Sosyalizm meta ekonomisi değil onun aşılması, tasfiyesi olduğundan, sosyalizmi piyasa ilişkileri ile düzeltme çabaları ya bunlardan ya da sosyalizmden vazgeçmeye varmıştır.
SÜHA ILGAZ
20. yüzyıl tarihiyle büyük ölçüde çakışan sosyalizm deneyimleri tarihi içerisinde, piyasa ilişkilerinin sosyalizmdeki yeri konusu sıkça gündeme geldi. Meta ilişkilerinin giderek tasfiye olup olmayacağı, bunun hızı ya da tersine meta ilişkilerine dayanılması, bunların geliştirilmesi doğrultusunda tartışmalar, bu tarihin çeşitli dönemeç noktalarında gerçekleşti. Bu tartışmalarda ileri sürülen görüşler, bir yandan, sosyalizmin inşası sürecinin ulaştığı aşamaya ilişkin, koşullara ilişkin değerlendirmelere dayanıyordu; bir yandan da, bakış açılarında bir farklılaşmayı, farklı anlayışları yansıtıyordu.
Sovyetler’de iç savaş dönemindeki ‘savaş komünizmi’ uygulaması ve ardından gelen NEP döneminde yeniden meta ilişkilerinin geliştirilmesi, daha çok zorunluluklarla, ‘fazla ileri gitmenin ardından geri çekilmeyle’ bağlantılı olarak tartışılmıştı. Daha ileriki dönemlerde ise, sosyalizmin sorunlarına, tıkanıklıklarına cevap ararken piyasa unsurlarının yeri tartışma gündemine geldi. Sosyalizmin belirli sorunlarını çözebilmenin aracı olarak piyasa ilişkilerine başvuruldu. Bunlar, ellilerin ortalarında ‘Hruşçov reformları’, altmışların ortalarında da ‘Kosigin reformları’ olarak anıldılar.
‘Hruşçov reformları’ ve ‘Kosigin reformları’nın ömürleri kısa oldu. Mevcut yapıya daha fazla hasar vermekten, dolayısıyla sorunları daha fazla ağırlaştırmaktan öteye gidemediler ve başarısızlıkları yüzünden terk edildiler. Aslında bu başarısızlık, koşullardaki değişimin, sosyalizmin özgün karakteri ile piyasa ilişkileri arasındaki bağdaşmazlığın yeterince göstergesiydi. Ama bu tartışmalar sırasında ‘piyasa sosyalizmi’ diye adlandırılmaya başlanan yaklaşım, bir anlayış olarak ortadan kalkmadı.
Pratik teorinin sınandığı ölçüt olmakla birlikte, teorinin pratiğin yorumlandığı bir temel sağladığı da gerçekliğin diğer yanı. Aynı olguların bambaşka biçimlerde yorumlanabilmeleri, farklı anlayışlara dayanak olarak gösterilebilmeleri de yine bu yüzden. Piyasa sosyalizmi anlayışı da Sovyetler’de seksenlerin ortalarında, bu defa ‘perestroyka’ (yeniden yapılanma) adıyla, tekrar gündeme geldi. Yeniden piyasa unsurlarını ileri sürenlerin daha önceki başarısız ‘reform’ girişimlerinden çıkarttıkları ders ise, savundukları anlayışla uyumluydu. Başarısızlıklar, girişimlerin sınırlılığına, tutarsızlığına bağlanıyor, bu geçmiş deneylerden, perestroykanın bütünlüklü, kapsayıcı, tutarlı olması gerektiği dersi çıkartılıyordu.
Bu defa piyasa reformunun bütünü kapsayıcı ve tutarlı olmasına özel bir çaba sarf edildi. Başarılı da olundu! Sonucu on yıldır ortada. Piyasa ilişkilerinin tutarlılığının, bütünlüğünün sağlanması, bunun gerçekleştirilmesi, kapitalizmin restorasyonuna karşılık geldi. Ama reform adına gerçekleşen büyük yıkım da yine söz konusu anlayışları ortadan kaldırmadı. Piyasa sosyalizmi anlayışı, seksenlerin ortalarından beri ağır basan sosyalizm anlayışı olarak yerleşti. Sovyetler’in yıkılması bu durumu değiştirmedi ve bugün de piyasa sosyalizmi pratikte ve teoride ağırlıklı yerini koruyor. Çin’de Deng Hsiao Ping’in “fare yakaladığı sürece kedinin rengi önemli değil” sözüyle simgelenen anlayış, Komünist Parti’nin yönettiği bir kapitalizme kadar vardı. Kapitalist ülkelerde sosyalist politik alternatif olarak ileri sürülenlerin ise çok büyük kısmı, üretim ilişkilerine dokunmadan hümanist ya da sosyal adaletçi doğrultuda müdahaleler önermekle sınırlı kalan, altyapıda kapitalist meta ilişkileri korunurken üstyapıda bazı demokratik değişikliklerin buna eklemlenmesi arzusunu yansıtan projeler.
Olgular, pratik, teorinin, anlayışların gerçekliğe uygunluğunun göstergesi olsa da ve dolayısıyla teorinin uygulamadaki sonuçları pratikte ne kadar ortaya çıkarsa çıksın, teorinin, kendi düzlemi içerisinde tartışılması, değerlendirilmesi, teorik dayanakları ve sonuçları çerçevesinde de çözümlenmesi gereğini ortadan kaldırmıyor. Düzeyler arasında etkilenme, belirlenme ilişkileri olsa da, hiç biri diğerine indirgenemediğinden her düzeyin sorunları aynı zamanda kendi içinde çözümlenmek zorunda. Piyasa sosyalizmi anlayışının ürettiği sosyalizm pratiği, doğurduğu sonuçlar ortada olsa da, bu, söz konusu anlayışın artık sosyalist ideolojik platformdan silinip gitmesine yetmediği gibi, onun anlayış düzeyinde ele alınıp tartışılması ve mahkum edilmesi gereğini de gündemden çıkartmıyor.
‘Perestroykanın mimarı’ olarak nitelenen ve o dönem Gorbaçov’un ekonomik danışmanlığını yapan Abel Aganbegyan’ın 1989 başında, glasnost ve perestroyka uygulamalarının en tepe noktasında, diğer bir ifadeyle yıkımın arifesinde yazdığı Dağı Kımıldatmak, Perestroyka Devriminin İçinden adlı kitabı, piyasa sosyalizmi anlayışını oluşturan görüşler bütününü toplu bir biçimde aktarmak ve sergilemek için yeterince malzeme sunuyor. Aganbegyan’ın bu kitabı, doğrudan teorik bir eser olmaktan çok Batı’yı perestroykanın geri dönülmezliğine ikna etmeyi hedefleyen bir kitap olmakla birlikte, sosyalizm adına önerilen piyasa unsurları ve meta ilişkileri uygulamalarını çok yönlü olarak ileri sürüyor. Bu anlamda söz konusu kitaptaki önermeleri ve görüşleri, piyasa sosyalizmi anlayışının ulaştığı en gelişkin boyutun ifadesi olarak ele almak mümkün.
Piyasa sosyalizmi yaklaşımının kökeni, yaşanan sosyalizmin sorunlarına çözüm arayışlarına dayanıyor. Bu anlayışın kalkış noktası, uygulamada ortaya çıkan sosyalizmin aşılamayan, çözülemeyen sorunları, tıkanıklıkları, verimsizlikleri. Bunların başında bürokratikleşme, atalet, yabancılaşma gibi sorunlar ve bunların yol açtığı sonuçlar geliyor. Genel bir sahipsizlik, umursamazlık, düşük çalışma verimi, geniş yığınlar düzeyinde tatminsizlik, giderek yeniliklerin uygulanmasının, gelişmenin yavaşlaması, kalitenin düşmesi, ürünlerin ihtiyaca uygunluğunun azalması, israf gibi sorunlar karşısında, piyasa sosyalizmi, bunları piyasa unsurları yardımıyla giderme arayışının ifadesi. Bütün bu sorunların ilk kaynağında yığınların, işçi sınıfının demokrasisindeki bozulmanın yattığını görememek, çözümleri de başka yerde aramayı getiriyor.
Kapitalizmin, yapısal farklılığı nedeniyle, sorunlarının benzer biçimler taşımaması, yüzeysel bir karşılaştırmada, kapitalizmin işleyişinin sosyalizmin değinilen sorunlarına yol açmayacağı değerlendirmesi çerçevesinde, kapitalizmin bir takım unsurlarının bu sorunlara cevap olabileceği yanılsamasını doğuruyor. Karar organlarının temsil ettikleri yığınlara yabancılaşması, bürokratikleşmesi sonucu, alınan kararların, üretimin gerçek ihtiyaçları karşılamaktan uzaklaşmasının yol açtığı sorunların çözümü, işletmelerin pazarda rekabeti, serbest fiyatların, arz ve talep dengesinin üretimi düzenlemesi, gelirlerin, ücretlerin karlara bağlanması gibi meta ilişkilerinde aranıyor. Doğrudan doğruya merkezi planlamanın aleyhine getirilen bu önlemlerin, sosyalizmin üstünlüklerinden vazgeçerek aslında kendisinin terk edilmesinden başka bir sonuç üretmesi de mümkün değil. Zaten yaşanan pratik de farklı bir noktaya varmadı.
Öte yandan, bu sonucu görmek için, mutlaka bu süreci yaşamak gerekmiyordu. Belirli bir sosyalizm anlayışı açısından, marksizmin özüne sadık bir sosyalizm anlayışı açısından bu gelişimi öngörmek mümkündü. Bu da yine, anlayışların pratikte uygulanmalarının değerlendirilmesinden öteye, aynı zamanda onların kendi içerisinde de ele alınmalarının gerekliliği anlamını taşır.
Piyasa sosyalizmi tartışmalarına değinebilmek amacıyla bu yazıda ele alınan Aganbegyan’ın kitabı, perestroykanın hedeflerini tanımlayarak başlıyor:
“Ana hedef, ülkemizin ekonomik yönetimini, son elli yılda gelişmiş olan idari (‘dikta’ ya da komuta) sisteminden, piyasa güçleri, mali krediler ve başka daha kuvvetli ekonomik uyarıcılara dayanan, radikal olarak yeni bir sisteme değiştirmektir. Bütün süreç, toplumumuzun genel bir demokratikleştirilmesi ve işletmelerimizde kendi kendini idareye geçişin yanısıra gerçekleştirilmelidir.
Yeni idare sisteminin kökünde yatan, ulusal ekonomimizi oluşturan çeşitli işletme ve holdinglere ekonomik bağımsızlık verilmesidir. Devlet artık onların mali işlerinden sorumlu olmayacak ve kendi açılarından onlar da devletten sorumlu olmayacak. Getirdiğimiz diğer yeni bir fikir de mülkiyette çoğulculuk.” (Aganbegyan, Dağı Kımıldatmak, s. 9)
Bu sözler perestroykanın en önemli özelliklerini iyi bir biçimde özetliyor. Piyasa ilişkileri temeline dayanmayı vurguluyor ve bir sistem değişikliğine de işaret ediyor. Aganbegyan, bu anlayışı piyasa sosyalizmi olarak isimlendirmek istemese de sosyalist piyasa sözünü kullanmaktan kaçınmıyor:
“sosyalist bir pazarda çalışmayı öğrenmeliyiz.” (age., s. 16)
“sosyalist piyasanın yaygınlaştırılması ve yoğunlaştırılmasıyla ne kastedildiğini özetleyelim. Piyasanın ekonominin anahtar kesimlerini kapsayacağını ve ülkemizin ekonomisinin bundan sonraki gelişmesinde çok önemli, aslında kritik bir rol oynayacağını güvenli bir biçimde söyleyebiliriz. Parayla desteklenen talebi karşılamak için işletmeler tarafından üretilen mal ve hizmetlerin toplumsal değerlerini kazandıkları yer piyasa olacak. Ülkede üretimi ve talebi dengeleyen piyasa olacak. Üretimin tüketici talebine daha çok bağımlı olmaya başlaması ve toplumsal ihtiyaçları tatmin etmeye başlaması piyasa aracılığıyla olacak.” (age., s. 55)
Sosyalist piyasa ifadesi ve bunun somutlanmasına ilişkin anlatılanlar, sosyalizmi ve piyasa ilişkilerini birbirleriyle bağdaştırmaya çalışan anlayışı tartışmasız bir biçimde ortaya koyuyor. Zaten bu anlayışın savunulduğu, önceki piyasacı reform girişimlerinin değerlendirilme biçimlerinden de bellidir. Ellilerin ortasında Hruşçov döneminde ve altmışların ortasında Kosigin döneminde başvurulan sosyalist piyasa uygulamaları, yönelişleri açısından savunulmakta, başarısızlıkları, yeterince ileri gidememelerine ve yeniden idari yöntemlerin hakim olmasına bağlanmaktadır. Stalin dönemi ve hatta ‘durgunluk dönemi’ diye adlandırılan Brejnev dönemi ise, merkezi planlamanın bütün ekonomiyi belirlediği idari sistem, komuta ekonomisi olarak nitelenmekte ve gündemdeki sorunların kaynağı olarak görülmektedir.
Piyasa ilişkilerinin geliştirilmesi doğrultusundaki öneriler getirilirken başvurulan dayanaklar, sosyalizmin çeşitli sorunları ve bunlara ilişkin şikayetlerdir. Söz konusu uygulamalar, bu sorunları gidermek gerekçesiyle önerilmektedir. Bu önermeler sosyalizmin geliştirilmesine uygun düşmediği gibi, cevap olarak ileri sürüldüğü sorunların karakterini saptamakta da isabetsizdir. Ama işaret edilen sorunların, mevcut sosyo-ekonomik yapının sonunda onun yıkılmasının koşullarının oluşumuna yol açan sorunlarının varlığı da gerçektir.
Bu sorunların başında bir bütün olarak sürece karşı bir ilgisizlik, sahiplenmeme, sorumsuzluk gelmektedir. Bu çerçevede, çalışmada disiplinsizlik, işe gelmeme, ayyaşlık, ürünü, kalitesini, çeşidini önemsememe, israf gündeme gelmekte, planın talimatlarının biçimsel olarak yerine getirilmesinden öteye bir çaba gösterilmemektedir. Bunlar israfa, kaynakların boşa harcanmasına ve verimsizliğe neden olmakta, gelişmenin giderek yavaşlaması, durgunluk ve tıkanıklık sonucuna varmaktadır. Bu sorunlara karşı merkezi talimatlarla, denetimle mücadele çabalarının etkisi ise, bürokratikleşmeyi artırmak, doğrudan üreticiyi süreçten daha da kopartarak aslında sorunları ağırlaştırmaktan öteye gitmemek olmuştur. Toplumsal bir boyuta ulaşan tatminsizlik, memnuniyetsizlik hissi de aynı yabancılaşmanın diğer yüzünü oluşturmaktadır.
Bu sorunların varlığı gerçektir. Ama onların karakterlerinin saptanması ve çözüm önerilerinin geliştirilmesi işin başka yönüdür. Sosyalizmin yaşanmış sorunlarının varlığı, piyasa sosyalizmi savunusunu haklı göstermek zorunda değildir. Eleştiri ve söz konusu sorunları giderecek, onlara yer bırakmayacak bir uygulamanın geliştirilmesi, sorunların temelini ele alan bir değerlendirmeye dayanmalıdır.
Bu değerlendirme, işçi sınıfının hukuken sahip olduğu üretim araçlarına, emeğinin ürününe yabancılaşmasına merkezi bir yer vermelidir. Bu ekonomik yabancılaşmanın kökeni ise, sosyalizmin kuruluşunda siyasi düzeyin belirleyici önemi nedeniyle, siyasi yabancılaşmada, işçi sınıfının kendi iktidarına yabancılaşmasında aranmalıdır. O zaman, daha Sovyet iktidarının oluşumu süreci içerisinde başlayan, işçi sınıfının gündelik devlet işleri yönetimine katılımının giderek zayıflaması ve bunun dar bir kesime terk edilmesi, anahtar bir sorun olarak görülür. Bu durumda bürokratikleşme ve her türlü toplumsal iradenin, yönetimin yığınlardan uzaklaşması, bu siyasi yabancılaşmanın ürünü olur. Bu koşullarda elbette, merkezi planlama da demokratik değil, bürokratik karakterlidir. Plan, alınan kararlar, gerçek ihtiyaçlarla çakışmaz. Her şey sahipsizdir.
Bu değerlendirme çözümü de, işçi sınıfının, toplumun gündelik yönetim işlerine yığınsal katılımının gerçekleşmesinde, böyle bir işçi sınıfı demokrasisinde görecektir. O zaman merkezi planlamanın da demokratik olması, gerçek ihtiyaçların, tercihlerin bileşimini yansıtması, alınan kararların, uygulamaların yığınsal olarak sahiplenilmesi, yabancılaşmanın çeşitli boyutlarıyla aşılması mümkün olabilecektir. Ama elbette ki, bakış açılarıyla maddi konumlar birbiriyle uyumludur. Ayrıcalıklı bir kesime dönüşerek kalıcılaşmış olan bürokrasiden işçi sınıfının bütünlüklü çıkarlarıyla, sosyalizmle uyumlu bir yaklaşım beklenemez. Bürokrasi de, sosyalizmin sorunları karşısında çözümü işçi sınıfı demokrasisinde değil, onun dışında başka uygulamalarda aramıştır. Bunlar dönem dönem zora, şiddete yönelmek, dönem dönem de piyasa ilişkilerine, kapitalizmden ödünç alınan unsurlara başvurmak olmuştur.
Aganbegyan’ın sözcüsü olduğu yaklaşım da, bu yönelimlerden piyasa sosyalizminin en gelişkin ifadesi sayılabilir. Aganbegyan, savunduğu çeşitli piyasa uygulamalarını, “idari yöntem” ya da “komuta ekonomisi” dediği ekonomik yapının sorunlarını gündeme getirerek gerekçelendirmektedir. Ancak sorunun kaynağını doğrudan doğruya merkezi planlamanın kendisinde, yani sosyalizmin temel özelliklerinde gördüğü için, bu yapıyı kaldırıp yerine piyasa ilişkilerinin konmasını savunmaktadır.
Aganbegyan, “eski idari ekonomik sistem”i eleştirirken fiyatların bu ekonomide belirleyici bir rolü olmadığını anlatıyor:
“Üretim fiyat sistemi tarafından düzenlenmiyordu çünkü ürün miktarı ve seçimi merkezi olarak planlanıyordu. Eğer fiyatlar karlılığı sağlamıyorduysa, merkezi hükümet üretimi sübvanse ediyordu.
... işletmeler... sermaye mallarını veya hammaddeleri açık piyasadan almadıkları için, siparişlerinde fiyatların hiç rolü yoktu: ihtiyaçları merkezi bir sağlayıcı kurum aracılığıyla karşılanıyordu. Ama sanki bütün bu yetmezmiş gibi, burada da fiyatlar piyasada oluşturulmuyor, tersine merkezi olarak kararlaştırılıyordu.” (age., s. 30)
Yine dağıtımın piyasa aracılığıyla gerçekleşmesi yerine merkezi olarak sağlanmasına karşı çıkıyor:
“Stalin ... mallar ve para arasındaki ilişkiyi yıkıp yerine doğrudan dağıtımı geçirdi. Böylece ‘dikta’ planlamayı getirdi ve bütünüyle idari olan yönetim sistemini kurdu.” (age., s. 161)
Aynı şekilde, üretim araçlarının da merkezi planlamayla işletmelere dağıtılmasının ve yatırımların doğrudan devlet bütçesinden karşılanmasının yerini, işletmelerin kendi kendilerine mali yeterliliklerinin ve banka kredilerinin almasını savunurken şöyle diyor:
“... sermaye malları ... fiyatlar belirleyici değil ... tercih imkanı yok ... para sorun değil. Plan yeterli malzeme sağlıyor ...” (age., s. 222)
“... ülkemizde bütün bir neslin yaşamı boyunca, yani son elli, altmış yıldır iktidardaki idari yönetim sistemi, daima maliye ve bankacılığın yönetimdeki rolünü küçümsemiş ve çarpıtmıştır.” (age., s. 218)
Aganbegyan yabancılaşma sorununu da gündeme getiriyor:
“Tekil bir işletmede toplumsal mülkiyet, hiç bir mülkiyetin olmaması gibi görünüyordu.” (age., s. 77)
“Bütün bunlar işçilerin işlerine yabancılaşmalarının sonucu. Kendilerinin efendi oldukları hissini kaybettikleri için özel olarak ürünün son hali veya kalitesiyle ilgilenmiyorlar.” (age., s. 79)
Buna dayanarak verimsizlik, düşük kalite gibi sorunlara işaret ediyor:
“Sanayiye yapılan yatırımın getirisi gittikçe azaldı. 1970’ten 1985’e kadar olan beş yıllık plan dönemlerinin her birinde getiri yılda yaklaşık yüzde üç azaldı (toplam yüzde on beş).” (age., s. 77)
Aganbegyan’ın “eski idari ekonomik sistem”e yönelik eleştirilerinin bir boyutunu da ekonominin dışa kapalı olması oluşturuyor:
“Ekonomimiz, birçok yönden kapalı bir ekonomi ... kendi kendine yeterli ...” (age., s. 181-182)
“Eski tutum dış ekonomik ilişkilerimizin basit mal değişimiyle sınırlı olması anlamına geliyordu.” (age., s. 189)
“SSCB’nin Komekon ülkeleriyle ticareti ... gelişmiş kapitalist ülkelerle ticaret hacminin neredeyse üç katı.” (age., s. 196)
Bu çerçevede sosyalizmin sorunlarına yönelik eleştiriler, sosyalizmin kendi temel özelliklerini kapsayacak biçimde genişliyor. Bu da sorunların kaynağının, sosyalizmin uygulamadaki bozulmalarında değil kendisinde görüldüğünün göstergesi. Bu noktada da önermeler, biçimsel olarak sosyalizmi reforme etme, aksaklıklarını giderme görüntüsü altında getirilse de, mevcut sosyalist ilişkileri ortadan kaldırmaya yönelen bir içerik kazanmak durumunda oluyorlar. İşte piyasa ilişkilerinin eklemlendikleri sosyalist ilişkilerin yerine geçirilmesi de bu temelde ele alınabilir.
Aganbegyan, verimsizlik, israf, gerçek ihtiyaçların karşılanamaması gibi sorunların kaynağını, ekonominin merkezi planlama tarafından düzenlenmesinde gördüğünden, bunun yerini piyasa ilişkilerinin düzenleyiciliğinin almasını savunuyor. Bürokratikleşmenin dayandığı yabancılaşma, sorunların bu toplumda aldığı biçim, kapitalizmdekinden farklı. Kapitalizmde yabancılaşma, işçiler, doğrudan üreticiler için geçerli, ama üretim araçlarının sahibi, kapitalist için bu aynı biçimde söylenemez. Bu anlamda, üretim süreci, ürünler karşısında genel bir ilgisizlik, hiç kimsenin bunlara sahip çıkmaması, özel mülkiyet koşullarında, kapitalizmde bulunmuyor. Bu çerçevede Aganbegyan da, sosyalizmin sorunlarına, kapitalizmin unsurlarında, piyasa mekanizmalarında çare arıyor. Bunu da “ekonomi yönetiminde idari yöntemden ekonomik yönteme geçilmesi” olarak adlandırıyor.
Aganbegyan piyasa mekanizmalarına ekonominin işleyişinde düzenleyici, belirleyici yer veriyor:
“... esas olarak, bütün çeşitleriyle üretim, merkezi devlet planının parçası olmayacak. Neyin, hangi miktarda üretileceği, merkezileşmemiş bir biçimde, sağlayıcılar ve tüketiciler arasındaki sözleşmelerle, sermaye ve tüketim malları piyasalarında kararlaştırılacak.
Her işletme ve her holding, masrafları, çalışan sayısı ve maliyetleri nasıl azaltacağı gibi konularda artık kendisi karar verecek.” (age., s. 101)
“Piyasaların varolmasını, mallarla dolmasını, rekabet olmasını ve tüketicinin seçim yapabilmesini sağlamalıyız. Bütün bunlar olursa, piyasa, emeğin toplumsal maliyetini, bunu ürünün fiyatına yansıtarak belirleme ana işlevini yerine getirecek ve üretimi düzenleyecek.” (age., s. 171)
Piyasa işleyişi için ilk gereklilik, ürünlerin alınıp satılabilmeleri, metalara dönüşebilmeleri, paranın varlığı ve ürün değişiminin, paranın aracılık ettiği meta dolaşımıyla gerçekleşmesidir:
“İlk gerçekten önemli adım ... bütün kaynakların parayla alınabilmesi özgürlüğü – paranın gerçek anlamında, genel eşdeğer ve maliyet ve dolaşımın ölçüsü olarak kullanımı.” (age., s. 225)
Aganbegyan gerçek anlamdaki, yani meta ekonomisindeki parayı savunduğu gibi, fiyatların da piyasada serbest olarak oluşmasını savunuyor. Bunların yanısıra, perestroyka döneminde çıkartılan yasalarda rekabete verilen yeri anlatıyor:
“Devlet İşletmeleri Kanununda işletmelerin piyasada rekabet etmeleri gereğinden söz ettik. Bunu ‘ekonomik rekabet’ olarak adlandırdık ve bu terimi kullanarak ileri doğru önemli bir adım attık: üretim ve ticarette tekeli kaldırmak gereğinden, işletmeler arasında bir rekabet sağlamak gereğinden açıkça söz ettik.
... Kooperatifler Kanunu ... Burada ‘ekonomik rekabet’ terimini sosyalist piyasaya referansla kullandık ...” (age., s. 38)
Aganbegyan, fiyatların serbestçe oluştuğu piyasada rekabet eden işletmelerin kendi masraflarını karşıladıktan sonra artan gelirlerini ücret olarak dağıtacaklarını anlatıyor. Bu durumda işletmeler mali olarak devlet bütçesinden bağımsızdırlar, kendi üretim araçlarını ve işgücünü piyasadan satın alıp ürünlerini de yine piyasada satarak kar ederler. Aganbegyan, ücretlerin işletmenin elde ettiği kara bağlanmasını da, üretime ilgisizliği aşmanın ve verimliliği artırmanın yolu olarak gösteriyor:
“Bir işletme, tam maliyet muhasebesi, kendi kendini finans ve kendi kendini yönetime geçtiğinde, çalışanların üretimle ilgilenmesinin gerekli koşullarını yaratır.
Yeni ekonomik koşullarda çalışanlar bütün masrafları karşılamada işletmenin gelirini kullanmak zorunda kalacaktır. Tam maliyet muhasebesi ve kendi kendini finansla kastettiğimiz kesinlikle budur. Bütün masrafları karşıladıktan, vergileri ödedikten, üstündeki kuruluşların çeşitli fonlarına katkıda bulunduktan ve banka ve müşteri hesaplarını kapattıktan sonra, işletmenin elindeki, artan geliridir. Bu, Devlet İşletmeleri Kanununa göre, kolektif tarafından paylaşılacaktır. Bu kalan gelirin bir kısmı ücret fonu olacaktır ve bir kısmı da genel gelişme fonu, sosyal gelişme fonu ve maddi teşvik fonu gibi çeşitli teşvik fonları arasında paylaştırılacaktır.” (age., s. 80)
Aganbegyan’ın aktardığı gibi perestroyka çerçevesinde piyasa unsurları birbirlerine eşlik etmekte, her biri diğerini gündeme getirmektedir. Ürünlerin metalara dönüşmeleri, “gerçek anlamda para” ve serbest fiyatlarla birlikte gerçekleşirken bunları kar ve kar için üretim izlemektedir. Mali kendi kendine yeterlilik ve kar için üretimi tamamlayan da ‘gerçek anlamda banka kredisi’, faiz için kredidir:
“Perestroyka yeni bir ekonomik sisteme geçiş demektir. Perestroyka sisteminde kolektif çiftlikler ve devlet çiftlikleri kendi kendilerini finanse etme durumundadır. Ayrıca banka kredisi politikaları da değişmiştir. Artık kimse, paranın geri ödeneceğine dair belirli bir garanti olmadan, yeni teknoloji alınması için kredi vermemektedir.” (age., s. 45)
Perestroykanın daha önceki piyasacı reformlardan farkı, tutarlı olmaya çalışıp onlardan daha öteye, hatta sonuna kadar, rejimin yıkılmasına kadar varmasıdır. Sürecin, sonunda toplumsal mülkiyetin yıkılmasına kadar varması açısından en kritik uygulama, herhalde özel mülkiyetin getirilmesidir. Kooperatifler, işletmelerin çalışanlarına kiralanması gibi uygulamalar ve kendi hesabına çalışma, özel mülkiyet doğrultusundaki adımlara karşılık gelmiştir. Aganbegyan bunları mülkiyette çoğulculuk olarak isimlendiriyor:
“Mülk sahipliğinde çoğulculuğun gelişmesi doğrultusunda ilk adımları attık. Devlet işletmelerinin yanısıra kooperatifleri yarattık ve hatta ekonominin parçası olarak, bireysel çalışma faaliyetinin gelişmesini, yani serbest çalışmanın gelişmesini teşvik ettik.” (age., s. 38)
“... sözleşme anlaşmasının en üst biçimi, kira anlaşması, çünkü ancak o zaman üretim araçları kesinlikle çalışanların mülkiyet, kullanım ve yönetimine geçer. Karşılığında işçiler bu araçlar için kira ödeyecekler.” (age., s. 85)
“Yeni ekonomik ve yönetimsel sistemin temel ilkelerinden biri, kiracılık anlaşmalarının yaygın kullanılması olacak. Bu sosyalist işletmedeki işçiyi, ücretliden, kiralanmış üretim araçlarının ortak efendisine ve ortak yöneticisine dönüştürecek ve yeni motive edici mekanizmalar ve ilgiyi artırıcı yeni imkanlar sağlayacak.
Mülkiyete karşı çoğulcu tutum yaratma planımızın hayati önemini abartmak zor. Kooperatiflerin yaratılması, kendi hesabına çalışma temelinde kişisel girişimlerin teşvik edilmesi, bireysel ev işletmelerinin geliştirilmesi, bireysel inşaat yapımı ve özel bahçecilik ve toprak işleme doğrultusunda devlet tarafından özendirilen güçlü bir hareket var.” (age., s. 170)
Böylece bireysel girişimler, toplumsal mülkiyetin kiralanması gibi özel mülkiyet doğrultusundaki adımlar, demagojik olarak üretim araçlarının çalışanların mülkiyetine geçmesi biçiminde sunulmaktadır.
Piyasa reformları, tüketicinin isteklerine öncelik vermek adına savunulmalarına rağmen, gerçek etkisi ters yöndedir. Serbest fiyatlar ve işletmelerin karlılığı, tüketim mallarının sübvanse edilmeyip fiyatlarına zam yapılmasını getirir. Tüketim mallarının fiyatlarının yükseltilmesi, hem birikmiş tasarrufların harcanması, hem de talebin düşürülmesi, böylece arz ve talep dengesinin sağlanması için savunulmaktadır. Böylece piyasa, mallara zam yaparak kuyruk sorununu çözer! Aganbegyan da ekmek, et ve süt ürünleri gibi temel maddelerin fiyatlarının yükseltilmesinden, evlerin satın alınmaya teşvik edilmesine, araba ve dayanıklı tüketim malları üretimini ve ithalatını artırarak tasarruf hesaplarında biriken paraların harcanmasını sağlamaya kadar bir dizi önlemi savunuyor. Bu önlemlerin genel olarak toplumun yaşam standardını olumlu etkilemeyeceği açık. Aganbegyan da bunu bir biçimde söylemeden edemiyor:
“... bu dönemde insanların yaşamlarını radikal olarak iyileştiremeyeceğiz.” (age., s. 169)
Meta ilişkileri içerisinde kapitalist ilişkilerin doğması, işgücünün de meta olmasını, işgücü piyasasının da oluşmasını gerektirir. Aganbegyan işgücü piyasasından da söz ediyor:
“Bir biçimde şimdiden bir işgücü piyasamız var ...” (age., s. 54)
İşgücünün serbestçe pazarda alınıp satılabilmesi, aynı zamanda işsizliğin varolması demektir. Aganbegyan da işlerin daralacağını, işletmelerin iflas edip kapanacağını, işçilerin işlerini kaybedeceğini anlatıyor:
“Hesaplarımıza göre, gelecek bir kaç yılda ve 2000’e kadar yılda 1-1.5 milyon kişi işini kaybedecek.” (age., s. 71)
“... umarım, 1990’da hayata geçirmeyi planladığımız fiyat reformundan sonra, kar etmeyen belirli işletmeleri dağıtmaya başlarız.” (age., s. 72)
“... niyetimiz, üretimdeki kol işçilerinin sayısını, şimdiki işgücünün yüzde ellisi civarından, 2000 yılına kadar yüzde on beş – yirmiye indirmek.” (age., s. 76)
Kapitalist ilişkilerin gelişmesi açısından, işgücünün meta olması kadar bir gereklilik olan üretim araçlarının meta olmaları da özel bir öneme sahip. Aganbegyan, piyasa işleyişinin tüketim araçlarıyla sınırlı olmayıp üretim araçlarını kapsayacağını da açıklıyor:
“Tüketici piyasasının yanısıra, ülkemizde yakında sermaye malları için de bir piyasa yaratmayı hedefliyoruz.” (age., s. 15)
“Sermaye donanımında toptan ticareti yerleştirmeye kararlıyız. ...
Şimdiki sistemden ve onun merkezi olarak malzeme ve teknik donanım sağlamasından, toptan ticaret temeline dayanan bir sisteme geçmeliyiz.” (age., s. 39)
Üretim araçları piyasası, ardından, mali piyasa, hisse senetleri piyasası ile tamamlanıyor. Buna çek, kredi kartı ve hatta döviz piyasası da ekleniyor:
“Şimdiden bazı hisse senedi ve tahvillerimiz var ve daha çıkarılmaya devam edilecek. Çek ve kredi kartı getirmek ve rublenin farklılaşan türlerinden kurtulmak niyetindeyiz. Giderek ruble gerçek değerine karşılık gelmeye başlayacak ve hatta konvertibl olacak.” (age., s. 170)
Piyasa mekanizmalarının gelişmesine ilişkin önermeler, dışa açılmaya, dış piyasayla bütünleşmeye bağlanıyor:
“... fiyat reformunun ... esas sonucu, fiyat düzeylerinin, hem mutlak hem orantılı olarak, –SSCB’nin içinde ve küresel olarak da– birbirine yaklaşması olacak. Bu da bizim konvertibl rubleye geçişimizi ve SSCB’nin uluslararası ekonomik ilişkilere daha büyük katılımını kolaylaştıracak.” (age., s. 36)
“Yabancı şirketlerle ortak girişimlerin gelişmesini teşvik edebiliriz ve etmeliyiz. ... paramızı konvertibl yapıp ekonomimizi giderek daha çok dışa açtıkça, dış piyasa güçlerinin basıncı, hem sosyal hem dünya piyasalarında, mallarımızın rekabet edebilirliğini etkileyecek.” (age., s. 38)
Piyasa ilişkilerinin geliştirilerek kapitalist pazarla bütünleştirilmesi isteği, Sovyetler Birliği’nde emeğin ucuz olduğu gerekçesiyle yabancı sermayeyi davet etmeye varırken emperyalist mali kurumlara karşı tutum değiştirmeyi de gündeme getiriyor:
“Maliyetler, sosyal yardımların önemli bir oranının devlet tarafından kendi bütçesinden ödenmesi olgusu sayesinde Sovyetler Birliği’nde emeğin göreli ucuzluğu yüzünden, daha da düşük olacaktır.” (age., s. 207)
“... diğer sosyalist ülkelerle birlikte, GATT, IMF ve Dünya Bankası’na katılmayı kabul etmemiştik. Yeni koşullar bizi, önde gelen görevlerimizi yeniden gözden geçirmeye ve ülkemizin uluslararası işbölümünde daha köklü yer almasını göz önüne almaya ve sonunda paramızı konvertibl yapmaya itti; şimdi bu yüzden bu kurumlara karşı tutumumuzu da yeniden değerlendireceğiz.” (age., s. 227)
Böylece, sosyalizmin sorunlarına çözüm aranırken başvurulan, kapitalizmden, meta ekonomisinden ödünç alınan uygulamalar, bunlarda tutarlı olunduğu, sonuna kadar götürüldüğü ölçüde, kapitalist ilişkilerin geliştirilmesinin yolunu açıyor, kapitalizmle bütünleşmeye yöneliyor.
Perestroyka glasnostla birlikte öne sürülürken dayanılan gerekçe, sosyalizmin kusurlarını, tıkanıklıklarını gidermekti. Ama sürecin sonunda ulaştığı sonuç tam aksi yönde oldu. Sosyalizmin reformu, düzeltilmesi yerine, kapitalizmin restorasyonuna ulaşıldı. Bu aslında, öngörülemeyecek, şaşırtıcı bir sonuç değildi. Sürecin başlangıcından itibaren bu yönelimi saptayabilmek için yeterince veri bulunuyordu. Sosyalizmin meta ekonomisi olmadığı, aksine meta ekonomisini, piyasa ilişkilerini tasfiye ederek kurulduğu, dolayısıyla sosyalizmle piyasa ilişkileri arasında bir uyumsuzluk ve bağdaşmazlık olacağı, zaten sosyalist inşaya ilişkin teorik düzleme dayanıldığında açık olan en temel bir saptama. Ama buradan öteye, perestroyka ve glasnost savunucularının, kapitalizmle sosyalizm, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadeleler karşısında aldıkları tutumlar da, daha somut bir düzlemde, yine sözü edilen yönelimin açık işaretlerini veriyordu.
Glasnost ve perestroykaya eşlik eden ideolojik çizgi, ‘barış’, ‘yumuşama’, ‘insanlığın ortak çıkarlarının öne çıkması’ gibi ifadelerle kendisini ortaya koyuyordu. Bu biçimde emperyalist-kapitalist blokla ‘sosyalist blok’ arasındaki karşıtlık hafifletilerek ‘sosyalist blok’ üzerindeki basıncın, yükün azaltılması amaçlanıyor gibi gözüküyordu. Ama kutuplar arasındaki çelişkilerin yumuşatılması, insanlığın ortak çıkarlarında buluşulması vurgusu, bütün bir doksanlı yıllar boyunca dünyaya hakim olan küreselleşmenin zeminini hazırlamaktan öteye gidemedi. İki kutbun yerine tek kutup geçti, ama bu ikisinin birbiriyle kaynaşmasıyla değil, birinin diğerini yenmesi, tasfiye etmesiyle oldu. Emperyalizm tek başına egemen oldu ve bugüne gelindiğinde de, artık karşısındaki kutbu, sosyo-ekonomik yapıyı tasfiyeyi ve yerine yeniden kapitalizmi yerleştirmeyi tamamladığı için, ‘barış’, ‘insanlığın ortak çıkarları’ ifadelerini terk edip yeniden açık saldırı politikasına döndü.
Sınıf mücadelesinin yerine insanlığın çıkarlarının ortaklaştırılmasının geçirilmesi doğrultusundaki, gerçekte sınıf mücadelesinin ortadan kalkmasına değil, bu mücadelede burjuvazinin işçi sınıfına karşı üstünlük kazanmasına hizmet eden görüşler, Aganbegyan’ın kitabında da yer alıyor:
“Herkesin bildiği gibi, yeni politik stratejimiz perestroykada, ortak insan özelliklerinin dar sınıf ve grup çıkarlarına hakim olmasını hesaba kattık. Birçok ekonomik sürecin hem sosyalist hem de kapitalist ülkelerde ortak olduğunu kabul ettik.” (age., s. 62)
“... dünyayı, birbiriyle karşı karşıya olan farklı politik sistemlere, birbirine karşı mücadele eden bir düşmanlar dünyası olarak bölen eski bakış. Eski düşünce her sorunun sınıf konumundan ele alınması öncülüne dayanıyordu. Sınıf bakış açısından Batının işadamları sömürücülerdi. ...
Yeni politik düşüncemiz dünyaya karşı tavrımızı değiştirdi. Şimdi dünyanın bir bütün olduğunu ve her parçasının bir ötekiyle karşılıklı bağlantılı olduğunu daha açıkça anlıyoruz. İşbirliği sorunlarına ve aslında, savaş ve barış gibi bütün diğer dünya sorunlarına, sınıf konumundan değil, genel insan konumundan yaklaşımın önemini gördük.” (age., s. 183)
Uluslararası boyutu ‘barış’ ifadesi etrafında odaklanan ideolojik çizgi, iç politika boyutunda da ‘demokrasi’, ‘özgürlükler’ eksenine oturdu. Demokrasinin içerdiği anlam farklılıklarından öteye, farklı akımlar tarafından bambaşka yorumlarla kullanılması, glasnost ve perestroyka savunucularının da böylece yaratılan muğlaklıklardan yararlanmalarını, demokrasi ve özgürlükler adına aslında bunların ortadan kaldırılmasına hizmet etmelerini sağladı. İşçi sınıfının haklarını, özgürlüklerini, iradesini, yönetimini ifade etmesi gereken sosyalist demokrasi, aksine bunları işçi sınıfının kaybedip burjuvazinin kazanmasına karşılık geldi.
Aganbegyan’ın kitabında da perestroyka, demokratikleşmeyle bağlantılandırılıyor; perestroykanın geri dönülmezliği için genel bir toplumsal demokratikleşme şart koşuluyor:
“... sosyalist toplumun çarpılmasının, ekonomik reformların ve diğer ilerici inisiyatiflerin başarısızlığının nedeni demokrasi eksikliğinde yatıyor. Ve şu her şeyden önemli sonuç çıkartıldı: perestroykanın itici gücü olacak ve onu geri dönülmez yapacak olan, toplumda ve ekonomide demokrasinin tam gelişmesi.” (age., s. 165)
Hatta demokrasiden ‘sovyet iktidarı’ olarak bile söz ediliyor:
“Reformun temel amacı, ulusal iktidar organları olan Sovyetlere bağımsız haklarını geri vermek.” (age., s. 114)
“Yeni sistemde çalışanların kolektifinin hayati bir konumu olmasına karar verdik. İşletmenin planı ve teşvik fonunun dağıtımı üzerine son kararı verme, direktör ve diğer yöneticileri seçme ve işletmenin gündelik faaliyetlerinde onu temsil edecek bir konsey oluşturma hakkı olacak. Bu ilerleme, bir genel demokratikleşme, artan kendi kendini idare ve Sovyetlere daha fazla iktidar devredilmesi arka planı üzerinde gerçekleşecek.” (age., s. 173)
“Yalnızca demokratikleşme aracılığıyla işçiler perestroyka sürecine dahil edilebilirler, çünkü yalnızca demokrasi bütün iktidarı halka verebilir.” (age., s. 174)
Ama genel bir hukuk devleti talebi, demokrasinin kimin için istendiğinin işaretini veriyor:
“Bir hukuk reformu hazırlanıyor. Acil görevi, devletimizi hukuk devleti olarak yeniden yapılandırmak. Bu, gelecekte hukukun egemen olacağı, bütün yurttaşların haklarının korunacağı ve yasa önünde eşitlik ilkesinin sıkıca yerleştirileceği anlamına geliyor.” (age., s. 116)
Bütün demokratikleşme, iktidarın Sovyetlere verilmesi, işçilerin haklarının gelişmesi ifadelerine rağmen, süreç tam ters yönde ilerledi. Aslında elbette yine belirleyici olan sınıf mücadelesiydi. Özgürlükler ve demokratikleşme ifadeleriyle istenen, perestroyka karşısındaki direncin kırılmasıydı. Bu direnç ise, esas olarak, çıkarları sosyalizmin ilerlemesine karşılık gelmese de sosyalist inşa sürecinin ürünü sosyo-ekonomik yapıya bağlı olan mevcut bürokrasiden kaynaklanıyordu. Bu anlamda, ileri sürülen özgürlükler, demokratikleşme, bürokrasinin hakimiyetinin kaldırılmasına yönelikken, hukuk devleti tarafından güvence altına alınması hedeflenen özgürlükler, serbest ticaret, özel mülkiyet gibi burjuva özgürlüklere dönüşüyordu.
İdeolojik düzlemde savunulanların karşılık geldikleri gerçek içerikler, bunların temsil ettikleri çıkarlarda, mücadelelerde bulunur. Demokratikleşme olarak adlandırılan politikanın yandaşları ve karşıtları, hizmet ettiği ve karşısına aldığı çıkarlar, bu anlamda maddi düzeyde gerçekleştirilenler, onun içeriğinin daha tam bir göstergesidir. Aganbegyan’ın sözleri arasında da, bu açıdan perestroykanın karakterinin saptanmasına yardımcı olacak yönler ortaya çıkmaktadır.
Aganbegyan perestroyka karşıtlarını sıralıyor:
“Bu büyükçe parti, hükümet ve ekonomi örgütçüleri grubu, eski tarz ekonomi direktörlerinde, tutucu eğilimli aydınlarda ve işçi sınıfının eski, çarpık toplumda iyi geçinen ve yeni idari sistemin onlara yüklediği daha yüksek taleplerden memnun olmayan üyelerinde, perestroykaya karşı gelmede müttefikler buldular.” (age., s. 160)
“Perestroykanın neden bu kadar yavaş olduğunu ve neden bu kadar güçlükle karşılaştığını tahlil ederken, en önemli nedenler olarak atalet ve direniş güçlerini küçümsemiş olduğumuz olgusunu ... daima belirtiyoruz.” (age., s. 165)
Aganbegyan, siyasi ve ekonomik yönetimin ileri gelenlerinden, aydınlara ve işçi sınıfının üyelerine kadar toplumun neredeyse bütününü kapsayacak kadar geniş kesimlerini perestroyka karşıtı olarak sayıyor. Diğer yanda ise, kapitalist ülkelerdeki burjuvazinin sınıfsal örgütlenmelerinden farkı belirsiz odalarda örgütlenen ‘iş çevreleri’ bile vardır:
“SSCB Sanayi ve Ticaret Odası’nın önemi büyüdü. Demokratikleşme politikalarımızla uyumlu olarak bu yapı, ülkemizin iş çevrelerinin temsilcisi haline geliyor. Odanın yanısıra, başka ülkelerle iş dernekleri, ortak işletmelerin direktörleri konseyi ve benzeri yeni dernekler kurulmakta. Oda, yasama planları önerme, girişimci dernekleriyle ilişkiler sürdürme, danışmanlıklar sağlama, fuarlar düzenleme, lisans verme ve benzeri haklara sahip.” (age., s. 187)
Aganbegyan, ideolojik düzeyde gerçekleşen sınıf mücadelesinde işçi sınıfına karşı burjuvaziyi savunmayı neo-liberalizme kadar götürüyor. Tam boy demagojiyle özelleştirmeyi toplumsallaştırma ilan edip liberalizasyondan yana konumlanıyor:
“... özelleştirme süreci ... Aslında süreci toplumsallaştırma olarak isimlendirmek daha isabetli olabilir. ... çünkü süreç mülkiyeti halka yaklaştıran, halkın mülkiyetinden yabancılaşmasını tasfiye eden bir süreç.” (age., s. 64)
“... yazılar ‘liberalizasyon’ kelimesi kullanıyor. Bu kötü bir kelime değil ve liberalizasyon süreci de kötü bir süreç değil.” (age., s. 175)
Aganbegyan’ın sözlerinde iş çevreleri, özelleştirme ve liberalizasyondan yana çıkılırken neye karşı tavır alındığını görmek mümkün. Tasfiye edilecek, kaldırılacak olan, ‘tekeller’dir, merkezi planlamaya dayanan sistemdir:
“... piyasanın düzenleyici olduğu ekonomik yöntemlerde ve sosyalist rekabet ilkelerinde ustalaşıp üretim ve ticaret tekellerini tasfiye edersek ... başaracağız.” (age., s. 37)
“... merkezi dağıtım sisteminin olumsuz sonuçları ... onun kaçınılmaz yanı, bu yüzden bir piyasa dağıtım sistemine yerini bırakmak üzere onun bütünü yıkılmalı. Bunu, fiyatlar ve bankacılık reformlarıyla aynı zamanda, 1990’da kurmayı planlıyoruz.” (age., s. 46)
“... ekonomik yöntemlerle yönetim ...
Bu yeni yönetim sisteminde merkezi plan öneminin çoğunu kaybetti ...” (age., s. 99)
Bu çerçevede perestroykanın gerçekleştirdikleri, başardıkları ise, piyasa ilişkilerinin ve özel mülkiyetin, merkezi planlamanın ve toplumsal mülkiyetin yerini almakta olması, sosyalizmin temel özelliklerinin terk edilip meta ekonomisine, kapitalizme geçiştir:
“1989’un başlarından beri üretim alanındaki bütün işletmeler tam maliyet muhasebesi, kendi kendini finanse etme ve kendi kendini idare etme temeli üzerinde çalışıyor. 75 bin kadar yeni kooperatif kuruldu. 1988’de üretim ve hizmetlerde 4 milyar rubleden fazla ciro yaptılar. Aşağı yukarı 2 milyon kişi yeni kooperatiflerde veya serbest çalışıyor.
Dahası, sürekli yeni ekonomik koşulları gözden geçiriyoruz ve sonucunda planlama düşüncelerimizi değiştiriyoruz. İşletmeler için yeni ekonomik kurallar önem kazandıkça, merkezi olarak planlanan görevlerin sayısı hızla azaldı.” (age., s. 10-11)
“Ana üretici bağ olan planlama sisteminin konumunda, fiyat oluşumu, finans, bankacılık ve çalışmanın karşılığının ödenmesinde radikal değişiklikler yapıyoruz. Malzeme, teknolojik donanım vb için merkezi dağıtım yerine toptan ticareti getirmeyi hedefliyoruz. ... Üretim araçları piyasası yaratmak, uzun vadeli kurallara uygun bir finansman sistemine geçmek, yeni bankalar yaratmak, faaliyetlerinin ticari yanını güçlendirmek vb üzere mevcut sistemi kökünden sökmeye kesin niyetliyiz. ... mülkiyete karşı tutumumuzda çoğulculuk gelişiyor. Her faaliyet alanında kooperatifler ve kişisel girişimler türüyor.” (age., s. 167-168)
Zaten perestroykanın mevcut sistemin düzeltilmesi, reformu değil de, köklü bir değişiklik, bir ‘devrim’ olduğu, bir sistemden diğerine bir geçiş dönemi yaşanmakta olduğu da, Aganbegyan tarafından tekrar tekrar anlatılıyor:
“... eski ve yeni idare sistemleri arasında bir geçişteyiz, iki yöntemin birlikte varoldukları bir dönemdeyiz.” (age., s. 11)
“... bu hala bir geçiş dönemi ...” (age., s. 90)
“Kritik değişiklikler bir iki yıl içinde gerçekleşecek. 1989’un, fiyat reformunun başlama, toptan ticarete büyük ölçekli geçiş, bankaların bütünüyle maliyet muhasebesi ve kendi kendini finanse etme sistemine geçmesi, kiralamanın yaygınlaştırılması ve politik ve adli sistemlerin reformu yılı olması amaçlanıyor. 1990’a kadar bu değişiklikler çoğunlukla tamamlanmış olacak. Sonuç olarak, doksanlara temelde farklı ekonomik mekanizma ve yönetimle gireceğiz.” (age., s. 168)
Gerçekten de, Aganbegyan’ın dediği oldu. Sovyetler Birliği “doksanlara temelde farklı ekonomik mekanizma ve yönetimle” girdi. Ama bu, kapitalizmin restorasyonuna karşılık geldiği için, perestroyka, devrimden çok karşıdevrim anlamına geldi.
Varılan sonuç özünde, sosyalizmi, kapitalizmden ödünç alınan öğelerle düzeltmeye kalkışmaktan kaynaklanıyordu. İki ayrı dünyanın, birbirleriyle uzlaşmaz sistemlerin öğeleri arasında da ‘doku uyuşmazlığı’ vardı. Daha önceki piyasacı reformlar da bu yüzden sosyalizmin sorunlarını çözememiş, hatta aslında ağırlaştırmıştı. Bu sefer eklektik bir yapı yerine, perestroyka, tutarlı olmayı, piyasacı önlemleri sonuna kadar götürmeyi, kendi içinde bir bütünlük kurmayı tercih etti. Bu doğrultuda ulaşılan sonuç ise, sosyalizmin düzeltilmesi değil, kapitalizm oldu.
Önceki piyasacı reformların başarısızlıklarını tutarsızlıklarına bağlayan Aganbegyan da, perestroykanın toplumsal yapıyı her boyutuyla kapsayarak bütünlüklü olacağını anlatıyor:
“Eylül 1953 Plenumuyla getirilen ekonomik reformlara son verilmesi, büyük ölçüde, Hruşçov reformlarının bütünlüklü olmayışı ve tutarsızlığındandı.” (age., s. 162)
“Birincisi, toplumumuzun ve özellikle ekonominin mevcut yeniden yapılanması, geçmiş reformlar kısmi ve sınırlıyken, çok yönlü, bütünlüklü bir süreç. İkincisi, eski idari ‘dikta’ sisteminin yerine ekonomik yöntemlere dayanan bir yönetim sistemi getirme niyetinde olduğumuz için yönetim reformu radikal bir reform. Geçmişte, reformlar yarım önlemlerle sınırlı kalmıştı ve ekonominin en önemli bölümlerinde idari sistem korunmuştu. Bu reformlar ekonomik yöntemleri yalnızca kısmi olarak getirmeye çalışmıştı. Üçüncüsü, ekonomimizin mevcut yeniden yapılanmasının arkasındaki hareket ettirici güç, toplumumuzun demokratikleştirilmesi. Hepsinden önce, kendi kendine idareyi getirmek ve işçileri idareye katmak niyetindeyiz.” (age., s. 166)
“... toplumumuzun bütün politik, ideolojik ve yasal yapısını reformdan geçirmek niyetindeyiz.” (age., s. 167)
Bütün mevcut toplumsal yapıyı, bütünlüklü ve köklü bir değişikliğe uğratan perestroyka, hedefine ulaştı! Ama ulaşılan, Aganbegyan’ın kitabının başlığındaki gibi ‘devrim’ değil, karşıdevrimdi. Sovyetler Birliği yıkıldı, Ekim Devriminin kazanımları bütünüyle kaybedildi, toplumsal bir yıkım ve kapitalizmin restorasyonu gündeme geldi. Uluslararası işçi sınıfının mücadelesinin büyük kayıpları temelinde, emperyalizm, egemenliğini güçlendirdi, saldırısını azgınlaştırdı.
Sosyalizmin sorunlarına çare olarak önerilen piyasa reformlarına her seferinde NEP dönemi örnek gösterilmişti. Gerçekten de NEP döneminde piyasa ilişkileri gelişmiş, ürün fazlasına el koyma yerine vergi almaya geçilmiş, belirli bir ticaret özgürlüğü sağlanmış, yabancı sermayeyle ortaklıklar aranmış, işletmelerin kendi kendine mali yeterlilikleri gündeme getirilmiş, hatta toplu sözleşme, işsizlik gibi ücretli emek ilişkileri ortaya çıkmıştı. Ancak Sovyetler’de NEP dönemi, henüz sosyalizmin kurulmamış olduğu koşullarda, sosyalist uygulamalar açısından mevcut yapının kaldırabileceğinden ileri gidildiği saptamasıyla, maddi temeli güçlendirip daha sağlam bir biçimde ilerleyebilmek için atılan zorunlu bir geri adım olarak nitelenmişti. Bu anlamda, sosyalist ilişkiler ve piyasa ilişkileri yan yana bulunsa da, hiçbir zaman NEP ya da piyasa ilişkileri, sosyalizmin kendisi olarak görülmemişti. Aksine sosyalizme geçiş sürecinin aynı zamanda piyasa ilişkilerinin tasfiye ve sosyalist ilişkilerin egemen olma süreci olduğu hep vurgulanmıştı.
Sovyetler’de sosyalist inşa süreci başından itibaren çelişkili bir karakter taşıdı. İşçi sınıfının siyasi egemenliği, onun adına bir kesimine daralırken, üretim ilişkilerinin dönüşümü süreci, hedeflerine doğru bir biçimde ilerlemeyi sürdürdü. Kapitalist işletmelere hemen Ekim Devriminin ardından el konulmuştu. Yirmilerin sonunda da NEP dönemi, yerini tarımda kolektifleştirme ve planlı sanayileşme atılımlarına bıraktı. Böylece küçük meta üretimi de tasfiye edilip sosyalist üretim ilişkileri egemen oldu. Bundan sonra, kapitalizmdekinden, meta ekonomisindekinden farklı bir sosyo-ekonomik yapı ortaya çıktı. Artık üretimi, yatırımı, kaynak dağılımını, tüketimi, istihdamı ve ekonominin bütün işleyişini düzenleyen fiyatlar, arz-talep, piyasa ilişkileri değil, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusundaki merkezi planlamaydı. Bu temel üzerinde ortaya çıkan sosyalizmin sorunları da kapitalizmdekinden, meta ekonomisindekinden bütünüyle farklıydı. Bu zaten, burjuva eleştirmenlerin sosyalizme yönelik değerlendirmelerinden de anlaşılabilir. Bu eleştiriler açısından, karlılık gözetilmemesi, maliyeti yansıtan ve üniter fiyatlar olmaması, işsizliğin bulunmaması, özel mülkiyetin yokluğu ve bir dizi sosyalizme ilişkin özellik irrasyoneldir ve sosyalist uygulamadaki tıkanıklıkların kaynağıdır. Aslında, Aganbegyan’ın ‘idari yönetim sistemi’ne yönelik eleştirileri de aynı yaklaşım çerçevesi içerisinde sayılabilir ve söz konusu yaklaşımı somutlayan bir örnek olarak kabul edilebilir.
Kapitalizmin ve piyasa ilişkilerinin savunucularının Sovyet ekonomisine yönelttikleri eleştirilerinin köktenci niteliği, bu sosyo-ekonomik yapının kapitalizmden, piyasa ekonomisinden kökten farklılığının göstergesi sayılmalıdır. Meta ekonomisi ile sosyalizm birbirleriyle uzlaşmaz, bağdaşmaz oldukları için de bunları uzlaştırma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. NEP döneminde henüz sosyalizm kurulmamış olduğu için, piyasa ilişkileri, üzerinde sosyalizmin kurulacağı temelin sağlamlaştırılmasına hizmet etmiştir. Ama ellilerin Hruşçov, altmışların Kosigin reformları ya da perestroyka döneminde aynı öneri, sosyalizmle piyasa ilişkilerini birbirlerine eklemlemeye çalışmak anlamına gelmiştir. Bu ise yapısal uzlaşmazlık nedeniyle mümkün değildir. Bu nedenle, Hruşçov ve Kosigin reformları piyasacı düzenlemelerden, perestroyka ise, sosyalizmin kendisinden vazgeçmekle sonuçlanmıştır.
Gerçekten de, meta ilişkileri ve bunun genelleştiği kapitalizm, insanların ihtiyaçlarının karşılanmasını piyasanın aracılığına bağlayarak dolaylılaştırır. Üretim ve bütün ekonomik ilişkiler, doğrudan ihtiyaçlar için değil, alım satım için, kar içindir. İnsan faaliyetinin ürünü olan ekonomik ilişkiler, piyasa, insandan bağımsız, ona egemen duruma gelir; insan, emeğinin ürününe yabancılaşır. Üretimin ihtiyaçları karşılamasının tesadüfi piyasa ilişkilerine bağlanması, bir yandan kaynakların boşa harcanabilmesini, israfını, diğer yandan insanların ihtiyaçlarının karşılanamamasını, yokluğu getirir. İnsanın kendi emeğinin koşullarına egemen olamamasının sonucu olan piyasadaki dalgalanmalar, anarşi, bu durumu daha da ağırlaştırır.
Kapitalist özel mülkiyet koşullarında, piyasanın düzenleyiciliği, dolayısıyla bu düzensizlik ve anarşi kaçınılmazdır. Ama üretim ilişkilerinin sosyalist dönüşümü, üretim araçları mülkiyetinin toplumsallaştırılmasının yanısıra, aynı zamanda piyasa ilişkilerinin ortadan kaldırılması, üretimin, ekonominin, toplumsal ihtiyaçlar doğrultusunda düzenlenmesidir. Bu biçimde, artık yabancılaşmadan kurtulup insanın kendi emeğinin ürünü üzerinde egemen olabilmesinin olanağı doğar. Toplumsal olarak birleşmiş doğrudan üreticilerin kendi çalışma koşullarını kendi ellerine almalarıyla, artık ihtiyaçların karşılanması, piyasa dolayımından çıkıp doğrudan gerçekleştirilebilir. Üretimi gerçekleştirenler, ekonomik, siyasi, toplumsal olarak egemenseler, üretim araçlarının, ürünlerinin sahibiyseler, iradelerini birleştirip merkezileştirerek toplam ihtiyaçları saptayıp tercihleri yapıp üretimi, koşullarını kararlaştırabilirler. Üretimin, ekonominin merkezi olarak planlanması da anarşiyi, israfı kaldırarak verimliliği artırırken ihtiyaçların da daha tam ve dengeli olarak karşılanmasını sağlar. Yeter ki, işçi sınıfının egemenliği, demokrasisi aksamasın, yığınların iradesinin sağlıklı bileşimi sürekli oluşsun, demokratik merkeziyetçilik aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya işlesin. Bu anlamda, sosyalizme ilişkin sorunların kaynağı da toplumsal mülkiyette, merkezi planlamada değil, yönetime yığınsal katılımın gerileyip dar bir kesime çekilmesinde, bürokratikleşmededir, merkezi planlamanın demokratik olmayan, bürokratik yapısındadır.
Engels sosyalizmin meta ekonomisi olmadığını, toplumun üretim araçlarına el koyarak ürünün üretici üzerindeki egemenliğinin yerine insanın kendi koşullarına egemenliğini geçirdiğini ayrıntılı bir biçimde anlatıyor:
“Bugünkü üretici güçleri, aynı biçimde, sonunda onların özlüğünü tanıdıktan sonra kullanınca, üretimdeki toplumsal anarşi yerine, üretimin, topluluğun olduğu gibi her bireyin de gereksinmelerine göre toplumsal olarak planlanmış bir düzenlenmesinin geçtiği görülür; böylece, ürünün önce üreticiyi, sonra temellükçüyü egemenliği altına aldığı kapitalist temellük biçimi yerine, ürünlerin, modern üretim araçlarının özlüğüne dayanan temellük biçimi geçer.” (Engels, Anti-Dühring, s. 442)
“Üretim araçlarına, toplum tarafından elkonulması ile, meta üretimi, ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli, planlı örgüt geçer. Bireysel yaşama savaşımı son bulur. Böylece, ilk kez olarak, insan, belli bir alanda, hayvanlar dünyasından kesinlikle ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı çevreleyen, şimdiye kadar insanı egemenliği altında tutan yaşama koşulları alanı, şimdi, kendi öz toplum yaşamlarının efendileri oldukları için ve kendi öz toplum yaşamlarının efendileri niteliği ile, ilk kez olarak, doğanın gerçek ve bilinçli efendileri durumuna gelen insanların egemenliği ve denetimi altına geçer. Kendi öz toplumsal pratiklerinin, şimdiye değin, karşılarında doğal, yabancı ve egemenlik altına alıcı yasaları olarak dikilen yasaları, bundan böyle insanlar tarafından tam bir bilinçle uygulanan ve bu yoldan egemenlik altına alınmış yasalardır. İnsanlara özgü bir şey olan, ve şimdiye kadar karşılarında doğa ve tarih tarafından verilmiş bir şey olarak dikilen toplum durumunda yaşama, şimdi onların gerçek ve özgür eylemleri durumuna gelir. Şimdiye değin tarihsel egemenlik altında tutan yabancı, nesnel güçler, insanların denetimi altına girer. İnsanlar, işte ancak bu andan başlayarak kendi tarihlerini tam bir bilinçle kendileri yapacak; onlar tarafından harekete getirilen toplumsal nedenler, ağır basan bir biçimde ve durmadan artan bir ölçüde, işte ancak bu andan başlayarak onlar tarafından istenen sonuçları vereceklerdir. İnsanlığın, zorunluluk dünyasından özgürlük dünyasına sıçrayışıdır bu.” (age., s. 447)
“Toplum, onları bir plana göre toplumsal olarak kullanmak üzere, tüm üretim araçlarının egemeni durumuna geçerek, insanların kendi öz üretim araçlarına daha önceki köleliklerini ortadan kaldırır.” (age., s. 462)
“Dolaysız bölüşüm gibi dolayımsız toplumsal üretim de her türlü meta değişimini, öyleyse (hiç değilse komün içinde) ürünlerin meta durumuna dönüşümünü ve sonuç olarak değerler durumuna dönüşümlerini dıştalar.
Toplum, üretim araçlarını mülkiyetine alıp da onları dolayımsız bir biçimde toplumsallaşmış bir üretim için kullanır kullanmaz, her bireyin emeği, özgül yararlılık niteliği ne denli farklı olursa olsun, hemen ve doğrudan doğruya toplumsal emek durumuna gelir. Bir ürünün içerdiği toplumsal emek niceliğinin, bundan böyle önce bir dolambaç aracıyla saptanmasına gereksinme yoktur; ... Öyleyse, ürünler içine konmuş ve toplumun dolaysız ve mutlak bir biçimde bildiği emek niceliğini, onun doğal, eksiksiz, mutlak ölçeği olan zaman ile belirtecek yerde, bir üçüncü ürün durumundaki, bir zamanlar çıkar yol olarak, kaçınılmaz bulunan, göreli dalgalanan, eksik bir ölçek ile belirtmekte devam etmek toplumun usuna bile gelemez. ... Planı belirleyecek olan şey, eninde sonunda, çeşitli kullanım nesnelerinin kendi aralarında ve üretimleri için gerekli emek niceliklerine göre tartılmış yararlı etkileridir. İnsanlar her şeyi, ünlü ‘değer’in işe karışması olmaksızın, çok yalın bir biçimde düzenleyeceklerdir.” (age., s. 483)
Meta ekonomisi değil, onun ortadan kaldırılması olan sosyalizm, karakteri gereği, alım-satım, para, ücret, kar, kredi, faiz gibi piyasa kategorilerini dıştalar. Dolayısıyla piyasa sosyalizmi ifadesi de kendi içinde çelişkili, gerçekliğe uygun olmayan bir kavramdır. Sosyalizmi piyasa ilişkileri ile düzeltme çabaları da, kaçınılmaz olarak, ya piyasa ilişkilerinden ya da sosyalizmden vazgeçmeye varmıştır.
A. Aganbegyan, Moving The Mountain, Inside The Perestroika Revolution (Dağı Kımıldatmak, Perestroyka Devriminin İçinden), Bantam Press, 1989
F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara, 1977
MAYIS 2002
3
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com