Sovyet iktidarı tarafından, rejime sadakati temelinde, yönetici, uzman konumlara getirilen yeni aydın tabaka, henüz yönetimle özdeşleşmese de, seçkin bir tabaka olarak giderek maddi ayrıcalıklar kazanıp ileriki dönemlerde Sovyet toplumunda hakim olan bürokrasinin kökenini oluşturdu.
SÜHA ILGAZ
İşçi sınıfının komünizm mücadelesinin başarısının önkoşullarından birisi, bu mücadeleye yol gösterecek komünist programın varlığıdır. Yaşanan sosyalizm deneyimi, işçi sınıfının komünist programının yaratılması doğrultudaki çabalara hizmet etmek üzere, Kurtuluş Sosyalist Dergi’de ele alınmakta. İşçi sınıfının, kendisiyle birlikte bütün sınıfları ortadan kaldırarak, insanlığı, baskının, sömürünün, yokluğun, yoksulluğun bulunmadığı kurtuluşuna kavuşturması, ancak bu hedefe uygun bir sosyalizm anlayışının bu mücadeleyi yönlendirmesiyle mümkündür. Bu yüzden de, özellikle Ekim Devrimiyle girişilen deneyimin yenilgiyle sonuçlanmasının ardından, bu deneyimin ve sosyalizm anlayışının değerlendirilmesi belirleyici önem kazanmıştır. Yaşanan sosyalizm deneyimi, başarılarıyla başarısızlıklarıyla, eksikleriyle kazanımlarıyla, yanlışlarıyla doğrularıyla incelenmeli; bir yandan girişilen deneyimin başarılarını sağlayan etkenler, diğer yandan da onu yenilgiyle sonuçlanmaya götüren etkenler saptanmalı; işçi sınıfının mücadelesini yeniden devrimci atılım içine sokmak ve komünizm hedefine ulaştırabilmek amacıyla yenilgiden ders çıkartılmalı ve bu derslerin katkılarıyla sosyalizm anlayışı zenginleştirilerek programatik düzeyde ifade edilmelidir.
Sovyet iktidarının oluşumu, geçirdiği aşamalar ve sonunda yıkılmasına kadar varan süreç, söz konusu değerlendirmenin içerisinde merkezi bir yer tutmak durumunda. Bu tarihi süreç, belirli özellikleriyle birbirlerinden ayırt edilebilen dönemlerin birbirlerini izlemesinden oluşuyor. Sözü edilen dönemlerde, dönemin ayırt edici özelliklerinin yanısıra, ikinci planda da olsa, içlerinde gelişen diğer özellikler, ileriki dönemleri etkileyen, belirleyen bir rol oynuyor. Bu açıdan, Ekim Devrimiyle girişilen sosyalizm deneyiminin, komünizm hedefine uygun sosyalizm anlayışının geliştirilmesi doğrultusunda bütünlüklü değerlendirilmesi, ayrı ayrı bu dönemlerin incelenmesine dayanmak, bu dönemlerde gelişen yönlerin rejimin niteliği konusunda neden oldukları değişimleri saptayarak sonuçlar çıkartmak durumunda.
Ekim Devrimiyle oluşan Sovyet iktidarının yaşadığı tarihi sürecin dönemlerine ilişkin Kurtuluş Sosyalist Dergi’de yer alan incelemelerde vurgulanan, Sovyet rejiminin, işçi sınıfının sosyalist devriminin ürünü olarak, işçi sınıfının sosyalist iktidarı karakterinde ortaya çıktığıdır. Egemenliğin işçi sınıfında olduğu ve komünizm hedefi doğrultusunda sosyalist dönüşümleri gerçekleştirmeye girişen Sovyet iktidarı, bir yandan çeşitli sorunlarla mücadele içerisinde yavaş ya da hızlı, bazen fazlasıyla ileri giden ya da bir süreliğine geriye atılan adımlarla, sınıfların ortadan kaldırılması, toplumun komünizme götürülmesi yolunda ilerlemeye çalışırken, bir yandan da daha oluşumundan itibaren bu misyonu açısından belirli eksiklikler, kusurlar taşımaktaydı. Devrimin gelişiminin çeşitli nesnel ve öznel koşullarıyla da bağlantılı olarak, işçi sınıfının, devletinin gündelik yönetim işlerine yığınsal katılımı, bu anlamda işçi sınıfı demokrasisi, zayıf ve sınırlı kaldı. Tarihsel hedefi doğrultusunda toplumun geri kalanını kendi düzeyine yükseltmesi gereken işçi sınıfının kendi içerisindeki, yönetime katılımda farklılığa, yöneten - yönetilen ayrımına ilişkin olan bu sorun ise, sosyalist devrimin komünizme varabilmesi için devletin ortadan kaldırılabilmesinin önkoşulu olarak toplumun yöneten ve yönetilenlere bölünmesinin yok edilmesi açısından yaşamsal bir önem taşıyordu.
Gerçekten de, birbirlerini izleyen dönemler boyunca dikkatler, daha çok, iktidarın varlığını koruyup sosyalist inşada ilerlemesi için içinde bulunulan dönemde o an çözülmeleri zorunlu sorunlar üzerinde toplanırken, Sovyet iktidarının tarihsel hedefiyle uyumlu özellikler taşımasına ilişkin olan diğer sorunlar, acil olarak öne çıkan bu sorunların gölgesinde kalıyordu. Sovyet iktidarı karşıdevrimin saldırısını püskürtüp sosyalist inşada ilerlemeyi başarıyordu ama giderilemeyip yerleşiklik kazanan yapısal sorunlar, ileriki dönemlerde farklı sorunların üzerlerine eklenmesine zemin hazırladığı gibi, sürecin daha fazla ilerlemesinin durması, kesintiye uğraması tehlikesine de yol açıyordu.
Sovyet iktidarının karşıdevrimin çok yönlü ve güçlü saldırısına karşı verdiği ölüm kalım mücadelesi içerisinde, savaş koşullarının da etkisiyle, komünist toplumsal ilişkiler doğrultusunda birçok ileri adımın atılmış olduğu iç savaş döneminde, işçi sınıfının, devletinin yönetimine katılımı, öncüsüne, Bolşevik Partiye daralıyor, parti ve devlet birbirleriyle çakışıyordu. Devrimin Avrupa’ya yayılmasının yenilgisi ve ürün fazlasını karşılıksız vermek istemeyen köylülüğün isyanı karşısında Sovyet iktidarının meta ilişkileri, kapitalizm doğrultusunda geri adım atmak zorunda kaldığı daha sonraki NEP dönemi sırasında, parti ile devletin çakışması sorunu kalıcılaşırken, işçi sınıfı egemenliğinin kaderinin bağlandığı Bolşevik Parti içerisinde de demokratik işleyiş zayıfladığı, çeşitli düzeylerdeki parti örgütlerinin tam zamanlı parti çalışanları, parti sekreterleri temelinde şekillenen parti aygıtı parti yönetimine katılım açısından ayrıcalık kazandığı ölçüde, işçi sınıfı içerisinde giderilemeyen yöneten - yönetilen ayrımı, öncüsüne, partisine de yansımaya başlıyordu.
Birinci Beş Yıllık Plan temelinde hızlı bir sanayileşme atılımıyla birlikte, köylülüğün (meta ilişkileri içerisinde yiyecek sorununun bir türlü çözümlenememesine bağlı olarak) zorla da olsa kolektifleştirilmesine girişildiği sosyalist ekonomik inşa döneminde ise, bir yandan gerçekleştirilmekte olan muazzam köklü dönüşüm ekonominin, toplumun, devletin yönetilmesi işine duyulan ihtiyacı artırıyor, diğer yandan da karşılaşılan çok çeşitli sorunlar temelinde keskinleşen tartışmalar ve mücadeleler partinin iç demokrasisinin zayıflaması ile sonuçlandığı ölçüde, ani politika değişiklikleri ve tekil yöneticilerin keyfi tutumları öne çıkıyordu. Yönetimin parti aygıtının elinde toplanmasıyla birlikte, üye kayıtlarını tutarak parti ve devlet görevlerine atamaları gerçekleştiren Sekreterliğin parti aygıtı üzerindeki denetiminin önemi de bu dönemde artıyordu. Toplumsal-ekonomik yapının dönüşümü doğrultusundaki büyük atılımın gerçekleştirilmesi sırasında, başta ekonomi yönetimi olmak üzere yönetimin Sekreterlik tarafından üstlenilmesi doğrultusundaki gelişme, yönetimin ve demokrasinin parti yöneticisi bir kesime kadar daralmasına bağlı olarak, işçi sınıfının siyasi yabancılaşmasını daha da derinleştiriyordu.
Birinci Beş Yıllık Planla toplumsal-ekonomik yapının dönüşümüne, sosyalist inşaya girişen Sovyet iktidarı, dev bir ağır sanayinin kuruluşunu ve makineli tarıma geçişi başarırken yıllık yüzde yirmilere yakın oranlarda yüksek bir büyüme hızı gerçekleştirmişti. Aynı dönemde emperyalist-kapitalist ülkeler tarihlerinin en ağır bunalımını yaşıyorlardı; ekonomik yıkım on milyonlarca işsiz yaratmıştı. Ekonomik kriz emperyalistler arasındaki rekabeti, mücadeleyi keskinleştirirken emperyalist saldırganlık da tırmanmaktaydı. Ağır koşullar altında sınıf mücadelesi, çatışmalar yoğunlaşırken azgınlaşan milliyetçilik, şovenizm temelinde faşizm, karşıdevrimin işçi sınıfının sosyalist devrimine karşılığı olarak ileri sürülüyordu. Faşizmin bir dizi ülkede iktidara gelişi ve açıkça Sovyet iktidarını hedef alması ise, emperyalist savaş ve Sovyetlere yönelik emperyalist saldırı tehdidini çok daha üst boyutlara çıkarıyordu. Savaş tehdidi ve silahlanma çabaları da yine sanayileşme gereğinin önemini artırıyordu.
Savaş ve silahlanma sorunları da sanayileşmenin hızla sürdürülmesi gereğini öne çıkartıyordu. Ancak kısa süre içerisinde gerçekleştirilen büyük atılım, bir yandan kahramanca coşku ve fedakarlığa, diğer yandan kitlesel düzeyde baskı ve şiddete dayandığı gibi, aşırı zorlama, keyfi yöntemler, tarımdan sanayiye büyük göç, işgücünün vasıfsızlığı, ağır çalışma ve yaşam koşulları gibi etkenler, dağınıklığa, verimsizliğe ve yavaşlamaya neden oluyordu. Verimlilik artışına ve fedakarlıkların ürünlerinden yararlanma arzusuna yönelik olarak düzen ve istikrar talebi ile yakın savaş tehdidinin de etkisiyle yeniden atılım ve zorlamaya yönelinmesi arasındaki gerilim, çelişki, savaş öncesi dönem boyunca, Sovyet iktidarının politikalarını belirledi.
Birinci Beş Yıllık Planın 1932 sonunda hedeflerine ulaşarak tamamlandığı kabul edilmişti. 1933-7 arasında uygulanmak üzere İkinci Beş Yıllık Plan hazırlanırken, başlangıçta, hızla ilerlemenin sürdürülmesi anlayışı ağır basıyordu. Ancak 1933 başında, demiryolu ulaşımının hızlı sanayileşmeyle birlikte katlanarak artan taşımacılık ihtiyacını karşılayamaması ve sorunu çözmek amacıyla başvurulan idari önlemlerin tersine daha fazla dağınıklığa neden olması sonucunda gerilemesi, tarımda sorunlar ve açlık felaketi, yatırımlarda ortaya çıkan yüzde 14’lük planlanmamış düşüş ve toplam sanayi üretiminin artış hızının yüzde 20’den aniden yüzde 5’e inmesi gibi sorunlar biçiminde ekonomik inşa çalışmasında bir yavaşlama ortaya çıktı. Engellenemeyen bu duraklama ise, yüksek temponun sürdürülmesi ısrarından vazgeçilip İkinci Beş Yıllık Planın daha mütevazı plan hedefleriyle benimsenmesini getirdi. Atılımın aynı hızda sürdürülmesi yerine, kazanımların pekiştirilmesi ve ekonomik inşa çalışmasında ulaşılmış, elde edilmiş olanların daha iyi örgütlenmesiyle verimliliğin, üretkenliğin yükseltilmesine öncelik verildi. Bunun için tekniğin geliştirilmesi, teknikte ustalaşma, kalitenin yükseltilmesi, koşulların düzeltilmesi, yaşam standartlarının iyileştirilmesi hedefleri öne çıkarıldı.
Birinci Beş Yıllık Plana karşılık gelen büyük atılım döneminde, deyim yerindeyse, toplumun bütün çalışma gücü, maddi manevi olanakları, yepyeni bir sanayinin yoktan var edilmesine, modern bir sanayi toplumunun baş döndürücü bir hızla yaratılmasına seferber edilmişti. Plan hedeflerinde toplam miktarların, hacimlerin öne geçtiği bu atılım döneminde kalite, verimlilik gibi sorunlar arkada kalıyordu. Buna, ilk defa karşılaşılan sorunlar karşısındaki tecrübesizlik, eski toplumdan devralınan uzman kesimin tasfiye edilip yerlerine hızla işçi sınıfından yetiştirilen yönetici kesimin eğitiminin yetersizliği, giderek daralan yönetici kesimin –demokratik işleyişlerin de zayıflamasına bağlı olarak başvurduğu– keyfi önlemlerin neden olduğu savrulmalar, hatalar, işgücünün hızlı sirkülasyonu ve özellikle köyden tezgah başına yeni gelmiş büyük bir kesiminin düşük vasfı gibi etkenler eklendiğinde verimsizlik, dağınıklık, dengesizlik, israf gibi sorunlar büyümenin aynı yüksek hızla sürdürülmesini engeller duruma geliyor, üretimin örgütlenmesinin, verimliliğinin düzeyinin yükseltilerek üretkenliğin artırılması hedefi öne geçiyordu.
Hedeflerin ağır basan yönündeki bu değişime uygun olarak İkinci Beş Yıllık Planın Şubat 1934’te Bolşevik Partinin on yedinci kongresinde kabul edilmesinin ardından, ekonomik yaşamda bir toparlanma gerçekleşti. 1933’teki duraklama, ertesi yıldan itibaren yerini yeniden yüksek büyüme hızlarına bıraktı, nispeten yükselen yaşam standartları atılım dönemine eşlik eden ağır koşulların, kıtlığın, yoksunluğun yerini aldı. İkinci Beş Yıllık Plan dönemi boyunca ulusal gelir yüzde 112, sanayi üretimi yüzde 121, tarımsal üretim yüzde 54, istihdam ise yüzde 18 arttı. 1937’de gerçekleştirilen üretim içinde, toplam ürün fiyatlarına oranla, sanayinin payı yüzde 83, tarımın payı yüzde 17’ydi.
1934-6’daki yüksek büyüme hızları, büyük ölçüde, 1929-33 zorluk yıllarında başlanılan büyük fabrikaların tamamlanması sayesinde elde edildi. Makine ve metalürji sektöründe çok etkileyici bir sıçrama gerçekleştirilirken hacim ve gelişkinlik derecesindeki büyük ilerleme, sanayinin bütün dengesinin dönüştürülmesini ve Sovyetlerin üretim araçlarında yabancı ülkelere bağımlılığının çok büyük bir oranda azaltılmasını sağladı. Kurulan takım tezgahlarının, 1932’de yüzde 78’i, buna karşılık 1937’de ise yüzde 10’dan azı ithal edilmişti. Böylece 1937’de artık, sanayileşmenin ve silah üretiminin temel araçları Sovyetler Birliği’nde yapılıyordu. On yıllık hızlı sanayileşme atılımı içerisinde güçlü bir silah sanayisi için gereken sanayi temelinin yaratılması başarılmış oldu. Ayrıca nispeten daha geri bölgelerin ve ulusal cumhuriyetlerin sanayileşmesi, kalkınması için de bilinçli bir çaba harcandı. Öte yandan –giderek ağır sanayiye ve silahlanmaya ayrılan payın zorunlu olarak yeniden artırılması nedeniyle planın altında bir hızla olmakla birlikte– tüketim araçları sanayileri de gelişti. Otuzların başlarındaki zorluk yıllarıyla karşılaştırılırsa, çok daha fazla tüketim maddesi mevcuttu.
Bu dönemde hedeflenen üretkenlik artışına yönelik olarak, atılım döneminde yaratılan yeni modern sanayiyi, makineleri verimli çalıştırabilen, teknikte ustalaşan, etkin bir işgücünün yetiştirilmesine, eğitime büyük önem verildi. Stalin de 1931’deki “Her şeyi teknik belirler” sloganının yerine, 1935’te “Her şeyi kadrolar belirler” sloganını ileri sürüyordu. Atılım döneminin vasıfsız, verimsiz, disiplinsiz işgücünü eğitmek üzere, işbaşında çıraklık, işletmelerin kursları, işkolları düzeyinde teknik kolejler, fabrika eğitim okulları gibi çeşitli uygulamalara başvuruldu. Başlangıçta, yetişmiş eğitimci sıkıntısı ve aşırı hızlandırma yüzünden fabrika eğitim okulları, sanatında ustalığı zayıf elemanlar üretirken bunu düzeltmek için eğitim süresi uzatılıp eğitilenlerin sayıları azaltıldı. Ağırlığın teknik eğitim ve genel lise eğitimi arasında birinden diğerine kaydırılması sırasında –aşırıya kaçıp uçlara savrulmalara rağmen– büyük bir görev yerine getirildi ve daha verimli bir işçi sınıfı yaratıldı. En yetenekli ve enerjik işçilerin yüksek teknik eğitimi için her çaba harcanırken, yüksek eğitimde de büyük adımlar atıldı. Bu çabaların sonucunda, ekonomideki yüksek eğitimlilerin sayısı 1928’de 233 binden 1941’de 908 bine çıktı, bunun içinde mühendislerin sayısı 1928’de 47 binden 1941’de 290 bine çıkmıştı. Meslek okulluların sayısı da 1928’de 288 binden 1941’de 1 milyon 492 bine çıkarken bunların arasında teknisyenlerin sayısı 1928’de 51 bin, 1941’de ise 320 bindi.
Emek üretkenliğinin artırılması yönündeki çaba, diğer yandan da işçiler arasında sürdürülen kampanyalarla somutlanıyordu. Sosyalist inşa doğrultusunda büyük atılım döneminde başlatılmış olan ‘şok çalışma birlikleri’, ‘sosyalist yarışma, emülasyon’ uygulamalarının devamı olarak geliştirilen Stahanovist hareket, tek tek işçilerin diğer işçilerden çok yüksek oranlarda üretim gerçekleştirmesine dayanıyordu. Standardın on dört misli kömür çıkartan Stahanov’un adıyla anılan hareket, sık sık çalışma yoğunluğunun artırılmasından hoşnut olmayan işçilerin tepkilerine de yol açsa, büyük atılım döneminin verimsiz ekonomisine uygun olarak oluşmuş üretim standartlarının yükseltilerek üretkenliğin artırılması yönünde etkili oldu. Böylece normlar, 1936’da, imalatta yüzde 30-40, kimyada yüzde 34, elektrik üretiminde yüzde 51, kömür madenciliğinde yüzde 26, petrol sanayisinde yüzde 25-29 artırıldı.
Ücret politikaları ve çalışma disiplini de üretkenliğin artırılması doğrultusunda gündeme getirildi. İşçinin bir işten diğerine dolaşmasını hızlandırdığı, buna karşılık belirli bir işte ustalaşmayı, vasıf kazanmayı teşvik etmediği gerekçesiyle ücret eşitlikçiliğine karşı kampanya yürütüldü. Ücret farklılaşmaları, giderek karneyle dağıtımın kalkması, 1934 ve sonrasında temel ihtiyaçların fazlasıyla yükselen fiyatları, parça başı ücretlerle daha sıkı çalışma yönünde etkili oldu. Öte yandan işe gelmemeye karşı yaptırımların artmasının da etkisiyle, disiplin bütün ekonomide iyileşti.
Üretimin örgütlenmesinin geliştirilmesi, eğitim ve diğer çabalar, emeğin üretkenliğini yükseltti. Bunların sonucunda, örneğin kömür madenlerinde madenci başına üretkenlik 1932’de 16,2 tondan 1937’de 26,9 tona çıktı. Demiryolu ulaşımında ise üretkenlik, demiryolu çalışanı başına, 1933’te 239 binden, 1937’de 356 bin ton-kilometreye çıkarak etkileyici ölçekte arttı. İnşaat işleri için sürekliliği korunan işletmeler oluşturulması, işgücü devrinin azaltılmasında önemli rol oynadı. Yapılan iş yüzde 45 kadar artarken, inşaat işlerinde çalışanlar 1932’de 2 milyon 289 binden 1937’de 1 milyon 576 bine düştü. Köyden kente göç hızı İkinci Beş Yıllık Plan döneminde belirgin bir biçimde düştüğü gibi, sağlanan üretkenlik artışı sayesinde, çalışanların sayısı planlanandan az arttı. 1932’de 23 milyon olan toplam istihdam, 1937’de, planda öngörülen 29 milyon yerine, 27 milyon oldu.
İkinci Beş Yıllık Plan dönemi boyunca tırmanan savaş tehdidi, silahlanma çabalarını gerektiriyor ve giderek daha yüksek oranlarda, kaynakları bu alana aktarmaya zorluyordu. Bütçede savunma harcamalarının payı, 1933’te yüzde 3,4’ten, 1934’te yüzde 9,1’e, 1935’te yüzde 11,1’e, 1936’da yüzde 16,1’e, 1937’de yüzde 16,5’e, 1938’de yüzde 18,7’ye, 1939’da yüzde 25,6’ya, 1940’ta da yüzde 32,6’ya tırmandı. Bu durumda savaş hazırlıkları, planın gerçekleştirilmesini etkiledi.
Sosyalist ekonomik inşa doğrultusunda Birinci Beş Yıllık Planda üretim araçları üretimine, ağır sanayiye öncelik verilmişti. İkinci Beş Yıllık Planda ise, dengesizliğin giderilmesi, kazanımların konsolidasyonu, yaşam standartlarının iyileştirilmesi hedeflenerek tüketim araçları üretiminin geliştirilmesi öne konulmuştu. Ancak savaş hazırlıkları, ağırlığın yeniden ağır sanayiye kaydırılmasını getirdi. 1937’de tank yapımına öncelik verilmesi planlanandan az traktör üretilmesine neden olduğu gibi, tüketim araçları üretimindeki artışlar da planda öngörülen ölçüde gerçekleşmedi. Örneğin 64 milyon metre kare yerine ancak 42 milyon metre kare konut inşa edildi. Konut yapımındaki yetersizlik nedeniyle, bir istatistiğe göre, 1935’te Moskova’da ‘eski binalarda’, kiracıların ancak yüzde 6’sı bir odadan fazla odada, yüzde 40’ı tek odada, yüzde 24’ü odanın bir parçasında, yüzde 5’i mutfak ve koridorda, yüzde 25’i ise yatakhanelerde yaşıyordu. Sonuçta, 1932’ye göre 1937’de gerçekleşen üretim artışı, tüketim araçlarında planda öngörülen yüzde 134 yerine yüzde 100’de kalırken üretim araçlarında planlanan yüzde 97 yerine yüzde 139’a çıktı. Yaşam standartları yükselmiş, yaşam koşulları iyileşmişti; ama bu, İkinci Beş Yıllık Planla hedeflenenin altında kalmıştı. Bir değerlendirmeye göre, gerçek ücretler, resmi olarak ileri sürüldüğü gibi iki misli değil, ancak yüzde yirmiler gibi bir oranda artmıştı. Ortalama parasal ücretlerdeki artış ise, planda öngörülen yüzde 23 yerine yüzde 114’ü buldu. Öte yandan bu dönemde, eğitim, kültür, sağlık, sosyal güvenlik, sosyal hizmetler açısından da çok büyük bir ilerleme gerçekleştirildi.
Büyük atılımla inşa edilen sosyalist ekonominin verimli hale getirilerek yerleştirilmekte olduğu bu dönemde tarımda da bireysel köylü çiftliklerinin yerini kolektif çiftliklerin (kolhoz) ve devlet çiftliklerinin (sovhoz) alması süreci tamamlanmaktaydı. 1934’ten itibaren, geriye kalan bireysel çiftçilerin kolektifleştirilmesi hızlanırken kolektif çiftliklerin özellikleri de 1935’te artık belirginleşmişti. Şubat 1935’te Kolhoz Şok Birlikleri İkinci Kongresinde kolhozlar için bir model tüzük benimsenmesiyle, kolektif çiftlikler, standartlaştırılan kalıcı bir sistem olarak yerleştirildi. Kolhozun gönüllü bir kooperatif olarak tanımlandığı bu tüzüğe göre –yerel parti ve devlet organlarının talimatlarıyla bağlı olmakla birlikte– üyelerin başkan ve yönetim komitesi seçerek kendi işlerini kendilerinin yöneteceği vurgulanmakta, işlediği toprak da süresiz olarak kolhozun tasarrufuna bırakılmaktaydı. Devlete yapılan teslimatlar, Makine Traktör İstasyonlarına (MTS) traktör, vb kirası olarak yapılan ayni ödemeler, tohumluk, yem, hasta ve yaşlıların bakımı gibi gereksinimler düşüldükten sonra geriye kalan nakit ve ürünün, çalışılan işgünü birimi (trudoden) ile orantılı olarak, üyeler arasında paylaştırılacağı saptanmaktaydı. Öte yandan model tüzükle, kolhoz ailesinin kendi evinin, –ürünü bireysel olarak tüketilebilir ve pazarda satılabilir biçimde– evine bitişik küçük bir toprak parçasının ve belirli çiftlik hayvanlarının olması hakkı da tanınmaktaydı.
Tarımın kolektifleştirilmesi, sosyalist ekonomik inşanın hedefi olmakla birlikte, NEP döneminde meta ilişkileri içerisinde yiyecek sorununun çözülememesi üzerine, acil bir çözüm biçimi olarak gündeme gelmişti. Buna yönelik olarak kolektifleştirmenin işlevleri arasında, sanayileşme için gerekli tahıl teslimatının sağlanması öne çıkıyordu. Bu doğrultuda, planlama çerçevesinde mevsim başında, sabit teslimat fiyatları üzerinden kolhozların devlete teslim edecekleri tahıl miktarı, önceden saptanıyordu. Kolhozlar, düşük fiyattan olan bu teslimatları gerçekleştirdikten sonra artan tahılı, daha yüksek olan devlet satın alma fiyatlarından devlete satabiliyorlardı. Ayrıca köylü ya da kolhoz pazarı olarak nitelenen pazaryerlerinde, hem kolhozlar yine ürün fazlalarını, hem de tek tek köylüler kendilerine ait ürünlerini serbestçe satıyorlardı. Başlangıçta hayvanlar da dahil her şeyin kolektifleştirildiği uygulamalardan –özellikle hayvancılıkta neden olduğu yıkıma bağlı olarak– bir ölçüde geri adım atılmış, öncelikle devlete tahıl teslimatı güvenceye alınıp kolektif çiftçilerin bir miktar kendi bahçesi ve hayvanları olmasına izin verilmişti.
Köylülerin gelirleri ve yaşam koşulları, İkinci Beş Yıllık Plan döneminde iyileşti. Kırsal kesimde yaşam koşullarındaki iyileşme, kente göçün azalmasının bir nedeniydi. Ancak yine de tarımsal üretimdeki artış, planda öngörülenden az olmuştu. 1937’de, 1932’ye göre, toplam tarım ürünleri hedeflenen yüzde 177 yerine yüzde 54, tahıl hasadı ise yüzde 50 yerine yüzde 37 artmıştı. Üstelik 1937 iklim bakımından olağanüstü iyi bir yıldı; tahıl hasadı, 1935 dışında, hep 1928’in gerisinde kalmıştı.
Yıldan yıla değişen ve tarımsal üretimde dalgalanmalara yol açan iklim koşullarının yanısıra, zora başvurularak hızla gerçekleştirilmiş olan dönüşümün neden olduğu verimsizlik de tarımın karşı karşıya olduğu sorunlarda rol oynuyordu. Sanayileşme için tarımdan kaynak aktarılmasıyla bağlantılı olarak, tarımsal ürünlerin fiyatları, sanayi ürünlerine göre düşük tutuluyordu. Maddi teşvik yokluğuna ek olarak kolektifleştirmenin açık bir çatışma içinde gerçekleştirilmiş olmasının neden olduğu zorlukların, yıkımın süren etkileri, özellikle atların yüksek oranda kıyımı sonucu çekim gücü eksikliği, nispi verimsizliğe, tarımsal üretim artışının hedeflenenin altında kalmasına neden olmuştu. Yine de, kırdan kente göçe de bağlı olarak, 1928-32 döneminde 18 milyon ton olan devletin topladığı tahıl miktarı, 1933-7 döneminde 28 milyon tona çıktı. Bununla birlikte, 1932’den 1937’ye, kolhoz köylülerine, nakit ödemeler trudoden başına yüzde 102, aile başına yüzde 248, tahıl dağıtımı da trudoden başına yüzde 74, aile başına yüzde 183 arttı.
Kolhoz üyelerinin kolektif çalışmalarının karşılığı olarak elde ettikleri nakit ödemelerine ve tahıl dağıtımına, özellikle hayvancılık alanındaki özel üretimlerinin gelirleri de eklendiğinde, köylülerin gelirleri, ortalama olarak artmakla birlikte, bunlar hem yıldan yıla hem de bölgeden bölgeye büyük ölçüde değişiyordu. Fiyatları sanayi ürünlerine göre düşük tutulurken, daha çok –keyfi idari baskı biçimini de alabilen– merkezi zorlamaya dayanarak tahıl teslimatlarının artırılması, farklı koşullar altındaki kolhozlar arasında önemli farklılıklara yol açtığı gibi, kolhoz ailesinin, ödemenin daha düşük olduğu kolektif çalışmanın yanısıra, özel gelirlerini artırarak hayat şartlarını iyileştirdiği özel çalışmaya yönelmesini getiriyordu. Buna karşılık, kolektif çalışmaya zorlamak için başvurulan önlemlerden biri de 1939’da bütün yetişkin kolhoz üyelerinin yasal olarak zorunlu çalışmaları gereken asgari trudoden miktarının saptanması oldu.
Bireysel çiftçiler tarafından işlenen toprakların oranının yüzde 1’e düştüğü 1937’de artık kolektifleştirme de fiilen tamamlanmıştı. Ancak, kolhoz üyelerinin çalışmalarının kolektif ve özel çalışma biçimlerini almasına bağlı olarak, 1937 ve sonraki yıllarda, tahıl ve sanayi ekinleri kolektif çalışmayla üretilirken hayvansal ürünlerde özel üretim ağır basmaya devam etti.
Sosyalist ekonomik inşa süreci boyunca, büyük ölçekli modern makineli tarıma geçmek amacıyla, kolektif çiftliklerin yanısıra devlet çiftlikleri de, büyük tarım alanlarını işlemek üzere oluşturulmaktaydı. Verimlilik hedefiyle dev boyutlu sovhozlar kurulurken bunda aşırılığa varıldığı ortaya çıktı. Sovhozlarda, 1931-2’de hasat çok düşük düzeyde olurken, ekilen birim toprak alanı başına verim, kolhoz ve bireysel çiftliklere göre, yarı yarıya az oldu. Buna bağlı olarak 1934 sonrası sosyalist ekonominin konsolidasyonu döneminde, aşırı büyük devlet çiftlikleri bölündü. 1937 ve sonrasında ise, (hayvancılıkta başarısız kalmakla birlikte) sovhozların ürün verimi, kolhozların düzeyinin üstüne çıktı.
Birinci Beş Yıllık Plan döneminde büyük atılımla girişilen toplumsal-ekonomik dönüşüm, ardından gelen İkinci Beş Yıllık Planla somutlanan konsolidasyon döneminde, esas olarak sonucuna vardı; Sovyetler yıkılıncaya kadar temel çizgileriyle varlığını koruyacak olan toplumsal-ekonomik yapı ortaya çıktı. Sanayinin ardından tarımsal üretimde de bireysel işletmelerin payı ihmal edilebilecek düzeye inerek yok oldu; geriye –bütünüyle denebilecek ölçüde– devlet işletmeleri ve kolektif işletmeler kaldı. 1937’de üretim araçlarında sosyalist mülkiyet yüzde 99’a ulaştığı gibi, çalışan nüfusun da, artık yalnızca yüzde 6’sı bireysel köylü veya üreticiydi, buna karşılık –yüzde 36’sı fabrika, mesleki ve büro işçisi ve yüzde 58’i kolektif çiftçi ve küçük kooperatif üreticisi olmak üzere– yüzde 94’ü sosyalist işletmeler için çalışıyordu. Sosyalist işletmelerin, bu anlamda, tek başına hakimiyeti ve bununla birlikte, meta ilişkilerinin tasfiyesi ölçüsünde, sosyalist ekonominin kuruluşu tamamlandı.
Büyük atılımla sosyalist ekonominin inşasına girişildiği Birinci Beş Yıllık Plan döneminde, ekonomik plan doğrultusunda üretilen ürünlerin dağıtımı, büyük ölçüde piyasa ilişkilerinin, meta ekonomisinin yerini almıştı. Bu gelişimin bir parçası olarak fiyatlar, piyasada serbestçe belirlenmek yerine, merkezi planın gereklerine göre saptanıyordu. Bu nedenle fiyatlar doğrudan maliyetlerle bağlantılı olmadığı gibi, aynı ürünler farklı fiyatlardan da satılıyordu. Bu çerçevede örneğin ücretler yükseltiliyor ama ‘sübvansiyon yaparak’ ürünlerin fiyatları düşük tutuluyordu. 1935 ve sonrasında temel gıda maddelerinden başlayarak tüketim maddelerinde karne kaldırılırken karne ve ‘normal’ fiyatlar ile ‘ticari’ fiyatlar birbirlerine yaklaştırılıyor, birleştiriliyor, böylece kısmen fiyat farklılıkları azaltılıyordu; ama genel olarak aynı ürünün farklı fiyatlardan satıldığı çok fiyatlılık sürdü.
Özel dükkanların ortadan kalkmasından sonra, geriye kooperatifler, işletmelerin kendi işçilerine hizmet veren ‘kapalı’ dükkanları ve devlet dükkanları kalmıştı. 1935’te devlet dükkanlarının şehirlere, kooperatiflerin ise kırsal alana yönelik faaliyet göstermeleri kararlaştırıldı. Kolhozlar, –perakende fiyatlarından kooperatiflerden satın almaları nedeniyle– aynı maddeleri, toptan fiyatlarından alan devlet işletmelerine göre, daha yüksek fiyattan alıyorlardı. Devletin ve kooperatiflerin dükkanlarının dışında ise, kolhoz ya da köylü pazarı denilen pazaryerleri vardı. Tüccarlar, aracılar ortadan kaldırılmış, kâr amacıyla alım-satım olarak ticaret yasaklanmış olduğundan, bu pazaryerlerinin satıcıları, kendi ürünlerini satan köylüler, kooperatif ve kolektif işletmeler, alıcıları da bireysel tüketicilerdi.
Sosyalist ekonominin kurulması ve yerleştirilmesiyle dış ticaret de büyük oranda azalmış, ekonominin bütünü için önemsiz boyutlara inmişti. Büyük atılımla ağır sanayi temelinde modern sanayinin kuruluşu sayesinde, artık bu dönemde makine, tezgah, vb ithalatı ihtiyacı sona ermiş ve dış krediler de geri ödenmişti. Böylece dış ticaret, 1930’da 9 milyar 177 milyon rubleden, 1937’de 3 milyar 70 milyon rubleye düşmüştü. Buna karşılık devlet ve kooperatif perakende alım-satımları ile kolhoz pazarlarındaki alım-satımların toplamı, 1937’de 143 milyar 743 milyon, 1938’de de 162 milyar 974 milyon rubleydi. Bu anlamda toplam perakende alım-satımla karşılaştırıldığında çok küçük bir yer tutan dış ticaret, ekonominin işleyişi açısından belirleyici bir önem taşımıyordu.
Sosyalist inşa döneminde toplumsallaştırılmış kesimin mali kaynakları birleşik bir mali planda toplanmış, yatırım harcamaları da karşılıksız olarak devlet bütçesinden ayrılmıştı (Kurtuluş Sosyalist Dergi 9, Haziran 2004, s. 56). 9 Mart 1934 tarihli hükümet kararıyla da yine, devlet işletmelerinde yatırımlar, geri ödenmemek üzere bütçeden karşılanmaktaydı. Bütçe geliri içinde ise, önceki dönemde (1930 vergi reformundan beri) olduğu gibi (Kurtuluş Sosyalist Dergi 9, Haziran 2004, s. 57), dolaysız vergiler önemsiz (tahvil satışı gelirinden bile az) yer tutmaktaydı. 1935’te de, devlet bütçesinin finansmanında asıl kaynak, yüzde 60’ı tarım ve gıda sanayisinden sağlanan ve perakende ve toptan satış fiyatı arasındaki farktan oluşan dolaşım vergisiydi. Alım-satım esas olarak devlet tarafından gerçekleştirildiği gibi, perakende ve toptan fiyatları, maliyet veya değer değil planlama tarafından belirleniyor; özellikle tahıl üzerindeki toptan ve perakende fiyat farkıyla sanayiye kaynak aktarılırken, bu kaynak da, belirli bir getiri hesabıyla değil, yine planın önceliklerine göre, devlet işletmeleri arasında dağıtılıyordu.
İkinci Beş Yıllık Plan döneminde belirleyici özellikleriyle kurumsallaşan toplumsal-ekonomik yapı, Sovyetler Birliğinde, ileriki dönemlerde, yıkılışına kadar temelde varlığını koruduğu gibi, Doğu Avrupa ülkelerinde ve diğerlerinde de kendisini üretti. Temel özellikleriyle şekillenen bu toplumsal-ekonomik yapı, öncelikle ekonomik planın bağlayıcılığına ve üretim, girdi, fiyat, ücret, işgücü, vb. her şeyi belirlemesine dayanıyordu. Planlama hedefleri arasında en üst düzeyde belirleyicilik, toplam üretim göstergelerine tanınıyor, planlamada ana yöntem olarak da ‘maddi dengeler’ sistemi kullanılıyordu. Devlet işletmelerinin Halk Komiserliklerine bağlı olması temelinde, planlar, Komiserlikler tarafından kendi işletmeleri için geliştirilip Devlet Planlama Komisyonu (Gosplan) tarafından koordine ediliyordu.
Bu sistemde üretimin ve bütün ekonomik faaliyetin belirleyicisi kârlılık değil, siyasi düzey aracılığıyla saptanan toplumsal öncelikler, ihtiyaçlardı. Buna bağlı olarak yatırımın parasal getirisi hesaplanmadığı gibi, fiyatlar da maliyetlere bağlı olarak değil, maliyetlerden bağımsız oluşturuluyordu. Bu çerçevede, planlamacılar işletmenin varlıklarını, karşılıksız olarak alabildikleri, başka bir işletmeye, alana tahsis edebildikleri gibi, mali özerkliğin (hozraşçyot) işlevi de ürün cinsini, miktarını ya da üretim yöntemini belirlemek değil, kaynak kullanımında tasarruftu.
Üretimin, ekonomik faaliyetlerin, piyasa, arz ve talep, fiyatlar tarafından değil de genel ekonomik plan tarafından belirlendiği bu sistemde, neredeyse sonsuz çeşitlilikteki bütün ihtiyaçların karşılanabilmesi için planlamanın ayrıntılara kadar yapılması gerekiyor; bu açıdan planın eksiklerini ise, idareciler –kuralların çiğnenmesi cezalandırılsa da– gayrı resmi ilişkilerle kapatmaya çalışıyordu. Oluşan yeni toplumsal-ekonomik sistem, varlığı meta ekonomisinde, kapitalizmde bilinmeyen belirli sorunları gündeme getirmekle birlikte, toplumun gereksinimlerinin piyasanın dolayımı olmadan doğrudan gözetildiği, dolayısıyla önceliğin piyasaya değil, toplumsal ihtiyaçlara tanındığı büyük bir tarihsel ilerlemeye karşılık geliyordu.
Bu sistemin oluşumunda, öncelikle kapitalizm ve sömürü kaldırılmış, özel olarak işçi çalıştırılması yasaklanmış, üretim araçları toplumsallaştırılmıştı. İşçi sınıfının devleti tarafından toplumsallaştırılmış olan Sovyet işletmelerinde üretim, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda planlanırken küçük üreticiler de kolektif ve kooperatif işletmelerde birleştirilmişti. Bu ölçüde, sınıfların ve meta ilişkilerinin ortadan kalktığı bir toplum olarak sosyalizme geçiş gerçekleşmişti. Ürünlerin üretimi, dağıtımı ile işgücünün çeşitli üretim alanları arasındaki dağılımının belirleyicisi, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusundaki planlamaydı. Ancak toplumsal emeğin ve ürünün dağılımının düzenleyicisi olarak meta üretimindeki değişim değerlerinin yerini doğrudan harcanan emeğin alması, yeni bir içerik de taşısa, eski biçim altında, yine ruble ya da ‘para’, ‘fiyat’, ‘ücret’ biçimi altında gerçekleşiyordu. Bu biçimde, piyasa değil de merkezi plan tarafından belirlenen ‘para’, ‘fiyat’, ‘ücret’, yeni toplumsal-ekonomik yapıya, sosyalizme hizmet ederek yeni bir içeriği ifade etmekle birlikte, eski biçimleriyle ortaklıkları, benzerlikleri ölçüsünde, ortadan kalkan meta ilişkilerinin görünümde geriye kalmış izlerini de yansıtıyorlardı.
Devlet işletmelerinin ekonomik faaliyetleri piyasa üzerinden değil, doğrudandı. Bu anlamda ‘para’ genel eşdeğer olmaktan çok bir hesap aracıydı. ‘Fiyatlar’, çeşitli plan gereksinimleri doğrultusunda saptanırken, ‘ücretler’ de harcanan emek miktarını yansıtan belge işlevi kazanıyordu. Ancak, küçülmüş ve sınırlanmış bir ölçekte de olsa piyasa, kolhozların ürün fazlalarını ve köylülerin özel ürünlerini sattıkları kolhoz pazarı biçiminde varlığını sürdürüyordu. Toplam perakende alışveriş içinde kolhoz pazarlarının payı, 1933’te yüzde 19’dan 1938’de yüzde 15’e inmiş, ama bütünüyle ortadan kalkmamıştı. Daralmış ve sınırlanmış haliyle ekonominin bütünü üzerinde hakim olması mümkün olmasa da, bu pazarlar, meta ilişkilerinin daha belirgin bir kalıntısını oluşturuyordu.
Kolhoz pazarlarının varlıklarını sürdürmesi, bir yandan köylülerin kendilerine ait ürünlerini, bir yandan da kolhozların fazla ürünlerini bu yerlerde satmalarına dayanıyordu. Kolhoz üyelerinin kolektif çalışmaya katılmanın yanısıra, ürünleri kendilerine ait olmak üzere evlerinin yanında kendi küçük topraklarının ve hayvanlarının varlığına izin verilmişti. Kolhozların ise, işledikleri toprak ve kullandıkları üretim araçları devlete ait, buna karşılık ürünleri (sabit fiyatlardan zorunlu teslimatlarla birlikte) kolhoza aitti. Bu durumda kolhoz mülkiyeti, sosyalist mülkiyetin bir biçimi, ama devlet mülkiyetine yükseltilmesi gereken daha düşük düzeydeki bir biçimi niteliği kazanıyordu.
Sınıfların ortadan kaldırılması süreci de, kapitalizmin ve meta ilişkilerinin ortadan kaldırılması ile birlikte, benzer bir biçimde ilerlemişti. Kapitalistlerin ve kulakların (tarım burjuvazisinin) mülksüzleştirilmeleriyle diğer sömürücü sınıflar gibi burjuvazi, küçük üreticilerin kolektifleştirilmeleri ölçüsünde de küçük-burjuvazi ortadan kaldırılmıştı. Çok az sayıdaki bireysel üretici ihmal edilirse, geriye sosyalist işletmeler için çalışan işçiler ve köylüler kalmıştı. Kolektif çiftlikler de sosyalist işletmeler sayıldığı ölçüde, sosyalist üretimin gerçekleştirilmesi açısından, devlet işletmelerinde çalışan işçiler ile kolektif çiftçiler arasında fark yoktu. Ancak kolhozların sosyalist mülkiyetinin devlet işletmelerine göre dar, bütün toplum yerine grupla sınırlı ölçeği ve aynı zamanda kolektif çiftçilerin kendilerine ait üretimleri açısından ise, köylüler, işçilerden farklı sayılıyorlardı. Bu anlamda, işçi sınıfı ve köylülük –kapitalist toplumun eski sınıfları değil, artık değişip sosyalist toplumun sınıfları oldukları ve aralarındaki sınıfsal ayrımların giderek silinmekte olduğu vurgulanmakla birlikte– iki farklı sınıf olarak ayrılıyorlardı.
Bütün bunlara bağlı olarak, kapitalizm, sömürü ve sömürücü sınıflar ortadan kaldırılmış, üretim araçları toplumsallaştırılmış, meta ilişkilerinin ve sınıfların kalktığı toplumsal-ekonomik yapı olarak sosyalizmin kuruluşu ise esas olarak gerçekleşmişti. Üretim araçlarının sosyalist mülkiyeti temelinde, toplumsal-ekonomik yapıda sosyalizm hakim olurken, diğer sınıfların ortadan kalkmasıyla geriye, sosyalist toplumun sınıfları niteliği kazanan işçi sınıfı ve köylülük kalıyordu. Kolektif mülkiyetin devlet mülkiyetine göre sınırlı karakteri ve köylülerin kolektif çalışmaya ek olarak süren özel üretimleri, sosyalizmin hakimiyetinin mutlak değil, nispi olmasına karşılık gelirken kolektif mülkiyetin devlet mülkiyeti düzeyine ve kolhoz köylülüğünün işçi sınıfının düzeyine yükseltilmesi de sosyalizmin kuruluşunun bütünüyle tamamlanmasının gerekleri haline geliyordu.
Sosyalist ekonomik inşanın kazanımlarının, İkinci Beş Yıllık Planla, yerleşik, kalıcı duruma getirildiği konsolidasyon dönemini belirleyen, girişilmiş olan atılımın, giderek yaklaşan savaş tehdidinin acilleştirdiği sanayileşme, ekonomik gelişme ihtiyacı doğrultusunda sürdürülmesi ile bu olağanüstü çabanın, fedakarlıkların ürünlerinden refah düzeyini yükselterek yararlanma, rahatlama arzusu arasındaki çelişkiydi. 1933 başında ekonomik gelişmede ortaya çıkan sorunların, yavaşlamanın da sonucunda, hızlı büyüme doğrultusundaki atılımı sürdürmek yerine, ekonomik inşa çalışmasında ulaşılan mevzilerin güçlendirilerek üretimin daha iyi örgütlenmesi, verimliliğin, emek üretkenliğinin yükseltilmesi politikasına yönelinmişti. Büyük atılımın kazanımlarının konsolidasyonu hedefi doğrultusunda İkinci Beş Yıllık Planın kabul edildiği, Ocak 1934’te toplanan ve sosyalist inşanın başarılarına atfen ‘Muzafferler Kongresi’ diye anılan on yedinci parti kongresinde, yaşamın iyileşmesi duygusu egemendi.
Bir yıl sonra, Ocak 1935’te toplanan 7. Sovyetler Kongresinde yeni bir anayasa hazırlanması kararının alınması da, yine sosyalist inşa çabalarının kazanımları temeli üzerinde bir rahatlama, yumuşama, istikrar talebine dayanıyordu. Devlet yapısının yeni bir anayasayla değiştirilmesi, toplumun ekonomik ve sınıfsal yapısındaki değişimle, kapitalizmin, sınıf uzlaşmazlıklarının ortadan kaldırılması ve sosyalizmin zaferiyle ve anayasanın da varolan toplumsal yapıyı ve ilişkileri hukuki biçimde ifade etmesi gereğiyle gerekçelendiriliyordu. Kasım 1936’da toplanan 8. Olağanüstü Sovyetler Kongresi tarafından onaylanan yeni anayasa, –devlet yapısındaki ve seçim sistemindeki değişikliklerin yanısıra– bu doğrultuda toplumsal yapıyı tanımlıyordu.
Toplumsal yapının tanımına yönelik olarak, yeni anayasada, iki dost sınıftan, işçiler ve köylülerden oluşan Sovyet toplumunun ekonomik temeli, “kapitalist ekonomik sistemin tasfiyesi, üretim alet ve araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması ve insanın insan tarafından sömürüsünün kaldırılması sonucunda sağlamca kurulan sosyalist ekonomik sistem ve üretim alet ve araçlarının sosyalist mülkiyeti” biçiminde ifade ediliyordu. Sosyalist mülkiyetin aldığı iki biçim de, “ya devlet mülkiyeti (bütün halkın zenginliği) biçimi ya da kooperatif veya kolektif mülkiyet (ayrı ayrı kolektif çiftlikler veya kooperatif birliklerin mülkiyeti) biçimi” olarak belirtiliyordu. Daha sonra devlet mülkiyetinin ve kolektif mülkiyetin kapsamına girenler sıralanıyor, kolektif çiftçilerin kişisel mülkiyetleri içerisinde ise, evlerine bitişik toprak parçasındaki yardımcı nitelikteki çiftçilikleri, hayvanları ve küçük tarım aletleri sayılıyordu. Ayrıca anayasa, tüketim araçları, gelir, vb. açısından kişisel mülkiyet hakkını tanırken bireysel özel girişime de açıkça izin veriyordu:
“SSCB’de hakim ekonomi biçimi olan sosyalist ekonomi sisteminin yanısıra, yasa, başkalarının emeğinin sömürülmemesi koşuluyla, bireysel köylü ve zanaatçıların kendi kişisel emeklerine dayanan küçük ölçekli özel girişimine izin verir.” (aktaran Dobb, 1917’den Beri Sovyet Ekonomisinin Gelişimi, s. 283)
Anayasa değişikliği, kapitalizmin, sömürücü sınıfların tasfiye edilip sosyalizmin zafer kazanmasına, sosyalist sistemin yaratılarak komünist toplumun ilk aşaması sosyalizme esas olarak ulaşılmasına dayandırılıyordu. Buna bağlı olarak, yeni anayasa, girilen yeni aşamanın, yani sosyalist toplumun inşasının tamamlanması ve komünist topluma derece derece geçiş aşamasının, hukuki somutlanması biçiminde niteleniyordu. Ulaşılmış olanın, varolanın ifade edilmesi bakımından, anayasa, bir yandan sosyalist ekonomik sistemin hakimiyetini saptıyor, diğer yandan da kolektif çiftçilerin kişisel mülkiyetleri altındaki ek tarımsal üretimleri ile kendi emeğine dayanan bireysel özel girişim biçiminde, belirli sınırlar içerisinde meta ekonomisinin unsurlarına yer veriyordu. Bu yaklaşım, meta ilişkilerinin, sınıfların ortadan kalktığı sosyalizme geçişin esas olarak tamamlanması ölçüsünde toplumsal gerçekliğe belki aykırı değildi. Ancak bir yandan sosyalist ekonomik sistemin, sosyalist mülkiyetin hakimiyeti vurgulanırken öte yandan sınıfsal farklılıklara, sınırlı da olsa üretimde kişisel mülkiyet ve özel girişime yer verilmesi, sınıfsal farklılıkların ve meta ilişkilerinin bütünüyle tasfiye edilerek sosyalizmin inşasının tamamlanması yerine, onun, sınıfsal farklılıkların ve meta ilişkilerinin bulunduğu bir toplum olarak kavranışına da kapı açıyordu. Sovyet iktidarının ileriki dönemlerinde ise, gerçekten de, komünizmin ilk aşaması sosyalizmi meta ilişkilerinin bulunduğu bir toplum olarak tanımlayan, hatta sosyalist ekonominin işleyişinde meta ilişkilerine yer veren böyle bir kavrayış ortaya çıktı.
Öte yandan, toplumsal yapının tanımlanmasının yanısıra, yurttaşların hak ve görevlerinin (hatta belirli sınırlar içinde özel girişimin) yasal güvenceye alındığı bir istikrar ortamı sağlamak üzere, 1936 Anayasası, “dünyanın tek bütünüyle demokratik anayasası” nitelemesiyle sunuluyordu. Yeni anayasa, demokratikleşme olarak, genel, eşit, doğrudan ve gizli oyla seçimler getiriyor, bu anlamda, seçim sisteminde ve devlet yapısında köklü bir değişime karşılık geliyordu.
1918 ve sonra 1924 Anayasasında yer aldığı biçimiyle, seçimlerin sınırlı, eşitsiz, dolaylı ve açık oyla olması, Sovyet iktidarında egemenliğin mutlak olarak işçi sınıfında bulunmasının ifadesiydi (Kurtuluş Sosyalist Dergi 2, Şubat 2002, s. 72). İşçi sınıfının sosyalist devrimiyle, Ekim Devrimiyle oluşan Sovyet devletinde, sömürücüler, karşıdevrimciler vb. siyasi haklardan bütünüyle yoksun bırakıldığı gibi, köylülerin hakları da eşit değildi. Ayrıca yasama ve yürütmeyi birleştiren ve yerleşim yeri değil işyeri temeline dayanan bu devlet yapısında, üst sovyete delege seçimleri doğrudan değil alt sovyetler tarafından gerçekleştiriliyordu.
1936 Anayasası ise, Sovyet devletinin bu önde gelen özelliklerini baştan aşağı değiştiriyordu. İşçi sınıfının siyasi ayrıcalıkları yerine, yeni anayasayla genel olarak toplum bireylerinin eşitliğine geçilmesi, sosyalizmin zaferiyle uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortadan kalkmasına dayandırılıyor; –burjuva demokrasisinin burjuvazinin egemenliğini güvenceye almasına benzetilerek– kapitalizmi tasfiye edip sosyalizmi kuran işçi sınıfının, daha esnek devlet yapısıyla diktatörlüğünü güçlendireceği ileri sürülüyordu. Gerçekten Sovyet iktidarının oluşumu sırasında, işçi sınıfının dışındaki sınıfların haklarının kısıtlanması mutlaklaştırılmamış, koşullara bağlı ya da geçici olarak nitelenmişti. Ancak uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının kalktığı gerekçesiyle bütün bireylere eşit anayasal haklar tanınırken, aynı dönemde, giderek her kapının arkasında emperyalist ajanı, karşıdevrimci aramaya varan ve bütün toplumu saran bir terör dalgasına dönüşen ‘büyük temizlik’ kampanyasının yükselmekte oluşu, en azından çok büyük ölçekte bir tutarsızlığa işaret etmektedir. Sınıfsal temeldeki hak eşitsizliklerinin, işçi sınıfının ayrıcalıklarının ortadan kalkmasından, silinmesinden önce, proletarya diktatörlüğünün baskı, şiddet uygulamalarında azalma beklenecekken, –yeni anayasayla bütün yurttaşlara eşit haklar tanındığı tam bu dönemde– şiddet azalmıyor, tersine (oluşan beklentinin de tersine) aniden artıyor, hatta daha önce görülmemiş boyutlarda bir terör dalgasına varıyordu.
Diğer yandan, siyasi temsil sisteminin –Sovyet devriminin, işçi sınıfı devletinin özelliklerinin somutlanması, biçimlenmesi açısından en büyük kazanımına karşılık gelen– işyeri, fabrikalar temelinin, konut, oturulan yer temeli lehine terk edilmesine, parlamenter sistemin bir öğesine dönüşten başka bir açıklama getirmek de mümkün gözükmemektedir. Anayasada yasama gücünün (Halk Komiserliklerinin kararnamelerle yasama gücünü kullanması kaldırılmadığından, aslında uygulamada tam anlamıyla gerçekleşmese de) yalnızca Yüksek Sovyete tanınması ve yanısıra yargıçların bağımsızlığının vurgulanması, güçler ayrılığına ve dolayısıyla yine parlamentarizmin bir başka öğesine dönüş yönünde bir girişimdi. Merkezi organlara, Yüksek Sovyete doğrudan seçimler de, tabandaki yerel sovyetleri siyasi iktidarın temeli olmaktan uzaklaştırıyor, devlet yapısını bu açıdan da parlamentarizme yaklaştırıyordu.
İşçi sınıfı dışındaki sınıfların siyasi hakları üzerindeki kısıtlamaları ve bu anlamda işçi sınıfının ayrıcalıklarını kaldırarak parlamentarizme yaklaşan 1936 Anayasası, faşizmin iktidara geldiği, emperyalist savaş ve saldırı tehdidinin tırmandığı dünya koşullarında gündeme geliyordu. Bu koşullarda, demokratikliği vurgulanarak öne sürülen yeni anayasanın kabulünde, Sovyet iktidarının, açıkça kendisini hedef alan faşizme karşı ‘Batı demokrasileri’ ile ittifak arayışının bir rolü vardı. Diğer yandan yeni anayasa, ileri atılımın sürdürülmesi ile kazanımlardan yararlanılması, rahatlama eğilimleri arasındaki çelişkinin, istikrar arayışının bir ürünüydü. İstikrar ve huzur talebi, Stalin’in, yeni anayasanın onaylandığı 8. Olağanüstü Sovyetler Kongresinde yaptığı, SSCB Anayasa Taslağı Üzerine konuşmasında şu sözlerle yansıyordu:
“kesinlik atmosferine ihtiyacımız var, istikrar ve netliğe ihtiyacımız var”
“Bir yerine birçok organın yasa yaptığı duruma son verme zamanı geldi. Böyle bir durum yasaların istikrarlı olması ilkesine aykırı. Ve şimdi her şeyden çok yasaların istikrarına ihtiyacımız var.” (Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 828-9)
Yeni anayasayla demokratikleşme, yumuşama, rahatlama yönelimleri öne çıkarken bir yandan da, arka planda, karşıt yöndeki zorlama, baskı, şiddet eğilimleri giderek birikiyor, güç kazanıyordu. Bu karşıt yönelim ise –üstelik yeni anayasanın yürürlüğe girmesinin hemen ardından– aniden tırmanışa geçerek bütün toplumu sardı. Yükselen terör dalgası, toplumun her alanına uzandı, toplumsal yapının bütün öğelerini etkiledi.
İşçi sınıfının sosyalist devriminin, Ekim Devriminin ürünü Sovyet iktidarı, işçi sınıfının sosyalist devletinin aldığı biçimdi. İşçi sınıfı egemenliğinin, proletarya diktatörlüğünün işlevi ise, burjuvazinin, karşıdevrimin direncinin ezilmesi, küçük-burjuvazinin, ara tabakaların yalpalamalarının etkisizleştirilmesi ve işçi sınıfının sosyalist inşada birleşebilmek için kendi disiplinini sağlaması olarak üç ana noktada toplanıyordu.
Ekim Devrimi, o günün koşullarında karşısında direnebilecek güç kalmadığından, hemen hemen kansız gerçekleşmiş, asıl açık çatışma daha sonradan gelişmiş ve bir ölüm kalım mücadelesi halini alan iç savaşa dönüşmüştü. Sovyet iktidarının bu mücadelede baskı, şiddet, savaş organları olarak Kızıl Ordu ve Çeka (Olağanüstü Komisyon) Ekim Devriminin içinden gelen kökenlere sahipti. Kızıl Ordu, Ekim Devrimini gerçekleştiren Kızıl Muhafızların yerini almıştı; karşıdevrim ve sabotaja karşı mücadeleyle görevlendirilen Çeka da yine Ekim Devrimini örgütleyen Petrograd Sovyeti askeri-devrimci komitesinin bir bölümünün devamıydı.
İç savaş sırasında, düzenli ordularla yürütülen silahlı çatışmanın yanısıra, isyanlar, suikastlar, ayaklanmalar karşısında, açık şiddet, kurşuna dizmeye kadar varan yöntemler, hatta mülk sahibi sınıflara yönelik ‘kitlesel kızıl terör’ de uygulandı. Aynı dönemde küçük-burjuvazinin yalpalamalarını etkisizleştirmek üzere, Sosyalist-Devrimcilere ve Menşeviklere yönelik, önderlerini defalarca tutuklayıp serbest bırakmaktan yargılayıp mahkum etmeye, sürgüne göndermeye, birçoğunu da Bolşevik Partiye kabul etmeye kadar değişen politikalara başvuruldu.
İç savaşın sonunda Sovyet iktidarı, köylülüğün isyanı karşısında NEP’e, geri çekilme politikasına geçerken, meta ilişkilerine, kapitalizme, sınıf düşmanına taviz verirken, disiplinini güçlendirmek, rejimi koruyabilmek amacıyla çeşitli muhalefetleri de bastırmaya yöneliyordu. Bolşevik Partinin yeni politikanın kabul edildiği onuncu kongresinde Parti Birliği üzerine alınan kararla hiziplerin yasaklanmasından öteye, aynı dönemde Menşevikler ve Sosyalist-Devrimciler de bütünüyle tasfiye edilerek geriye tek yasal parti olarak Bolşevik Parti kalmıştı. Öte yandan, meta ilişkilerinin belirli sınırlar içinde gelişmesine izin verebilmek için gerekli olan istikrar ortamını sağlayacak yasal düzenlemelere gidilirken Çeka da yerini GPU’ya –SSCB’nin oluşumuyla da OGPU’ya– bırakıyordu. Sovyet iktidarının politikalarını belirleyen köylülükle mücadelenin meta ilişkilerine taviz verilmesi biçimini aldığı NEP döneminde, sınıf mücadelesinin, geçiş döneminin ağır sorunlarından kaynaklanan çatışmalar, Bolşevik Parti içindeki politik yönelim tartışmalarına yansıyordu. Parti içindeki mücadeleler, Trotski ve Zinovyev’in partiden atılmasına, çeşitli muhalefetlerin tasfiyesine varırken Birleşik Muhalefetin platformunu gizlice basanları yakalayan OGPU da, bu olayla ilk defa Bolşevik Parti içindeki mücadelede kullanılmış, kendisine başvurulmuş oluyordu.
Meta ilişkileri içinde yiyecek sorununun çözümlenememesi ve sanayileşme için gerekli kaynak sağlanması sorunu, çelişkileri keskinleştirerek NEP’i sona erdirdi. Tahılı teslim etmek istemeyen, stoklayan köylülere karşı baskı, zor, açık şiddet, çatışma biçimini alırken, meta ilişkilerine taviz yerine planlı sanayileşmeyle sosyalist inşa doğrultusundaki politika değişikliği, büyük ölçüde burjuva toplumdan devralınıp denetim altında çalıştırılan uzman, yönetici tabakanın tepkisine, direnişine de yol açıyordu. Bunlara bağlı olarak, politika değişikliğiyle büyük atılıma girişilirken terör boyutlarına varan açık şiddet, asıl olarak köylülüğün kolektifleştirilmesi için kıra yöneltilmekle birlikte, burjuva uzman, yönetici kesimin direnişinin kırılması, tasfiyesi biçimini alıyordu. Bu gelişmeler içerisinde, 1928’de Don kömür madenlerinin 53 mühendis ve yöneticisinin emperyalist ajanları olarak –iş kazaları, düşük üretim, kötü yönetim gibi nedenlerle– sabotajla, yıkıcılıkla suçlandıkları ve ölüm cezalarının verilip beşinin idam edildiği Şahti davası da, ileriki dönemlerde gündemin merkezine oturan politik davaların bir ilk örneği sayılabilir.
Hızlı sanayileşmenin gerçekleştirildiği ve tarımın kolektifleştirildiği büyük atılım dönemi, aynı zamanda işçi sınıfının da hem hızla büyüdüğü hem de saflarından yeni bir yönetici tabaka yetiştirildiği ve yeni komünist yöneticilerin burjuva ve eski Menşevik ve Sosyalist-Devrimci uzman, yönetici kesimin yerini almakta olduğu dönemdi. Yıkıcılık, sabotaj iddiası, zor koşullar altında girişilen hızlı dönüşüm sırasında ortaya çıkan dengesizlikler, aksaklıklar, başarısızlıklar için kolaycı bir açıklama sağlarken, Şahti davasının ardından genel olarak burjuva aydın tabakanın yıkıcılıkla, sabotajla suçlanması, eski burjuva teknik uzmanların tasfiye edilip yerine yeni komünist yöneticilerin geçirilmesi sürecini hızlandırdı. Bu süreçte, 1930-1’de, hazırlık soruşturmaları OGPU tarafından gerçekleştirilen, aralarında eski Sosyalist-Devrimcilerin bulunduğu ‘Emekçi Köylü Partisi’, bazı önde gelen teknik uzmanların suçlandığı ‘Sanayi Partisi’ ve Menşevik ‘Birleşik Büro’ davalarında dış kaynaklı sabotaj, yıkıcılık iddiaları, bu doğrultuda itiraflar ve verilen idam dahil ağır cezalar da rol oynadı.
1930’ların sonlarında doğrudan doğruya Komünist Partinin ve Sovyet devletinin önde gelen isimlerinden başlayarak bütün toplumu saran terör dalgası ile karşılaştırıldığında, 1930’ların başındaki baskı ve şiddet, farklı özellikteydi. Sosyalist inşa dönemindeki baskının, zorun hedefi, öncelikle, kulakların tasfiyesiyle kolektifleşmeye zorlanan köylülük, sonra da, eski uzman, yönetici tabakaydı. Aynı yöntemlerin, baskı ve şiddetin komünistlere uygulanması ise, söz konusu değildi.
1927’de Trotski, Preobrajenski, Zinovyev ve sol muhalefetin, 1929’da Buharin, Rikov, Tomski ve sağ muhalefetin tasfiyesinden sonra esas olarak parti içinde muhalefet de kalmamıştı. Partiden atılan Trotski yurtdışına sürülmüş, diğer muhalifler partiye dönmüştü. 1930’da, partinin on altıncı kongresinde, izlenen politik çizgiye muhalif herhangi bir görüş ileri sürülmediği gibi, 1934’teki on yedinci kongresinde de Zinovyev’den Preobrajenski’ye, Buharin’den Radek’e varıncaya kadar eski muhalifler, hatalarına ilişkin pişmanlık ifadeleriyle Stalin’e övgüler yağdırmakta birbirleriyle yarışmışlardı. Yine 1934’te, OGPU aşırı boyutlara varan yetkileri sınırlanmak üzere, İçişleri Halk Komiserliği (NKVD) bünyesine alınmıştı.
‘Muzafferler Kongresi’ olarak anılan on yedinci parti kongresinde, sosyalist inşa çabasının en zor kısmının başarılması temelinde, iyimserlik duygusu hakimdi. Kongrenin üzerinden daha bir yıl geçmeden, düzenlenen bir suikastla partinin liderlerinden Kirov’un öldürülmesiyle ise, giderek yeniden zor ve şiddetin öne geçtiği, ancak bu defa öncelikle partinin kendi üyelerine yönelen, farklı bir süreç gelişmeye başlıyordu. Partiye geri dönmüş binlerce eski muhalif yeniden partiden atılıyor, tutuklanıyor, sürgüne gönderiliyordu. Bu çerçevede, Ocak 1935’te, Zinovyev, Kamenev ve başka eski muhaliflerin Kirov suikastını ‘ideolojik olarak’ teşvik etmekle suçlanarak mahkum edildikleri dava, bizzat parti üyelerinin karşıdevrimcilikle suçlandığı bir dizi davanın ilkiydi.
Ağustos 1936’da, daha anayasa tartışmaları sürerken, Zinovyev, Kamenev ve on dört eski muhalif, açılan yeni bir davayla, sürgündeki Trotski’nin yönetiminde karşıdevrimci bir terörist merkez örgütleyip Kirov’u öldürmekle ve Stalin ve diğer önderlere suikast planlamakla suçlanarak kurşuna dizildiler. Bu dava sırasında Buharin, Rikov, Tomski ve başkaları hakkında da iddialar ileri sürülüp soruşturma açılmakla birlikte, o an için bunlar daha öteye götürülmedi. Eylül 1936’da Stalin ve Jdanov, politbüro üyelerine gönderdikleri telgrafla NKVD’nin başına Yagoda’nın yerine Yejov’un geçirilmesini istiyorlardı:
“Yejov Yoldaşın İçişleri Komiseri olarak atanmasını mutlaka gerekli ve acil görüyoruz. Yagoda, Trotskist-Zinovyevist bloğu açığa çıkarma görevi için yetersiz olduğunu kesin biçimde kanıtlamıştır. OGPU bu sorunda dört yıl geç kalmıştır.” (aktaran Medvedev, Tarih Yargılasın, s. 171)
Telgrafın ertesi günü, istenen değişiklik gerçekleşirken, NKVD’de Yagoda’yla birlikte üst kademeler de yenilendi. Ocak 1937’de bu defa Pyatakov, Radek ve başkaları yine Trotski’nin önderliğinde karşıdevrimcilik, sabotaj, yıkıcılık, Alman ve Japon faşistlerinin ajanlığıyla suçlanıp çoğu idam edildiler. Haziran 1937’de Genelkurmay Başkanı Tuhaçevski ve Kızıl Ordunun önde gelen komutanları tutuklanıp Alman ve Japon ajanlığı ve hükümet darbesi hazırlamakla suçlanarak kurşuna dizildiler. Mart 1938’de ise, Buharin, Rikov, Yagoda ve başkaları, ‘Sağcı ve Trotskist Blok’ olarak yine sabotaj, karşıdevrimcilik, Alman ve Japon casusluğu ile suçlanıp idama mahkum edildiler.
Savcı Vişinski’nin gösteriye dönüştürdüğü Moskova duruşmalarında, bir yandan NKVD’nin uzun işkenceleri sonucunda, bir yandan partiye olan inançları ve ona zarar vermeme kaygılarına bağlı olarak Bolşevik Partinin çok sayıda önde gelen ismi, yıllardır, hatta Ekim Devriminden beri hain, karşıdevrimci, emperyalist ajanı olduklarını itiraf ettiler. En önde gelen kişilerin karşıdevrimcilikle suçlandığı Moskova Mahkemeleri tüm toplumu sarstı, terör dalgası tepeden aşağıya yayıldı. Hruşçov’un yirminci kongrede söylediğine göre, 1934’te on yedinci kongrede seçilen 139 asil ve yedek Merkez Komite üyesinden 98’i, yani yüzde yetmişi, 1937-8’de tutuklanıp kurşuna dizildi. On yedinci kongrenin 1961 delegesinden 1108’i, yani yarıdan fazlası karşıdevrimci olarak tutuklandı. Orduda temizlik generallerin yüzde doksanı ve albayların yüzde sekseni olmak üzere subayların yarısına ulaştı. Sovyet yönetiminin en üst kademelerinden başlayan karşıdevrimci avı, toplumsal bir histeriye dönüşerek her alanı etkiledi. Bolşevik Partinin merkez organlarından başlayarak cumhuriyetler ve bölge örgütleri ve tabana kadar bütün örgütleri, Komsomol, sendikalar, Halk Komiserleri Konseyinden başlayarak komiserlikler, Sovyet devletinin kurumları, Genelkurmay Başkanı ve ordu komutanlarından başlayarak Kızıl Ordu, NKVD, Sovyetler Birliğine sığınmış yabancı komünistler, akademisyenler, teknik uzmanlar, işletme yönetimleri, sanatçılar, edebiyatçılar baskı ve şiddet uygulamalarının hedefi oldu. Sonuçta dört - beş milyon insan karşıdevrimci olarak kovuşturuldu, tutuklandı, kamplara sürüldü; bunların dört yüz - beş yüz bini kurşuna dizildi. 1938 sonunda, zirveye ulaşan terör dalgasının hızı yavaşlarken, İçişleri Halk Komiseri olarak Yejov’un yerine Beria getiriliyordu. Bolşevik Partinin Mart 1939’da toplanan on sekizinci kongresinde ise, Stalin ve Jdanov, temizlikte aşırı gitmeyi eleştiriyorlardı.
Rejimin önde gelenlerinin önemli bir çoğunluğunun kurbanı olduğu büyük temizliğin ulaştığı boyutlar, ileri sürülen iddiaların inanılmazlığını, akla, gerçekliğe aykırılığını ortaya koyuyordu. Ama Çarlığa karşı mücadele dönemlerinden beri partide yer almış, önderlik etmiş Bolşeviklerin karşıdevrimcilikle, emperyalist, faşist ajanlığıyla suçlanması kadar, Sovyet iktidarının organlarının sahte suçlamalarla göstermelik mahkemeler düzenlemesi de aynı ölçüde inanılmazdı. Hatta sürecin başında, suçlananlar, Bolşevik Partinin, Sovyet iktidarının, toplumun karşısında tekil kişiler olarak görüldüğünde, NKVD’nin uzun provalarından sonra açık duruşmalarda sahnelenen gösteriler, inandırıcı olmayı başardı. Adım adım ilerleyip hedeflerini genişleten süreç, açıkça akıldışı boyutlarına vardığında ise, yığınları dalga dalga içine çekerek kendine ortak etmişti.
Sabotaj, yıkıcılık suçlamasının hızlı toplumsal dönüşümde ortaya çıkan aksaklıklara kolaycı bir açıklama sağlamasından öteye, tırmanan emperyalist savaş tehdidi de her yerde düşman aramaya toplumsal zemin yaratıyordu. Büyük atılım öncesinde, içinde bulunulan geçiş döneminin ağır sorunları, parti içindeki tartışmalara ve iç mücadelelere neden olmuştu. Ama sosyalizmin zaferinin ilan edildiği bu dönemde, parti içerisinde, tek bir ağızdan Stalin’e övgüler düzmenin dışında bir ses çıkmıyordu. Parti yönetimine muhalefet ettikleri dönem yaklaşık on yıl geride kalmış olan eski muhalifler partiye dönmüş, görev almış ve hakim politik çizgiyi destekliyorlardı; dolayısıyla savaş gibi zor koşullarda farklı çizgileri savunma tehlikesi bile oluşturmuyorlardı. Buna rağmen karşıdevrimcilik suçlamalarıyla eski muhaliflerin hedef alınması, bir bakış açısından Stalin’in intikamı ve bütün gücü kendi elinde toplamasıydı. İmha süreci, ilerledikçe, baskı ve şiddet yöntemlerinin komünistlere uygulanmasını onaylamayan diğer parti yöneticilerini de hedef alarak, ileri gelenlerin önemli bir çoğunluğunu içerecek boyutlara ulaşmıştı. Bu açıdan temizliğin bu kadar (“dört yıl”) gecikmesinin nedeni de, Stalin’in eski kuşaktan Bolşeviklere karşı girişmek istediği saldırı karşısında yönetimin çoğunluğundan gelen dirençti. On yedinci kongrede, Pyatakov gibi eski muhaliflerin merkez komiteye seçilmesi ve Stalin’in ‘genel sekreter’ yerine yalnızca ‘sekreter’ olarak nitelenmesi bu direncin göstergeleriydi. Bu yüzden Stalin, eski muhalifleri fiziki olarak imha etmeye parti yönetiminin gösterdiği direnci aşabilmek için, önce doğrudan kendisine bağlı bir aygıt yaratmış ve bununla saldırıyı başlatmıştı.
Terör dalgası, istikrar, huzur vaat edilen iyimserlik ortamı içerisinde, “dünyanın en demokratik anayasası” olarak nitelenen yeni anayasanın tartışılması sırasında aniden yükselmişti. Ama kazara, tesadüfen ya da kendiliğinden ortaya çıkmamıştı; bu anlamda önceden planlanmıştı. Stalin, OGPU’yu dört yıl gecikmekle suçladığı telgrafından yaklaşık dört yıl önce, Ocak 1933’te, parti merkez komite ve merkez denetim komisyonu ortak plenumuna “Birinci Beş Yıllık Planın Sonuçları” üzerine rapor verirken yok edilen düşman sınıfların kalıntılarının ortadan kaldırılması konusunda eski partilerin yanısıra eski muhalifleri de hedef gösteriyordu:
“Sovyet devletinin gücünün büyümesinin ölen sınıfların son kalıntılarının direnişini şiddetlendireceğini akılda tutmalıyız.... Bu, eski karşıdevrimci partilerin, Sosyalist-Devrimciler, Menşevikler ve merkez ve sınır bölgelerinin burjuva milliyetçilerinin, yenilmiş gruplarının faaliyetlerinin canlanması için zemin sağlayabilir, aynı zamanda da Trotskist ve Sağ sapmalar arasındaki karşıdevrimci unsur parçalarının faaliyetlerinin canlanması için zemin sağlayabilir. Elbette bunda korkunç olan hiçbir şey yok. Ama eğer bu unsurları hızlı biçimde ve özel fedakarlık yapmadan halletmek istiyorsak bütün bunları akılda tutmalıyız.” (Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 627-8)
Daha sonra temizlik sırasında yeniden gündeme getirilen, başvurulan bu sözlerde terör dalgasına yol açan anlayışın belirli yönleri bulunabilir. Bir yön, yok edilmiş olan sınıfların kalıntıları ile mücadelenin şiddetlenmesi ve bunların daha büyük bir güçle bastırılması, ezilmesi, imha edilmesidir. Böyle bir yaklaşım ise açıktır ki, yeni anayasanın gerekçelendirildiği sosyalizmin zaferi, düşman sınıfların yok olması, böylece daha büyük esnekliğin benimsenerek yasaklamaların, sınırlamaların, baskıların kaldırılması yaklaşımıyla taban tabana zıttır ve büyük bir çelişki ve tutarsızlık oluşturmaktadır. Diğer yön, komünist parti içinde varolmuş muhalefetlere yönelik karşıdevrimci nitelemesidir; her türlü farklılığı otomatik olarak ihanet, düşmanlık boyutuna vardıran indirgemeci bir eğilimin yansımasıdır. Bundan da öteye, suçlanılan ya da kuşkulanılanların daha ortada bu yönde hiçbir faaliyetleri bulunmuyorken, sırf böyle bir faaliyetin gelişme ihtimaline karşı, bu durumda verebilecekleri zararı önleme adına, (‘önleyici’) tutum geliştirilmesidir. Belli ki bu türden yaklaşımlar, iyimserlik ve yumuşama ortamı içinde aniden ortaya çıkan ve eski muhaliflerden başlayarak Bolşevik Partinin, Sovyet iktidarının en önde gelen insanlarının birçoğunu yutup yukardan aşağıya bütün topluma ulaşan terör dalgasında önemli rol oynamıştır.
Stalin, 1933’te, eski muhalifleri de hedef gösterdiği sözlerini, ölen sömürücü sınıfların kalıntılarının, başta kolektif çiftliklere, işletmelere, fabrikalara, devlet dairelerine ve hatta Bolşevik Partiye sızdıkları iddiasına dayandırıyordu. Bunların Sovyet rejiminin düşmanları olarak yıkıcılık ve sabotaj faaliyetleri örgütlediklerini, kamu mülkiyetine saldırmak için yağma ve hırsızlık yaptıklarını ileri sürüyordu. Bu temelde, Birinci Beş Yıllık Planla düşman sınıfların üretimdeki konumlarından atılmalarının başarıldığını, görevin, bunların kalıntılarının işletme ve kurumlardan temizlenmesi ve bütünüyle zararsız duruma getirilmeleri olduğunu söylüyordu. Buna yönelik olarak da devletin, proletarya diktatörlüğünün güçlendirilmesini savunuyordu:
“Sınıfların ortadan kaldırılması, sınıf mücadelesinin söndürülmesi ile değil, tersine şiddetlendirilmesi ile elde edilecektir. Devlet, devlet iktidarının zayıflatılmasının sonucu olarak değil, tersine –ölen sınıfların kalıntılarını nihai olarak ezmek için ve hâlâ yok edilmekten uzak bulunan ve yakında da yok edilmemiş olacak olan kapitalist kuşatmaya karşı savunmayı örgütlemek için gerekli olan– en üst düzeye kadar güçlendirilmesinin sonucu olarak sönümlenecektir.” (Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 626)
Devletin güçlendirilmesini savunurken bundan yana olmayanları da “dejenere ya da iki yüzlüler” olarak niteleyip partiden atılmalarını istiyor, hedef gösteriyordu. Bu şekilde, Stalin, sömürücü sınıfların kalıntılarını temizleme adına, baskının, şiddetin artırılıp Bolşevik Parti içindeki eski muhaliflere kadar uzanan bir kesime yöneltilmesini istediği gibi, parti içinde, yönetiminde bu tutumu onaylamayan, desteklemeyenleri de hedef alıyordu. Bir anlamda, Moskova Mahkemeleriyle gelişen temizlik dalgası, Stalin’in 1933’te talep ettiği doğrultuda ilerledi, deyinilen sözlerle gündeme getirilen süreci izledi. Eski muhaliflerden başlayan temizlik, partinin üst yönetiminin çoğunluğunu yok etti.
Büyük temizliğin ardından, Mart 1939’da toplanan on sekizinci parti kongresine raporunda ise, Stalin, bu dönemde sömürücü sınıfların kalıntılarının bütünüyle temizlendiğini, artık sınıf uzlaşmazlıklarının, çatışmalarının bulunmadığını ve işçilerin, köylülerin, aydınların dostça işbirliği yaptığını söylüyordu. Ama bu sözlerin ardından Stalin, kapitalist kuşatma gerekçesiyle yine devletin sönümlenmesine karşı çıkıyor, hatta bunu komünizm dönemine kadar ilerletiyordu. Bu çerçevede Stalin, devletin sönümlenmesi doğrultusunda ilerlenmemesini, sömürücü sınıfların, sınıf uzlaşmazlıklarının kaldırılmış olması bakımından, iç koşullara değil, dış düşmanlara, dış koşullara dayandırıyordu. Ama Sovyet devletinin ve Sovyet istihbarat servisinin öneminin küçümsendiğinden söz ederken aslında hedefi içeriye yöneltiyor, yine eski muhalifleri yabancıların ülke içindeki ajanları olarak gösteriyor ve “Trotskist, Buharinist çete liderlerinin Ekim Devriminin ilk günlerinden beri yabancı casusluk örgütlerinin hizmetinde komplocu faaliyetler yürüttüğünü” söylüyordu.
Ekim Devrimini gerçekleştiren Bolşevik Parti önderlerinin o tarihlerden beri karşıdevrimci, yıkıcı, emperyalist ajanı olarak akla, gerçekliğe aykırı biçimde suçlanarak mahkum edilip idam edilmeleri, büyük temizliğin gelişimine yol açan yaklaşımın dayanaklarını çürüten en belirgin yanıydı. Bir yumuşama, esneklik, demokratikleşme havası içinde, yeni anayasayla, seçim sisteminde, devlet yapılanmasında köklü bir değişikliğe gidilirken, diğer yandan yığınsal boyuta ulaşan bir terör dalgasıyla baskı, şiddet tırmandırılıyordu. Bolşevik Partinin, Sovyet iktidarının, Kızıl Ordunun üst yönetici kesimlerinden başlayarak bütün topluma uzanan casus, yıkıcı, karşıdevrimci avı biçimindeki bu şiddet, terör, kapitalist kuşatma yüzünden proletarya diktatörlüğünün, sosyalist devletin güçlendirilmesiyle gerekçelendiriliyordu. Ama emperyalist devletlerin paralı hizmetinde sabotaj, karşıdevrim örgütlemekle suçlanarak tasfiye edilenlerin yığınsal boyutu, milyonlarca kişiyi bulması, böyle bir değerlendirmeyi temelsiz bırakıyor ve emperyalist komplo, yabancı düşmanlar biçiminde bir dış etkenden çok, baskı ve şiddetin içeriye yöneltildiğine, asıl hedefin içeride olduğuna, bir iç etkene işaret ediyor. İçeride ise, sömürücü sınıflar tasfiye edilmişti; bunların kalıntılarıyla mücadele olsa bile, bunun söz konusu yığınsal boyutlara ulaşması mümkün değildi. Geriye kalan sınıfsal farklılıklar ise, –uzlaşmaz olmadığı vurgulanmakla birlikte– işçi sınıfı ve köylülük arasında varlığını sürdürüyordu. Ama büyük temizlik, köylülüğe karşı yürütülen bir mücadeleye de karşılık gelmiyordu; köylülükle olan mücadele, büyük atılım döneminde gerçekleşmişti.
Büyük temizliğin gerçekte toplumsal içeriği ise, bütün bir yönetici kesimin yenilenmesi oldu. Ekim Devrimiyle burjuva devlet yıkılıp parçalanmış, Bolşeviklerin yönetiminde işçi sınıfı egemen olmuştu. Sovyet iktidarı, NEP döneminin sonuna kadar Bolşeviklerin denetiminde burjuva, küçük-burjuva uzman kesimi çalıştırırken bir yandan da işçi sınıfı içerisinden kendi yönetici kesimini yetiştiriyordu. Sosyalist ekonominin inşasına girişilen büyük atılım dönemiyle eski toplumdan devralınan teknik uzman kesimin yerini işçi sınıfından yetiştirilen bu yönetici kesim alıyor; konsolidasyon döneminde de kendi gençliğinin, yeni neslin eğitimiyle yeni bir aydın tabaka yaratılıyordu. Büyük temizlikle eski toplumsal sınıfların kalıntılarının temizlenmesi, Ekim Devrimini gerçekleştiren Bolşeviklere, eski toplumun komünistlerine kadar varırken, işçi sınıfından yetiştirilmiş yönetici kesim de tasfiye edilip yerini, bu defa, eski toplumu yaşamamış, Ekim Devriminden sonra büyüyüp yetişmiş yeni nesilden eğitilen genç aydın tabaka alıyordu. Bir bakıma, eski toplumun sınıflarının ve kalıntılarının temizlenmesi, kapitalist toplumda yaşayarak lekelendiği ileri sürülen bütün eski kuşağa, bu arada, işçi sınıfına, yönetici kesime, komünistlere kadar, bütün topluma kadar uzanıyordu. (Bu açıdan istisna oluşturanların başında Stalin’in geldiğini aslında açıkça belirtmeye gerek yok.)
Yeni anayasada somutlanan yumuşama, yasallık, istikrar eğilimi ile büyük temizlikle beliren baskının, şiddetin güçlenmesi arasındaki keskin çelişki, en temelde, döneme damgasını vuran, elde edilmiş olanlara dayanarak kurumlaşma isteği ile, hızlı gelişme doğrultusunda toplumsal seferberliğin, altüst oluşun sürdürülmesi eğilimi arasındaki çelişkinin bir yansımasıydı. Bu anlamda, dönemin başında parti yönetiminde ağır basan, parti ve Sovyet yönetimine kadar uzanacak bir şiddet ve tasfiye hareketine gösterilen direnç ve parti aygıtının aşırılık ve keyfiliklerini dizginleme çabası, sosyalist inşanın kazanımları üzerinde elde edilen konumları koruma eğilimine karşılık geliyordu. Bu eğilim, bir bakıma, ağırlıklı olarak işçi sınıfı içerisinden yetiştirilip yönetici kademelere getirilerek siyasi ve giderek maddi ayrıcalıklar kazanan kesimlerin çıkarlarının ifadesiydi. Buna karşılık, özellikle tırmanan savaş ortamına bağlı olarak ekonomik büyümenin hızla sürdürülmesi ihtiyacı, yeni seferberlikleri, ağır koşulları, fedakarlıkları dayattığı gibi, gelişmenin ileriye doğru sürdürülebilmesi, verimliliğin artırılması da, tezgah başından alınıp hızlı eğitimden geçirilmiş yönetici, uzman kesimin, düzenli eğitim verilerek yetiştirilmiş, eğitilmiş genç nesille yenilenmesini gerektiriyordu.
Aniden tırmanıp bütün toplumu saran terörün aldığı olağanüstü boyutlar, varolan konumları koruma temelinde bu dönüşüme karşı gösterilen direncin göstergesiydi. Bu direncin büyüklüğü ölçüsünde, üstesinden gelebilmek için başvurulan araçlar, yöntemler keskin biçimler alıp, akıldışı boyutlara tırmandı; Bolşevik Parti önderlerini emperyalist ajanı olmakla, karşıdevrim örgütlemekle suçlamaya, yüz binleri, milyonları fiziki olarak imhaya, tasfiyeye vardı. Bu terör dalgası, Sovyet iktidarının her alandaki yönetici kesimlerini büyük ölçülerde tasfiye ettiği, böylece ayrıcalıklı konumlarını yerleşik kılmaya, kurumsallaştırmaya yönelen önemli bir kesimi imha ettiği gibi, –yıkıcı, ajan, karşıdevrimci avı biçiminde de olsa, belirli bir yığınsal hareketlilikle birlikte– iyi eğitimden geçirilmiş genç bir aydın tabakanın yönetici, uzman konumlara getirilmesini, yenilenmeleri için bu kademelerin temizlenmesini sağladı.
Büyük terör dalgasının ardından yeni bir aydın kesim, uzman, yönetici konumlara terfi ettirilirken aydın tabakaya yönelik geçmişten kalan aşağılamalara karşı da kampanya açılıyordu. Stalin, Mart 1939’da, on sekizinci kongreye raporunda, yeni aydın tabakanın sadakatini vurguluyordu:
“Bu dev gibi kültürel çalışmanın sonucu olarak, ülkemizde kalabalık bir yeni Sovyet aydın tabakası, işçi sınıfı, köylülük ve Sovyet çalışanlarının saflarından yükselen, halkımızın kendi soyundan, asla sömürünün boyunduruğunu tanımamış, sömürücülerden nefret eden ve SSCB halklarına sadakatle ve adanmışlıkla hizmet etmeye hazır bir aydın tabaka ortaya çıktı ve gelişti.
Halkın bu yeni, sosyalist aydın tabakasının ortaya çıkışının, ülkemizde kültürel devrimin en önemli sonuçlarından biri olduğunu düşünüyorum.” (Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 908)
Stalin, “bu dönemde parti tarafından beş yüz bin genç Bolşevik’in devletin ve partinin yönetici mevkilerine atandığını” açıkladığı bu konuşmasında, yeni aydın tabakaya saygı gösterilmesini istiyordu:
“Yeni aydın tabakamız için, ona karşı sıcak bir tutum alma, ona ilgi ve saygı ve işçi sınıfının ve köylülüğün çıkarları doğrultusunda onunla işbirliği gereğini öğreten yeni bir teori gerekli.” (Stalin, Leninizmin Sorunları, s. 938)
Aynı kongrede yapılan tüzük değişikliği ise, partiye yeni üye alımlarında üretimde yer alan işçilere yönelik tercih yapılmasını kaldırıyordu. 1929’da alınmış bir merkez komite kararı, yeni alınan üyelerin sanayi bölgelerinde yüzde 90’ının, kırsal bölgelerde ise yüzde 70’inin üretimdeki işçiler olmasını gerektiriyordu. On sekizinci kongredeki tüzük değişikliğinden sonra ise, yeni alınan üyelerin yüzde 70’inden fazlası yeni aydın tabakadan geliyordu. Yönetici, uzman konuma getirilenler, aynı zamanda Bolşevik Parti’ye alınıyordu. Kongre ve konferans delegeleri arasında bu kesimin oranı, 1934’te yüzde 10’dan, 1939’da yüzde 26’ya, 1941’de de yüzde 42’ye çıkmıştı.
Sovyet iktidarı altında yetişen genç bir kuşak eğitilmiş ve saygı gösterilmesi istenen yeni bir aydın tabaka yaratılarak uzman, yönetici konumlara getirilmişti. Bu gelişme, yönetimin, işçi sınıfının yığınlarından bir adım daha uzaklaşmasına karşılık geliyordu. Sınıfın yığınlarının yönetime katılımı sağlanamadığı ölçüde, sınıf adına onun bir kesiminin yönetimi kalıcılaşmış, sınıfın saflarından tek tek işçilerin yönetici konuma yükseltilmesi de sorunu çözmemiş, yeniden üretmişti. Sınıfın saflarından yönetici konuma yükseltilmiş kesimin tasfiye edilip yerine yeni bir aydın tabakanın geçirilmesi ise, söz konusu sorunu yeni bir düzeye çıkartıp sınıfın kendi iktidarına yabancılaşmasını derinleştiriyordu.
Ekim Devrimiyle oluşan Sovyet iktidarının, işçi sınıfı demokrasisi açısından, işçi sınıfının yönetime yığınsal katılımı açısından aksayan yanı, gelişim sürecinde geçirdiği aşamalarda da giderilemeyip kalıcı özellikler kazanarak yerleşmişti. İşçi sınıfı içerisinden yeni yöneticiler çıkartılması ya da uzman, yönetici tabakanın yaratılması da, sınıfın yığınsal yönetimini sağlamıyor, sınıfın kendi içindeki yöneten - yönetilen bölünmesini, siyasi yabancılaşmasını ortadan kaldırmıyordu. Sınıfın yığınsal yönetimi gerçekleşemediği sürece de, sınıf adına bir kesimi, işçi sınıfının, sosyalizmin, Sovyet iktidarının çıkarlarını korumayı, savunmayı üstleniyordu. Bu durum ise, çelişkili bir süreç yaratıyordu. Bir yandan Sovyet iktidarı, sosyalist hedefleri doğrultusunda ilerliyor, sosyalist inşada başarıya ulaşıyordu; diğer yandan bu başarıların kazanılmasında başvurulan araçlar, yöntemler yüzünden, her başarı, başka bir yönden çarpıklıkların, kusurların birikmesine neden olarak onu içten içe zayıflatıyordu. Sınıfın içindeki eşitsizlik, yönetimin sınıfın yığınları yerine bir kesiminin ayrıcalığı olarak sistemleşmesi, işçi sınıfının yabancılaşması temelinde, sosyalizm ve komünizm doğrultusundaki sürecin itici, maddi gücünü zayıflatıyor, aynı zamanda da siyasi ayrıcalıklı kesimin maddi ayrıcalıklar da kazanarak sosyalizmin, sınıfın genelinin çıkarlarını savunmak yerine kendi kesiminin çıkarlarını korumaya yönelmesinin zeminini hazırlıyordu.
Yönetimin, demokrasinin bir kesime daralması, Sovyet iktidarının oluşum sürecinden itibaren, sınıfın yığınlarının yönetime katılımdan geri çekilmesiyle gelişmişti. İç savaşta Sovyet devleti ile Bolşevik Parti birbirleriyle çakışmış, yönetim partiye indirgenmişti. NEP döneminde keskinleşen iç mücadeleler sırasında partide demokratik mekanizmalar bozulurken, sınıfın içindeki yöneten - yönetilen ayrımı, bir biçimde partiye yansımış, başında genel sekreter olarak Stalin’in bulunduğu parti aygıtı belirginleşip parti içerisinde de partinin yönetimine katılım açısından eşitsizlik ortaya çıkmıştı. NEP döneminin ardından büyük atılımla sosyalist inşaya girişilirken yönetim de parti aygıtının elinde toplanıyor, sınıf adına yöneten kesim daha da daralıyordu. Ancak süreç, sınıfın, sosyalizmin çıkarlarının, onun adına, parti yönetimine kadar daralan bir kesim tarafından güvenceye alınması noktasında da durmadı; bu ayrıcalıklı kesimin huzur ve istikrar talep ederek kendi konumunu korumaya yöneldiği aşamada, yeni bir boyuta tırmandı. Sınıfın ve sosyalizmin çıkarlarını savunmak üzere yönetimin daralması, ‘sömürü boyunduruğunu tanıyan’, ‘eski kuşak’ parti ve Sovyet yönetiminin terör dalgasıyla büyük ölçüde tasfiye edilmesiyle de, bu defa, sosyalizmin bekçisi olarak, tapınılacak ölçüde yüceltilen Stalin’in mutlak iktidarına kadar vardı.
Büyük temizlikle, Bolşevik önderlerin çok yönlü işkencelere dayanan sahte suçlamalarla imha edilmeleri, Sovyet iktidarının ürünü olduğu Ekim Devriminin özlemleri, koşulları, gelişimi ile karşılaştırıldığında, bunlarla bağdaşmaz, bu anlamda anlaşılması, kabul edilmesi güç bir sonuçtu. Ekim Devrimi günlerinin koşullarından bakıldığında ihtimal verilemeyecek böyle bir hareketin yirmi yıl sonra ortaya çıkıp yukardan aşağıya parti önderliğinden yığınlara kadar her düzeyde benimsenebilmesi de özel olarak açıklama gerektirir.
Terör dalgası aniden, beklenmedik bir biçimde yükselmiştir, ama gerçekleşirken üzerine dayandığı çeşitli yönler, unsurlar, daha önceden, zamanla, süreç içerisinde birikmiştir. Ekim Devrimini başaran işçi sınıfının gereksinim duyduğu demokratik eğitim, ağırlıklı olarak, Şubat Devriminin sağladığı demokratik ortamda hızla keskin biçimler alan açık sınıf mücadelesi içerisinde dokuz ayda tamamlanmıştı (Kurtuluş Sosyalist Dergi 2, Şubat 2002, s. 53). Rusya’nın maddi ve manevi geri koşullarının, nesnel ve öznel bakımdan sınırlılıklarının, yükselen bir dünya devrimi ile, daha gelişkin batı işçi sınıflarının desteği ve belirleyiciliği ile aşılması, tamamlanması umuluyor ve bunun için mücadele ediliyordu. Ancak çaba gösterilenin gerçekleşmemesi, Ekim Devrimin batıya yayılıp dünya devrimine dönüşmesinin yenilgisi yüzünden, Şubat’tan Ekim’e kadar olan kısa dönemde hızlı bir sürece karşılık gelen demokratik eğitimin yetersizliğinin neden olduğu eksikliklerin, kusurların etkilerinin azaltılması, giderilmesi sağlanamadı (Kurtuluş Sosyalist Dergi 8, Aralık 2003, s. 127). Ekim Devriminden sonra, kültürel devrim ve yığınların yönetime katılımının geliştirilmesinin önemi vurgulanmaya devam ediyordu, ama ileriki dönemlerde yığınların kolaylıkla tek yanlı politikalara, çözümlere yönelebilmelerinde, demokratik eğitim, kültür konusundaki yetersizlik, eksiklik de rol oynadı.
Bu etkenin de payı olduğu bir gelişmeyle, Sovyet iktidarının oluşumundan itibaren, yönetime katılım işçi sınıfının öncü kesimine daralırken, özellikle iç savaş sırasında, Bolşevik Parti olağanüstü bir otorite kazanmıştı. Bu otorite, parti içerisinde Trotski’den başlayarak muhaliflerin, “partiye karşı doğru, haklı olunmaz” diye kendi farklı görüşlerini geride tutmalarına, bastırmalarına kadar vardığında abartılı boyutlar alıyordu. Partinin yüceltilmesine liderlerinin yüceltilmeleri de eklendiğinde daha sakıncalı bir yönelimin önü açılıyordu. Lenin’in politik ikna yeteneği açısından üstünlüğüyle karşılaştırıldığında daha çok idari yöntem, manevra ve önlemlere yönelen Stalin’in, Aralık 1929’da, ellinci doğum yıldönümünün o zamana kadar görülmemiş ölçüde görkemli bir biçimde kutlanmasıyla kişi yüceltilmesi daha da aşırı bir biçimde gelişti. Parti önderlerinin ve basınının birbirleriyle yarışan övgüleriyle resmi politika biçimini alan bu tutum, ‘daima doğru, asla yanılmaz’ nitelemeleriyle Stalin’in neredeyse tapınılacak düzeye, ‘tanrı katına’ çıkartılmasına vardı. Kültürel gelişmişlik düzeyindeki düşüklük, eksiklik temelinde, dini inançlardakinin benzeri, basitleştirilmiş ‘iyi’ - ‘kötü’ karşıtlıkları, indirgemeleri yaygınlaşırken Stalin’in ‘tanrı’ ya da ‘peygamber’ rolünü, karşısında Trotski’ye yüklenen ‘Judas’ (İsa’ya ihanet eden havarisi) ya da ‘şeytan’ rolü tamamlıyordu.
Öte yandan kişi yüceltilmesinin yanısıra demokratik işleyişlerin zayıflaması, keyfi tutumların öne geçmesi, çok yönlü, kapsamlı politik yaklaşımların olanaklarını zayıflatıyor, kaba, tek yanlı değerlendirmeler ağır basıyordu. Bu temelde, hızlı ve büyük ölçekli toplumsal-ekonomik dönüşümün sorunlarını, aksaklıklarını, başarısızlıklarını dış düşmanların ajanlarının sabotajlarına bağlamak, yığınlara hedef göstermenin kolay yolu oluyordu. Şahti davası ve izleyen davalarda emperyalist ülkelerin ajanı olarak sabotajla, yıkıcılıkla suçlananlar, eski toplumdan devralınan burjuva ve küçük-burjuva uzmanlardı. Bu kesime karşı ileri sürülen karşıdevrimcilik, yıkıcılık suçlamaları, Ekim Devriminin ardından gelen dönemdeki isyanları ve NEP’in sona ermesine gösterdikleri direnç nedeniyle, gerçeklikle çelişkili ya da imkansız gözükmüyordu. Ama bu davalar ilk örnekleri olarak, daha sonra büyük temizlik sırasında bir dizi davada casusluk, yıkıcılık iddialarının ileri sürülmesinin yolunu açtıkları gibi, belki ‘özel sorgulama yöntemlerinin’, işkenceyle asılsız itiraflara zorlama uygulamalarının geliştirildiği deneyler oldular.
‘Parti çizgisinin’, ‘önderliğin’ ve hepsinin cisimleşmesi olarak Stalin’in yüceltilmesi, putlaştırılması ile birlikte politik tutumların tek yanlılaşması sonucunda, yığınlar, keskinleştirildikleri ölçüde sivrilen ve daralan hedefler doğrultusunda seferber edilirken Stalin’in ‘en güvendiği adamlarını’ kilit noktalara getirdiği bir süreç gelişiyordu. Bolşevik Parti’nin ve Sovyet iktidarının ileri gelenlerinin önemli bir bölümünü imha eden büyük temizliğin, emperyalistlerin hizmetinde yıkıcı bir komplonun varlığı iddiasına dayanarak başlatılmasında, Stalin ve ‘parti çizgisinin’ putlaştırılıp mutlaklaştırılmasının ve yığınların tek yanlılaştırılmış hedeflere yönlendirilmesinin yanısıra, doğrudan Stalin’e bağlı bir ‘özel aygıtın’ yaratılıp denetimi ele geçirmesi belirgin bir rol oynadı. İşkenceyle düzmece iddialara dayanan itirafların hazırlanması gibi kabul edilemez uygulamaları gizlice gerçekleştiren bu aygıt, parti yönetiminin çoğunluğunun bu yöntemlere direncinin aşılmasını ve yönetimin de Stalin’in elinde toplanmasını sağladı.
Kitlelerin demokratik eğitiminin, kültürünün yetersizliği, geriliği temelinde, yönetimin tek bir bireyin elinde toplanması, bireysel düzeye kadar daralması bakımından, Ekim Devriminin, yönetimi yığınların ellerine vermek, toplumdaki yöneten - yönetilen bölünmesini kaldırmak hedeflerinin taban tabana karşıtı sonuçlar üreten süreç, çelişkili özellikler taşıyordu. Bu açıdan Ekim Devriminin hedefleri ile çelişen sonuçlar üreten süreç, aynı zamanda da yine Ekim Devriminin hedeflerine ulaşma çabalarına bağlı olarak gelişmişti. Sovyet iktidarının karşısındaki sorunların aşılabilmesi, sosyalist ekonominin inşası için başvurulan araçlar ve yöntemler, bir yandan varolan koşullarda, içinde bulunulan anda, bu amaçlara ulaşılabilmesini sağlamış, diğer yandan uzun vadeli hedefler açısından, sürecin bu hedeflere doğru ilerleyebilmesi açısından yeni sorunları, engelleri yaratmış, biriktirmişti.
Savaş öncesi ağırlaşan koşullar içerisinde, toplumsal atılımın, seferberliğin sürdürülmesi, Sovyet iktidarının varlığını koruyabilmesi açısından yaşamsal önem taşıdığı ölçüde ve Bolşevik Parti yönetiminde ağır basan eğilim, bu yönde hızlı bir ilerlemeyi, giderek ayrıcalıklar kazanmaya karşılık gelen konumlarını kalıcılaştırmak doğrultusunda ‘istikrar’ talep ederek geri çektiği, engellediği ölçüde, Stalin, başlattığı büyük temizliğin, yönetici, uzman kesimlerin direncinin aşılması ve yenilenmesi sonucuna yol açmasıyla, parti yönetiminde ağır basan kesimin bürokratikleşmesine karşı Sovyet iktidarının ilerlemesini, çıkarlarını savunan bir konumu temsil etmiş oluyordu. Sovyet iktidarının varlığını korumak, güçlendirmek üzere, toplumsal atılımın, seferberliğin –bürokratikleşen kesimin bunun karşısındaki engellemelerinin de aşılarak– sürdürülmesi, belki sosyalizmin, işçi sınıfının, yığınların çıkarlarına uygundu. Yığınlar da bu doğrultuda seferber ediliyor, söz konusu süreçlere destekleri ve bu anlamda katılımları sağlanıyordu. Ama kitlelerin giderek daralmış bir yönetim tarafından kendileri dışında kararlaştırılan politikaları, süreçleri desteklemeleri ile kaderlerini kendilerinin belirlemeleri, bu anlamda yönetime katılmaları, kendilerini yönetmeleri arasındaki fark, komünizme ilerleyiş açısından, sosyalizmin nihai hedefleri açısından yaşamsal önemdeydi. Devletin varlığının bütünüyle ortadan kalkabilmesinin önkoşulu olarak ‘herkesin yönetip yönetimin bir ayrıcalık olmaktan çıkması ve dolayısıyla kimsenin yönetmesine gerek kalmaması’ doğrultusundaki hedeften uzaklaşılması, komünizme ilerleyişin önünde engel oluşturduğu gibi, bürokratikleşen bir kesim tasfiye edilirken yönetimin daha da daralıp kitlelerden uzaklaşması, paradoksal olarak, maddi ayrıcalıklar kazanan seçkin kesimin yönetimi ele geçirebilmesinin, bürokrasinin iktidarının olanağını yaratıyor, koşullarını hazırlıyordu.
Bir açıdan Stalin, yığınların, bütün toplumun, baskı ve zoru da içeren, fedakarca ve kahramanca bir seferberliğiyle, Sovyetlerin modern, sanayileşmiş bir güç, kaynaşmış bir toplum olarak inşasını ve ileri kapitalist ülkelere yetişerek onların karşısında durabilmesini temsil ediyordu. Üstelik Stalin’in bu hedefe ulaşabilmek için öne sürdüğü “on yıllık” sürenin sonunda Sovyetler savaşa girmek zorunda kalmış ve bu savaşı da kazanmıştı. Buna dayanarak, başvurulan bütün uygulamaların bu sürecin zorunlulukları ve gerekleri olarak değerlendirilmesi, –bir yandan o andaki sorunlara çözüm sağlanırken diğer yandan kullanılan araçlar ve yöntemler yüzünden gelecekte ölümcül olacak başka sorunların yaratılması nedeniyle– uzun vadeli hedeflerin, komünizmin nihai çıkarlarının, o an varlığını koruma doğrultusunda, kısa vadeli hedeflere feda edilmesine karşılık gelir. Anlık hedeflere ulaşmayı sağladığı ölçüde aracın amaca uygunluğunu sorgulamayan bir dar yararcılık, pragmatizm, Sovyet iktidarının karşılaştığı ağır sorunların üstesinden gelmesinde ‘başarılı’ olmakla birlikte, komünizm hedefine doğru ilerlemesinin durmasına ve bozulup yıkılmasına neden olan etkenlerin oluşmasına, birikmesine de yol açmıştır.
Bu anlamda, Stalin’in temsil ettiği politikaların ve uygulamaların değerlendirilmesinde, Ekim Devriminin sosyalist hedefleri doğrultusunda öne konulan amaçlar ile bunlara ulaşmak için başvurulan araçlar, bu iki yön ayrı ayrı ele alınmalıdır. Bu biçimde yaklaşıldığında, işçi sınıfının çıkarlarının ifadesi komünizmden uzaklaşıp koparak savundukları sosyalizm anlayışlarını Stalin döneminin eleştirisine dayandıran çeşitli sapmalardan ve diğer akımlardan da farklı bir tutum alınması mümkün olur. Sovyet iktidarının eleştirisinde, bozulup bürokratikleşmesinin değerlendirilmesinde, sorunun kökenini, sosyalizmin tek ülkede kurulmaya çalışılmasından uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ortadan kalktığının saptanmasına, sosyalist ekonominin meta ilişkilerini tasfiye ederek inşasından işçi sınıfının siyasi egemenliğine, diktatörlüğüne kadar, işçi sınıfının –bu dönemde hayata geçirilmekle birlikte, aslında Ekim Devrimiyle önüne koymuş olduğu– sosyalist hedeflerinde arayan yaklaşımlar, Stalin dönemi eleştirisinin, işçi sınıfının komünizm mücadelesini hedeflemeyen, işçi sınıfının nihai çıkarlarının ifadesi komünizm niteliği taşımayan yönelimlere, politikalara gerekçe gösterilmesine karşılık gelir. Oysa sorun, ulaşılan sosyalist hedeflerde değil, bunlara ulaşılırken başvurulan yöntemlerde ve esas olarak da işçi sınıfının devletinin yönetimine yığınsal katılımdan uzaklaşmasında, bunun işçi sınıfı demokrasisinde neden olduğu bozulma ve yabancılaşmadadır. Bu anlamda, sorun, işçi sınıfının egemenliği düzeyinde değil, devletinin biçimi düzeyinde aranmalıdır; sorun, Ekim Devriminin hedeflediği kapitalizmin, sömürücü sınıfların tasfiyesi ve sosyalizmin inşasında değil, bu süreçte, işçi sınıfının devletinin komünizme varabilmek için zorunlu özelliklerinin bozulmasına yol açan pragmatizmdedir.
Yönetimin mutlak biçimde Stalin’in elinde toplanmasını sağlayan büyük temizliğin toplumsal maliyeti de büyük oldu. Tırmanan emperyalist savaş ortamının tehdit ettiği Sovyet iktidarının giriştiği temizlik, bir açıdan, içte birliğini, sağlamlığını güçlendirmek üzere, ağır savaş koşullarında yalpalamayacağından ve güvenilirliğinden –geçmişteki muhalefetleri ya da bu kesimleri saf dışı etme eylemine karşı isteksizlikleri nedeniyle– kuşku duyulan bütün kesimleri tasfiye hatta imha ederek parti, devlet, ordu, ekonomi yönetiminin yenilenmesiydi. 1933’te ekonomik inşa hızının yavaşlaması, 1934’te İkinci Beş Yıllık Planın benimsenmesiyle aşılmış, toparlanma ve yeniden hızlı büyüme sağlanmıştı. Ancak bu gelişme 1937’de aniden durakladı, hatta örneğin demiryollarında taşınan yük 1938’de azaldı. Yavaşlamanın nedeni, bir ölçüde, kaynakların silahlanmaya kaydırılmasıydı; ama daha da önemli olarak, büyük temizlikle, parti ileri gelenlerinden devlet görevlilerine, işletme yöneticilerinden teknik elemanlara varıncaya kadar büyük bir kesimin tasfiye edilmesi, bu yüzden vahim boyutlara ulaşan yetişmiş kalifiye eleman sıkıntısı ve aynı zamanda da aksaklıklar, hatalar karşısında hemen öne sürülen sabotaj, yıkıcılık suçlamalarının yarattığı sorumluluk almaktan uzak duruş, kaçıştı.
Mart 1939’da on sekizinci parti kongresinde Üçüncü Beş Yıllık Plan kabul edilirken, üretim tekniği ve sanayinin büyüme hızı açısından başta gelen kapitalist ülkelere yetişilip geçildiği saptanıp ekonomik olarak, kişi başına düşen sanayi ürünleri miktarı açısından da ileri kapitalist ülkelere yetişilip geçilmesi hedefleniyordu. Bu dönem, aynı zamanda, emperyalist savaşın başladığı ve 1941’de Nazi Almanya’sının saldırısıyla Sovyetler Birliği’nin de savaşa girdiği, büyük temizliğin de sözü edilen etkileriyle koşulların giderek ağırlaştığı bir dönemdi. Sonuçta savaşı bütünüyle kendisinden uzak tutamasa da, Sovyetler Birliği, 1934’te Milletler Cemiyetine katılmış, Fransa, Çekoslovakya, Moğolistan, Çin’le ve sonra da Almanya’yla saldırmazlık paktları yaparak savaşa girmekten kaçınmaya çalışmıştı. Savaş ortamının yanısıra, büyük temizliğin yol açtığı insan kaybı ve dağınıklık ile bağlantılı olarak ekonomik gelişmede yavaşlama ve tıkanıklık yaşanırken yaşam ve çalışma koşulları da ağırlaşıyordu.
Sosyalist ekonominin inşasıyla birlikte, kapitalist ekonominin temel unsurlarından işsizlik ortadan kalktığı gibi işgücü eksikliği belirmişti. Sanayi, inşaat ve ulaştırmada, 1937’de 1,2 milyona, 1938’de 1,3 milyona, 1939’da 1,5 milyona ulaşan işgücü eksikliği de ekonomik yavaşlamada rol oynuyordu. Öte yandan çalışma disiplinini artırmak için, önce 1938’de sonra da 1940’ta bir dizi kararname yayınlanarak, işe gelmemeye, gecikmeye, işi terk etmeye hapis cezası getirildi, işgünü yedi saatten sekiz saate, çalışma haftası, altıda beş günden, yedide altı güne çıkarıldı. İşyerine yönelik olarak aniden ağırlaştırılan baskı, buna uyumsuz, gevşek, liberal görülen yöneticilere, yargıya da yöneldi; iş disiplinsizliği gerekçesiyle ağır cezalar verilmesinde isteksiz savcılar, hakimler, müdürler, doktorlar yargılandı, cezalandırıldı. Bu dönemde bazı sosyal sigorta yardımları da kısıldı. 1938’de doğum izni 112 günden 70 güne indirildi. Anayasada parasız eğitim öngörülmesine rağmen, 1940’ta lise ve yüksek eğitim paralı oldu. Ağırlaşan yaşam koşulları, kolhoz köylülüğüne de, trudoden başına tahıl dağıtımının 1937’de 4 kilodan, 1940’ta 1,3 kiloya düşmesi biçiminde yansıdı. Ayrıca 1939’da kolektif çiftçilerin özel üretimleri için kendilerine bırakılan toprakları küçültülürken kolektifleştirilen hayvanların oranı artırıldı. Bu dönemde yiyecek ve tüketim maddelerinde de kıtlıklar, yokluklar beliriyor, karaborsa fiyatları resmi fiyatların üzerinde yükseliyordu.
Tırmanan savaş ortamında koşullar ağırlaşırken yığınlardan beklenen fedakarlıklar ve bu doğrultudaki baskı ve zorlamalar da artıyordu. Sosyalist inşanın kazanımlarından gerilemelere karşılık gelen önlemlere başvurulmasını, bir ölçüde, büyük temizlik sonucunda, yığınsal boyut alan terörün yığınlar üzerinde baskı aracına dönüşmesiyle, yeni aydın tabakanın toplumsal konumunun, ‘saygınlığının’, üretimde yer alan işçilerin üzerine çıkarılmasıyla, yönetimde ve toplumda yaratılan maddi ve manevi değişiklik sağlamıştı.
Savaşa girmeden hemen önceki dönemde yaşanmaya başlanan zorluklar, savaş sırasında yaşanacakların habercisiydi. 1941’de Nazi Almanya’sının saldırısıyla girilen savaş, koşulları kökten değiştirdi. Bütün çabalar savaşı kazanmaya yöneltildi. Büyük temizliğin savaş ortamında iç birliğini sağlamlaştırmak gibi bir amacı olmuş olsa bile, savaş başladığında yaşanan sorunlar, başarısızlıklar, yenilgiler, bir ölçüde, Sovyet iktidarının, ekonominin, Kızıl Ordunun yönetici kademelerinin büyük oranda tasfiye edilmiş, imha edilmiş olmasının, belki daha da önemlisi, terörün bastırıcı etkisiyle yığınların inisiyatifinin köreltilmesinin sonucuydu.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin konsolidasyonu dönemi, sosyalist ekonominin inşasının esas olarak tamamlandığı dönemdi. Kendisinden önceki büyük atılım döneminde, ağır sanayi temelinde modern bir sanayinin yaratılması ve tarımın kolektifleştirilerek makineli ve büyük ölçekli hale getirilmesi doğrultusunda elde edilen kazanımlar, bu dönemde, emeğin üretkenliği, verimlilik yükseltilerek kalıcılaştırılıp yerleştirilmiş ve tamamlanmıştı. Bu büyük toplumsal-ekonomik dönüşümün sonucunda, modern tekniğe dayanan ve esas olarak kendi kendisine yeterli bir toplumsal-ekonomik yapı yaratılmıştı. Bu dönemde Sovyetler Birliği’nin dış ticareti önemsiz boyutlara inerken savaş tehdidi karşısında silahlanma ihtiyacının gerektirdiği ağır sanayi temeli de sağlanmıştı. Büyük dönüşümün diğer bir ifadesi de giderek yükselen şehirleşme oranıydı. 1926’da yüzde 18 olan şehir nüfusunun toplam nüfusa oranı, 1939’da yüzde 33’e çıkmıştı.
Kapitalizmin ve meta ilişkilerinin tasfiyesi sonucunda ortaya çıkarak bu dönemde yerleşip belirgin biçimini alan, üretim ve dağıtımın toplumun ihtiyaçları doğrultusunda merkezi olarak planlanıp gerçekleştirilmesine dayanan sosyalist toplumsal-ekonomik yapı, Sovyetler Birliği yıkılıncaya kadar onu belirleyen temel özelliği olarak varlığını korudu. Ancak sosyalist ekonominin inşası esas olarak tamamlanırken –toplumsal yapıda belirleyici olamayacak düzeyde de olsa– meta ilişkilerinin izleri ve kalıntıları bütünüyle ortadan kalkmamıştı. İleriki dönemlerde, sosyalizmin sorunlarını, tıkanıklıklarını çözmek adına, sosyalist üretim ilişkilerini meta ilişkileriyle düzeltme, ‘reforme etme’ girişimlerinin –sistemin yıkılmasına yol açmadan– başarılı(!) olamamaları da oluşturulan yeni toplumsal-ekonomik sistemin meta ekonomisinden yapısal ayrılığına, farklı niteliğine işaret eder (Kurtuluş Sosyalist Dergi 3, Mayıs 2002, s. 106). Buna karşılık, sosyalizmin ilerleyişinin önüne çıkan olumsuz etkenler açısından, meta ilişkilerinin bütünüyle ortadan kalkmamış olan iz ve kalıntıları, yeniden meta ilişkilerine geçilmesine neden olabilecek bir boyutta olmamalarına rağmen, sosyalist ilişkilerin içine meta ekonomisinin unsurlarını ithal etme girişimlerine, ‘olumsuz örnek’, ideolojik kaynak olarak, sosyalizme uygun düşmeyen yanlış anlayışlara araç olma, zemin sağlama anlamında bir rol oynamıştır.
Sovyetler Birliği’nde sosyalist ekonomik sistemin yerleştirildiği bu dönem, aynı zamanda siyasi yapıda da büyük değişikliklerin gerçekleştiği bir dönemdi. “Dünyanın en demokratik anayasası” biçiminde nitelenen 1936 Anayasası, sömürücü sınıfların, sınıf uzlaşmazlıklarının ortadan kalkmasına dayanılarak kabul edilirken hemen ardından tırmanan terör dalgasıyla Bolşevik Partinin, Sovyet iktidarının ileri gelenlerinin büyük bir kesimi tasfiye ve imha ediliyor, yeni aydın tabaka uzman, yönetici konumlara getirilirken yönetim kişisel boyuta kadar daralıyordu.
Demokratikleşme, yumuşama, esneklik gerekçeleriyle işçi sınıfının siyasi ayrıcalıklarını kaldıran yeni anayasa, seçim sisteminin temelini işyerlerinden yerleşim yerlerine çekerek Sovyet iktidarının, işçi sınıfının sosyalist devletinin en önemli kazanımlarından birine karşılık gelen bu özelliğinden taviz veriyor, vazgeçiyordu. Çeşitli açılardan parlamentarizme yönelen 1936 Anayasası ile, istikrar ortamı doğrultusunda yasal güvence sağlanması, kolektif çiftçilerin kişisel üretimlerinin ve bireysel üreticilerin özel girişim haklarının tanınmasına kadar varıyordu. Bir taraftan bireysel üretimi yasal güvenceye alırken diğer taraftan işçi sınıfının siyasi ayrıcalıklarını kaldıran yeni anayasa, işçi sınıfının egemenliğinin, devlet yapısının sınıfsal temelini –genişletmek adına– zayıflatıyordu. Aynı dönemde olağanüstü boyutlara tırmanan baskı, şiddet uygulaması, terör dalgası, yumuşama ve esnekleşme gerekçesini geçersizleştirirken, bireysel üretim, girişim hakkının tanınması, meta ilişkilerinin bütünüyle ortadan kalkmamış olan kalıntılarını, anayasal düzeye taşıyordu. Bu anlamda, yeni anayasal düzenlemeler, devletin baskı aygıtlarının güçlendirildiği koşullarda işçi sınıfının siyasal ağırlığının, etkinliğinin, dolayısıyla katılımının zayıflamasına hizmet ediyor, sosyalizme geçişin esas olarak tamamlanması temelinde meta ilişkilerinin henüz ortadan kalkmamış kalıntılarına yer vermesiyle de ileride sosyalizmin meta ilişkilerini içeren bir toplum olarak kavranışına kapıyı açıyordu.
Yeni anayasa, siyasi ayrıcalıklı kesimin konumlarını güvenceye alma, istikrar isteminin ifadesiyken terör dalgası ise, tırmanan savaş ortamında fedakarlıkların, baskı ve zorlamaların artırılması isteminin ifadesi oldu. Yaklaşan emperyalist saldırı ve savaş koşullarında Sovyet iktidarının, toplumun birliğini güvenceye almak üzere, güvenilirliklerinden kuşku duyulan yönetici kesime yönelik olarak –emperyalist-faşist ajanlığı, karşıdevrimcilik suçlamalarıyla– bir imha ve tasfiye seferberliğine girişildi. Büyük temizlikle, büyük bir yönetici kesim tasfiye edilir, yönetim mutlak biçimde Stalin’in elinde toplanırken, Sovyet iktidarı tarafından yetiştirilmiş genç bir aydın tabaka, rejime sadakati temelinde, yönetici, uzman konumlara getiriliyordu. Bu değişim, beyaz yakalı, aydın, yönetici, uzman konumdakilerin oranının çeşitli kademelerinde artmasıyla Bolşevik Parti’ye yansımakla birlikte, yönetim, kişisel ölçekte daraldığı ölçüde de, yeni aydın tabakanın işlevi, yönetimi devralmaktan çok, ona hizmet etmek oluyordu. Bu gelişmeyle, yeni aydın tabaka, henüz yönetimle özdeşleşmese de, seçkin bir tabaka olarak giderek maddi ayrıcalıklar kazanıyor, ileriki dönemlerde Sovyet toplumunda hakim olan maddi ayrıcalıklı bürokrasinin kökenini oluşturuyordu.
İstikrar talebiyle konumlarını korumak isteyen siyasi ayrıcalıklı kesime büyük temizlik sonucunda darbe vurulması, büyük bir kesimin tasfiye edilmesi, çelişkili gibi de görünse, işçi sınıfının yığınlarının iradesi yararına bir gelişmeyi sağlamadı. Başvurulan yöntemler ve yaklaşım, yönetimi, genişletmek yerine daha da daralttı, sınıfın yığınlarına yaklaştırmak yerine daha da uzaklaştırdı. Ayrıcalıkların kendisi tasfiye edilmediği, sınıf adına yönetim yerine, sınıfın yığınsal yönetimi gerçekleşmediği sürece, ayrıcalık kazanan kesimin tasfiyesi, sınıfın, sosyalizmin çıkarlarının korunmasını güvenceye almadı; bu tasfiye sırasında, yönetim daha da daraldığı ve sınıfın yığınlarından uzaklaştığı için, ayrıcalıkların ve yeni ayrıcalıklı kesimlerin doğmasına, bunların ayrıcalıklarını kalıcılaştırmalarına karşı mücadelenin temelini zayıflattı. Sınıfın, sosyalizmin çıkarlarının, kazanımlarının amaca uygun düşmeyen yöntemlerle, araçlarla korunmak istenmesi, ilerideki kayıpları kolaylaştırdı.
Toplumsal yapının her alanına uzanan, karşıdevrimci, casus avı biçimindeki terör dalgası, sorumluluktan kaçma eğilimini geliştirerek bireylerin inisiyatifini köreltiyordu. Asılsız iddialar, düzmece davalar, tarihin günlük amaçlara yönelik olarak çarpıtılması, tahrif edilmesi, sahtekarlık, yalan ve gizli gündemlerin politika aracı olarak kullanılması, sınıfın politik bilincini bozuyor, politikaya yabancılaştırıyordu. İşçi sınıfının komünizm mücadelesinin amaçlarına, sosyalizme hizmet etmeyen, uygun olmayan bu yaklaşım ve yöntemler, yığınları sosyalizmin çıkarlarını kendi iradeleriyle gerçekleştirmekten geri çekerek sınıfı mücadelesinde silahsızlandırıyor, zayıflatıyordu. Günün zorunlulukları temelinde, pratik yararlar uğruna başvurulan araçlar, hedeflenen amaca gerçekte hizmet etmiyor, ona zarar veriyordu.
İşçi sınıfının, sosyalizmin çıkarları adına, bu amaca uygun olmayan araçlara başvurulurken –herhangi bir farklı görüş ya da muhalefet bile söz konusu olmamasına rağmen– güvenilirliklerinden kuşku duyulan geniş bir yönetici kesim tasfiye edilip yönetim, deyim yerindeyse, ‘sosyalizmin bekçisi’ olarak Stalin’in elinde toplanıyordu. ‘Eski kuşaktan’ yönetici kesim tasfiye edilip işçi sınıfının, sosyalizmin çıkarlarını savunma sorumluluğu bireysel boyutta ‘fani omuzlara’ yüklenirken yönetimin daralıp yığınlardan uzaklaşması kişisel düzeye varıyordu. Sovyet iktidarının işçi sınıfının komünizm hedefi doğrultusunda ilerlemesinin güvencesinin Stalin’in şahsında bireylere yüklendiği bu gelişme ise, işçi sınıfının, yığınların politik yabancılaşmasını artırarak aslında, işçi sınıfının komünizm hedefiyle çelişen eğilimlerin, gelişmelerin ortaya çıkabilmesi ve etkin olabilmesi açısından, alanı daha da fazla açıyor, ortam yaratıyordu. Sovyet iktidarının ileriki dönemlerinde maddi ayrıcalıklar kazanıp bunları yerleşik bir duruma getirerek kendi özel çıkarlarını, işçi sınıfının, komünizm mücadelesinin çıkarlarının önüne geçiren bürokrasi de, ‘eski kuşağın’ tasfiye edilip sınıfın, yığınların yönetimden daha da uzaklaştırıldığı bu zeminde gelişti.
Ayrıcalıklar kazanarak kendi konumlarını kalıcılaştırmaya yönelen kesimlerin tasfiye edilmesi, çelişkili bir biçimde –sınıfın yığınlarının yönetimi ellerine alması gerçekleşmediği için– yeni aydın tabakanın yaratılıp ayrıcalıklı konumlara getirilmesi sonucunu doğurdu. İşçi sınıfının ve sosyalizmin çıkarlarının savunulmasının güvencesinin yığınlar yerine Stalin’in şahsına indirgenmesi ise, Sovyet iktidarının gelişimini, kaderini bir bireyin varlığına, iradesine bağlayarak temelinden zayıflatıyor, gerçek dayanağından yoksun bırakıyordu. Bu koşullarda, toplumdaki ayrıcalıklı konumunun yanısıra giderek Bolşevik Parti içinde de etkinlik kazanan yeni ayrıcalıklı tabakanın hakimiyetinin, yönetimi elinde toplamasının önünde Stalin’in şahsından başka engel kalmıyor, bu anlamda arzulananın tam tersine sosyalizmin çıkarlarının korunmasından, savunulmasından uzaklaşmanın olanakları artırılmış, güçlendirilmiş oluyordu.
İşçi sınıfının, sosyalizmin çıkarlarını savunmak üzere de olsa, Stalin’in yönetimi, iktidarı elinde toplaması, işçi sınıfı iktidarının komünizme ilerleyiş için zorunlu özelliklerini bozuyor, sınıfın yığınlarını yönetimden daha da uzaklaştırıyordu. Yönetimin bireysel boyuta kadar daralması, yığınların kaderlerini kendi ellerine almasından, kendilerini doğrudan yönetmelerinden bütünüyle uzaklaşmaya karşılık geliyordu. Ama öte yandan, Stalin’in temsil ettiği politikalar, uygulamalar, desteklerini alarak yığınları seferber ettiği gibi, yığınların, sahip oldukları bilinç düzeylerine karşılık gelen taleplerini ifade ediyordu. Diğer bir deyişle, Stalin’in iktidarı, bir bireyin, yığınlara rağmen, onların elinden iktidarı alması değil, onların varolan bilinçleri, talepleri doğrultusunda, bu taleplerle uyum içerisinde, iktidar olmasıydı. Bu açıdan sorun, yığınların, bilinç düzeylerinin yetersizliğiyle, işçi sınıfı demokrasisinin, yönetime yığınsal katılımın komünizme ilerleyişte zorunluluğunu kavramaktan yoksun olmalarıdır ve Bolşevik Parti’nin de bu aksaklığı gidermekte başarısız kalmasıdır.
Yığınların yönetimden uzak kalmaları ile taleplerinin, çıkarlarının onlar adına bir bireyin yönetimiyle gerçekleştirilmesi arasındaki çelişki ise, sonsuza kadar varlığını sürdüremezdi. Tarihin akışını, yığınların yerine, onların adına, bireyin etkilemesi, belirlemesi kalıcı olmadı. Stalin’in, yönetimi elinde toplayarak, işçi sınıfının, sosyalizmin çıkarlarını savunması, bunların güvence altına alınmasını sağlamadı. Yığınlar adına çıkarlarının savunulması, yığınların, kazanımlarını, çıkarlarının dolaylı temsilini de kaybetmelerine, iktidarın yığınlara hizmet etmesinin son bulmasına kadar vardı. Önce bürokrasinin iktidara gelmesiyle, sonra da Sovyet iktidarının yıkılmasıyla, bir anlamda ‘tarih intikamını aldı’.
Bu dönemde, kısa vadeli hedeflere ulaşmayı sağladığı ölçüde uzun vadeli amaçlara uygunluğu sorgulanmayan araçlarla ve yöntemlerle, hızla gerçekleştirilen sosyalist ekonominin inşası esas olarak tamamlandı; Sovyetler Birliği emperyalist savaşta varlığını korumayı başardı, savaşı kazanıp dünya ölçeğinde etkin oldu. Ancak bu süreçte, günlük hedeflere ulaşılırken, uzun vadeli amaçlar açısından, kusurlar, bozukluklar ve engeller birikiyordu. Sosyalist mülkiyet temelinde sosyalist üretim yerleştirilirken meta ilişkilerinin ortadan kalkmamış kalıntıları anayasa düzeyine yansıyor, parlamentarizm doğrultusundaki değişiklikler, bozulmalar işçi sınıfının egemenliğinin aracı olarak Sovyet devletinin sınıfsal temelini zayıflatıyordu. En önemli çarpılma olarak işçi sınıfının, yığınların yönetimden uzaklaşması, siyasi yabancılaşması ise, maddi ayrıcalıklı bir bürokrasinin hakimiyetine olanak sağlayarak Sovyet iktidarının komünizm hedefine doğru ilerlemesini engelleyecek özellik taşıyor; işçi sınıfı adına yönetim, işçi sınıfının egemenliğini tehlikeye düşürüyordu.
Komünizmin alt aşaması olarak sosyalist toplum, kapitalizmin, sömürünün, meta ilişkilerinin, üretim araçları karşısındaki farklı konumları açısından sınıfların ortadan kalkmış olduğu toplumdur (Kurtuluş Sosyalist Dergi 1, Kasım 2001, s. 170). Sosyalist toplumsal-ekonomik yapının üzerinde yükselen üstyapının, toplumun sınıflara bölünmüşlüğünün izlerinin ve devletin bütünüyle ortadan kalktığı komünizmin üst aşamasına ulaşılabilmesi için gerektirdiği siyasi örgütlenme, devlet ise, işçi sınıfının ve sınıflar ortadan kalktığı ölçüde tüm toplumun yığınsal olarak yönetime katılımını sağlayarak yöneten - yönetilen ayrımının giderilmesinin koşullarını yaratan, geliştiren işçi sınıfı demokrasisi biçimindedir (Kurtuluş Sosyalist Dergi 6, Mart 2003, s. 105). Sovyetler Birliği’nde sosyalist inşanın izlediği süreç, bu açıdan çelişkili sonuçlar doğurmuştur. Bir yandan altyapıda, ekonomi düzeyinde sosyalist inşa hedeflerine ulaşılmış, sosyalist üretim örgütlenmiş, diğer yandan bu dönüşümü, inşayı gerçekleştiren işçi sınıfının devleti, komünizme ulaşmak için zorunlu özellikleri açısından bozulmaya uğramış, üstyapıda, politika düzeyinde eksiklikler, kusurlar, çarpıklıklar oluşmuştur. Diğer bir anlatımla, sosyalizme geçiş, sosyalist inşanın ekonomik hedeflerine ulaşması, sosyalist ekonominin kuruluşu açısından gerçekleşmiş, işçi sınıfının egemenliğinin, sosyalist devletin biçimindeki, özelliklerindeki, yapısındaki bozulma buna eşlik etmiştir.
Sovyet iktidarının daha sonraki gelişimi ve kaderi, bu çelişkili niteliğinin ürünü oldu. Ekonomik temel, sosyalist toplumsal-ekonomik yapı, Sovyetler Birliği’nin iç ve dış, maddi ve manevi, bütün yaşamında belirleyici olmakla birlikte, siyasi yapı, işçi sınıfı demokrasisi, sosyalist devlet düzeyindeki eksiklik, çarpıklık, komünizme ilerleyişi engelleme yönünde etkili olarak Sovyetlerin tıkanmasına ve yıkılmasına yol açtı.
Bu anlamda, bu dönemde, sosyalist toplumsal-ekonomik yapıya geçiş esas olarak tamamlanmış, Sovyet iktidarının daha sonraki dönemlerde yapısını, niteliğini, karakterini belirleyen sistem olarak sosyalizm yerleştirilmişti; ama aynı zamanda, sosyalist devrimi, sınıfların ortadan kaldırılması eylemini gerçekleştiren işçi sınıfının siyasi temsilindeki, devlet yapısındaki gerileme ve bozulmalarla birlikte ve de komünizme ilerleyiş yerine kendi ayrıcalıklı konumunu korumaya çalışan bir bürokrasinin hakimiyetinin zeminini yaratarak ileride tıkanmasına ve yıkılmasına yol açacak eksiklik, çarpıklık ve bozukluklarla birlikte. Sovyet iktidarının daha sonraki tarihini bu dönemde kazandığı nitelikler ve özellikler belirledi; iç ve dış gelişmeler, mücadeleler, kurulmuş olan sosyalist toplumsal-ekonomik yapı temelinde gerçekleşti; sınıf adına yönetimin bireysel boyuta daralması –‘sosyalizmin bekçisi’ olarak Stalin’in yaşamının sona ermesiyle– maddi ayrıcalıklı bürokrasinin hakimiyetine vardı.
J. V. Stalin, Problems of Leninism (Leninizmin Sorunları), Foreign Languages Press, Peking, 1976
M. Dobb, Soviet Economic Development Since 1917 (1917’den Beri Sovyet Ekonomisinin Gelişimi), London, 1978
R. Medvedev, Let History Judge (Tarih Yargılasın), Spokesman Books, London, 1976
OCAK 2005
10
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com