara dayanarak hazırlanıp uygulanmayan bir metni temel alıyordu. Toprakta özel mülkiyet kaldırılıp topraklar ulusallaştırılıyor, toprak beylerinin toprakları tazminatsız ellerinden alınıyor, toprağın alımı, satımı, kiralanması, ücretli emek çalıştırılması yasaklanarak topraklar işleyenin kullanımına veriliyordu. Bu da, büyük sosyalist çiftlikler değil, küçük köylü işletmelerinin oluşmasına yol açan ve toprakta özel mülkiyetin kaldırılmasının tarımda kapitalizmin özgürce gelişmesine en uygun biçim olması çerçevesinde demokratik karakterde bir uygulamaydı. Varolan koşullarda belki sosyalizme ilerlemek için en uygun önlemdi, ama sosyalist bir uygulama değildi.
Halk Komiserleri Kurulu (Sovnarkom) ise, Bütün Rusya Sovyetler Kongresi ve onun Merkez Yürütme Komitesi (VTsIK) otoritesi altında kuruluyordu. Kurucu Meclisin toplanmasına kadar hükümet etmek üzere geçici bir organ olarak gündeme getirilmişti. Ancak daha sonra gelişmeler bu durumu değiştirdi. Sovyet iktidarını tanımayı kabul etmeyen Kurucu Meclis’in Ocak 1918’de dağıtılması, Sovnarkom’u kalıcı hale getirdi.
Ekim Devrimi, Çarlığın sömürgeci zincirleriyle örülmüş ulusal sorunu da çözdü. Sovyet iktidarı, kurulduğunda, kendisini, ulusa ya da ülkeye göre nitelememiş, yalnızca ‘İşçilerin Köylülerin Hükümeti’ olarak isimlendirmişti. Ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanırken, kendisini de işçi sınıfının egemenliği kazandığı ulusların uluslararası birliğinin ifadesi olarak görüyordu. Bu çerçevede Finlandiya’nın bağımsızlığı tanındı. Daha sonra süreç, eski Çarlık Rusya toprakları üzerindeki Sovyet Cumhuriyetlerinin, 1922 sonunda, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği biçiminde birleştirilmesine vardı.
Barış sorunu, toprak sorunu, ulusal sorun demokratik sorunlardı, Ekim Devriminin geçerken çözdüğü sorunlardı. Ona sosyalist devrim karakterini veren ise, sınıfsal bileşiminin yanısıra, sosyalizm hedefli olmasıydı. Lenin, devrim günü akşamüstü, Bütün Rusya Sovyetleri Kongresinden önce, Petrograd Sovyet’inde konuşurken ‘sosyalizmin zaferinden’, ‘proleter sosyalist devletin inşasından’, ‘uluslararası sosyalist devrimden’ söz ediyordu. Kurulan Sovyet hükümeti de çeşitli vesilelerle sosyalist olarak nitelendi. Ocak 1918’de ise, Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi, bütün üretim araçlarının devletleştirilmesini hazırlayan önleme yer verirken açıkça ‘toplumun sosyalist örgütlenmesini gerçekleştirme’yi, ‘bütün ülkelerde sosyalizmin zaferini elde etme’yi temel hedef olarak alıyordu.
Öte yandan, burjuvazinin mülksüzleştirilmesi, üretim araçlarına el konulması açısından, gelişmeler, planlananların önüne geçti. Ekim Devriminden önce öngörülen, işçi kontrolüyle yetinilen, fabrikaların, üretim araçlarının kapitalistlerin mülkiyetinde kaldığı belirli bir dönemin yaşanmasıydı. Örneğin Lenin, Eylül 1917’de yazdığı Bolşevikler Devlet İktidarını Ellerinde Tutabilirler Mi? isimli broşüründe bunu öneriyordu:
“Önemli olan, kapitalistlerin malına el koyma bile değil de, kapitalistler ve destekçileri olabilecek olanlar üzerinde ülke çapında, herkesi kucaklayan işçi denetimi olacak.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 26, s. 107)
Ama Ekim Devriminden sonra, patronlar, yöneticiler, uzmanlar, Sovyet rejimine karşı direnişe geçip proletarya iktidarını zayıflatmak, sarsmak için üretimi durdurmaya, sabotajlara girişince, işçiler, bu direnişi yenebilmek, iktidarlarını savunabilmek için fabrikalara, üretim araçlarına el koydular. Yani sosyalist üretimin örgütlenmesinden önce, siyasi nedenler, burjuvazinin mülksüzleştirilmesini gerektirdi. Mülksüzleştirmelerin doğrudan doğruya üretimin sosyalist örgütlenmesinin gerekleri ölçüsünde gerçekleştirilmemesi nedeniyle de, bir süre sonra, üretimin düzenlenmesinin mülksüzleştirmenin önüne geçirilmesi, hatta bu arada mülksüzleştirmelerin durdurulması önerileri gündeme geldi.
İşçi kontrolünü ve mülksüzleştirmeleri gerçekleştirenler, fabrika komiteleri örgütlenmeleriydi. Fabrika komiteleri, Şubat Devriminden sonra, fabrikalarda, hem sovyetlerden hem de sendikalardan farklı işçi örgütleri olarak gelişmişlerdi. İşçilerin fabrika düzeyindeki taleplerini öne sürüyor, fabrika yönetimine müdahale ediyorlardı. Fabrika komiteleri, Ekim Devriminden sonra, Kasım 1917 kararnamesiyle işçi kontrolü ile görevlendirildiler. Patronların sabotajları üzerine de fabrikalara el koyma eylemlerini gerçekleştirdiler. Aralık 1917’de, Ulusal Ekonomi Yüksek Konseyi (Vesenha), işçi kontrolü organlarının işlevleri de dahil olmak üzere, bütün ekonomik faaliyeti örgütlemek amacıyla kuruldu. Pratikte uygulanamasa da, devletleştirmelerin Vesenha tarafından gerçekleştirilmesi, Vesenha’nın bir devlet planlama bölümü ile sanayinin finansmanını kontrol etmesi, yine, merkezinde Vesenha’nın bulunduğu ve mevcut Sovyetlere paralel Ulusal Ekonomi Sovyetleri (Sovnarhozi) kurulması kararnameleri çıkarıldı. Ekonomik sovyetler sistemi, Mayıs 1918’de birinci Bütün Rusya Ulusal Ekonomi Sovyetleri Kongresinin toplanmasına varmasına rağmen, siyasi Sovyetler gibi bir yapıya dönüşüp yaşayamadı.
Ekim Devrimi, işçi sınıfının çalışma koşullarını iyileştirdi. Devrimin hemen ardından, sekiz saatlik işgünü, haftada kırk sekiz saat çalışma, 14 yaşından küçük çocukların çalıştırılmasının yasaklanması, kadın ve gençlerin çalışmalarının sınırlandırılmaları kabul edildi. Sosyal sigorta yasalaştırıldı. Bütün bu yasal düzenlemelerin uygulanmasında sendikalar rol aldı. İşlevleri Vesenha’ya devredilen fabrika komiteleri, Ocak 1918’de birinci Bütün Rusya Sendikalar Kongresinde, sendikalarla kaynaştırılarak onların yerel organlarına dönüştürüldü. Aynı zamanda da, sendikaların, bağımsızlıklarının tartışılması ve sosyalist devrim süreci içinde giderek sosyalist devlet organlarına dönüştürülmeleri gündeme geldi. Sendikalar Kongresi kararı, sendikaların, üretimin örgütlenmesi, yıkılmış üretici güçlerin toparlanması yükünü üstlenmesinden söz ediyor, işçi kontrolünün örgütlenmesi, işgücünün dağılımı, sabotaja karşı mücadele, çalışma zorunluluğunun sağlanması gibi görevlerini sıralıyordu. Sosyalist devlet ve sosyalist ekonomik inşa üzerine tartışmalar, değerlendirmeler de, ilk adımlarla birlikte ortaya çıkıyordu.
Ekim Devrimi, işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün ittifakı, devrimi ve iktidarı demekti. Bu temelde, geçerken demokratik dönüşümleri tamamlayıp sosyalizm doğrultusunda adımlara girişmişti. Ama belki de bu adımlardan daha önemli olarak ona sosyalist karakterini veren yan, dünya ölçeğinde sınıfların ortadan kaldırılmasını, sosyalizmi hedeflemesi, kendisini dünya devriminin bir parçası olarak görmesi, uluslararası devrimin ilk adımı olmasıydı. Dünya ölçeğinde emek – sermaye çelişkisini açıkça en öne çıkartan bu yan, Sovyet devleti ortadan kalkıncaya kadar da varlığını sürdüren saflaşmada, Sovyet iktidarının karşısında emperyalistlerin saflaşmasında ifadesini buldu. Emperyalistler, işçi sınıfının uluslararası sosyalist devrimi karşısında birleşirlerken Sovyet hükümetinin savaştan çekilmesi, tazminatsız mülksüzleştirmeler ve eski hükümetlerin dış borçlarının sahiplenilmemesi, emperyalistlerin yeni Sovyet devletine karşı düşmanlıklarını artırıp saflarını sıklaştırdı. Tırmanan bu düşmanlık, sonunda Sovyet rejimi topraklarında iç savaşa ve emperyalist müdahaleye kadar vardı.
Ancak başlangıçta, Sovyet iktidarının küçümsendiğini ve varlığını koruyup sürdürebileceğine ihtimal verilmediğini de eklemek gerekir. Önce Petrograd, Moskova ve birkaç büyük şehirde ortaya çıkan merkezi Sovyet iktidarının farklı odaklar üzerinde otorite kurup kuramayacağı bilinmiyordu. Yerel Sovyetler bağımsız biçimde ortaya çıkıyorlardı. Fabrikalarda işçi denetimini uygulayan fabrika komiteleri Sovyetlerin dışında ayrı bir örgütlenmeydi. Askerden köylerine dönen köylülerin de nasıl davranacağı bilinmiyordu. Sonra burjuvazinin sabotaj ve direnişleri, bürokrat, yönetici, uzmanların grevi Sovyet iktidarının karşısına çıktı. Ardından da iç savaş ve emperyalist müdahale geldi.
Diğer yandan Bolşevikler de Ekim Devrimini, Sovyet iktidarının kendisini korumak açısından değil, dünya devriminin ilk adımı olarak değerlendiriyorlardı. Perspektifleri, Rusya işçi sınıfının açtığı yoldan devrimin Batıya yayılması, Batının işçi sınıflarının önderliğinde devrimin ilerletilmesi, güvenceye alınması ve sosyalizmin inşasıydı. Onlar da Batı işçi sınıflarının yardımı olmadan yaşayamayacaklarını, Sovyet iktidarını koruyamayacaklarını düşünüyorlardı. Örneğin Lenin, bunu iç savaşı kazanmalarından sonra da, Aralık 1921’de Dokuzuncu Bütün Rusya Sovyetler Kongresinde açıkça ifade etmişti:
“Bir sosyalist cumhuriyetin kapitalist bir ortamda varolması düşünülebilir bir şey mi? Bu, siyasi ve askeri bakımlardan düşünülemez görünüyordu. Hem siyasi ve hem de askeri olarak mümkün olduğu şimdi kanıtlanmıştır; bu artık, bir gerçekliktir.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 33, s. 151)
Gelişmeler, öngörülenlerden, çeşitli açılardan farklı oldu. Batıya yayılan devrimler, zafere ulaşıp Rusya işçi sınıfının yardımına gelemedi. Öte yandan, Sovyet iktidarı da, günün ağır koşulları karşısında çeşitli uygulamalara başvurarak, büyük zorluklar, fedakarlıklar, yıkımlar pahasına varlığını korumayı başardı.
Bu anlamda, Ekim Devrimi, içeriğiyle, hedefleriyle ve gerçekleştirdikleriyle, sosyalist olarak değerlendirilirken, gelişmelerin öngörülemeyen seyri de bu değerlendirmenin içine katılmalıdır. Komünizm hedefi, Ekim Devrimine, onun ürünü olan toplumsal örgütlenmeye yol göstermiş, gelişim doğrultusunu belirlemiştir. Diğer yandan da bu doğrultudaki adımların gerçekleştirilmesi, hedeflenenlerin pratikte uygulanması, çeşitli güncel mücadelelerden geçerek, bu zeminde somutlanıp çeşitli ölçülerde de dönüşerek olmuştur. Bu yüzden, pratikte gerçekleştirilenlerin teoride öngörülmüş olanlarla ne ölçüde çakıştığı, ne ölçüde bunlardan uzaklaştığı, bu sosyalist devrim deneyimini değerlendirmenin belki de en önemli yanıdır.
Lenin, Ekim Devriminden hemen önce, Eylül 1917’de yazdığı Devlet ve İhtilal’de işçi sınıfı devletinin sınıflı toplumların devleti anlamında bir devlet olmayıp kurulurken kendi kendisini yok etmeye girişmesi için taşıması gereken özellikleri sayarken Marx’ın Paris Komününden çıkarttığı dersleri de sıralıyordu: bütün görevlilerin seçilip geri çekilmesi, bunların ücretlerinin ortalama işçi ücreti kadar olması, sürekli ordu ve polis yerine milis, yığınların silahlanması. Bunlar, devlet iktidarını kendi çıkarına kullanacak bir kesimin ortaya çıkmaması, buna yönelik maddi ayrıcalıklı bir tabakanın oluşmaması, yine böyle bir kesimin toplumu baskı altında tutmakta kullanabileceği özel bir silahlı gücün varlığına izin verilmemesi için öneriliyordu. Bu önlemler, devlet aygıtının yığınlardan kopup yabancılaşarak onlar üzerinde bir baskı aracına dönüşmesini engellemenin olmazsa olmaz önlemleri olarak ileri sürülüyordu. Bütün bir Sovyet iktidarı boyunca bunların ne ölçüde gerçekleştirildiği, ne ölçüde bunlardan sapıldığı, doğrudan doğruya, Ekim Devrimiyle başlayan sosyalizm deneyimi üzerine olan değerlendirmenin konusunu oluşturmaktadır.
Bu konudaki farklı uygulamaların bir kısmı, sürecin ilerleyişi içerisinde belirli değişikliklerin sonucu olarak gündeme gelmiştir. Ama bir kısmı da daha baştan devrimin ilk günleri içerisinde, sürecin ileriki gelişiminde de korudukları belirli özellikleriyle biçimlenmişlerdir.
Bu çerçevede, milis örgütlenmesinin ötesinde, sürekli silahlı güçler olarak biçimlenen organların ortaya çıkması kaydedilmelidir. Daha sonraki çeşitli gizli Sovyet istihbarat örgütlerinin ilki olarak bilinen Olağanüstü Komisyon (Çeka), Aralık 1917’de Sovnarkom kararıyla oluşturulmuştu. Ekim Devrimini örgütleyen Petrograd Sovyeti askeri-devrimci komitesinin bir bölümünün devamıydı ve ‘karşı-devrim ve sabotaja karşı mücadele’ ile görevlendirilmişti. Yerel sovyetlere de benzer komisyonlar kurmalarını öneren Çeka’nın, Şubat 1918’de, genel karargah personeli 120’den fazla değildi. Sonraları giderek yaygın ve merkezi bir ağ olarak örgütlendi.
Bir sürekli ordu olarak Kızıl Ordu ise, Kızıl Muhafız örgütlenmesinin ardından geldi. Kızıl Muhafızlar, 1917 yazında, Petrograd’ta fabrikalarda, işçi muhafızlar olarak ortaya çıkmıştı. Kornilov darbesini püskürten Kızıl Muhafızlar, işçi milisi karakterindeydi. Ekim Devrimini başarıya ulaştırdıklarında on bin kişi kadardılar. Aralıkta, bir Kızıl Ordu oluşturulması gündeme geldi. Ocak 1918’de Sovnarkom, ‘emekçi kitlelerin sınıf bilinçli ve örgütlü unsurları arasından çıkan gönüllülerden’ oluşan ‘İşçilerin ve Köylülerin Kızıl Ordusunun’ kurulması kararnamesini yayınladı. Ardından gelen aylarda ise, iç savaşın tam boy başladığı 1918 yazına gelininceye kadar, gönüllülük yerine, önce işçilerden ve köylülerden başlayan, sonra bütün nüfusu kapsayan bir biçimde, askere alma kararları alındı. Böylece bir sürekli ordu olarak biçimlenen Kızıl Ordu, bir milis örgütlenmesi olan Kızıl Muhafızların yerini aldı. Ekim Devriminin ilk ayları içerisinde gerçekleşen ve sürekli silahlı güçleri kurumsallaştıran bu gelişme, aynı zamanda işçi sınıfı demokrasisine ilişkin Paris Komünü ilkelerinden bir uzaklaşmayı da ifade ediyordu.
Ekim Devriminin ardından geçen ilk birkaç aylık dönem, burjuvaziyle her düzeyde doğrudan çatışıldığı, eski devlet yapısının dağıtıldığı, kapitalistlerin, uzmanların, idarecilerin direnişleri, sabotajları karşısında, fabrikalara el konulduğu, bu zemin üzerinde Sovyet iktidarının yükseldiği ve kendisini sağlamlaştırdığı dönemdi. Aynı zamanda, bu dönemde yeni rejimin kurumları da biçimleniyordu. Yeni bir anayasal yapının gelişmesinin adımları da Kurucu Meclis karşısında alınan tavırlar içinde atıldı.
Henüz devrimin daha taşraya yayılmadığı, hemen Ekim Devrimi günlerinde yapılan Kurucu Meclis seçimlerinde Sosyalist-Devrimciler oyların çoğunluğunu almıştı. Ama ardından toplanan Köylü Delegeleri Sovyetleri Kongresi sırasında Sosyalist-Devrimciler bölündü. Çoğunluk olan Sol Sosyalist-Devrimciler, Bolşeviklerle ittifaktan yana oldular. Sol Sosyalist-Devrimciler hükümete girip Bolşeviklerle koalisyon yaparken, Köylü Sovyetlerinin de katılmasıyla Bütün Rusya İşçi, Asker ve Köylü Sovyetleri oluşturuldu. Sovyet iktidarı, Ocak 1918’de toplanan Kurucu Meclis’ten, kendisini tanımasını istedi. Sosyalist-Devrimcilerin ve Menşeviklerin çoğunlukta olduğu Kurucu Meclis bunu kabul etmeyince, Sovyetler, kendi bağımsız gücü olmayan Kurucu Meclis’i dağıttı. Bu önlem, mevcut siyasi yapılanma içerisinde burjuva parlamentarist gelişme yoluna kapıların nihai biçimde kapatılmasına karşılık geliyordu.
Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi ise, Kurucu Meclis’in benimsemesi ve böylece Sovyet rejimini tanıması amacıyla hazırlanmıştı. Sosyalist toplumun inşası ifadeleriyle sosyalizmi hedefleyen Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi, bu doğrultuda, toprakta özel mülkiyetin kaldırılmış olması, bütün üretim araçlarının devletleştirilmesini hazırlayan bir ilk önlem olarak işçi kontrolü, bankaların devletleştirilmesi, çalışma zorunluluğu ve çalışanların silahlandırılıp Kızıl Ordu’nun kurulması kararlarını sıralamaktaydı. Ocak 1918’de Kurucu Meclis’in dağıtılmasının ardından toplanan Üçüncü Bütün Rusya Sovyetler Kongresi tarafından benimsenen Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi, daha sonra ilk Sovyet Anayasasının temel bölümlerini oluşturdu.
Burjuvazinin alt edilip direnişinin bastırılması, Sovyet iktidarının sağlamlaştırılması, Kurucu Meclis’in dağıtılmasıyla büyük ölçüde tamamlanmıştı. Şubatta, büyük kayıplar ve geri çekilmeler pahasına da olsa, Almanya’yla yapılan Brest-Litovsk anlaşması, Sovyet iktidarına uluslararası boyutta da bir nefes alma zamanı tanıdı. Bu dönem, ekonomik yeniden inşa için bir fırsat olarak görüldü ve savaşın neden olduğu yıkımın onarılması, üretimin geliştirilmesi, üretkenliğin artırılması konuları gündemde öne çıktı.
1918’in baharından yazın iç savaş başlayıncaya kadar geçen kısa nefes alma döneminde, ekonominin yeniden inşası doğrultusunda çeşitli yaklaşımlar ve girişimler gündeme geldi. Bunlar daha sonraki dönemlerde de hep uygulamalara referans gösterildi, bu konudaki tartışmalara kaynaklık etti. Bu yüzden, bu önermeler, kendi dönemlerinde pratikte uygulanabildikleri ölçünün kat kat ötesinde bir önem kazandılar.
Ekim Devriminden 1918 baharına kadar geçen dönem, eski iktidarın devrilmesi, parçalanması, eski yapının yıkılması, dağıtılması, bunların savunucularının direnişlerinin bastırılması, ezilmesi dönemiydi. Bu dönemin sonunda, 1918 baharında ise, artık yeniden kuruluş gündeme geliyordu. Bunun için de öncelikle, örgütlenme, disiplin, emek üretkenliğinin yükseltilmesi, maddi altyapının güçlendirilmesi, üretimin artırılması gibi unsurlar öne çıkmak durumundaydı. Bu dönemde, bu çerçevede ileri sürülen, parça-başı çalışma, yüksek ücret, Taylorizm, sosyalist rekabet, tek-adam yönetimi, devlet kapitalizmi gibi çeşitli önermeler ise, bütün tarihi boyunca Sovyet ekonomisine ilişkin tartışmalarda önemini korudu.
Lenin, Mart 1918’de Brest-Litovsk anlaşmasının 7. Parti Kongresi tarafından uygun görülmesi ve 4. Sovyetler Kongresi tarafından onaylanmasının hemen ardından yeni dönemin görevleri üzerine çalışmaya başladı, taslak hazırladı. Bu taslağa dayanarak yazdığı ve Nisan 1918’de Parti Merkez Komitesi tarafından benimsenen Sovyet Hükümetinin Acil Görevleri isimli makalesinde Lenin, önce örgütlenme yanının önemini vurguluyordu:
“Elde edilen barış sayesinde ... Rusya Sovyet Cumhuriyeti, bir süre için çabalarını sosyalist devrimin en önemli ve zor yönü, yani örgütlenme görevi üzerinde yoğunlaştırma fırsatı kazanmıştır.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 237)
Sonra sosyalist üretimin, üretim araçlarına el konulmasından öteye, üretimin kendisinin toplumsallaştırılması, işçiler tarafından düzenlenmesi olması üzerinde duruyordu:
“Her sosyalist devrimde ... proletaryanın ve önderlik ettiği yoksul köylülerin baş görevi, on milyonlarca insanın varlığını sürdürmesi için gerekli malların planlı üretim ve dağıtımına uzanan yeni, son derece ince ve hassas örgütsel ilişkiler sisteminin kurulması için pozitif ya da yapıcı çalışmadır... Ana zorluk ekonomik alanda, yani, malların üretim ve dağıtımının en sıkı ve genel muhasebe ve denetiminin getirilmesi, emeğin üretkenliğinin yükseltilmesi ve üretimin pratikte toplumsallaştırılmasında yatar.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 241)
“Burjuvaziden aldığımız işletmelerde ve ekonominin dal ve alanlarında daha muhasebe ve kontrolü yerleştirmedik...
...sermayeye... saldırımızı, gelecekte başarıyla ilerleyebilmek için, şimdi ‘askıya almalıyız’.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 245)
“Şimdiye kadar doğrudan mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi önlemleri ön plandaydı. Şimdi, kapitalistlerin mülksüzleştirilmiş oldukları işletmelerde ve bütün diğer işletmelerde muhasebe ve denetimin örgütlenmesi ön plana geçiyor.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 246)
Lenin, üretim araçlarına el koymanın sürdürülmesi yerine, el konulmuş olan işletmelerde üretimin toplumsal hedefli örgütlenmesini, düzenlenmesini, bunları sosyalizme ilerleme açısından göz önünde tutarak öne çıkartıyordu.
“İşçi kontrolü bir olgu haline gelmeden ... sosyalizme ilk adımdan (işçi kontrolünden) ikinci adıma geçmek, yani üretimi işçilerin düzenlemesine geçmek imkansız olacak.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 254-5)
Muhasebe ve denetimin mülksüzleştirmenin önüne geçmesi, üretimin pratikte toplumsallaştırılması biçimindeki sözler, üretim araçlarının toplumsallaştırılması açısından sosyalist üretim tartışılırken gündeme gelir. Üretimin toplumsallaştırılması, yalnızca üretim araçlarına el konmasından ibaret değildir, el konulan üretim araçlarıyla gerçekleştirilen üretimin kendisi de toplumsal biçimde, toplumun ihtiyaçları doğrultusunda düzenlenmelidir. Ama bu, öncelikle üretim araçlarına el koymanın gereğini ortadan kaldırmadığı gibi, bunun işçi sınıfının devleti aracılığıyla yapılacağını, yani üretim araçlarının toplumsallaştırılmasının devletleştirme biçiminde gerçekleştirileceğini de değiştirmez.
Lenin, aynı makalesinde, emek üretkenliğini yükseltmek amacıyla, henüz başka çözüm olmadığı için, mevcut burjuva uzmanlardan yararlanma sorununu gündeme getiriyor, burjuva uzmanlara yüksek ücret ödemek zorunda olduklarını söylüyordu:
“En üst burjuva uzmanların ‘hizmetleri’ için çok yüksek bir fiyat ödemeyi kabul etmeliyiz.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 248)
Ardından da bunun, bütün maaşları ortalama işçi ücretleriyle sınırlayan Paris Komünü ilkesinden bir sapma olduğunu belirtiyor, ama bunun ilkelerden gerileme olduğunun da kitlelerden gizlenmemesi gerektiğini ekliyordu:
“Açıktır ki, bu önlem, bir uzlaşmadır, bütün maaşların ortalama işçi ücretleri düzeyine indirilmesini talep eden Paris Komününün ve her proleter iktidarın ilkelerinden bir uzaklaşmadır...
Ayrıca bu önlem ... yüksek maaşları ortalama işçi ücretleri düzeyine indirme politikasını daha en baştan ilan eden ve sürdüren sosyalist Sovyet devlet iktidarımız açısından da geri adımdır.
... Samimiyetle nasıl ve neden bu geri adımı attığımızı açıklamak ve sonra kaybedilen zamanı telafi etmek için mevcut olanakları kamuoyu önünde tartışmak, halkı eğitmektir ve tecrübeden öğrenmek, sosyalizmin nasıl inşa edileceğini halkla birlikte öğrenmektir.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 249)
Sonra bu uygulamanın bozucu, çürütücü etkilerine işaret ediyordu:
“Yüksek maaşların bozucu etkisi şüphesiz ... Biz kendimiz, işçiler ve köylüler, ne kadar erken, en iyi çalışma disiplinini, en modern çalışma tekniğini, burjuva uzmanları bunları bize öğretmeleri için kullanarak öğrenirsek, o kadar çabuk kendimizi bu uzmanlara ‘haraç’ ödemekten kurtarabiliriz.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 250-1)
Sovyet sosyalizminin eleştirisi sırasında, ücret farklılaşmaları, maddi ayrıcalıklar ve ayrıcalıklı bir tabakanın doğuşu tartışılırken bu konu önem taşıyor. Ancak bu noktada, sözü edilen burjuva uzmanlara yüksek ücret ödenmesi uygulamasının, kötü örnek oluşturmasıyla, genel manevi bozucu etkisine işaret etmekle birlikte, ele alınan ayrıcalıklı tabakanın oluşumu açısından, bunun eski toplumdan mı devralındığı, yoksa yeni toplumun içinden mi doğduğu değerlendirmesinin belirleyici olacağını da eklemek gerekiyor.
Lenin, yine bu makalede, emeğin üretkenliğinin yükseltilmesinin, bunun için üretici güçlerin ve yığınların kültürel düzeylerinin geliştirilmesinin önemini vurguladıktan sonra, emek disiplininin yükseltilmesine ve bu açıdan parça-iş ve Taylorizm konularına geliyor:
“Parça-iş sorununu gündeme getirmeli ve onu pratikte uygulamalı ve denemeliyiz; Taylor sisteminde bilimsel ve ilerici olanların çoğunu uygulama sorununu gündeme getirmeliyiz.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 258)
“Taylor sistemi,... burjuva sömürünün incelmiş zorbalığıyla iş sırasındaki mekanik hareketlerin incelenmesi alanında bazı büyük bilimsel kazanımlar, gereksiz ve ters hareketlerin atılması, doğru iş yöntemlerinin sıralanması, en iyi muhasebe ve kontrol sistemlerinin getirilmesi vb.nin bir bileşimi. Sovyet Cumhuriyeti, bu alanda bilim ve teknolojinin kazanımlarında değerli ne varsa, ne pahasına olursa olsun benimsemeli... Rusya’da Taylor sisteminin incelenme ve öğretimini örgütlemeli ve onu sistemli olarak deneyerek kendi amaçlarımıza uyarlamalıyız.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 259)
Parça başı ücret olsun, Taylorizm olsun, önceden, elbette haklı biçimde, kapitalizmin sömürüsünün araçları olarak eleştirilmişlerdi. Proletarya iktidarı altında önerilmeleri de, yine eleştirilere neden olduğu gibi, bu rejimin karakterinin değerlendirilmesi açısından da tartışma konusu oldu.
Parça başı ücret büyük ölçüde, maddi teşvikler konusuyla bağlantılıdır. Sorunun belki de daha önemli yanı, maddi teşviklerin, ya da genel olarak meta ilişkilerinin hangi aşamaya kadar süreceğidir. Bunların, sosyalizmin kurulmuş olduğu saptamasının yanısıra, önerildikleri durumlardır, yani sosyalizmi meta ilişkileriyle uyumlu gören kavrayıştır. Ama eklemek gerekir ki, saat ücreti yerine parça başı ücret, ücretlerin eşitleşmesi değil, farklılaşması yönünde etkide bulunmak durumundadır. Bu anlamda da en azından kısa vadede toplumsal farklılıkları geliştirici, hatta rekabeti körükleyici bir özellik taşımaktadır.
Taylorizm açısından ise, Lenin’in yaptığı ayrıştırma ve bilimsel ve ilerici olan yanların benimsenmesi önemlidir. Kapitalizmin sömürü araçlarının, mekanizmalarının reddi, onun üretici güçlerde sağlamış olduğu gelişmenin, teknolojinin bütününün reddedilmesini getirmemelidir. İç içe geçmişlikleri nedeniyle zor da olsa, bu iki yan birbirinden ayrılmalı ve sosyalizm, üretici güçleri geliştirmede kapitalizmin sağladığı gelişmelerden de yararlanabilmelidir. Sömürüyü artırmak için emeği yoğunlaştıran yönlere karşı çıkarken, emeğin üretkenliğini artıran, çalışmayı kolaylaştıran yönler benimsenebilir. Ama burada herhalde önemli olan nokta, denetimin işçilerde olması, kapitalizmde olduğu gibi, bu konudaki kararların onlara dışardan dayatılmamasıdır.
Ayrıca Lenin, sosyalizmin kitle ölçeğinde rekabete ilk defa yolu açtığını ileri sürerek komünler arasında rekabeti, model komünlerin geri olanları eğitmesini savunuyor. Sosyalist rekabet konusu manevi teşvikler çerçevesinde tartışılabilir ve yine hangi koşullar süresince geçerliliğini koruyacağı değerlendirilebilir.
Bunların yanısıra Lenin, kapitalizmden sosyalizme geçişte zorun, diktatörlüğün gereğini vurguladıktan sonra, diktatörlüğün bireyler tarafından yürütülmesini, tek iradeye sorgusuz itaati savunuyor:
“Sovyet (yani sosyalist) demokrasi ile bireylerin diktatörce yetkiler kullanması arasında hiçbir ilkesel çelişki yok. ...
Büyük ölçekli makineli sanayi mutlak ve kesin irade birliği ister. ... Ama kesin irade birliği nasıl sağlanabilir? Binlerin iradelerini bir kişinin iradesine tabi kılmalarıyla.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 268-9)
Lenin, proleter, Sovyet demokrasisinin bürokratik çarpılmasına karşı yığınların devlet idaresine katılımını vurgulayarak bitirdiği bu makalesine dayanarak hazırladığı ve Sovyetler Merkez Yürütme Kurulu tarafından Mayıs başında kabul edilen, Sovyet Hükümetinin Acil Görevleri Üzerine Altı Tez’de de yine aynı önermeleri ve iş sırasında tek-adam yönetimini savunuyor:
“İş sırasında, diktatörce yetkilerle donanmış, Sovyet yöneticilerinin, Sovyet kurumları tarafından seçilmiş ya da atanmış diktatörlerin tek-adam kararlarına itaat ve buna sorgusuzca itaat” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 248)
İşletmelerde tek-adam yönetimi de, diğer önermeler gibi, bütün süreç boyunca sosyalist ekonomik örgütlenmenin temel tartışma konularından birini oluşturdu. Sorun, disiplinsizlik, örgütsüzlük, dağınıklık, verimsizlik gibi zaafları, hastalıkları düzeltebilmek, giderebilmekti. Bu açıdan, üretkenliği, verimliliği artırabilmek için, irade birliğinin gerekliliğini ve önemini kavrayabilmek zor değil. Ama kolektivizmin, bireylerin birbirlerinin eksikliklerini ortaklaşa yönetim içinde tamamlamalarının üstünlüklerini göz önünde tutunca, irade birliğinin neden kolektif organlar, birden çok bireyin ortak yönetimi tarafından değil de, ancak diktatörce yetkilere sahip bireyler tarafından sağlanabileceği, aynı ölçüde kolay kavranabilir ve savunulabilir gözükmüyor. Bundan da öteye, yığınların yönetiminin geliştirilmesi hedefi açısından, tek-adam yönetimi belli ki, hiç de bu hedefe yönelmeye hizmet edecek bir uygulama değil. Hele Sovyet rejiminin özgül gelişimi, tıkanıklıkları ve akıbeti değerlendirildiğinde, sorunun düğüm noktasının işçi sınıfı demokrasisinin, devlet yönetimine yığınsal katılımın aksamasına bağlanması, bu saptamanın önemini artırır.
Lenin, aynı dönemde, Mayıs 1918’de, Buharin ve diğer ‘Sol Komünistler’in eleştirilerini cevaplamak için yazdığı ‘Sol’ Çocukluk ve Küçük-Burjuva Zihniyeti isimli makalesinde ise, üretim temelinin güçlendirilmesi, üretkenliğin artırılması doğrultusundaki diğer önermelerine devlet kapitalizmi savunusunu da ekliyor, geri ve küçük meta üretiminin ağır bastığı koşullardan sosyalizme ilerleyebilmek açısından, devlet kapitalizminin de küçük ölçekli üretim karşısında büyük ölçekli üretimi temsil ettiğini anlatıyordu. Yine sosyalist ekonomi üzerine olan tartışmalar çerçevesinde, burada hem devlet kapitalizminin hangi koşularda savunulduğu, yani hangi döneme ait görüldüğü, hem de devlet kapitalizmi deyimiyle ne anlaşıldığı önemlidir:
“Bugün Rusya’da varolan çeşitli sosyo-ekonomik yapıları gerçekte oluşturan unsurlar...
1) ataerkil, yani önemli ölçüde doğal köylü çiftçiliği;
2) küçük meta üretimi (bu, tahıllarını satan köylülerin çoğunluğunu kapsar);
3) özel kapitalizm;
4) devlet kapitalizmi;
5) sosyalizm.
... Açıktır ki, bir küçük-köylü ülkesinde, toprakta çalışanların büyük çoğunluğu küçük meta üreticileri olduğu için küçük-burjuva unsur ağır basar ve ağır basmalıdır. Devlet kapitalizmimizin (tahıl tekeli, devlet denetimindeki girişimci ve tüccarlar, burjuva kooperatifleri) kabuğu, vurguncular tarafından, vurgunculuğun başlıca hedefi tahıl olmak üzere, şimdi bir yerden sonra başka bir yerden delinmektedir.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 335-6)
“Şu anda Rusya’da küçük-burjuva kapitalizmi hakimdir ve ondan ‘üretim ve dağıtımın ulusal muhasebe ve kontrolü’ denilen tek ve aynı ara istasyondan geçerek hem büyük-ölçekli devlet kapitalizmine hem de sosyalizme giden yol tek ve aynıdır.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 340)
Öncelikle burada, devlet kapitalizmi, küçük meta üretiminin hakim olduğu koşullarda savunulmaktadır, yani sosyalist üretimin hakim olduğu koşullarda değil. Devlet kapitalizminin sosyalizme geçiş koşullarında önerilmiş olması, sosyalizm koşullarında ileri sürülmesini desteklemez, haklı çıkarmaz. Devlet kapitalizmi ifadesiyle ise, asıl olarak, başta tahıl olmak üzere, devletin, bir büyük kapitalist gibi ticaret yapması, küçük üreticilerin ürünlerini pazarda satın alması, bu sırada, diğer tüccarlarla, vurguncularla rekabet etmesi, bu biçimde küçük üretimi büyük üretime doğru geliştirmeyi hedeflemesi kastedilmektedir. Buna, özellikle yabancı kapitalistlere denetim altında imtiyaz tanınması da eklenebilir. Dolayısıyla bu devlet kapitalizminin, proleter devletin, toplumsallaştırılmış üretim araçlarıyla gerçekleştirdiği üretimle ilgisi yoktur. Zaten diğer sosyo-ekonomik yapıların yanısıra sosyalizmin sayılmış olması da bunun bir başka açıdan göstergesidir. Bu anlamda, Lenin’in devlet kapitalizmine ilişkin bu sözleri, Sovyet sosyalizminin değerlendirilmesi tartışmalarında öne sürülen devlet kapitalizmi saptamalarıyla bağlantılandırılamaz ve Sovyet iktidarı altında bu devletin sahip olduğu üretim araçlarıyla gerçekleştirilen üretimi devlet kapitalizmi olarak nitelemek için dayanak gösterilemez.
1918 ilkbaharında, burjuvazinin devrilip direnişinin ezilmesinin yerini örgütlenme, üretkenliğin geliştirilmesi sorunlarının alması, diğer bir ifadeyle, devrimin yıkıcı görevlerinin yerini yapıcı görevlerinin alması dönemi olarak görülen bu dönemde, gündeme getirilen çeşitli önlemler, ileriki dönemlerde de önerildiler, uygulandılar ve tekrar tekrar tartışma konusu oldular. Parça başı ücret, Taylorizm, tek-adam yönetimi, devlet kapitalizmi gibi önlem ve uygulamalar bu tartışmaların belirli taraflarınca sosyalizmin ideallerinden, ya da hedeflerinden uzaklaşma olarak eleştirildiler. Savunan taraflarca da, eğer sosyalizmin gerekleri olarak değilse, koşulların zorunlulukları olarak öne sürüldüler. Bu tartışmalar, ileriki dönemlerde gündeme geldiğinde de, savunulan önlemlerin gerekçesi ve zorunlulukların kaynağı olarak gösterilen söz konusu koşullar, çoğunlukla, iç savaş ve onun neden olduğu yıkım koşullarıydı. Burada ilginç olan yön, bütün bu önlemlerin, esas olarak iç savaştan önce, daha iç savaş çıkmadan ileri sürülmüş olmalarıdır. Dolayısıyla bunların sosyalizmin inşası sürecindeki rolleri değerlendirilirken, öncelikle, iç savaştan, iç savaş koşullarından büyük ölçüde bağımsız olarak ele alınmalıdırlar. Ondan sonra, iç savaş ve içinden bulunulan döneme ilişkin diğer koşulların etkileri değerlendirmeye eklenmelidir.
Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi’ni benimseyen 3. Bütün Rusya Sovyetler Kongresi, gelecek kongreye anayasa taslağı hazırlanmasını da kararlaştırmıştı. Ancak çalışmalar 4. Kongreye yetişmedi. Rusya Sosyalist Federal Sovyet Cumhuriyeti Anayasası Temmuz 1918’de, 5. Bütün Rusya Sovyetler Kongresi tarafından kabul edildi.
Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi’nin de başlangıç bölümünü oluşturduğu Anayasa, işçi sınıfının haklarını, bunları fiilen gerçekleştirebilmenin olanaklarının sağlanmasını da içererek sıralıyordu: cumhuriyetin federal niteliği, kilisenin devletten ve okulun kiliseden ayrılması, işçilerin düşünce, söz ve örgütlenme özgürlükleri, çalışma zorunluluğu, işçilerin askeri hizmet zorunluluğu, yabancılara siyasi ve dini nedenlerle iltica hakkı, ırk ve milliyet temelli ayrımcılığın kaldırılması.
Bunların ardından anayasa, devlet yapısını tanımlıyordu. En yetkili organ olarak Bütün Rusya Sovyetler Kongresi, şehir sovyetleri için 25 bin seçmene bir, taşra sovyetleri için 125 bin nüfusa bir oranında seçilen delegelerden oluşmak durumundaydı. Kongrenin oturum halinde olmadığı anlarda onun yetkilerini kullanmak üzere seçilen Merkez Yürütme Komitesi (VTsIK) 200’den az üyeliydi. VTsIK tarafından atanan Halk Komiserleri Kurulu (Sovnarkom) ise, devletin işlerinin genel idaresinin yanısıra kararname, emir ve talimatlar yayınlamakla görevli olduğu gibi, acil önlemleri yalnız kendi yetkisiyle uygulamaya koyabiliyordu. Anayasada burjuva parlamentarizmindeki gibi bir güçler ayrımı yoktu. Kongre, VTsIK ve Sovnarkom, üçü de aynı anda hem yasama, hem de yürütme organlarıydı. Aralarındaki ayrım, daha geniş organ ile onun içinden seçilen komite arasında olan türdendi, dolayısıyla üye sayıları ve toplanma sıklıkları açısındandı. Yine, yargı da Adalet Halk Komiserliğine, dolayısıyla Sovnarkom’a bağlanmıştı. Ayrıca anayasa, seçme hakkını çalışanlara tanıyıp ücretli emek çalıştıranlar, tüccarlar, din adamları, eski polis memurları gibi sınıf ve kesimleri özel olarak bu haktan yoksun bırakıyordu.
Bu anlamda Sovyet Anayasası, en temelde sınıfsal bir egemenlik tanımlıyordu. Hak ve özgürlüklerin öznesi, burjuva demokrasisindeki gibi bütün sınıflardan yurttaşlar değil, işçi sınıfıydı. İşçi sınıfının hakları mutlaktı. Buna karşılık, burjuvazinin, sömürücülerin ve bunların hizmetkârlarının hakları açıkça kısıtlanıyordu. Ayrıca, şehir ve kır, dolayısıyla işçi sınıfı ve köylülük arasında da hak eşitsizliği vardı. Diğer yandan, kişi hakları devlete karşı tanımlanmıyordu, kişi – devlet ayrımı yoktu. Söz konusu olan, işçi sınıfının, onun bireylerinin, devlete karşı korunması değil, onların haklarının, özgürlüklerinin kendi devletleri aracılığıyla kullanılması, hayata geçirilmesiydi.
Anayasa, alt sovyetlerin, en tabandaki sovyetlerden başlayarak kademe kademe, seçtikleri delegelerle bileşeni oldukları bir üst sovyeti oluşturması ve bu işleyişin en üst Bütün Rusya ölçeğine kadar tekrarlanmasını içeriyordu. Anayasa, bu kademelere karşılık gelen sovyetleri ve bunların yürütme komitelerini tanımlıyordu. Öte yandan, Sovyetler Kongresi, VTsIK ve Sovnarkom arasında mutlak yetki ayrımları olmadığı gibi, yerel sovyetler ve yürütme komiteleriyle merkezi sovyetler arasındaki yetki ayrımları da mutlak değildi. Yerel sovyetler alanlarında bütünüyle özerkti, dolayısıyla her konuda yetkiliydiler. Aynı zamanda da bileşeni oldukları daha üst sovyetlerin ve merkezi sovyetlerin kararları onlar için bağlayıcıydı. Dolayısıyla yerel veya alt sovyetlerin, ne alanlarında inisiyatif kullanamayacakları, yetkili olmadıkları bir konu, ne de üst veya merkezi sovyetlerin karışamayacakları mutlak yetkili oldukları bir konu yoktu; hiçbir konuda özerklikleri mutlak değildi.
Sovyet devleti, ulusal sorun çerçevesinde, federatif olarak nitelenmişti. Çeşitli uluslardan işçi devletinin gönüllü birliği, ulusların kendi kaderini tayin hakkının tanınması temeline dayanıyordu. Bunun gerçekleşme biçiminin belirlenmesi ise, birliğin bileşenleri olarak ulusal cumhuriyetlerin, bölgelerin oluşumuna bırakılırken, anayasal yapıda da bu doğrultuda, diğer bölgelerle aynı düzeyde özerk bölgelere yer veriliyordu. Öte yandan başlangıçta kendisini yalnızca ‘İşçilerin Köylülerin Hükümeti’ olarak niteleyen Sovyet devleti, artık Rusya cumhuriyeti olarak isimlendiriliyordu. Ama hedef ulusal değil, uluslararası sovyet cumhuriyeti olduğuna göre, bu da, RSFSC’nin, başka sovyet cumhuriyetleriyle birleşip oluşturacağı daha büyük bir uluslararası sovyet cumhuriyetinin Rusya bileşeni olması anlamını taşır. Aynı biçimde, anayasa, Rusya toprakları üzerinde çalışan işçilere, yabancı ayrımı yapmadan, bütün yurttaşlık haklarını tanımıştır.
Anayasanın kabulü, iç savaşın başlamasından önce, Sovyet iktidarının son kendini biçimlendirme eylemiydi. O zamana kadarki süreçte biriken gerilimler ve çatışma güçleri, başlayan iç savaşın bileşenleri oldular. İç savaşa doğru tırmanan süreçte, Sol Sosyalist-Devrimciler koalisyondan ayrılıp Bolşeviklerin karşısına geçmiş, kırda ve sanayide ‘burjuvaziye saldırı’ yeniden gündeme gelmişti.
Devrimden sonra kır ve şehir arasında alışveriş, yiyeceğin kırdan şehre ulaşması sorunu çözülememişti. Şehirlerde kıtlığa ve açlığa, ‘çantacı’ denilen ve köylerden aldıkları yiyecekleri şehirlerde aşırı fiyatlara satan vurguncular eşlik ediyordu. Şubat 1918’de bu spekülatörlerin tutuklanmaları, silahlı direniş gösterirlerse vurulmaları emri çıkartıldı. Mayıs 1918’de çıkartılan, daha sonra ‘yiyecek diktatörlüğü’ diye anılan kararname, tahıl stoklayıp gizleyen kulaklara, yani zengin köylülüğe, diğer bir ifadeyle kır burjuvazisine karşı zor kullanma yetkisi getiriyordu. Ardından tahıl toplamak ve kulaklara karşı yoksul köylülüğü örgütlemek için köylere işçi birlikleri gönderildi. Haziran 1918 kararnamesiyle de, sosyalist devrimin kıra taşınmasının dönüm noktası olarak nitelenen ‘yoksul köylü komiteleri’ kuruldu.
Ekim Devriminden sonra burjuvazinin sabotajlarını, direncini kırmak için sürdürülen mülksüzleştirmeler, daha çok kendiliğindendi. El koyma da dahil bütün ekonomik faaliyetin örgütlenmesi Vesenha’da toplandı. Ancak yine de Hazirana kadar yapılan devletleştirmelerin azınlığı Vesenha tarafından gerçekleştirilmişti. Ocak 1918’de kabul edilen Emekçi ve Sömürülen Halkın Hakları Bildirgesi, bütün fabrika, maden ve ulaşımı devlet mülkiyetinde ilan ederek mülksüzleştirmelere yeni bir temel sağlamıştı. Öte yandan gerçekleştirilmiş olan mülksüzleştirmelerin sosyalist üretimin örgütlenmesinden çok siyasi sınıf mücadelesinin gereklerine dayanması, mülksüzleştirmelerin sürdürülmesinden önce, el konulan işletmelerde üretimin düzenlenmesi, üretkenliğin artırılması politikalarını öne çıkartmıştı. Bununla birlikte kamulaştırmaların planlı yapılması da savunuluyordu. Mayısta toplanan birinci Bütün Rusya Ulusal Ekonomi Sovyetleri Kongresi kararı, kamulaştırmaların, işletmelerden işkolları boyutuna çıkartılmasını ve Vesenha ya da Sovnarkom tarafından gerçekleştirilmesini öne sürüyordu. Diğer yandan iç savaşa doğru ilerleyen süreçte Sovnarkom, Haziran 1918 kararnamesiyle bütün önemli sanayileri kamulaştırdı. İşletmelerin mülkiyeti devletleştirildi, ancak Vesenha tarafından idareleri örgütleninceye kadar, bunlar eski sahiplerinin yönetimine bırakıldı.
Kulaklara, kır burjuvazisine karşı uygulamalara girişilmesi ve yeniden mülksüzleştirme politikasına dönülmesi, dönem değişikliğinin işaretleriydi, başlangıç noktalarıydı. 1918 baharında başlayan, burjuvaziyle doğrudan çatışmaya ara vererek yeni rejimin konumunu güçlendirme, sağlamlaştırma dönemi sona eriyordu. 1918 yazında tamamıyla açık çatışmanın bütün gelişmeleri belirlediği bir döneme girildi. Bir yandan emperyalistlerin dışardan müdahalesi, diğer yandan çeşitli karşı-devrimci güçlerin Sovyet iktidarına isyan etmeleri, Beyaz Orduların savaşı, üç yıl süren bir iç savaş dönemini başlattı. İç savaş sırasında yaşananlar ve çeşitli uygulamalar da ileriki dönemler gibi, hatta süresine oranla çok daha büyük ölçüde, Sovyet rejiminin aldığı karakteri ve daha sonra başına gelenleri belirledi.
Ekim Devrimi özgün koşullarda gerçekleşti. Rusya, çeşitli çelişkilerin birbiriyle kesiştiği, odaklandığı koşullardaydı. İşçi sınıfının toplumsal ağırlığı niceliğine oranla oldukça yüksekti. Sınıf mücadelesi art arda değişik dönemlerden geçmişti. 1905 Devriminin tecrübesi hafızalardaydı. Emperyalist dünya savaşı, bütün bu çelişkileri keskinleştirdi, karşıt güçlerin mücadelelerini yoğunlaştırdı, gelişmeleri hızlandırdı. Kendiliğinden patlayan Şubat Devrimiyle Çarlık yıkıldıktan sonra ortaya çıkan açık sınıf mücadelesi ortamı, hızla yığınları mücadeleye çekti, safları belirginleştirdi; bilinç, örgütlenme, hazırlık derecesinin yükseltilmesinin olanaklarını sağlayarak proletarya devriminin koşullarını olgunlaştırdı.
Bunlar işçi sınıfının kendini içinde bulduğu koşullardı. Ama elbette sayılması gereken, en az bunlar kadar önemli bir koşul daha var: işçi sınıfının komünist önderliği, Bolşevik Partisi. Açıktır ki, Bolşevik Partisi olmasaydı, mücadelesiyle işçi sınıfının önderliğini kazanmasaydı, Ekim Devrimi de gerçekleşemezdi. Onun, daha temelleri atıldığı günlerden itibaren başlayarak, sabırla ve inatla, bıkmadan, yılmadan sürdürülen, devrimi, işçi sınıfının iktidarını hedefleyen ve ona hazırlığı içeren, yükseliş ya da gericilik dönemi olsun her dönüm noktasında işçi sınıfına, komünizme daima sadık kalan mücadelesi, koşulları oluştuğunda, işçi sınıfının sosyalist iktidarını kuran devrimin başarılmasını sağlamıştı. Bu anlamda, işçi sınıfının, iktidarı alıp sosyalizm hedefine yürüyüşe geçmesinde, devrimin diğer koşullarının yanısıra, komünist önderliğine, komünist partisine sahip olmasının da belirleyici etkisi vardır.
Bunun göstergesi olabilecek bir örnek Alman Devriminin başına gelenlerdir. Almanya’da da, Rusya’da Şubat Devriminde olduğu gibi, İmparatorluk yıkıldı, İşçi Meclisleri kuruldu, bu meclislerde Sosyal-Demokratlar egemen oldu. Ama Almanya’da, Bolşevik Parti gibi işçi sınıfının önderliğini kazanmış bir komünist parti olmadığı için, Rusya’daki Ekim Devrimi gibi bir sosyalist devrim gerçekleşemedi, başarıya ulaşamadı.
Nüfusun çoğunluğunun, köylülüğün desteğini kazanan işçi sınıfı, Ekim Devrimiyle iktidarı aldı. Ekim Devriminin sosyalist karaktere sahip olmasının belirleyici etkeni, işçi sınıfına komünizmin önderliğiydi, Bolşevik Partisiydi. Bunda da, baştan itibaren, devrimi, ayaklanmanın örgütlenmesini önüne koyan parti anlayışının rolü küçümsenemez. Ekim Devriminde Bolşevik Partinin örgütlediği ayaklanmayla iktidar Sovyetlere geçti. Sovyet iktidarı, açıkça işçi sınıfının egemenliğini gerçekleştirdi. İşçi sınıfının, emekçilerin, sömürülenlerin çıkarlarının gerektirdiği önlemler aldı, yığınların acil taleplerini yerine getirdi. Şubat Devriminde yarım kalan demokratik dönüşümleri geçerken tamamlayıp sosyalist önlemlere, uygulamalara girişti.
Ekim Devrimi, işçi sınıfının egemenliği olarak Sovyet iktidarının kurulmasını sağladı. Sovyetler işçi sınıfının iktidar organları olarak tarihsel gelişim içinde biçimlenmişlerdi. Bu organlar bir sınıf egemenliğini ifade etmelerinin yanısıra, bu sınıfın, yani işçi sınıfının özelliklerini, tarihsel rolünü de kendilerinde taşıyor, yansıtıyorlardı. Sovyetler, işçi sınıfının, toplumsal sınıfları ve toplumda yöneten – yönetilen ayrımını ortadan kaldırma doğrultusundaki tarihsel göreviyle uyumlu olarak, üretim yerleri temelinde, işçilerin istedikleri zaman seçip geri aldıkları delegeleri aracılığıyla oluşan, bürokratik ve militarist bir aygıt yerine, bütün devlet işlerini, yasamayı, yürütmeyi doğrudan kendinde toplayan bir yapıya dayanıyorlardı. Sovyet örgütlenmesinin bu yapısı, sömürücü azınlıklarınki gibi bir devlet olmamasının yanısıra, kalıcılaşıp toplumun üzerinde bir baskı aygıtına dönüşmek yerine, yığınları, giderek tüm toplumu yönetime katacak, böylece kurulduğu andan itibaren kendisini yok etmeye girişen bir devlet olarak niteleniyor; işçi sınıfının sözü edilen tarihsel görevini yerine getirmesinin, yani sınıfları ve onlarla birlikte her türlü baskıyı ve devleti de ortadan kaldırmasının koşulu olarak görülüyordu.
Devletin ortadan kalkması, herkesin yönetmesi, dolayısıyla kimsenin kimseyi yönetmemesi olarak ifade edilebildiğine göre, bütün toplumun yönetim işini doğrudan eline aldığı, toplumun bütün bireylerinin eşitçe yönetim hakkını kullandığı bir gelişmişliği gerektirir. Bu ise, işçi sınıfı tarafından, işçi sınıfının eylemiyle, sosyalist devrimiyle gerçekleştirilmek durumundadır. İşçi sınıfı, diğer emekçileri ve bütün toplumu da giderek kendi düzeyine yükseltmek üzere, öncelikle kendisi yönetim işini eline almalı, bireylerinin yönetim hakkını kullanmada katılımını, eşitliğini sağlamalıdır. Sovyetler, işçi sınıfının bütününün yönetim işlerini kendi ellerine alması için yapısal olarak uygundu. Ama bunun gerçekleşebilmesi açısından bir diğer gereklilik de demokratik kültürün, alışkanlıkların, geleneklerin yerleşmesi, demokratik eğitimin tamamlanmasıydı. İşte daha sonraki gelişmeler gösterdi ki, işçi sınıfının demokratik eğitiminin tamamlanmasındaki eksiklikler, sınıfın yönetim işine gündelik katılımının zayıflamasına, aksamasına, gerilemesine neden oldu. Bu ise, kendisini, yönetim işinin, araya giren kademeler ölçüsünde yığınlardan uzaklaşması, giderek daha dar organlarda, daha az sayıda elde toplanması olarak ortaya koydu.
Sovyet iktidarı, işçi sınıfı demokrasisiydi. Demokrasinin ikili anlamı çerçevesinde, öncelikle işçi sınıfının sınıfsal çıkarlarının ifadesi, işçi sınıfının egemenliğiydi. Aynı zamanda da demokratik, daha önce görülmemiş ölçüde demokratik bir devlet biçimi olarak, işçi sınıfının bütününün eşitliği, özgürlüğü, yönetimiydi. Bunun temelinde de, işçi sınıfının, tarihsel çıkarlarını gerçekleştirebilmek, komünizm mücadelesini hedefine ulaştırabilmek için, zorunlu olarak, sınıfın bütünü için demokrasi olan, sınıfın bütününü yönetime katan bir devlete, bir devlet biçimine ihtiyacı olması yatıyordu. İşte bu ikincisinde, devlet biçimi olarak işçi sınıfı demokrasisinde ortaya çıkan eksiklikler, kusurlar, başka bozulmalara da izin verdi, yol açtı ve sonunda işçi sınıfı egemenliği olarak işçi sınıfı demokrasisinin ortadan kaldırılmasına kadar vardı. İşçi sınıfının iktidarı olarak Sovyetlerin yıkılmasına varan gelişmeler içerisinde, bu sonuca yol açan etkenler geriye doğru zincirleme ele alındığında, en baştaki sorunlar olarak, daha iktidarın oluşumu sırasında işaretleri görülebilen, işçi sınıfı demokrasisinin bu eksikliklerine ulaşılır.
İşçi sınıfının demokratik eğitiminin tamamlanmasındaki eksiklik, maddi ve manevi gelişmişlikteki yetersizliğin, ekonomik ve kültürel geriliğin, devrim öncesi demokratik mücadele deneyiminin hızlı ama kısa süreli oluşunun sonucuydu. Bolşevikler bu eksikliğin giderilmesinin, işçi sınıfının ve yığınların devlet işlerine katılımının geliştirilmesinin gereğini hep vurguladılar. Ancak bütün yaklaşımlarının böyle bir saptamayla uyumlu olduğu, bu anlamda bunun gereklerini yeterince yerine getirdikleri de söylenemez. Buna bir örnek ‘tek-adam yönetimi’ sorunudur. ‘Tek-adam yönetimi’ belli ki, yığınların inisiyatifinin, katılımının, yönetiminin gelişmesine hizmet etmeyecek bir önermedir, uygulamadır. Yukarıda aktarıldığı gibi, döneminde işyerinde disiplinin sağlanması, üretimin düzenlenmesi, artırılması için önerilmiştir. Ama rejimin niteliği, kaderi açısından, yığınların demokratik katılımı, inisiyatifi sorunu belirleyici bir özellikte olmuştur. Bu açıdan sorunun ilkesel bir önem kazandığı söylenebilir. O zaman da tercih ilkelerden yana olmalı, ne pahasına olursa olsun ilkelerden taviz verilmemelidir. Bu da yığınların yönetiminin geliştirilmesi sorununa belirleyici bir önem verilmesi, üretim kayıpları, maddi kayıplar pahasına da olsa, bundan uzaklaşmaya karşılık gelen ‘tek-adam yönetimi’ gibi uygulamalara, yöntemlere başvurulmaması anlamına gelir.
Bütün bir sosyalizm deneyiminin değerlendirilmesinde, onun ulaştığı hedefler, elde ettiği kazanımlar, geçirdiği dönüşümler ve yıkılmasına kadar varan gelişmeler ele alınırken teorik öngörüler, karşı karşıya olunan koşullar, başvurulan uygulamalar, bunların yol açtığı sonuçlar birbirleriyle karşılaştırılmak, bunlardan dersler çıkartarak teorinin gelişmesi, zenginleşmesi sağlanmak durumundadır. Bu açıdan da incelemede ilk dikkati çekenler, teorik önermeler doğrultusunda hedeflenenlerle koşulların zorlamasıyla bu hedeflerden uzaklaşmayı ya da gerilemeyi ifade eden uygulamalar arasındaki çelişkilerdir. Bu noktada da herhalde önemli olan, ilerde daha güçlü bir biçimde hedefe doğru yürüyebilmek için atılan geçici geri adımlarla, hedeften vazgeçme, dolayısıyla karakterin değişmesi, bozulması anlamını taşıyan uygulamalar arasındaki ayrımdır. Bu ayrımların yapılabilmesi için, yaşanmış tarih, söz konusu uygulamaların ulaştıkları sonuçlarını da sergileyerek, bunların önerildikleri dönemlere göre, daha fazla kolaylık sağlar.
Bu çerçevede, örneğin bir sürekli ordunun kurulması, işçi sınıfı demokrasisinin temel özelliklerinden birinde bir bozulma olarak görülürken, burjuva uzmanların yüksek ücretler karşılığında çalıştırılmaları geçici bir geri adım olarak nitelenebilir. İleriki süreçte işçi sınıfı içerisinden uzmanlar yetiştirilerek burjuva uzmanlara gerek kalmamış ama sürekli ordu yerleşik bir özellik kazanarak kurumsallaşmıştır. Yeniden ayrıcalıklı tabakalar yaratarak genel olarak ayrıcalıkların kaldırılamaması da elbette belirleyici sorunlardandır. Ama bu, burjuva toplumundan devralınmış yüksek ücret ödenen bir tabakanın kalıcılaşması ile aynı sorun değildir. Buna karşılık yaratılan Kızıl Ordu, hep varlığını sürdürmüş, devlet aygıtı topluma, temsil ettiği sınıfa yabancılaştığı, bir baskı aygıtına dönüştüğü ölçüde de, bunun kurumlarından birini oluşturmuş, toplumun baskı altında tutulmasına hizmet etmiştir.
Yeni kurulan Sovyet iktidarının, önüne çıkan sorunlar, zorluklar karşısında aldığı tutumlar, başvurduğu uygulamalar, onun karakterini etkilediği ve sürecin ileriki aşamalarında gelişimini, yönelimini belirleyecek özellikler kazandırdığı ölçüde önem taşıyordu. Genelde bu tarih, hedefler doğrultusunda ileri atılım ve ardından konumunu güçlendirmek için geri çekilme dönemlerinin birbirini takip etmesi biçimini aldı. Bu yazıda aktarıldığı gibi, Ekim Devriminden 1918 baharına kadar süren dönem, sınıf mücadelesinin açık çatışma biçimini aldığı, burjuva devletin yıkıldığı, kapitalistlerin mülksüzleştirildiği bir dönemdi. Bu dönemde uç veren eğilimler daha sonra iç savaş sırasında çok daha büyük ölçekte ortaya çıktılar. 1918’in baharından yazına kadar süren dönem ise, burjuvaziye karşı saldırının durdurulduğu, ele geçirilenlerin, kazanımların sağlamlaştırılmasına öncelik verilen, bu amaçla geri çekilme yönünde adımların da gündeme geldiği bir dönemdi. Bu önermeler de NEP döneminde yeniden üstelik çok daha geniş bir ölçekte ileri sürüldüler. Ekim Devriminin hemen ertesinde iç savaşın başlangıcına kadar yaşanan bu iki dönem, daha sonraki dönemlerin özelliklerini küçücük bir ölçekte de olsa taşımaları ve o dönemlerin uygulamalarının işaretlerini, ipuçlarını sergilemeleri bakımından önem taşır. Sözü edilen daha ileriki dönemler ise, başka yazıların konusunu oluştururlar.
V. I. Lenin, Collected Works (Toplu Eserler), Progress Publishers, Moscow, 1977
V. I. Lenin, Ne Yapmalı?, Sol Yayınları, Ankara, 1977
V. I. Lenin, ‘Sol’ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı, Sol Yayınları, Ankara, 1978
G. Zinovyev, History of the Bolshevik Party (Bolşevik Partisi Tarihi), New Park Publications, London, 1983
ŞUBAT 2002
2
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com