Sorun, proletarya egemenliğinin sınıfın yığınsal yönetimi biçiminde gerçekleşmesindeki, proletarya demokrasisindeki aksaklıktır. Yönetimin onun adına öncü kesimine kadar daralmasıyla yöneten - yönetilen ayrımı kalıcılaşmış, işçi sınıfı bürokratlaşmaya karşı mücadelede, demokrasi düzeyinde silahsızlanmıştır.
SÜHA ILGAZ
Rusya’da 1917 Ekim Devrimi işçi sınıfının sosyalist devrimiydi. Ekim Devrimi işçi sınıfının eylemiydi, işçi sınıfının yığınsal iradesinin ifadesiydi. Aynı zamanda da komünizmin önderliğinde gerçekleştirilmişti, sosyalizm hedefliydi. Bunda Bolşevik Partinin işçi sınıfının komünist önderliğini inşa etmek için uzun bir dönem boyunca düzenliliğine ara vermeden ve çeşitli koşullarda ve dönüm noktalarında işçi sınıfına sadık kalarak sürdürdüğü çabaların belirleyici önemi vardı. Öte yandan Rusya’da 1917’de Şubat Devriminin ardından ortaya çıkan özgül koşullar, sayıca küçük bir işçi sınıfının, ezilenlerin, nüfusun ezici çoğunluğunun desteğini alarak sosyalist devrimi başarmasını sağlamıştı. Açık sınıf mücadelesi koşullarında kendi bilinçlenmesini, örgütlenmesini, hazırlığını tamamlayan işçi sınıfı, toplumun acil sorunlarını da yalnızca kendisinin çözebileceğini göstererek diğer ezilen sınıfların desteğini kazanıp sosyalist devrimini gerçekleştirmişti.
Oluşan Sovyet iktidarı da işçi sınıfının sosyalist iktidarıydı. Sovyetler, devrim süreci içerisinde işçi sınıfının iktidar organları olarak gelişmişti. Üretim yerleri temelinden başlayarak işçi sınıfının iradesini gerçekleştiren, hareketli bir yapıyla yasama ve yürütmeyi birleştiren Sovyet devleti, işçi sınıfının mücadelesinin, yönetimi yığınsallaştırıp giderek bütün topluma yayarak devleti ve yöneten - yönetilen ayrımını ortadan kaldırma hedefiyle uyumluydu. Bu anlamda, bir yandan işçi sınıfının yönetime yığınsal katılımında aksamalar ortaya çıkmaya başlasa da, işçi sınıfı demokrasisiydi. Aynı olgunun diğer bir ifadesiyle, siyasi hakların işçi sınıfına ait olduğu rejimdi, proletarya diktatörlüğüydü.
Sovyet iktidarı, sosyalizm hedefliydi, toplumun sosyalist örgütlenmesini, bütün ülkelerde sosyalizmin zaferini önüne hedef olarak koyuyordu. Bu anlamda sosyalist nitelikli olan Sovyet iktidarı, sosyalist önlemler almaya da girişti. İşçi sınıfının egemenliğiyle birlikte, Sovyet iktidarı sosyalizmin kuruluşu doğrultusunda adımlar atmaya da başladı.
Sovyet iktidarının karşısındaki ilk mücadele, burjuva iktidarının, burjuva devletin yıkılıp parçalanmasıydı. Bu mücadele içerisinde kapitalistlerin mülksüzleştirilmeleri de gündeme geldi ve hızla (hatta fazlasıyla hızlı) ilerledi. 1918’in başında Kurucu Meclis’in dağıtılmasından ve Brest-Litovsk’ta Almanya’yla yapılan Barış Anlaşmasından sonra ise, 1918’in baharında, kazanımların sağlamlaştırılmasının burjuvaziye karşı saldırıyı sürdürmenin önüne geçtiği bir dönem başladı. Açık çatışmanın yerini inşa çalışmalarına bıraktığı bu nefes alma döneminde, maddi temelin güçlendirilmesi, üretimin pratik örgütlenmesinin geliştirilmesiyle toplumsallaştırmanın ilerlemesi arayışları gündeme geldi. Ancak çelişkilerin keskinleşmesi ve yeniden açık çatışmaların gelişmesi, bu dönemi de kısa sürede sona erdirdi. 1918 yazından itibaren 1920’nin sonlarına kadar süren bir iç savaş dönemi başladı.
İç savaş dönemi, aynı zamanda Sovyet iktidarının çeşitli emperyalist devletlerle, çelişkilerinin keskinleştiği, mücadele ettiği bir dönemdi. Sovyet rejimi, ayaklanmalar, Beyaz Ordularla savaşlar ve emperyalist müdahalelerin hepsine birden karşı durmaya, varlığını korumaya çalışıyordu. Almanya, Ukrayna’yı işgal etmişti. Almanya’yla savaşılmasını isteyen Sol Sosyalist-Devrimciler, Temmuz 1918’de Alman elçisine suikast düzenlediler ve ayaklandılar. Öte yandan İngiliz, Fransız, Amerikan, Japon kuvvetleri Uzak Doğu’da işgale girişmişlerdi. Eski savaş esirlerinden oluşan bir Çek lejyonu da Sibirya’da Sovyet karşıtı güçlerin etrafında toplandıkları odak oldu. Emperyalistlerin desteğinde çeşitli Beyaz isyanlar ve hükümetler ortaya çıkmaya başladı. Çeşitli bölgelerde eski Çarlık generallerinin komutanlığında Beyaz Ordular kuruldu ve Kızıl Ordu’ya ve Sovyet güçlerine karşı çarpışmaya başladılar. Don bölgesinde Kazaklar ayaklandı. Sosyalist-Devrimcilerin düzenlediği suikastlarda Bolşevik önderler öldürüldü, Lenin ağır yaralandı.
Kapitalizmin ortadan kaldırılması eyleminin cisimleşmesi olarak Sovyet iktidarı emperyalistlerle temel bir çelişki içinde olmasına rağmen, süren emperyalist paylaşım savaşı içinde emperyalistler henüz dikkatlerini yeni doğmuş, zayıf Sovyet devletine yöneltemiyorlardı. Ancak 1918 sonbaharında emperyalist savaşın sona ermesinden sonra ve Sovyet iktidarının kısa sürede yok olup gitmediğini görünce, emperyalistler işçi devletine karşı müdahalelerine hız verdiler. Kızıl Ordu başlangıçta nispeten kolay başarılar kazansa da özellikle 1919 yılı Sovyet iktidarının her yönden kuşatıldığı, giderek daralan bir zemine sıkıştırıldığı, Kızıl Ordu’nun birçok cephede ölüm-kalım savaşı verdiği bir yıl oldu. Beyaz Ordular Moskova’ya, Petrograd’a kadar yaklaştılar. Devrim dalgasının batıya yayılması ve işçi sınıflarının Sovyet iktidarına yönelik destekleri emperyalistlerin doğrudan askeri müdahalelerini zayıflatıp onları geri çekilmeye zorlasa da, emperyalistler Sovyet devletine karşı savaşı, Beyaz Orduları para, silah, vb. ile destekleyerek sürdürdüler. İnsan kayıplarıyla, fabrikaların, üretici güçlerin yıkılmasıyla, işgücünün cepheye gitmesiyle, üretimin aksamasıyla, insanların yerinden edilmesiyle, neden olduğu kıtlık, açlık ve yoklukla Sovyet Rusya’yı büyük bir yıkıma uğratan iç savaş, 1920’nin sonlarına kadar devam etti. Büyük kayıplar ve fedakarlıklar pahasına Kızıl Ordu, uluslararası burjuvazinin bütün yardımlarına rağmen işgal ettikleri bölgelerde halktan destek alamayan, birbirlerinden kopuk Beyaz Orduları sonunda yenilgiye uğrattı.
İç savaş, sınıf mücadelesinin açık çatışma biçimini aldığı bir dönemdi. Bu dönemde işçi sınıfının devleti de mücadelesinin başta gelen aracıydı. Açık çatışma ortamında, işçi sınıfı egemenliğinin açık baskıya, zora, şiddete dayanan yönleri öne çıktı. Burjuva demokrasisiyle karşılaştırma içerisinde, proletarya diktatörlüğünün işlevi, burjuvazinin ezilmesi, küçük-burjuvazinin yalpalamalarının etkisizleştirilmesi ve işçi sınıfının sosyalist inşada kendisini birleştirmesi gereklerine dayanılarak açıklanmıştı. İç savaş döneminde Sovyet devletinin uygulamaları, sınıf mücadelesinin bütün bu yönleri açısından özgün biçimler aldı.
Ekim devrimi ve ardından gelen birkaç aylık dönemde burjuvazinin iktidarı devrilmiş, burjuva devlet parçalanmış, burjuvazinin direnişinin üstesinden gelinmişti. Ama 1918 yazında sınıf mücadelesi yeniden keskinleşti, Sovyet iktidarına karşı ayaklanmalar başladı. Ayaklanmalar ve açık çatışmalar içerisinde Sovyet devleti de daha fazla açık şiddet, hatta terör uygulamalarına başvurdu. Karşı-devrimcilere karşı mücadeleyi yürüten Çeka (Olağanüstü Komisyon) kurşuna dizmeye kadar varan yöntemler uyguluyordu. Bu sırada Temmuz 1918’de, düşman tehdidi altındaki Ekaterinburg kaybedilmeden önce orada tutulan eski Çar ve ailesi de kurşuna dizildiler. Lenin dahil Bolşevik liderlerin vurulduğu suikastlar ve karşı-devrimci komplolar üzerine Sovyetler Bütün Rusya Merkez Yürütme Komitesi, VTsIK, Eylül 1918’de “İşçilerin ve Köylülerin Hükümetinin düşmanlarının beyaz terörüne, işçilerin ve köylülerin burjuvazi ve ajanlarına uygulanan kitlesel kızıl terörle cevap vermesi” kararı aldı. Kızıl terör sınıf karakterliydi, belirli suçları değil, doğrudan mülk sahibi sınıfları hedef alıyordu. Bu karar üzerine Petrograd ve Moskova başta olmak üzere Rusya’nın büyük şehirlerinde çok sayıda karşı-devrimci, beyaz muhafız, üst düzey eski Çarlık yöneticisi, burjuva, vb. kurşuna dizildi.
İç savaşta Sovyet iktidarının elindeki en önemli güç Kızıl Orduydu. Kızıl Ordu iç savaşın kazanılmasında baş rolü oynadı. Yüksek Savaş Konseyi başkanı ve Savaş Halk Komiseri Trotski’nin önderliğinde Kızıl Ordu örgütlendi, gelişti. Küçük ve zayıf bir güçten disiplinli, sıkı örgütlü, kuvvetli bir orduya dönüştü. Başlangıçta yalnızca işçi sınıfı ve yoksul köylülüğe dayanarak ve gönüllülük temelinde oluşturulmuşken, 1918 baharından itibaren zorunlu askerlik ve askere alma getirildi. Temmuz 1918’de 18 yaşından 40 yaşına tüm yurttaşlara askeri hizmet zorunluluğu uygulanmaya başlandı. Ardından Kızıl Ordu’da eski Çarlık komutanlarından yararlanmaya gidildi. Kızıl Ordu, bir yandan gelişip güçlenerek Sovyet iktidarının iç savaşta ezici düşman güçleri karşısında varlığını korumasını sağlarken, diğer yandan da işçi sınıfı demokrasisindeki gerilemelerin öğelerini de barındırıyordu. Milis yerine bir sürekli ordu olarak işçi sınıfı demokrasisinin evrensel ilkelerinden bir uzaklaşmaya karşılık gelmesinin yanısıra, rütbelerin kaldırılıp komutanların askerler tarafından seçilmeleri gibi devrimin demokratik kazanımlarından askerlerin seçmediği eski Çarlık subaylarının atanması biçiminde taviz verilmesini de içerdi.
Diktatörlüğün küçük-burjuvazinin yalpalamalarını etkisizleştirmesi politikası Sosyalist-Devrimcilere ve Menşeviklere karşı alınan tavırlarda somutlandı. Bu partiler Sovyet iktidarı karşısında çelişkili politikalar izlediler. Bazen rejimin içinden muhalefet etme tutumuna yöneldiler, bazen de açıkça isyan etme konumunu aldılar. Buna karşılık Sovyet iktidarı da küçük-burjuva sosyalist partilere karşı değişen politikalar uyguladı. Haziran 1918’de VTsIK, Sağ Sosyalist-Devrimcileri ve Menşevikleri, karşı-devrimcilerle bağları ve işçilere ve köylülere karşı silahlı saldırılar örgütlemeye çalışmaları gerekçeleriyle, kendi saflarından attı ve bütün Sovyetlere de aynısını tavsiye etti. Temmuz 1918’de de ayaklanan Sol Sosyalist-Devrimcileri, Sovyetler Kongresi, aynı şekilde saflarından dışladı. 1918 sonu ve 1919 başında ise küçük-burjuva sosyalistleri tarafsızlaştırmak ve emperyalistlere yanaşmayanları kendi tarafına çekmek üzere yeni kararlar alındı. Önce Menşevikler daha sonra Sosyalist-Devrimciler için, ‘karşı-devrimcileri destekleyenler hariç’ Sovyetlerden dıştalama kararı kaldırıldı. Bu süreçte Bolşeviklere yaklaşıp katılanlardan açıkça düşmanca tavır alıp karşı-devrim saflarına geçenlere kadar varan bir yelpazede Menşevikler ve Sosyalist-Devrimciler parçalandılar. Çeka da önderlerini defalarca tutuklayıp serbest bırakarak bu partilerin örgütlenmelerini imkansızlaştırıp parçalanma süreçlerini hızlandırdı. Bu süreç, iç savaşın sonuna, 1921’e kadar baskı ve kazanma çabalarının yan yana sürmesi biçiminde devam etti. Menşeviklerin ve Sosyalist-Devrimcilerin birçoğu Bolşevik Partiye katıldı, bir kısmı yargılanıp mahkum oldu veya sürgüne gitti. Böylece küçük-burjuva partiler ortadan kalktı, geriye örgütlü siyasi güç olarak bir tek Bolşevik Parti kaldı.
İç savaş, Sovyet iktidarı altındaki toprakların daralmasına, bu çerçevede sanayinin bir kısmının elden çıkmasına, ayrıca fabrikaların yıkılmasına, üretici güçlerin tahribine, işgücünün cepheye gönderilmesine ve bütün bunların sonucunda üretim ihtiyacı artarken tersine üretimin düşmesine neden oldu. Bu koşullarda çalışma ve çalışma disiplininin sağlanması, yine Sovyet rejimi için bir ölüm-kalım sorunu oldu. Üretimin sürdürülebilmesi, başta cephe olmak üzere ihtiyaçların karşılanabilmesi için zorunlu çalışma uygulaması getirildi. Askerlik hizmetine alma benzeri bir biçimde çalışma hizmetine almaya başvuruldu. Zorunlu çalışma, burjuvaziden, mülk sahibi sınıflardan başlayarak bütün sınıflara uygulandı. Üretimin en yüksek oranda gerçekleştirilebilmesi için de çalışma disiplinine ağırlık verildi. Yine işletme yönetimlerinde kolektiflik karşısında tek-adam yönetimi savunuları gündeme geldi. Özellikle sendikalardan ve Bolşevik Parti içerisinden çeşitli karşı çıkışlar, dirençler olsa da, tek-adam yönetimi giderek kolektif yönetimin yerini aldı. İç savaşın sonunda Kasım 1920’de, devletleştirilmiş işletmelerin ancak yüzde on ikisinde kolektif yönetim kalmıştı. Öte yandan cephede, Kızıl Orduda uygulanan disiplin, yani askeri disiplin, cephe gerisinde, işyerlerinde de yansımalarını buldu. Çalışma disiplini, askeri disiplinin etkisi altına girdi. Bu eğilim, toplumun, çalışmanın askerileştirilmesi, daha da özel olarak sendikaların devletleştirilmesi, askerileştirilmesi kavramlarına kadar vardı. Bu gelişmeler, proletarya diktatörlüğünün aynı zamanda işçi sınıfının kendisini birleştirmesi temeli üzerinde, işçi sınıfı için baskının, şiddetin, kendisini örgütlemesi, kendi zorunlu disiplinini sağlaması olduğuna dayandırılıyordu.
İç savaş döneminde bu uygulamalar Bolşevik Parti içindeki tartışmaların önemli bir kısmını oluşturdu. 1919’da sekizinci kongrede, eski Çarlık subaylarından da yararlanılan sürekli ordu, tartışma konusu oldu. 1920’de dokuzuncu kongrede tek-adam yönetimine karşı çıkıldığı gibi, sendikaların askerileştirilmesi de tartışıldı. 1921’deki onuncu kongrede ise, sendikalar tartışması son boyutlarına vardı. Bir yandan sendikaların bütünüyle devletleştirilmesi tezi ileri sürülürken bunun karşısında üretimin bir siyasi otoriteden bağımsız sendikalara, üretici birliklerine bırakılması tezi getiriliyordu. İç savaşın sona ermiş olduğu ve politika değişikliğine gidilen bu kongrede, bu tezlerin yerine, sendikaların devletleştirilmeyip ikna güçlerini kullanarak yığınları üretime, inşa çalışmasına çekmeleri anlayışı benimsendi.
Partinin bileşimi ve iç işleyişi konusundaki gelişmeler de bir biçimde genel olarak proletarya diktatörlüğünün uygulaması içinde değerlendirilebilir ve parti içinde temizlik konusunun gündeme gelmesi, baskının sınıfın kesimlerine de yönelmesinin yansıması sayılabilir. Partide temizlik ihtiyacının gerekçesi, asalak, kariyerist, çıkarcı unsurların iktidar partisine sızmasına dayandırılmıştır. Bu ihtiyaç başından beri dile getirilmekle birlikte, iç savaş sırasında, Sovyet iktidarının yıkılmanın eşiğinde olduğu, dolayısıyla partiye girmenin fazla bir çıkara karşılık gelmediği dönemde ertelenen temizlik, ancak iç savaşın bitişinden sonra 1921’de, üyelerin dörtte birinin partiden atılması biçiminde gerçekleştirilmiştir.
Ayrıca partinin 1921’deki onuncu kongresinde, hizipçiliğe karşı alınan kararla, parti içinde belirli platformlar temelinde oluşmuş grupların dağıtılması da, Bolşevik Parti üzerine çeşitli bakışlar açısından tartışma konusudur ve sık sık parti içi demokrasinin sona ermesi olarak değerlendirilir. Parti birliği üzerine bu kararın alınmasında, isyanlar ve açık çatışmalar ortamında işçi sınıfının öncüsünün birliğinin korunması çabası önde gelen bir etken olmakla birlikte, söz konusu kararın değerlendirmesi, aynı zamanda komünist partinin demokratik merkeziyetçi işleyişinin evrensel ilkeleri temel alınarak bütünlüklü bir biçimde yapılmalıdır. O zaman, komünist parti için, hem örgütsel birliğin hem de hizipli yapının birlikte savunulmaları, parti içi demokrasi adına da olsa, aslında mümkün olmaz. Bu anlamda hiziplerin yasaklanması kararı, en çok disiplinin gerektiği bir anda parti içinde kendi platformları, yapıları olan oluşumların ortaya çıkmasıyla gündeme gelmiş olmakla birlikte, komünist partide demokratik merkeziyetçi işleyişin gereklerine de aykırı değildir, bununla uygunluk taşır.
İç savaş döneminde Sovyet iktidarının ekonomideki uygulamaları da özgün bir karakter kazanmıştır. Bir yandan sınıf mücadelesinin keskinleşmesi, bir yandan da savaş koşullarının ihtiyaçlarına paralel olarak sosyalizme geçiş doğrultusunda olarak nitelenen adımlar giderek daha hızla, hatta önceden öngörülmemiş bir hızla atılmıştır.
Haziran 1918’de bütün önemli işkolları, ‘Rusya Sosyalist Federal Sovyet Cumhuriyeti mülkiyetinde’ ilan edilerek devletleştirilmişti. 1918’in sonuna kadar çıkartılan diğer kararnamelerle de, çok küçük işyerleri hariç sanayinin bütünü devletleştirme kapsamına alınmış oldu. Bu arada fiili el koyma hakkının yalnızca Ulusal Ekonomi Yüksek Konseyi, Vesenha’ya ait olduğu tekrar vurgulanıyordu. Başka bir kararname ise, makineli olarak beşten fazla, makinesiz olarak ondan fazla işçi çalıştıran bütün işletmeleri devletleştirerek sanayinin toplumsallaştırılmasının yasal temelini bütün ülke ve işkolları ölçeğinde genelleştirdi.
Devletleştirme yasal anlamda mülkiyet değişikliğiydi. Devletleştirilen işletmelerin yönetimleri ise fiilen Vesenha tarafından üstlenilinceye kadar eski sahiplerine bırakılmıştı. Temmuz 1918’den 1919’un sonuna kadar çıkartılan çok sayıda kararnameyle de tek tek işletmeler Vesenha’nın yönetimi altına alındı. Eylül 1919’da büyük ölçekli sanayinin yüzde 80 - 90’ı devletleştirilmişti. Aynı işkolundaki belirli işletmeler tröstler olarak gruplanıp ‘baş komite’ (glavk) ve merkezlere bağlandı. Glavk ve merkezler merkezileşme çabalarının ifadesi oldular. İç savaşın daha da artırdığı üretkenliğin ve verimliliğin yükseltilmesi ihtiyacı, merkezileşmeyi gündeme getiriyordu. Ancak süreç içerisinde merkezileşmenin ölçüsü tartışma konusu oldu. Varolan koşullarda merkezileşmenin aşırı boyutlara ulaşması ve giderek verimlilik yerine verimsizliğe neden olması ters yönde eğilimleri geliştirdi.
1918 baharından yazına geçerken, keskinleşip sonunda iç savaşa varan sınıf mücadelesi, kırsal alana da yayılmıştı. Şehirlerde yiyecek kıtlığı, tahıl stoklayan kulaklara, zengin köylülüğe karşı mücadele edilmesini gerektiriyordu. Mayıs 1918’de sonraları ‘yiyecek diktatörlüğü kararnamesi’ olarak nitelenen ‘Tahıl Stoklarını Gizleyip Spekülasyon Yapan Kır Burjuvazisiyle Mücadele’ kararnamesi çıkarılmıştı. Yoksul köylüleri kulaklara karşı mücadeleye çağıran kararname, saklanan tahılın zorla alınması için olağanüstü yetkiler getiriyordu. Bu kararnamenin ardından yiyecek toplamak ve yoksul köylülüğü örgütlemek için işçi birlikleri oluşturuldu ve kıra gönderildi. Haziran 1918’de ise, ‘yoksul köylü komiteleri’ kurulması kararlaştırıldı. Kulaklarla mücadele ve sakladıkları tahıla el koymakla görevli yoksul köylü komiteleri, proleter sınıf mücadelesinin, sosyalist devrimin kıra taşınmasının ifadesiydi.
Yoksul köylü komiteleri ve tahıl fazlasına el koyma uygulamaları, istenen başarıyı sağlayamadı. Toprak devrimi sonucunda orta köylülük gelişmiş ve yoksul köylülük azınlıkta kalmıştı. Kırda bir tür ikili iktidar yaratmalarının da sonucu olarak yoksul köylü komiteleri yerel Sovyetlerle kaynaştırılırken Bolşevikler, 1919 başında orta köylülüğü de kulaklardan ayırıp zor kullanmadan işçi sınıfının yanına çekme politikası geliştirmeye başladılar. Ürün fazlasına zorla el koyma ise, bir yandan stokların gizlenmesine, bir yandan da köylünün kendi tüketimi için gerekenden fazla toprağı işlememesine yol açıyordu. Ama bütün iç savaş dönemi boyunca tarımsal ürünle değiştirilebilecek kadar sanayi ürünü üretilemediği için şehirlerin yiyecek ihtiyacını karşılamak için el koyma dışında bir yol kalmıyordu. Sorunun köklü çözümü, büyük işletmeler kurulmasında, sosyalist tarımın geliştirilmesinde görülse de, bu dönemde, büyük ölçekli tarım işletmeleri –Sovyet çiftlikleri Sovhozlar olsun, komün vb. çeşitli kolektif çiftlikler olsun– ciddi bir sayıya ulaşamadılar.
Tahıla el konması, ürünün tüketiciye dağıtımı alanında savaş komünizmi döneminde hakim olan gelişmenin, yani alışverişin, meta değişiminin yerini doğrudan merkezi dağıtımın almasının bir parçasıydı. Kasım 1918’de çıkartılan bir kararnameyle Vesenha tarafından kamulaştırılan ya da denetlenen fabrikalarda imal edilen ürünlerin plana göre dağıtılması, miktarlar, fiyatlar ve dağıtım yöntemlerinin planlanması kararlaştırılmıştı. Ayrıca kooperatifler dağıtım sürecine katılacak, perakende dükkanlar ağı kurulacaktı.
1920 başlarına gelindiğinde hemen hemen bütün tüketim maddeleri için sabit fiyatlar belirlenmişti. Resmi fiyatlar pazarda rekabet içinde oluşmak yerine, toplumsal ihtiyaçlar gözetilerek merkezi olarak belirlenirken merkezi dağıtımın bütün ürün hacmini kapsayamaması ve ihtiyaçları karşılayamaması ölçüsünde de karaborsa ve spekülatif aşırı fiyatlar ortaya çıkıyordu.
Doğrudan dağıtımın parayla alışverişin yerini almasının diğer yanı da paranın yok olmasıydı. 1918 sonunda devlet işletmeleri arasında ödemeler ve borçlar kaldırıldı. İşletmelerin bütçeleri devlet bütçesiyle birleştirilip yalnızca bakiyeler devlet bütçesine aktarıldı. Birçok ürün için saptanan sabit fiyatlar, hızlı enflasyona bağlı olarak söz konu ürünlerin fiyatını bedavaya yakın hale getiriyordu. 1920’ye gelindiğinde artık birçok ürün ve hizmet doğrudan bedava dağıtılıyordu. Bunların yanısıra, takas, ücretlerin ayni olarak ödenmesi, vb. de değişim aracı parayı gereksizleştiriyor ve kullanımdan çıkartıyordu. Bu gelişmeye paranın ortadan kaldırılmasının hedeflenmesi eşlik ediyordu.
Bu temelde ücretli emek ilişkisi de yerini yeni bir biçime bırakıyordu. Her şeyden önce çalışma zorunluluğu getirilmişti, ‘işgücünü satma veya satmama özgürlüğü’ yoktu. Diğer yandan temel ihtiyaçlar da merkezi olarak karşılanıyordu. Malların parayla satın alınmasının yerini ürünlerin karneyle dağıtımı alıyordu. Bu durumda toplu sözleşme düzeni, yerini ücretlerin merkezi olarak belirlenmesine bırakırken sendikaların da işlevleri değişip devletleştirilmelerinden, askerileştirilmelerinden söz ediliyordu.
Savaş komünizmi olarak bilinen bu uygulamalar iç savaşın ihtiyaçlarından da kaynaklanmıştı. Ama bu doğrultudaki önlemler, aynı zamanda hedeflenen toplumsal düzene doğru –hatta fazlasıyla hızlı– ilerlenmesinin de ifadesiydi ve bu anlamda, bu önlemler iç savaşın sona erdiği 1920 sonlarında da –üstelik, küçük ölçekli sanayinin de kamulaştırılması gibi uygulamalarla daha da tırmanarak– 1921 başındaki politika değişikliğine, Yeni Ekonomik Politika, NEP’e geçişe kadar sürdü.
Bolşeviklerin öngördüğü gibi Ekim devriminden sonra devrim dalgası batıya doğru yayıldı. Kasım 1918’de, emperyalist savaşta yenilen Almanya’da da İmparatorluk devrildi, Konseyler kuruldu. Sosyal-Demokratların hakim olduğu Konseyler, 1919 başında ise sosyalist devrimi bastırdı. Yine 1919’da, Macaristan’da bir Sovyet Cumhuriyeti kuruldu.
Yükselen devrim dalgasının içinde Mart 1919’da Moskova’da bir araya gelen çeşitli ülkelerin sosyalist ve işçi partilerinden, örgütlerinden delegeler, iflas eden İkinci Enternasyonal’in yerine Üçüncü Enternasyonal’in, Komünist Enternasyonal’in kuruluşunu ilan ettiler. Komünist Enternasyonal (Komintern), dünya devrimi dalgası içerisinde gelişmek ve ona önderlik etmek hedefini taşıyordu. Komintern’in kuruluşunda en büyük ağırlığın Bolşeviklere ait olması da anlamlıydı. Bolşevikler, Rusya’daki devrimi, hem dünya devriminin ilk adımı olarak görmüşler, hem de onun yaşamasını dünya devrimine bağlamışlardı. Dolayısıyla Sovyet devrimini ve iktidarını dünya devriminin parçası olarak gördükleri gibi, Sovyet iktidarının sürdürmekte olduğu ölüm-kalım savaşında onu koruyacak, destekleyecek en önemli gücü de dünya devriminde buluyorlardı.
Gerçekten de emperyalistlerin Sovyet iktidarına yönelik müdahalelerinin boşa çıkartılmasında, bu ülkelerdeki yükselen işçi hareketinin, devrim dalgasının rolü büyük oldu. Ancak Almanya başta olmak üzere girişilen devrimler art arda yenildiler. Macaristan’daki Sovyet iktidarı da yıkıldı. 1920 yazında, Kızıl Ordunun Polonya saldırısını püskürtüp Varşova’ya doğru yürümesi de Polonya işçilerinin ayaklanmasını sağlayamadı, aksine Rus işgalciliğine karşı direniş gerekçesiyle Polonya milliyetçiliği hakim oldu.
Yükselen devrim dalgası yirmili yılların başlarında yenildi, geri çekildi. Ama aynı zamanda da önceden mümkün görülmeyen bir gelişmenin gerçekleşmesini sağladı. Tek başına yaşayamayacağı düşünülen Sovyet iktidarı, her şeye rağmen varlığını korumayı başardı. Sovyet iktidarının geçirdiği iç savaş dönemi, aynı zamanda da dünyada devrimin yükseldiği, sosyalizmin kapitalizmle savaştığı dönemdi. Bu dönemin sonunda Sovyet iktidarı ayakta kalmıştı, ama diğer devrimler yenilmişti, dolayısıyla tek başınaydı. Bundan sonra Sovyet devletinin kapitalist kuşatma altında yaşadığı bir dönem şekilleniyordu.
Ekim devrimi, küçük işçi sınıfının, acil sorunlarını çözme temelinde nüfusun çoğunluğunun desteğini sağlayarak gerçekleştirdiği eylemdi. Köylülüğün desteklediği işçi sınıfının sosyalist devrimi olarak Ekim devrimi, burjuva-demokratik sorunlar arasında başta gelen ama Şubat Devriminin ve Sosyalist-Devrimcilerin, Menşeviklerin hükümetlerinin çözmediği toprak sorununu da çözmüştü. Bu aşamada kırda sınıf mücadelesinin gelişmişliği, köylülüğün ayrışması, Ekim devriminin gerçekleşmesini sağlamaya yetecek kadardı. Köylülük arasında sınıf mücadelesinin gelişmesi devrimden sonra da inişli çıkışlı bir seyir izledi. Toprak sorununun çözülmesi, feodal toprakların topraksız ve az topraklı köylüler tarafından paylaşılması, köylülük içerisinde orta köylülerin sayıca ağır basmasını ve bu küçük üretici karakterin genel olarak köylülüğe damgasını vurmasını getirdi. Bu nitelikteki köylülük, toprak sorununu çözmesi bakımından Sovyet iktidarını, işçi sınıfı egemenliğini destekliyordu. İç savaş sırasında da bu açıdan aynı tavrını sürdürdü. Sovyet iktidarına karşı savaşan Beyazlar, ele geçirdikleri topraklarda, yeniden Çarlığın eski feodal düzenini kuruyorlardı. Bu nedenle de köylülük açıkça Beyazların karşısında Sovyet iktidarını destekliyordu. Ama iç savaşın sürdürülebilmesi için ürünlerine el konulması, savaş komünizmi uygulamaları, köylülerin çıkarlarına dokunuyor ve direniş eğilimlerini geliştiriyordu.
İç savaşın ve onunla birlikte Beyaz restorasyon tehlikesinin sona ermesi, köylüler için Sovyet iktidarını destekleme gereğini ortadan kaldırdı. Sovyet iktidarına karşı köylü direnişleri, isyanları gelişmeye başladı. Savaşın neden olduğu yıkım ve köylülerin de kendi ihtiyaçları için olandan fazla toprak işlememeleri, gerek endüstriyel gerek tarımsal üretimi en alt düzeye geriletmiş, bir bütün olarak ekonomi durma noktasına gelmişti. Bu koşullarda azınlık işçi sınıfının iktidarını koruyabilmek için köylülüğe taviz vermesi, üretimi yeniden canlandırabilmek için maddi çıkarlar temelinde teşvik sağlanması arayışları gündeme geldi. Bu doğrultuda ileri sürülen yeni politika, uygulanmakta olan ürün fazlasına el koyma yerine belirli bir ürün vergisi getirilmesi ve köylünün de bu vergisini ödedikten sonra elinde kalan ürünü pazarda satmakta serbest olmasıydı. Bu biçimde bir düzenlemeyle yeniden çeşitli yönleriyle birlikte pazar ilişkilerinin gelişmesinin yolu açılıyordu. Bu da savaş komünizmi uygulamalarından bir geri çekilmeye karşılık geliyordu.
Köylünün ürün fazlasına el koyma yerine bir ayni vergi getiren, meta ilişkilerinin yeniden canlanmasına yönelik Yeni Ekonomik Politika (NEP) Mart 1921’de onuncu parti kongresinde tartışıldı ve kararlaştırıldı. Aynı günlerde, devrimin kahraman denizcilerinin üssü Kronstadt’ta çıkan ve “köylüye bütün toprak üzerinde tam işleme hakkı, hayvan sahibi olma hakkı, bireysel küçük üretime özgürlük” talep etmek biçiminde köylülerin, küçük üreticilerin taleplerini yansıtan ayaklanma, söz konusu politika değişikliği üzerine olan tereddütleri de geri plana itti. Ayaklanma silahlı çatışmayla bastırılırken kongrede de NEP benimsendi. NEP’e geçilmesi ve yeniden meta ilişkilerinin gelişmesiyle, savaş komünizmi uygulamaları da giderek sona erdi.
İç savaş dönemi, devlet yönetiminin, yönetime katılımın daraldığı bir dönem oldu. Daha devrim süreci içerisinde sınıfın yığınlarının Sovyet yönetimine katılımı zayıflamaya başlamıştı. Kitlelerin gündelik devlet yönetiminden geri çekildiği süreç daha sonra da devam etti. Merkezi yönetim organlarının yerel organlar aleyhine ve dar yürütme organlarının kendilerini seçen geniş organlar, kongreler aleyhine güçlenmeleri de bu süreci hızlandırdı. Geniş organların bileşimi genişler, toplantıları seyrelirken yönetim işlerinin ağırlığı, daha dar yürütücü organlara kaydı.
Halk Komiserleri Sovyeti (Sovnarkom), Bütün Rusya Merkez Yürütme Komitesi (VTsIK) ve Bütün Rusya Sovyetler Kongresi arasında yetki bölünmesi yoktu. Bunun yanısıra VTsIK üyelerinin sayısının artıp toplantı aralarının açılması, gündelik yönetimin ağırlığının Sovnarkom’a geçmesini kolaylaştırdı. Daha önce üç ayda bir olan Sovyetler Kongresi 1918’den itibaren yılda bir toplanır oldu. Öte yandan VTsIK üyelerinin sayısı, 1918’de 200’den azken 1920’de 300’e çıktığı gibi, başlangıçta sürekli toplanması öngörülen VTsIK Temmuz 1918’den Şubat 1920’ye kadar hiç toplanmazken 1921’den itibaren de üç ayda bir toplanıyordu. Acil önlemler gerektiren durumlarda Sovnarkom’a kararname çıkartma yetkisi verilmesinin de bir sonucu olarak, iç savaş koşullarında, bütün yasama ve yürütme Sovnarkom’da toplandı. Diğer yandan, bölgelerdeki devlet organlarının hem merkezi organlara, hem yerel Sovyetlere ‘ikili bağımlılığı’, yine yönetimin yerel organlardan merkezi organlara ve Sovnarkom’a doğru aktarılmasına yardım etti.
Yönetimin merkezileşip daralması sürecini hızlandıran etken, iç savaş ve iç savaş koşullarının askerileşme, disiplin gibi gerekleriydi. Ama bu sürecin dayandığı asıl temel ise, işçi sınıfının demokratik eğitiminin tamamlanmasındaki, demokratik geleneklerinin yerleşmişliğindeki yetersizlikti. İşçi sınıfı yönetim işine yeterince katılmaz, geri çekilirken, daha çok, yönetimi kendini politikaya adayanlara, partililere bırakıyordu. Giderek yönetim Bolşevik Partiye kadar daralıyor, parti ve devlet birbiriyle çakışıyordu.
Bolşevikler bu eğilime karşı durmaya çalıştılar, mücadele ettiler. İşçi sınıfının devlet yönetimine katılımının geliştirilmesinin, kültür düzeyinin yükseltilmesinin önemini vurguladılar. Parti’nin 1919’da sekizinci kongrede kabul edilen Programında da, bürokratlaşmaya karşı önlemlerin devletin yok olmasına doğru ilerlenmesini sağlayacağı belirtiliyordu:
“Bürokratizme karşı kararlı bir mücadele yürüten Rusya Komünist Partisi, bu kötülüğün tamamen yok edilmesi için aşağıdaki önlemleri savunur:
1. Her Sovyet üyesinin devlet yönetiminde belirli bir görev yerine getirmesi zorunluluğu;
2. Yönetimin bütün alanlarında sırayla tecrübe kazanılabilmesi için bu görevlerin düzenli dönüşümü;
3. Derece derece bütün çalışan nüfusun teker teker devlet yönetiminde çalışmaya çekilmesi.
Paris Komünü tarafından başlatılan yolda bir ileri adımı temsil eden bu önlemlerin tam ve evrensel uygulanmaları ve işçilerin kültürel düzeylerinin yükselmesiyle birlikte yönetim işlevlerinin basitleşmesi, devlet iktidarının ortadan kalkmasına yol açacaktır” (Buharin - Preobrajenski, Komünizmin Abecesi, s. 383).
Aynı kongrede kabul edilen ve parti ve devlet arasındaki ilişkiyi tanımlayan kararda, bunların işlevlerinin birbirine karıştırılmasının feci sonuçlara yol açacağına işaret ediliyor ve partinin görevinin Sovyetlerin yerine geçmek değil, onların faaliyetlerine önderlik etmek olduğu vurgulanıyordu.
Yığınların devlet yönetiminden uzaklaşması doğrultusundaki gelişmenin durdurulamaması ve yönetimin sınıf adına partisinin yönetimine dönüşmesi, Bolşeviklerin bu açıdan yetersiz kaldıkları, Sovyet iktidarının gelişiminin karakterinde belirleyicilik kazanan bu boyutu gereken ölçüde öne çıkartmakta başarılı olamadıkları anlamını taşıyor. Bu konuyla ilişkili olarak, işçi sınıfı - parti - devlet ilişkilerinin tanımlanma biçimleri de tartışmalıdır. Özellikle parti diktatörlüğünü savunan ya da savunmaya varan ifadelerin ve yaklaşımların, sınıfın geniş yığınlarının yönetime katılımının geliştirilmesine hizmet etmediği açıktır. Genelde parti, sınıfın parçası ve öncüsü; Sovyet iktidarı sınıfın egemenliği; partinin Sovyetlerdeki yönlendiriciliği ise, Sovyetler içerisindeki çalışmayla kazanılan bir önderlik ilişkisi olarak tanımlanmakla birlikte, partiyi sınıfın yerine geçiren, indirgeyen, partinin yönetmesiyle Sovyetler yönetimini çakıştıran, özdeşleştiren yaklaşımlar da yok değildir.
Tartışmalarda kaynak olarak gösterilmesi bakımından Lenin’in bazı sözlerini aktarmakta yarar olabilir. 1920 sonunda sendikalar üzerine sürdürülen tartışma sırasında yaptığı konuşmada Lenin, sendikaların proletarya diktatörlüğünde rolünü açıklamaya çalışırken, bütün sanayi işçilerini içine alan sınıf örgütleri olarak sendikaların parti ve devlet arasında bir konumda bulunduklarını söylüyordu. Proletarya diktatörlüğünü, partinin, sendikaların, Sovyetlerin farklı rollere sahip oldukları bir dişli çarklar sistemi olarak tasvir edip bu birbirlerinden farklı örgütlerin işlevlerinin ayrımlarını vurgulamaya çalışırken de, üstelik bir kaç kere tekrarlayarak, proletarya diktatörlüğünün,–sendikaları kastederek– işçi sınıfının bütününü içeren bir örgütlenmeyle hayata geçirilemeyeceğini, ancak sınıfın öncüsü, partisi tarafından uygulanabileceğini ileri sürüyordu:
“Sosyalizme geçişte proletarya diktatörlüğü kaçınılmaz, ama bütün sanayi işçilerini içine alan bir örgüt tarafından gerçekleştirilmez... Parti... proletaryanın öncüsünü emer ve bu öncü proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirir... proletaryanın diktatörlüğü o sınıfın bütününü kucaklayan bir örgütle gerçekleştirilemez... bütün proletaryayı içine alan bir örgütlenme proletarya diktatörlüğünü doğrudan gerçekleştiremez. O yalnızca sınıfın devrimci enerjisini emen bir öncü tarafından gerçekleştirilebilir... proletarya diktatörlüğü kitlesel bir proleter örgüt tarafından gerçekleştirilemez.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 32, s. 20-1)
Proletaryanın öncüsünün, partisinin proletarya diktatörlüğünde de süren önemini ve sendikalar gibi kitle örgütlerinden farkını vurgulamaya çalışırken söylenen bu sözler, partinin Sovyetler içerisindeki çalışmada da önderliğini öne çıkartmanın ötesinde, proletarya diktatörlüğünün, partinin önderliğinde, sınıfın yığınlarını kucaklayan Sovyetler tarafından gerçekleştirilmesini geriye iterek parti ile devlet ayrımını silikleştirmeye, partiyi devlet yönetiminin, Sovyetlerin yerine koymaya da açık gözükmektedir.
Buna karşılık, Lenin Ocak 1921’de aynı konu üzerine yazdığı broşüründe, bu konuşmasındaki aşırı vurguları dengeliyor, düzeltiyordu:
“Parti, doğrudan egemen olan proletaryanın önderidir, öncüsüdür.” (Lenin, “Bir Kere Daha Sendikalar, Mevcut Durum ve Trotski ve Buharin’in Hataları Üzerine”, Toplu Eserler, c. 32, s. 98)
Bu ifade çerçevesinde doğrudan hükmeden, yöneten, işçi sınıfıdır, partisi ise bu eyleminde de sınıfın öncüsüdür, önderidir.
Sendikalar üzerine olan tartışmanın sonuçlandırıldığı onuncu kongreye yine Lenin tarafından hazırlanıp sunulan karar metninde, Komintern’in “Komünist Partinin Proleter Devrimindeki Rolü” üzerine kararına gönderme yapıp sınıf - parti - proletarya diktatörlüğü ilişkilerine karşılıklı konumları açısından değiniliyordu:
“Marksizm öğretir ki, –ve bu öğreti sadece Komünist Enternasyonal’in bütünü tarafından, proletaryanın siyasi partisinin rolü üzerine Komintern İkinci (1920) Kongresi kararlarında, resmen onaylanmakla kalmayıp ayrıca devrimimizin pratiği tarafından da doğrulanmıştır– yalnızca işçi sınıfının siyasi partisi, Komünist Partisi, çalışan halk kitlesinin kaçınılmaz küçük-burjuva yalpalamalarına ve proletarya arasında dar lonca sendikacılığı veya lonca önyargılarına kaçınılmaz düşüş ve geleneklerine karşı durma ve proletaryanın bütününün bütün birleşik faaliyetlerine rehberlik etme, yani ona ve onun aracılığıyla bütün çalışan halk kitlesine siyasi olarak önderlik etme yeteneğinde olacak olan proletaryanın ve bütün çalışan halk kitlesinin öncüsünü birleştirme, eğitme ve örgütleme yeteneğindedir. Bu olmadan, proletarya diktatörlüğü imkansızdır.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 32, s. 246)
Komünist partinin rolü, burada olduğu gibi, referans gösterilen Komintern kararında da, işçi sınıfının öncüsünü eğitmek, işçi sınıfına, onun aracılığıyla bütün kitlelere önderlik etmek, işçi sınıfının eylemini yönlendirmek olarak tanımlanmaktadır; egemenlik, diktatörlük proletaryanındır:
“Rusya’da proleter devrimi, proletarya diktatörlüğünün temel biçimi olarak Sovyetleri geliştirmiştir. ...
Sovyetlerde de devrimci sendikalarda da çalışma, proletaryanın partisi, yani Komünist Parti tarafından sürekli ve sistematik olarak yönetilmelidir. ...
Proletarya diktatörlüğünün başlıca tarihsel biçimi olarak Sovyetlerin belirmesi Komünist Partinin proleter devrimdeki önder rolünü hiç bir biçimde küçültmemektedir. ...
Sovyetlerin tarihsel rollerini yerine getirebilmeleri için, Sovyetlere ‘uyum sağlamayıp’ onların burjuvazi ve resmi sosyal-demokrasiye ‘uyum sağlamalarını’ da engellemek üzere onlar üzerinde belirleyici bir etki uygulayacak kadar güçlü bir Komünist Partisinin varlığı, Sovyetleri bu komünist fraksiyon aracılığıyla yönlendirmeleri aksine gereklidir.” (Tezler, Kararlar ve Bildirgeler, [İng.] s. 72; [Fr.] s. 51)
Yani proletarya diktatörlüğünün biçimi Sovyetlerdir, komünist parti, Sovyetler içindeki çalışmasıyla da işçi sınıfının önderliğini, yönlendiriciliğini kazanmalı, sağlamalıdır. Ancak bir kere daha eklemek gerekir ki, çeşitli vesilelerle yinelenen, egemenliğin sınıfa ait olduğu, Sovyetlerin bütün sınıfın iktidarı olduğu, partinin Sovyetlerin içinde çalışmasıyla önderliği kazanıp yönlendirmesi gerektiği saptamalarına rağmen, azımsanamayacak bir sıklıkla parti ve Sovyet kurumlarının kaynaştırılmasını, parti diktatörlüğünü savunan görüşler de Bolşevikler tarafından ileri sürüldü. Bunun ise, yönetimin giderek partiye kadar daralması eğilimine karşı mücadeleyi güçlendiremeyeceği ortadadır.
İşçi sınıfının sosyalist devrimi Ekim Devrimi ile oluşan Sovyet iktidarının izlediği gelişim ve dönüşüm incelenirken çeşitli dönemler ele alınıp belirli dönüm noktaları saptanabilir. Sovyet rejiminin sınıf karakterinin değerlendirilmesinde en fazla önem taşıyan yönlerden bürokratlaşmanın gelişimi ve bürokrasinin ortaya çıkış süreci açısından iç savaş dönemi de en başta ele alınması gereken bir dönüm noktasıdır. Giderilmesi amacı taşınan yöneten - yönetilen ayrımının bu dönemde aksine kalıcılaşması, bürokratlaşmaya karşı mücadeleyi de, en temel düzeyde, büyük ölçüde silahsızlandırmıştır. Bundan sonra bir bürokrasinin doğması ve hakimiyet kazanması, neredeyse er ya da geç başa gelecek bir kadere dönüşmüştür.
Bu sürecin değerlendirilmesi gereken bir diğer yönü ise, bürokrasinin sınıfsal kökenidir. Bir yandan eski uzmanlardan, subaylardan, bürokratlardan yararlanılması, diğer yandan da iç savaş sırasında işçi sınıfının erimesi, küçülmesi, ‘sınıfsızlaşması’ (deklase olması), ‘eski toplumdan devralınan devlet aygıtının, burjuva karakterli bir bürokrasinin egemenliği ele geçirdiği, işçi sınıfından aldığı’ görüşlerine dayanak olmaktadır. Bu bakımdan, hem eski toplumdan gelen uzman tabakanın işgal ettiği konuma, hem de işçi sınıfının sınıfsızlaşmasının boyutuna daha yakından bakmak gerekmektedir.
Bu konudaki değerlendirmeler daha çok Lenin’in ifadelerine dayandırıldığından bunları yorumlamaya çalışmak, sorunun iyice kavranabilmesi açısından yararlı gözükmektedir. Bunlar arasında “Eski devlet mekanizmasını devraldık”, “Çarlık bürokratları Sovyet kurumlarına girmeye... Rusya Komünist Partisi üyelik kartları çıkartmaya başladılar” ve “deklase olan, yani sınıf kanalından çıkan ve proletarya olarak varlığı sona eren sanayi proletaryası” ifadeleri bu bakımdan belirleyici önemdedir. Eğer burjuva devlet varlığını koruyorsa, eski bürokrasi partiye doluşmuşsa, üstelik işçi sınıfı da yok olmuşsa, bunlardan burjuva topluma ait, onun temsilcisi bir bürokrasinin partiyi ele geçirip iktidara geldiği, yani bir karşı-devrimle proletarya diktatörlüğünün yıkılıp yerine yeniden burjuvazinin diktatörlüğünün kurulduğu sonucuna ulaşmak zor olmaz.
Bu yüzden, sağlıklı bir değerlendirmeye ulaşabilmek için, kullanılan ifadeleri ait oldukları koşullar ve bütünlükleri içerisinde ele almak gerekmektedir. Lenin, Çarlık bürokratlarının Sovyet kurumlarına ve partiye girdikleri biçimindeki sözleri, Mart 1919’da sekizinci kongrede Parti Programı üzerine rapor verirken söylüyordu. Bürokratlaşma ve bürokrasiye karşı mücadele üzerinde de durduğu bu konuşmasında Lenin, aynı zamanda, burjuva devlet aygıtını tamamen yıkıp parçalamış olduklarını bir kere daha vurguluyordu:
“kültür eksikliği Sovyet iktidarının önemini azaltıyor bürokrasiyi canlandırıyor. Sovyet aygıtı sözde bütün çalışan halk için erişilebilir, ama gerçekte, hepimiz bildiğimiz gibi, hepsi için erişilebilir olmaktan uzak. Kanunlar engel olduğu için değil... Ama bu konuda yalnızca kanunlar yeterli değil. Çok büyük miktarda eğitimsel, örgütsel ve kültürel çalışma gerekli.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 29, s. 179)
“Tamamıyla bürokratik ve burjuva baskı aygıtını... temellerine kadar yıktık. ...
Çarlık bürokratları Sovyet kurumlarına girmeye başladı... Rusya Komünist Partisi üyelik kartları çıkartmaya başladılar. Kapıdan dışarı atıldılar, camdan içeri giriyorlar. ...
Yalnızca bütün nüfus hükümet çalışmasına katıldığı zaman, bürokrasiyle savaşı nihai sona, tam zafere ulaştırabiliriz.... Bu düşük kültürel düzeyin sonucu, programına göre çalışan halk tarafından hükümet etme organları olan Sovyetlerin, aslında çalışan halkın bütünü tarafından değil, ama proletaryanın ileri kesimi tarafından çalışan halk için hükümet etme organları olmalarıdır. ...
yöneten işçi kesimi, aşırı derecede küçük. ...
Bürokrasi yenildi. Sömürücüler saf dışı edildi. Ama kültürel düzey yükselmedi, bu yüzden bürokratlar eski mevkilerini işgal ediyorlar.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 29, s. 182-4)
Ayrıca Lenin bu konuşmasında, yığınların kültürel düzeyi yükselinceye kadar orduda, sanayide, kooperatiflerde ve her yerde burjuva uzmanlardan yararlanmak zorunda olduklarını, onların yüksek ücretlerle satın alınmalarının, yararlarıyla karşılaştırıldığında, çok küçük, önemsiz bir fedakarlık olduğu görüşünü tekrarlıyordu. Lenin’in sözlerinde –birçok başka yerde de rastlanabileceği gibi– bürokratik baskı aygıtının, burjuva devletin yıkılmış olduğunun belirtilmesinin yanısıra, bürokratlaşmanın asıl nedenlerinin bir açıklamasını da bulmak mümkün. Eski bürokrasi yenilmiştir, ama kültürel düzeyinin yetersizliği yüzünden işçi sınıfının ancak çok küçük bir kısmı yönetimi gerçekleştirmektedir. Sovyetler, sınıfın, halkın kendi yönetimi olacağına, işçi sınıfının ileri kesiminin bütünü adına yönetimine dönüşmektedir. Bu da bürokrasiyi yaratmaktadır. Yine yığınların kültürel düzeyinin yetersizliği nedeniyle, işçi sınıfı iktidarının denetimi altında burjuva uzmanlardan yararlanmak, bu ihtiyaç ortadan kalkıncaya kadar, geçici bir süre için, yüksek ücret karşılığında onların hizmetlerini satın almak gerekmektedir. Yani bürokratlaşma sorununun kaynağı, eski toplumdan devralınan bürokrasi, burjuva uzmanlar değil, –eski bürokratik aygıt yıkılmıştır, bürokratlardan, uzmanlardan tek tek denetim altında yararlanılmaktadır– işçi sınıfının yığınsal yönetiminin yetersizliğidir.
Yönetime yığınsal katılımının gerilemesinden öteye, iç savaş döneminde, işçi sınıfı maddi olarak da daraldı, küçüldü. Savaş koşulları sanayi üretimini son derece azalttı, üretici güçleri yıkıma uğrattı. Yiyecek ve temel ihtiyaç maddelerinin yokluğu, kıtlık, şehirlerde yaşam koşullarını ağırlaştırdı, zorlaştırdı. Cepheye savaşmaya gidenlerin yanısıra, yiyecek bulabilmek için köylere, kırsal alana göç edenler, şehirleri boşalttı. İç savaşın sonunda 1920’de, üretim, 1913’ün yüzde 13’ü düzeyine düşmüştü. Yine 1920’de, 1917’ye göre Petrograd’ın nüfusu yüzde 57,5, Moskova’nın yüzde 44,5, kırk büyük il merkezinin yüzde 33 azalmıştı. Sanayi işçilerinin sayısı ise, 1917’de 3 milyondan 1921’de 1,2 milyona kadar inmişti.
İç savaştan sonra NEP’e geçilmesinin nedenleri arasında sanayinin yıkılması, işçi sınıfının küçülmesi, erimesi de vardı. Lenin, Mayıs 1921’de partinin Onuncu Tüm-Rusya Konferansı’na Ayni Vergi Üzerine rapor verirken işçi sınıfının sınıfsızlaşmasına (deklase olmasına) değiniyor, aynı zamanda da işçi sınıfının bu durumunu iktidarını sürdürmesi açısından değerlendiriyordu:
“Menşevikler ve Sosyalist-Devrimciler, proletarya sınıfsızlaştığı için proletarya diktatörlüğünün görevlerini terk etmemiz gerektiği bağırtılarıyla bizi sağır ettiler. Bunu 1917’den beri bağırıyorlar ve şaşırtıcı olan, 1921’e kadar bunu bağırmaktan yorulmadılar. Ama biz bu saldırıları duyduğumuz zaman, sınıfsızlaşma olmadığını, arızalar olmadığını söylemiyoruz. Söylediğimiz, Rus ve uluslararası gerçeklikler öyle ki, proletarya, sınıfsızlaştığı bir dönemden geçmek zorunda olmasına ve bu sakatlıkları çekmek zorunda olmasına rağmen, yine de siyasi iktidarı kazanma ve elinde tutma görevini yerine getirebilir.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 32, s. 412)
Lenin, bir yandan işçi sınıfının eridiğini, sınıfsızlaştığını doğrularken, bir yandan da siyasi iktidarı elinde tutmasından söz ediyordu. Bu anlamda, belli ki, Lenin’in sınıfsızlaşma dediği, mutlak bir yok olma, iktidarını sürdüremeyecek düzeyde bir ortadan kalkma değildi.
Lenin’in bu konudaki en tartışmalı ifadesi, yine NEP’i savunmak üzere, Ekim 1921’de Siyasi Eğitim Bölümleri İkinci Bütün Rusya Kongresine rapor verirken söylediklerinde bulunmaktadır:
“eğer kapitalizm bundan kazançlı çıkarsa, sanayi üretimi büyüyecek ve aynı zamanda proletarya da büyüyecek. Kapitalistler politikamızdan kazançlı çıkacaklar ve ülkemizde savaş yüzünden ve umutsuz yoksulluk ve yıkım yüzünden deklase olan, yani sınıf kanalından çıkan ve proletarya olarak varlığı sona eren sanayi proletaryasını yaratacaklardır. Proletarya büyük ölçekli kapitalist sanayide maddi değerlerin üretimiyle meşgul olan sınıftır. Büyük ölçekli kapitalist sanayi harap olduğu için, fabrikalar durduğu için, proletarya da yok olmuştur. Bazen istatistiklerde sayılmıştır, ama ekonomik olarak bir arada tutulmamaktadır.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 33, s. 65)
Lenin’in bu sözleri işçi sınıfının iç savaşta bütünüyle yok olduğu biçiminde yorumlanabilmektedir. Aslında Lenin, aynı konuşmasının çeşitli yerlerinde proletaryanın önderlik mücadelesinden, işçi devletinden, proletarya iktidarının varlığından da söz etmektedir. Dolayısıyla bu durumda işçi sınıfının bütünüyle yok olması ifadesi olsa olsa aşırı bir abartma ya da ölçüsü kaçmış bir vurgulama olur.
İşçi sınıfının sınıfsızlaşması üzerine daha tam ve isabetli bir tanım ise, yine Lenin’in, daha önce Haziran 1921’de Komünist Enternasyonal Üçüncü Kongresi için hazırladığı “RKP’nin Taktikleri üzerine Rapor için Tezler”de bulunabilir:
“Sovyet Rusya tarafından 1917-21’de izlenen yiyecek politikası ... tarihi görevini yerine getirdi: yıkılmış ve geri bir ülkede proletarya diktatörlüğünü kurtardı.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 32, s. 458)
“Proletarya diktatörlüğü, sınıf mücadelesinin sona ermesi değil, aksine yeni biçim ve yeni silahlarla sürdürülmesi anlamını taşır. Sınıflar var oldukça, tek ülkede devrilen burjuvazi uluslararası ölçekte sosyalizme saldırılarını on misli kuvvetlendirdikçe, bu diktatörlük zorunludur. Geçiş döneminde, küçük çiftçi sınıfının belirli yalpalamalar geçirmesi kesindir. Geçişin zorlukları ve burjuvazinin etkisi, kaçınılmaz olarak bu kitlenin ruh durumunun günden güne değişmesine neden olur. Hayati temeli olan büyük ölçekli sanayinin yıkımıyla zayıflayan ve bir dereceye kadar deklase olan proletaryanın üzerine, çok zor ama tarihsel olarak her şeyden önemli, bu yalpalamalara rağmen dayanma ve emeği sermayenin boyunduruğundan kurtarma davasını zafere götürme görevi düşer.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 32, s. 460)
Komintern tezleri olarak hazırlanan bu metindeki ifadeler, konuşmada kullanılan sözlere göre, doğal olarak daha bütünlüklü ve dengelidir. Proletarya diktatörlüğünün yaşamakta olduğu saptamasının yanısıra, proletaryanın sınıfsızlaşması da bir dereceye kadar kaydıyla, zayıflamayla nitelenmektedir. Proletaryanın zayıflaması, sınıfsızlaşması mutlak yok olma derecesinde olmadığı gibi, sınıf mücadelesini, diktatörlüğünü sürdürme, burjuvaziyi yenme, sosyalizmi zafere götürme görevi de devam etmektedir.
Lenin’in sözlerine de dayanarak, işçi sınıfının iç savaşta zayıflamakla, bir dereceye kadar sınıfsızlaşmakla birlikte, proletarya diktatörlüğünün varlığını koruduğu, Sovyet devletinin iç savaşın sonunda da yine proletaryanın iktidarı olduğu değerlendirmesine ulaşılabilir. Bu durumda eski toplumdan devralınan uzmanlar ve bürokratlar, burjuva devlet aygıtının parçası değil, proletarya diktatörlüğünün denetiminde, kendilerinden yararlanılan bireylerdir. Dolayısıyla bürokratlaşma sorunu, devralınmış bir burjuva bürokratik aygıtta değil, Sovyet iktidarının kendi yapısında, iç işleyişinde aranmalıdır.
Devrilen eski bürokrasinin denetlenmeye çalışılarak yeniden görevlendirildiği sürecin canlı bir özetlemesi, Lenin’in Kasım 1922’de Komünist Enternasyonal Dördüncü Kongresinde yaptığı ve “eski devlet mekanizmasını devraldıkları” yönündeki sözlerinin yer aldığı konuşmada bulunabilir:
“Eski devlet mekanizmasını devraldık ve bu bizim şanssızlığımızdı. Çok sık bu mekanizma bize karşı çalışıyor. 1917’de, iktidarı aldıktan sonra, hükümet görevlileri bizi sabote ettiler. Bu bizi çok korkuttu ve ‘Lütfen geri gelin’ diye yalvardık. Hepsi geri geldiler, ama bu bizim şanssızlığımızdı. Şimdi, koca bir hükümet çalışanları ordumuz var, ama onlar üzerinde gerçek denetim uygulayacak yeterince eğitimli güçlerimiz eksik. Pratikte, sıklıkla olan, siyasi iktidarı gerçekleştirdiğimiz burada, tepede, makinenin bir şekilde işlemesi; ama aşağıda hükümet çalışanlarının keyfi denetimi var ve bunu sıklıkla bizim önlemlerimizi tersine çevirecek bir biçimde kullanıyorlar. Tepede, tam olarak bilmiyorum, ama her halükarda sanıyorum en fazla birkaç bin, dışarıda da on binlerce kendi insanımız var. Ama aşağıda, çardan ve burjuva toplumundan aldığımız ve kısmen kasıtlı, kısmen bilmeden bize karşı çalışan yüz binlerce görevli var. Bu konuda hemen bir gecede bir şey yapılamayacağı açık. Mekanizmayı iyileştirmek, yeniden biçimlendirmek ve yeni güçleri katmak için yıllarca ağır çalışma gerekecek. Bunu bayağı hızlı, belki de aşırı hızlı yapıyoruz. Sovyet okulları ve İşçi Fakülteleri oluşturuldu; birkaç yüz bin genç insan öğrenim görüyor; belki çok hızlı eğitim görüyorlar, ama her halükarda, bir başlangıç yapıldı ve sanırım bu çalışma meyvesini verecek. Eğer aşırı acele çalışmazsak, birkaç yıl içinde devlet aygıtımızı bütünüyle elden geçirmeye yetenekli, büyük bir genç insanlar topluluğumuz olacak.” (Lenin, Toplu Eserler, c. 33, s. 428-9)
Burada eski devlet mekanizmasının devralınmasından söz edilmesine rağmen, sözlerin devamından kastedilenin eski devlet mekanizmasının korunması değil, eski devlet görevlilerin proletarya devleti tarafından çalıştırılmaları olduğu anlaşılıyor. İşaret edilen sorun ise, onlar üzerinde iktidarın denetiminin, tepeden aşağıya kadar, Sovyet devletinin her köşesinde, yeterince, olması gerektiği gibi gerçekleştirilememesidir. Buna çözüm ise, Sovyet iktidarının gençleri eğitip kendi yöneticilerini yetiştirmesinde aranmaktadır. Bu noktada ise, Sovyet iktidarının daha sonraki gelişimine, devlet yapısının, karakterinin biçimlenmesine ilişkin ipuçları belirmektedir. Lenin’in hızının aşırılığından kuşkulandığına da değindiği eğitim süreciyle, gerçekten işçi sınıfı saflarından yaratılan yeni bir yönetici tabakanın burjuva toplumundan devralınan bürokrasinin yerini alması başarılmış, ama yöneten - yönetilen ayrımı yerleşiklik kazandığı ölçüde, yeni yönetici tabakanın işçi sınıfı kökenli olması, bürokratlaşmayı engellemekte yeterli olamamıştır.
Bütün bu çerçevede iç savaş döneminde de sorun, Sovyet iktidarının proletarya egemenliği, diktatörlüğü olmaması değil, bu egemenliğin sınıfın yığınsal yönetimi biçiminde gerçekleşmesindeki, bu anlamıyla proletarya demokrasisindeki aksaklıktır. İşçi sınıfının yönetiminin onun adına öncü kesimine kadar daralması, yöneten - yönetilen ayrımını kalıcılaştırmış, işçi sınıfını bürokratlaşmaya karşı mücadelede, devlet biçimi anlamında demokrasi düzeyinde silahsızlandırmıştır. İç savaşta işçi sınıfının daralmasının, sınıfsızlaşmasının ve burjuva uzmanlardan, yöneticilerden yararlanılmasının etkisi ise, sorunu daha da ağırlaştırmak olmuştur. Sovyet iktidarı altında, yığınların kendisine terk ettiği yönetimi kalıcılaşan tabakanın, yönetim ayrıcalığını maddi ayrıcalıklarla tamamlayarak çıkarları işçi sınıfından farklılaşan bir bürokrasiye dönüşmesi ise daha ileriki dönemlerde gerçekleşmiştir.
Sovyet iktidarının geçirdiği iç savaş dönemi, sınıf mücadelesinin, birbirleriyle uzlaşmaz biçimde çelişen kapitalizm ve sosyalizm arasındaki ölümüne kavganın gerek Rusya’da gerek dünya çapında en üst boyutlara tırmandığı bir zaman süreciydi. Bu dönemde dünya sosyalist devrimi olasılığı güncellik kazanırken Rusya ve dünya burjuvazisi de, dünya devriminin ilk adımı Sovyet iktidarını boğmak için, bütün karşı-devrimci güçleri seferber ediyordu. Bu ölüm-kalım mücadelesinin sonuçlanma biçimi, gerek Sovyet iktidarını gerek dünya politik saflaşmalarını kalıcı biçimde etkilemek durumundaydı. Dolayısıyla söz konusu dönem, uzun bir süre için, ardından gelen dönemleri etkileyen, onların birçok özelliğini belirleyen bir dönem oldu.
Çelişkilerin, çatışmaların yoğunlaştığı bu dönemde, birbirine paralel ama farklı çok sayıda alanda köklü değişiklikler gerçekleşti. Dünya devriminin olsun, Sovyet iktidarının olsun akıbetlerinin bir bütün olarak değerlendirilmelerinde, meydana gelen değişim incelenirken kaçınılmaz olarak bu tek tek gelişmeler ele alınmakta ve süreci belirleyici olanları saptanmaya çalışılmaktadır. Bu açıdan yapılan farklı saptamalar da yine farklı değerlendirmelere ve nitelemelere yol açmaktadır. Bu anlamda, Sovyet devletinin proletarya diktatörlüğü veya burjuva diktatörlüğü görülmesi gibi taban tabana zıt değerlendirmelerin ortaya çıkması, sürecin çelişkili olması ve karşıt gelişmeleri içinde barındırmasına ve farklı değerlendirmelerin de bu yanların ağırlıklarını farklı saptamalarına dayandırılabilir.
Daha somut olarak bu keskin mücadeleler döneminde, başarılar ve başarısızlıklar, zaferler ve yenilgiler, kazanımlar ve kayıplar birbirinin içine geçmişti. Zaferler büyük kayıplar pahasına elde edilirken yenilgilerin içinde de gelecek mücadelelerin üzerine basarak yükseleceği mevziler kazanılıyordu. Bu da söz konusu süreçlerin karakterinin çelişkili olması, olumlu ve olumsuz özellikleri birlikte barındırması demektir. İkincil yanların koşullara bağlı olarak öne çıkabileceği, ağır basabileceği de düşünüldüğünde, daha sonraki farklı gelişmelerin, dönüşümlerin anlaşılmasında, bu çelişkili yapının kavranması anahtar bir önem kazanır.
Ekim Devriminin ardından yükselen dünya devrimi dalgası, işçi sınıfının dünya ölçeğinde egemenliğini yaratamadı, yenilgiyle sonuçlandı. Ama Sovyet iktidarının yıkılmasını engellemekte etkili olduğu gibi, işçi sınıfının çeşitli ülkelerde komünist partilerinin gelişmesini, mücadele temellerinin sağlamlaşmasını sağladı. Oluşan Üçüncü, diğer adıyla Komünist Enternasyonal’de, Sovyet Devriminin dünya devriminin ilk adımı olması temelinde Bolşevik Partinin, Rusya Komünistlerinin belirgin bir ağırlığı vardı. Bu ağırlık, dünya devrimci atılımı içerisinde Rusya işçi sınıfının en büyük çabayı ve fedakarlığı üstlenmesine karşılık geliyordu. Dünya işçi sınıfının Sovyet iktidarını savunması da, dünya devriminin bir parçasının, iktidarın alınmasının başarıldığı önde gelen parçasının savunulmasıydı. Ama devrimci dalganın yenilip geri çekilmesi koşulları değiştirdi. Komintern’de, oluşum sürecinde yer edinmiş olan Bolşeviklerin ağırlığı, değişen koşullarda diğer partilerle Rusya Komünist Partisi arasında bir dengesizliğe yol açıyor, bu da Sovyetlerdeki gelişimlerin, yönelimlerin öteki komünist partileri etkilemesini, onları da aynı doğrultuda yönlendirmesini kolaylaştırıyordu. Bu anlamda, işçi sınıfının dünya devriminin en önde giden, en fedakar parçasının temsilcisi olarak Bolşeviklerin Komintern’deki ağırlığı, dünya işçi sınıfının en ileri mevzisi olarak Sovyet iktidarını savunmasının, ileride başka koşullarda, bu defa dünya işçi sınıfının Sovyetlerdeki parçasına tabi kılınmasına dönüştürülmesine izin veren bir etken oluyordu.
Bu süreçte Sovyet iktidarının geçirdiği değişimler, çeşitli gelişmeler de çelişkili karakter taşır. Söz konusu dönem çok önemli bir dönüm noktası olduğu için, birbirleriyle şu ya da bu ölçüde bağlantılı ama farklı alanlarda çok sayıda gelişme, aynı sürede gerçekleşmiştir. Bunların da farklı doğrultularda olanlarının ayırt edilmeleri, belirleyici olanlarının saptanmaları, rejimin karakterinin belirlenebilmesi açısından öneme sahiptir.
Sovyet iktidarının iç savaşı kazanıp ayakta kalması, neredeyse bir mucizedir. Batı Avrupa işçi sınıflarının sosyalist devrimlerinin ve iktidarlarının yardımı olmaksızın yaşayamayacağı düşünülen Sovyet iktidarı, hemen hemen yok olma noktasına gelmekle birlikte, sonunda varlığını sürdürmeyi başarmış, ama bu sırada da maddi ve manevi çeşitli boyutlarda çok ciddi kayıplar vermiştir. Bir yandan Sovyet iktidarı yıkılmanın eşiğindeki durumuna göre bu mücadeleden güçlü çıkarken, diğer yandan söz konusu kayıplar da onu ilerdeki koşullarda belirli gelişmeler karşısında zayıf bırakan noktalar olmuştur.
İç savaş dönemi politik düzeyde diktatörlük uygulamalarıyla, ekonomik düzeyde de komünizm uygulamalarıyla çoğu kez özdeşleştirilerek ele alınan dönemdir. Hatta bundan öteye, tek parti iktidarının ortaya çıkması, parti içi demokrasinin son bulması ve işçi sınıfının da sınıf olmaktan çıkması gibi gelişmeleri ileri süren çeşitli yaklaşımlarca, proletarya iktidarının ortadan kalktığı dönem olarak görülür. İşaret edilen süreçlerin aynı döneme karşılık geldikleri yadsınamaz, ama bu her birinin ve aralarındaki bağlantıların ayrıca ele alınması gerektiğini ortadan kaldırmaz. O zaman toptancı ya da kolaycı isimlendirmeler yerine, çeşitli yönlerin şu ya da doğrultudaki gelişmelerini de içeren daha isabetli bir değerlendirme yapılması mümkün olur.
Tek partililik sorunu da bu çerçevede ele alınmalıdır. İç savaş döneminin sonunda geriye yalnızca Bolşevik Parti kalmış, diğer partiler ortadan kalkmışlardır. Bu gelişimi, özel olarak Bolşeviklerin tek parti diktatörlüğünü hedefleyerek planladıkları ve gerçekleştirdikleri bir süreç biçiminde görmek ve göstermek mümkün değildir. Önce gerici ve burjuva partiler, sonra küçük-burjuva sosyalist partiler, Sosyalist-Devrimciler ve Menşevikler, karşı-devrim saflarında yer aldıkları ölçüde hakları, özgürlükleri kısıtlanmış, ellerinden alınmış, yasaklanmışlar ve baskılara uğramışlardır. Dolayısıyla diğer partilerin ortadan kalkıp geriye Bolşevik Partinin kalması, tek partinin varlığına göre tarif edilen bir siyasi modelin değil, bu tarihsel gelişmenin ürünüdür. Ama öte yandan partilerin sayısı demokrasinin ölçüsü olarak alınıp demokrasinin varlığı da çok partililiğe bağlanmamalıdır. Çok partililiğin zorunlu görülmesinin tersine, Rusya’dakinin benzeri koşullarda, yani işçi sınıfının siyasi birliğinin sağlandığı, küçük-burjuva partilerinin de işçi sınıfı devletiyle açık çatışma içine girdiği durumda, tek partililik yine muhtemel sonuç olmalıdır. Burada tek partililiğin muhtemel görülmesinin, Sovyet iktidarının ileriki dönemlerinde tek partinin yöneticiliğinin yasal düzeye çıkartılmasından kökten farklılığına işaret etmekte de yarar vardır.
Rejimin kazandığı özellikleri, ortaya çıkan sonuçları değerlendirirken, genel, ‘saf’ demokratik ilkeler aramak yerine, proletarya diktatörlüğünün çeşitli sınıflara karşı uygulamaları arasında ayrım yaparak soruna yaklaşmak gerekir. Burjuvaziye yönelik kızıl terörde veya iki cephe arasında yalpalayan küçük-burjuva partilere karşı girişilen değişken etkisizleştirme uygulamalarında basitçe demokrasinin karşıtı bir diktatörlük görmek, işçi sınıfı demokrasisi açısından fazla anlamlı değildir. İşçi sınıfının egemenliği açısından belirleyici sorun, işçi sınıfının haklarının, özgürlüklerinin, demokrasisinin mutlaklığıdır. Bu temelde işçi sınıfı iktidarı, öncelikle mücadele ettiği sınıflara karşı gereken her önlemi alma hakkına sahiptir. İşçi sınıfı demokrasisi açısından, ancak bu hakkın mutlaklığını saptadıktan sonra, söz konusu önlemlerin somut koşullarda gerekliliği ya da aşırılığı tartışılabilir. Bu durumda sorun bir anlamda ölçü sorunudur ve yeni oluşmuş bir iktidarın çatışma koşullarındaki acemilikleri ya da kabalıkları nedeniyle ölçünün kaçması anlaşılabilir hatalar olur. Ama söz konusu olan işçi sınıfının kendisine yönelik baskı uygulamaları olursa, bu defa ölçü sorunu başka bir içerik kazanır. Çünkü bu durumda doğrudan doğruya işçi sınıfının haklarının, özgürlüklerinin kısıtlanması gündemdedir. İşte bu yüzden sınıfın kendi disiplini, birliği adına işçi sınıfına yönelen baskılar, tekil bireylere istisnai uygulamaların ötesine geçtiği ölçüde işçi sınıfı demokrasisini de zayıflatmak durumunda olur. Zaten işçi sınıfının inisiyatifinin, demokrasisinin gelişmesine hizmet etmeyen yaklaşımlar, uygulamalar, sürecin ilerleyen dönemlerinde ortaya çıkan bozulmaların dayandığı kusurlar olarak en önemlilerini oluşturmaktadır.
İşçi sınıfı demokrasisi açısından bu dönemde Sovyet iktidarı değerlendirilirken öne çıkan, diktatörlük uygulamalarının işçi sınıfına da yönelmesinden çok, sınıfın yönetime katılmasının zayıflaması nedeniyle işçi sınıfı demokrasisinin daralmasıdır. İşçi sınıfı yönetime yığınsal olarak katılımdan geri çekildiği ölçüde, yönetim sınıf adına onun en ileri kesimi tarafından gerçekleştirilir olmuştur. Devlet işlevleri, yönetim, esas olarak partililer tarafından yerine getirildikçe, giderek parti ve devlet pratik işleyiş açısından birbirlerinden ayırt edilemez olmuş, Komünist Parti ve Sovyet aygıtı büyük ölçüde birbiriyle çakışmıştır. Bu gelişme istenen bir şey olmadığı gibi, Ekim Devrimi öncesinde ve sırasında hedeflenenlere, öngörülere de aykırıdır. Lenin ve Bolşevikler, Sovyetleri etkisizleştirmekle, iktidarı sınıfın elinden almakla, parti diktatörlüğü kurmakla suçlanamazlar. Aksine bu gelişmelere karşı, sınıfın yönetimden geri çekilişini tersine çevirmek için çok büyük ölçüde çaba harcamışlar, mücadele etmişlerdir. Ama maddi ve manevi gelişmişlik düzeyinin yetersizliği, ekonominin tahribi, işçi sınıfının dağılıp küçülmesi, kültürel gerilik, demokratik eğitim eksikliği gibi nesnel ve öznel olumsuz koşullar temeli üzerinde bu mücadelede başarılı olamamışlardır. İşte bu sonuç itibariyle ve işçi sınıfı demokrasisindeki daralmanın, yönetimin sınıf adına onun en ileri kesimi Komünist Partide toplanmasının, daha sonra Sovyet iktidarının kaderi üzerinde belirleyici önem kazandığını göz önünde tutarak, yani sonucu bilerek tarihe bakmanın avantajıyla, söz konusu mücadelenin yetersiz kaldığı söylenebilir. Bu noktada Lenin ve Bolşevikler, olsa olsa, parti ve devlet yönetiminin çakışmasına hiçbir biçimde izin vermemeyi başaramamakla, bir anlamda gerçekliğe teslim olmakla ‘suçlanabilirler’. Çeşitli ifadeleri de esas olarak yığınların yönetiminin geliştirilmesi doğrultusunda olmakla birlikte, arada istisnai olarak parti ve sovyet ayrımını gözetmeyen, parti diktatörlüğünü hoş gören ya da buna açık kapı bırakan yaklaşımları da bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Sovyet iktidarının karakterinin değerlendirilmesi, işçi sınıfı demokrasisi açısından yapıldığında, sınıfın konumu, hakları, özgürlükleri, özellikleri belirleyici olarak alınmak durumundadır. Bu temelde, işçi sınıfının devrimiyle, işçi sınıfı iktidarı olarak oluşmuş olan Sovyet devleti, bu dönemde de aynı karaktere sahiptir. Egemenlik işçi sınıfına aittir; bu sınıfın hakları, özgürlükleri mutlaktır. Ama sınıfın yığınları gündelik yönetim işlerine yeterince katılmadıkları, bundan geri çekildikleri ölçüde, yönetim, fiilen sınıfın en ileri, öncü kesimine, komünist partisine kadar daralmıştır. Bu gelişme, sınıf adına yönetimi kalıcılaşan yani siyasi ayrıcalıklı bir kesimin ortaya çıkış sürecinin başlamasına da karşılık gelir. Öte yandan bu, maddi ayrıcalıklı bir bürokrasinin doğmasıyla aynı şey değildir. Bu dönemde kendilerine yüksek ücretler ödenen burjuva uzmanlar, vb. egemenliğe sahip değildirler; yalnızca denetim altında geçici olarak kendilerinden yararlanılan bir kesimdirler. Yerlerine proletaryanın saflarından kendi uzmanları, yöneticileri yetiştirilip yerleştirildiğinde de işlevleri ve varlıkları sona ermiştir. Yöneten kesimde, Komünist Partide yer almak ise, söz konusu dönemde, maddi ayrıcalık sağlamanın tersine, büyük özverilere karşılık gelir. Cephede en ön safta savaşmaktan, çalışma seferberliğinde zor koşullarda, karşılıksız, uzun saatler boyu çalışmaya, yiyecek toplama birlikleriyle sınıf mücadelesini kırlara taşımaya kadar her alanda en önde mücadele edenler, en büyük maddi fedakarlıklara katlananlar, en çok çaba harcayanlar partililerdir. Bu yüzden bu dönemde sorun, maddi ayrıcalıklı bir bürokrasinin egemenliği değil, yığınların yönetimi sınıf adına öncüsüne bırakmasının bürokratlaşmaya karşı mücadeleyi zayıflatması, hatta bir bakıma başarısızlığa mahkum etmesidir.
Rejimin karakterinin saptanmasında belirleyici olanlar, işçi sınıfının konumu, özellikleriyken diğer sınıflarla olan ilişkilerin etkilerini de göz önünde tutmak, işçi sınıfının diğer sınıflarla mücadelelerini de değerlendirmek gerekir. Bir bütün olarak gelişmeler, bu sınıflar mücadelesinin somutta kazandığı biçimlerin ürünüdür. İç savaş döneminde, siyasi gelişmelere, diktatörlük uygulamalarına olduğu gibi, ekonomik gelişmelere, savaş komünizmi uygulamalarına da, tırmanıp açık çatışma boyutuna ulaşan sınıf mücadelesi yol açmıştır. Emperyalistler de dahil burjuvaziye karşı mücadele bütün sanayinin kamulaştırılmasına varmıştı. Savaş koşulları ekonominin merkezileştirilip bir elden yönetilmesini gerektirirken, el konulan işletmelerin, verimliliği artırmak üzere, birleştirilip merkezi biçimde yönetilmeleri ve aralarında meta alışverişi yerine merkezi ürün ve işgücü dağıtımına geçilmesi, meta ekonomisinin ortadan kalkmasını hızlandırdı. Bir yandan çalışma zorunluluğu ve ücret yerine karneyle ürün dağıtımı, diğer yandan da köylünün tahıl fazlasına doğrudan el konulması aynı sürecin parçalarıydı. Çalışmanın ve ürün dağıtımının merkezi olarak ihtiyaçlara göre düzenlenmesi ve paranın ortadan kalkması noktasına ilerleyen süreç, bir bakıma iç savaşın zorunlulukları yüzünden bu biçimi almıştı. Daha doğrusu, sürecin hareket ettiricisi ve bu kadar hızla bu boyuta ilerleten, iç savaşın zorunluluklarıydı. Ama doğrultusu da komünizmin hedeflerine, ideallerine aykırı değildi. Bu yüzden sürecin ulaştığı boyutlar, savaş komünizmi uygulamaları, çoğu kez övünçle, komünizmin ideallerine uygun olarak, kısa sürede hedeflere ulaşmak biçiminde değerlendiriliyordu. Ekonomik politika olarak benimsenmiş olması nedeniyle, savaş komünizmi uygulamaları, iç savaşın fiilen bitmesinden sonra da, Yeni Ekonomik Politika, NEP’e geçildiği tarihe kadar sürdürüldü.
NEP’e geçişi zorlayan da yine sınıf mücadelesi, bu defa köylülükle olan mücadeleydi. Toprak devrimiyle elde ettiği toprakları savunma temelinde beyaz restorasyona karşı Sovyet iktidarını destekleyen köylülük, iç savaş sona erip bu tehlikenin ortadan kalkmasıyla, tahıl fazlasının zorla elinden alınmasına direnmeye geçti ve isyana başladı. Sanayi temeli yıkılmış, dağılarak küçülüp zayıf düşmüş işçi sınıfı, işçi sınıfı iktidarı, köylülüğün direnişi ve isyanıyla geri adım atmaya zorlanıyordu. Tahıl fazlasına el koyma uygulamasının kaldırılıp yerine belirli bir vergi getirilerek köylünün bunun üstünden artanı pazarda satmakta özgür bırakılması, yeniden meta ilişkilerinin gelişmesine izin verilmesiydi. Gelişen meta ilişkileri bir alandan diğerine yayılarak, işletmelerin mali bağımsızlıkları, toplu sözleşme düzeni, ticaret ve girişim özgürlüğü, istikrarlı para kuru, vb. uygulamalarına kadar vardı. NEP de bir zorunluluğun, işçi sınıfının köylülüğün direnişini ezecek güçte olmamasının sonucuydu. Ama burada sorun, savaş komünizmi ve NEP uygulamalarının sosyalizmin inşası açısından konumlarıdır. Savaş komünizmi ve NEP uygulamaları gerek uygulandıkları dönemlerde gerek daha sonraki çeşitli dönemlerde bu açıdan tartışma konusu olmuşlardır.
Bu tartışmalar içerisinde görüşler, bir uçta savaş komünizminin sosyalizmin gereği olan ekonomik politika ve NEP’in zorunlu bir sapma olduğundan diğer uçta tersine NEP’in aslında sosyalizme uygun olan ekonomik politika ve savaş komünizminin de bundan zorunlu bir sapma olduğuna kadar bir yelpaze içinde yer almaktadır. Daha sonraki gelişmeler içinde, savaş komünizmi yandaşı görüşler toplumsallaştırma ve planlı ekonomi uygulamalarına dayanak olmuş, NEP yandaşı görüşler de piyasa sosyalizmi savunularını desteklemekte kullanılmıştır. Gerçeklik ise, savaş komünizmi ve NEP tartışmalarında ortaya çıkan iki uçtaki görüşlerin arasında bir yerde bulunabilir. Bu da, hem savaş komünizminin hem de NEP’in kendi koşullarının zorlamalarıyla, zorunluluklarıyla ilişkisine dayandırılabilir. Sovyet iktidarını, kabaca, iç savaş koşulları savaş komünizmine, köylülükle uzlaşma gereği de NEP’e zorlamıştır. Ama bu, gerçeğin bir kısmıdır ve sınırlı bir değerlendirme sayılır. Söz konusu uygulamalara sosyalizmin inşası açısından bakıldığında doğrultu farklılığından söz etmek gerekir. Böyle ele alındığında savaş komünizminde, maddi temelin kaldıramayacağı bir boyuta da varmış olsa, komünizm doğrultusunda ilerleme, büyük bir coşkuyla komünizmin ideallerinin gerçekleştirilmesi bulunur. NEP’de ise, fazla ileri gidip üzerine basacağı zeminden kopulduğu için bir geri çekilme, sosyalist inşa süreci açısından geçici olması gereken bir gerileme görülür. Bu anlamda iki ekonomik politikanın da dayandığı koşullar, zorunluluklar mevcuttur. Ama sosyalizme yönelmek, ilerlemek açısından bu ikisi eşit konumda değildir. NEP, meta ekonomisi doğrultusunda, kapitalizm doğrultusunda bir geri çekilmeyi temsil ederken, savaş komünizmi, komünizmin ideallerini gerçekleştirmeye yönelik bir ileri atılımı temsil eder.
Sovyet iktidarının, sosyalizm deneyinin daha ileriki dönemlerinde, gelişmenin zigzagları içerisinde, ileri atılımların ve üzerine basılan zeminin güçlendirilmesinin gündeme geldiği çeşitli dönüm noktalarında, savaş komünizmi ve NEP değerlendirmeleri tekrar tekrar tartışma konusu oldu. Çeşitli dönemlerde gündeme gelen önermeler benzer biçimlerde de ifade edilseler, günün koşullarına bağlı olarak, bazen sosyalizmin gereklerine, bazen de sosyalizmden uzaklaşmaya karşılık geldiler. Ama bütün bu tartışmalar, mücadeleler içerisinde, 1920’lerin karşıt uygulamalarına ilişkin değerlendirmeler, hâlâ temel bir yer tuttu.
Ekim Devrimi’nin ürünü toplumsal yapının yıkılmasından, kazanımlarının kaybedilmesinden sonra, yeniden sosyalizmi toplumsal politik alternatif olarak dikebilmek için yaşanan sosyalizm deneylerinin sağlıklı ve inandırıcı bir değerlendirmesi şarttır. Bu çerçevede, belirgin değişimlerin yaşandığı, birçok temel özelliğin en uç boyutlarda ortaya çıktığı iç savaş dönemi, Sovyet iktidarının daha ileriki dönemlerindeki gelişmelerin ele alınarak bütünlüklü bir değerlendirmeye ulaşılabilmesi bakımından, kritik bir önemdedir.
V. I. Lenin, Collected Works (Toplu Eserler), Progress Publishers, Moscow, 1977
N. Buharin - E. Preobrajenski, The ABC of Communism (Komünizmin Abecesi), The University of Michigan Press, Michigan, 1966
Theses, Resolutions and Manifestos of the First Four Congresses of the Third International (Üçüncü Enternasyonal İlk Dört Kongresi Tezler, Kararlar ve Bildirgeleri), Pluto Press, London, 1983; Thèses, Manifestes et Résolutions des Quatre Premier Congrès de L’Internationale Communiste, François Maspero, Paris, 1972
AĞUSTOS 2002
4
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com