Son zamanlara kadar, misak-ı millici mantığın etkileriyle Türkiye’nin Kürdistan’ı da içeren bir bütün olarak düşünülmesinin sonucu olarak, iki farklı sosyo-ekonomik yapının etmenleri, sınıflar ve sınıf mücadelesinin dengeleri, birbirine karıştırılıp kısır bir perspektife sığdırılmaya çalışılmıştır. Oysa dünya üzerindeki bütün ülkeler ve sosyo-ekonomik biçimlenişler gibi, Türkiye ile Kürdistan da farklı farklı incelenip strateji ve taktikler geliştirilmek zorundadır.
HACI YILDIZ
Program sorunu, marksist-leninist literatürde farklı yönlerden tartışılmış ve Komünist Manifesto’dan günümüze bir çok program ortaya konulmuştur. Bu programlardan her biri, içinde bulunan dönemin koşullarından kalkarak işçi sınıfı iktidarı ve sınıfsız toplum hedefine ulaşmanın imkanlarını ifade etmektedir. Süreç içinde, işçi sınıfı iktidarı ve sınıfsız toplum hedefinden vazgeçerek marksist akımdan kopan, gerçekleşebilir hedef olarak gündeminin başına toplumun demokratik dönüşümünü koyan, demokrasici, sosyal demokrat programlar ağırlık kazanmıştır. Nesnel zeminini kapitalist- emperyalist sistemdeki gelişmelerde, bu gelişmelerin işçi sınıfının yapısında meydana getirdiği değişikliklerde bulan bu eğilim, işçi sınıfı hareketinde etkili olduğu ölçüde, sosyalizm ve sınıfsız toplum hedefi de ütopya olarak tanımlanmaya mahkum edilmiştir.
Marksizmi teorik temelleri, program felsefeleri olarak beyan etmekten vazgeçip, bugünkü sorunların çözümleri olarak, demokratik dönüşümleri amaçlaştıran ve bu ölçüde özel mülkiyet sistemini aşan bir perspektifin gerisinde konumlanan program anlayışları, gerçekçilik temellerini yitirirler. Bu çerçevede, işçi sınıfının mücadelesinin imkanlarını geliştirmesi beklenen her türden demokratik kazanımın, tam aksine bir etki yapabildiği; sömürü olgusunu daha ince bir koza ile örerek görülmesini, algılanmasını engellediği, sistemin daha sağlam dayanaklara kavuşmasına yarayan, ideolojik-psikolojik argümanlara dönüşebildiği görülmektedir.
Proleter devrimci toplumsal dönüşümler, sınıflar savaşımı alanının genel eğilimleri üzerinde ifadesini bulan bilinçli bir eylemin ürünüdürler. Her ne kadar bu alanın karmaşası, öngörülemez olayları bağrında besleyip, her gelişme ve olguyu program konusu yapmayı ya da tersinden bu gelişmelerin programda öngörülmüş olmasını olanaksız kılsa da, programlar zaten bir eylem planı olmadıklarından, bu durumun kendisi bir zaaf yaratmaz. Programa nelerin gireceği, hangi konuların ve eğilimlerin programda yer bulacağı konusu, genel olarak program anlayışlarında büyük farklılıklar oluşturmamıştır. Bu yazı ise ulusal sorun ekseninde, programda yer bulan konuların birbiriyle nasıl bağlantılandırılıp, ayrım noktalarının nasıl belirleneceği konusunu ele almakta, bunu konu edinmektedir.
Komünist bir programın önkoşulu, program metninin, birbirleri ile karşılıklı ilişki içinde bir karmaşıklığı oluşturan bir çok konu başlığını, sağlam teorik referansları ile bütünlüklü bir şekilde kavramış olmasıdır. Bu, programın komünist sıfatına layık olması için, kendisinde aranacak bir özelliktir. Bu açıdan Türkiye ve Kürdistan için komünistlerin devrim programlarının sınırları, dayanacakları nesnel zemin açısından tanımlanmadan önce, ulusal sorunun devrim stratejisi ve örgütlenme anlayışı ile bağlantılandığı noktalar açısından program mantığının netleştirilmesi gerekmektedir. Bu gereklilik, özellikle bugünün dünyasında ve bölgesel gelişmelerin karmaşıklaştığı, geniş bir ülkeler, uluslar ve milliyetler karmaşasının yaşandığı ve merkezinde Ortadoğu’nun bulunduğu coğrafyada, komünistlerin hangi programla, ne tür bir netlikle siyaset yapabileceklerinin de sınırlarını gösterecektir. Hemen belirtilmelidir ki, bu açıdan, hem tarihsel gelişmelerin ve sosyalizm deneyiminin, hem de Marx, Engels, Lenin çizgisinin, ulusal sorunun konuluşu ve özünün serimlenmesi açısından sunduğu temelin sağlamlığı, örgüt ve program düzeyinde aynı ölçüde karşılık bulmamakta, bu açıdan tamamlanması ve aşılması gereken bir sınırlılığı da beraberinde getirmektedir. Kurtuluş Sosyalist Dergi’nin program çalışması, hem marksizm-leninizmin teorik temellerinin sunduğu imkanları kullanmak hem de sosyalizmin genel tarihiyle beraber, bu tarihten etkilenmiş kendi özel tarihinin olumlulukları üzerinden giderek sınırlılıklarını aşmak perspektifi ile, konunun bir yanını ağırlıklı olarak ele almaya başlamış olacaktır. Bu açıdan eksik kalan örgütlenme anlayışı ve perspektifleri, bu temel üzerinden diğer sayılarda gündeme gelecektir.
Kuşkusuz ki programın belki de en önemli konu başlığı, önümüzdeki devrimci adımın ne olduğunu belirten teze karşılık gelir. Herkesin bildiği gibi bu tez, devrim stratejisi kavramlaştırması ile literatürdeki yerini almıştır. Kurtuluş Sosyalist Dergi’nin 7. sayısındaki “Program ve Strateji Sorunları; Demokratik Devrim ve Sosyalist Devrim” başlıklı yazı, bu konudaki bakış açımızı sergilemektedir. Yine, dergimizin 8. sayısındaki, “Sosyo-ekonomik yapı tahlili açısından; Sınıflara Bakmak” başlıklı yazıda ise, sınıfsal gelişmişliğe ve üretim ilişkilerine bakarken kullanılacak temel verilmektedir. Ama Türkiye ve Kürdistan’da olduğu gibi, bu yazıların konu çerçevesi olan ülke ve ulus olguları, hem nesnel olarak hem de bu nesnel zeminden kaynaklanan (ve teoride de yanılsamalara yol açan) öznellikleri açısından, her zaman için bu yazılardaki kadar netçe ifade edilemeyebilmektedir. Bu nedenle yukarıda anılan yazılar, en genel sorunları çözmenin olanaklarını sunmakta, ama bizi, bundan daha ileri bir noktaya götürmemektedir. Çünkü, ait oldukları düzeyin teorik sorunlarını, kavramsal netlik ve teorik bütünlüğü içinde ifade eden bu yazılardan, aynı zamanda başka bir işlevi yerine getirmelerini; programla başka bir düzeyden, ulusal sorun alanından ilişkilenen karışıklıkların, bulanıklıkların giderilmelerini beklemek yanlış olur. Bu beklenti, hayattaki karmaşıklık ve sorunları, teoride çözüp bitirmek türünden bir idealizme yakın durmak anlamına gelecektir. Bu nedenle ilgili yazıların ifade ettiği teorik çerçevenin dışından bir seri sorunun ideolojik olarak çözülmesi, teorik ve programatik netlik için ön koşul olarak belirmektedir. Biz bütün bu sorunları, bu yazımızdaki başlığa atfen, Programın Sınırları kavramsallaştırması üzerinden ortaya koymaya, çözmeye ve bu sayede de Türkiye işçi sınıfının devriminin niteliğinin –ki bu aynı zamanda Kürdistan işçi sınıfının devrim programı için de bir netlik anlamına gelir– saptanmasının; teorik, ideolojik, ampirik veriler üzerinden oluşturacağımız bir tezin olanaklarını yaratmaya çalışacağız. Hemen belirtmeliyiz ki bu olanağa, en genel olan teorik çerçevenin dışından, bir başka düzeyden kaynaklanan karışıklıklar ve bu karışıklığa izin verip zemin oluşturan teorik tarihimizin ön kabullerini sorgulamadan ulaşamayız.
Son zamanlara kadar, Kürdistan’daki sosyo-ekonomik yapı, hiç bir zaman ayrı bir analize tabi tutulmamıştır. Bunda kuşkusuz ki misak-ı millici mantığın etkileri vardır. Türkiye, sürekli olarak Kürdistan’ı da içeren bir bütün olarak düşünülmüş, bu bütünün bir parçası olarak değerlendirmenin ötesinde bir algı düzeyine tekabül edebilecek Kürdistan kavramı gündeme getirilememiştir. Bunun sonucu olarak ise sosyo-ekonomik yapının etmenleri, sınıflar ve sınıf mücadelesinin dengeleri kısır bir perspektife sığdırılmaya çalışılmıştır. İki farklı sosyo-ekonomik yapı birbirine karıştırılmıştır. Dünya üzerindeki bütün ülkeler ve sosyo-ekonomik biçimlenişleri nasıl ki farklı farklı inceleyip, strateji ve taktikler geliştirmek zorundaysak Türkiye ile Kürdistan’ı da aynı tarzda ele almalıyız. Bu açıdan yıllar önce yapılan bir vurgunun karşılıkları bilimsel bir yöntemle ortaya çıkarılmalıdır.
“Siyasi ve ekonomik yapısı birbirinin aynı olmayan, birinin diğeri tarafından belirlendiği iki toprak parçası, birbirine karıştırılmaktadır. Nasıl ki, dünyada kapitalizmin aldığı hakimiyet biçimini tek tek ülkeler açısından, aynı formlarla açıklayamaz ve aynı taktik ve stratejileri öneremezsek, Türkiye ile Kürdistan’ın durumuna da aynı tarzda yaklaşmak gerekiyor.” (Yeni Öncü 24, Ağustos 1990, s. 109)
Programın sınırlarının nereden geçtiği, nerelere değerek başka alanlardaki farklı ulusallıklara ait sınıf mücadelelerine ivme kazandırdığı, tersine hangi noktalarda ise, bu aynı türden sınırların iç içe geçip kalkarak farklı ulusal mücadelelerin etkisine açık olunduğu türünden sorulara verilecek yanıtlardan önce, ampirik olanın hangi coğrafyaya ait olduğu netleştirilmeli; Türkiye, Kürdistan ve bölge devriminin dinamikleri, taşıdıkları bütün karmaşıklık ve iç içe geçmişlikle beraber, esas olarak ait oldukları bölmelere yerleştirilmelidir.
Birleşik devrimci bir dalganın, iki ülkede farklı sınıfsallıkları şekillendiren devrimci durumlar yaratacağı ya da tersinden farklı sınıfsallıklar üzerinden şekillense de sonuç olarak iki ülke devrimci hareketlerinin birleşik devrimci bir dalgaya dönüşebileceği varsayımı ne kadar doğruysa, tariflenen bu sürecin nasıl ve ne biçimde gelişeceğinin şartlara bağlı olduğu gerçekliği de, bu doğruya yapılan vurgu oranında ön plana çıkmaktadır. Tek başına bu anımsatma, kuşkusuz ki, Kürt tarihinin çok parçalı coğrafyasının, benzer ama çoğu yerde yalnız yaşanmış kesitlerinin bugüne taşıdığı sorunlara yanıt vermeye yetmeyecektir.
Sınıfsal olanın en çok karmaşıklaştığı düzey olarak ulusal sorun ve farklı ulusallıklar, program netliği açısından en önce dikkate alınması gereken konulardan biridir. Özellikle Kürt meselesi ve Kürdistan sorunu gündeme geldiğinde bir çok programatik mesele, iç içe geçmiş bir şekilde bir diğerini doğurmakta, beslemekte ya da gölgelemektedir. Kuşkusuz, biraz önce de belirttiğimiz gibi, gerçek yaşamın ve toplumsal hareketlilikler zemininde gelişen sınıf mücadelesinin, saptanmış bir programa harfiyen uymasını beklemek, idealist bir bakıştır. Bu açıdan programların, toplumsal hareketliliklerin anlık biçimlenişlerini değil, orta vade ve genel eğilimin yönünü konu edindiğini tekrar belirtmeliyiz. Söz konusu olan bugünün ulusal sorunları, ulusal sorunun bugünkü biçimlenişleri olunca, emperyalizm ve enternasyonalizm konularının üst başlıklar olarak, özellikle öne çıktığı, bu başlıklardan bağımsız bir ulusal sorunun, zaman ve mekandan kopuk ve bu nedenle de anlaşılmaz, kendinden menkul konular olarak belirdiği görülecektir. Bu da, tarihi uluslar, milliyetler arası çatışma ve birlikler olarak gören burjuvazinin anlayışına ricat etmek, idealist tarih anlayışının sığlığında boğulmak demek olacaktır.
Sosyalizmlerin yıkılması ile birlikte sınıf mücadelesinin değişen dengeleri üzerinden artarak gelişen sömürgeci emperyalist politikalar ve eşitsiz ulusal ilişkiler, çıplak gözle görülür bir nitelik kazanmıştır. Ezilen uluslar ve milliyetler üzerinde artan oranlarda savaş ve şiddet yöntemleri uygulanmaktadır. Ulusal sorunun özünü çarpıtan milliyetçi, ulusalcı akımların her türlüsünün bu olumsuz koşullarla birlikte giderek yayıldığı görülmektedir. Bu koşullarda, marksist-leninist kavrayışın ve program yönteminin, konunun özünün emperyalizm ve enternasyonalizm ekseninde ele alınmasını zorunlu kıldığı, bunun dışındaki bakış açılarının, hangi iddia ve niyete sahip olursa olsun, burjuva ve küçük burjuva sınıfsal içerikler düzeyini aşamayacağı; genel olarak burjuvazin çözümlerinin sınırlılığı nedeniyle, diğer bütün demokratik sorunlarda olduğu gibi, ulusal sorunun çözümünde de sonuna kadar tutarlı olamayacağı bilince çıkarılmalıdır.
Bu açıdan yapılacak olan çalışmalar, devrim stratejisi ve örgütlenme ölçeği gibi programa ilişkin iki önemli konu başlığının, ulusal sorunla hangi temellerde ilişkilendiğini, marksist tarih yöntemi ile ortaya koyarak başlamalıdır. Genel ve orta vadedeki eğilimlerin yönünü doğru saptayabilmek ancak bu sayede mümkün olabilecektir. Bunun dışındaki yöntemlerle davranan politik çizgilerin sınıf mücadelesine dair anlık gelişmelerde doğru taraf olmaları bile, çoğunca rastlantıya ve sezgilere kalacaktır.
Bu yazı esas olarak, programın önemli konu başlıklarından devrim stratejisinin ulusal sorunla ilişkilenmesi konusunda, Türkiye ve Kürdistan realitelerindeki sınır netliklerini tanımlayacaktır. Ulaşılan netlik, üzerinden yapılacak diğer çalışmalarla farklı yönlerde sürdürülmeli ve mantıki sonuçlarına vardırılmalıdır. Bu yönlerden biri, Türkiye’yi Kürdistan’ı da içeren bir bütün, Kürdistan’ı Türkiye’nin bir parçası olarak değerlendiren sosyo-ekonomik ölçeklere dayanan demokratik devrim stratejilerinin arka planlarını deşifre etmek olmalıdır. Bu başlı başına bir konu oluşturmakta ve öncesinde Türkiye ve Kürdistan devrimleri üzerine temel tezlerin ileri sürülmüş olmasını gerektirmektedir. Bu yazının sağlayacağı imkanlar üzerinden ulaşacağımız netlikler, Türkiye ve Kürdistan özelinde enternasyonalizmi örgütsel boyutuyla nasıl yaşama geçireceğimizi belirlememize de yarayacaktır. Kuşkusuz bu konuda ortaya koymaya çalışacaklarımız, demokratik devrimi yanlış ve farklı bir amaçla formüle eden her türden demokratik devrim savunularına, kısmen de olsa bir yanıt oluşturacak; bu sayede, Türkiye ve Kürdistan’da geçerli devrim stratejisinin savunulabilme imkanları gerçek ağırlıklarına kavuşacaktır.
Komünistlerin, işçi sınıfının sosyalist devrim ve iktidar mücadelesine öncülük etmeleri, bu hedefe ulaşmanın teorik ve örgütsel imkanlarını, öncelikle bir program ekseninde ifade ederek kitlelerin bilincine çıkarmaları ile olanaklıdır. Bu doğrultuda bir faaliyeti sürdürmek iddiasındaki komünistlerin, güçlü teorik bir çerçeveye, kavramsal bütünlük ve tutarlılığa sahip olmaları gerektiğini belirtmiştik Kuşkusuz bu tutarlılık ve bütünlüğün imkanları, en genel anlamda marksizmin sınıf teorisinde bulunabilir.
Bu teorik çerçeveyi dinamik analiz yöntemleri ile güncel olana uygulamak, ampirik gelişme ve göstergeleri bu çerçeve üzerinden saptamak, bize, her günkü sınıf savaşımı zemininde gelişen kapitalist üretim ilişkilerinin devrimci birikimini doğru anlama ve örgütsel olarak kavrama imkanını verecektir. Program, bu kapasiteyi içermek için, öncelikle iki noktada netlikle tanımlanmış olmalıdır.
Bu noktalardan ilki -I-, işçi sınıfının birliğinin ulusal burjuvalar tarafından çizilen devlet sınırlarında kesintiye uğrayıp, sınıfın uluslararası örgütlenme boyutunun sınırlanmasından kaynaklanan, programın sınırları üzerindeki netlik ihtiyacıdır.
İkinci nokta ise -II-, farklı sosyo-ekonomik yapıları içeren ama aynı zamanda bir devlet tarafından hükmedilen geniş coğrafyalar üzerinde (Ekim Devrimi böyle bir deneyimdir), toplumsal ve sınıfsal dönüşümler gerçekleştirmek üzere uygulanan programların, bu her biri farklı sosyolojik gerçeklikler karşısında, özerklik dereceleri açısından farklılaşması, ayrı programlar olarak somutlaşmasının gerekebilirliği üzerine bir netlik arayışıdır.
Bu iki konu, şimdiye kadar, netliğin değil karmaşanın hakim olduğu alanları oluşturmuştur. Bu karmaşa, geçmiş yıllarda devrimci siyasi çizgiler arasında ciddi polemik konularını oluşturmuş olan ulusal sorun, özelde de Kürt ulusal sorunu ile önümüzdeki devrimci adımın ne olduğu; demokratik ya da sosyalist devrim stratejisine göre mi politika belirlemek gerektiği üzerine sonu gelmez tartışmaların oluşup iç içe geçmesine ve ağırlıklı olarak da sağlıksız sonuçlara yol açmıştır. Oysa ki, bu iç içe geçen ve birbirinin sınırlarını ihlal eden konu başlıklarının, kendilerine ait düzeylerde değil, birbirlerinin yerine ikame edilerek ele alınması, başlangıçtaki niyetleri ne olursa olsun, Kürtlerle en çok dayanışma içinde olduklarını düşünüp devrimci stratejiler çizmeye çalışanların, en olmadık sınıf düşmanları ile yan yana gelmelerine yol açmakta; devletin demokratikleşmesi mücadelesine saplanıp kalmalarına neden olmaktadır.
Kapitalizm, bütün dünya üzerine yayılmış bir sistemdir. Yaygınlığının yanı sıra farklı toplum ve ülkeler açısından eşitsiz gelişmiş yapıları meydana getirmekte, bunlardan oluşmaktadır. Gelişmiş kapitalist, emperyalist ülkelerin yanı sıra, geç kapitalist, bağımlı, sömürge ve yarı-sömürge ülkeler bir arada bulunmakta; kapitalizm öncesi ekonomi biçimleri ve onlara ait üretim ilişkileri ile birlikte gelişen kapitalist ekonomik yapılar, dünya ekonomisinin birer gerçekliği ve parçası olarak aynı anda bütün bir kapitalist sistemi oluşturmaktadır.
Sermaye karşısında sürdürülen sosyalizm ve sınıfsız toplum mücadelesi, kendi mantığı açısından, işçi sınıfının bütün dünya üzerinde birlikte örgütlenmeye gitmesini zorunlu kılmaktadır. Program, uluslararası boyuttaki bu gerçeklik üzerinde oluşturulur. Bu nesnel zemin, ulusal ölçekte de olsa işçi sınıfı iktidarının mümkün olabileceği uluslararası konjonktürün gelişiminin, her zaman için veri alınması demektir. Eşitsiz gelişim içindeki farklı kapitalist ekonomiler; ulus ve devletler gerçekliği, devrimci programların en önce dikkate alacakları konuların başında gelir. Dünya yüzeyinde birlikte örgütlenmek, bir ve ortak hareket etmek zorunda olan işçi sınıfı, devletlerin sınırları ile birbirlerinden ayrıldığında, bu sınırlar, sadece fizik sınırlar olarak kalmamakta, farklı düzeyde gelişmiş olmanın ve bundan kaynaklanan eşitsiz ekonomik ilişkilerin de beslediği kültürel, psikolojik, ideolojik her türden farklılığın ayrım ve düşmanlık boyutlarında geliştirilmesi ve bu sayede işçi sınıfının birliğinin engellenmesi için kullanılmaktadır. Farklı devletler ve ulusların burjuvaları tarafından bölünmüş işçi sınıfı gerçekliği, bu türden ayrımlarla birlikte, esas olarak sınırları devletler tarafından çizilen alanlarda ayrı örgütlenmek zorunluluğunu doğurmaktadır. Kapitalizmin farklı gelişmişlik düzeylerine tekabül eden bu durum karşısında, uluslararası sınıf hareketinin bileşeni olarak her ulustan işçi sınıflarının gözetmeleri gereken ortak hareketin çıkarlarının, her zaman tek bir program ve örgüt yapısında ifade edilmesi mümkün olmamaktadır.
Bu durumdan, enternasyonalizmin mümkün olmadığı sonucuna varmak yanlıştır. Nesnelliğin kendisi, enternasyonalizm kavramını reddetmeye ya da geçersizleştiğini ileri sürmeye izin vermese de, başka türden eksik ve yanlışlar içeren enternasyonalizm anlayışlarına zemin oluşturmaktadır. Bizim program yöntemimiz ise, sınıf hareketinin her bir parçasının (seksiyonunun), fizik sınırlarına rağmen tek bir dünya ve emperyalizm tahlili üzerinden geliştirilecek enternasyonal merkezi programa bakıp onu referans alması ve ulusal programını uluslararası sınıf hareketinin genel planına uyarlaması şeklinde somutlaşacaktır.
İşçi sınıfının devrim programı, arka planında kapitalizmin uluslararası ilişki ve gelişmelerini, kapitalist üretim ilişkileri ve çelişkilerinin aldığı biçimleri gözetmekle birlikte, kendi sınıfsal çözümlemelerini ve örgütsel konumlanışlarını, ait oldukları ulus ve ülke ölçeğinde belirler. Bu açıdan enternasyonalizm ve ulusallık sınırlarının nerede iç içe geçip nerede belirsizleştiğine yönelik bir karmaşa, esas olarak çözülmüştür. İşçi sınıfının mücadelesi dünya ölçeğinde sermaye ilişkisi ve egemenliğine son vermek içindir ve bunu ulusal ölçekte sonul hedeflerine, sınıfsız toplum amacına ulaştırmak, sermayenin tanımı gereği olanaksızdır. Bu nedenle onun mücadelesi dünya tarihi planında ve enternasyonalizm zemininde bir mücadeledir. Ama bu mücadelesini yürütürken, ülke ve devlet sınırları ile karşılaşmakta, esas olarak kendisi dışında dayatılan ve sınıf mücadelesinin sınırlanıp, işçi sınıfının birliğinin parçalandığı ölçekler olarak, ulus devletler içinde gelişen siyasi mücadeleler tarafından büyük ölçüde belirlenmektedir. Bu sınırı aşmak için, mutlaka sınırların bugünden kalkmasını beklemek, hele ki bunu burjuva iktidarların gerçekleştirmesini beklemek, tam bir hayaldir. Ama hayal olmayan ve enternasyonalizmi mümkün kılan örgütlenme ve hareket biçimleri, işçi sınıfının mücadele tarihinin deneyleri içinde mevcuttur.
Bu deneylere dayanarak, ilkin küreselleşme tartışmalarının genel çerçevesinden kaynaklanan uluslararası ideolojik yanılsamaların giderilmesi gerekmektedir. İkinci olarak da, Türkiye ve Kürdistan işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin önünde zaten engel olan şovenizmin, uluslararası planda küreselleşme yanılsamasından beslenerek etkinliğini artırmasından, özelde Türkiye ve Kürdistan gerçekliklerinin özgünlüklerinden kaynaklanan yanılsamaları gidermek gerekir.
Küreselleşme söyleminde yer alan ve ulusalın gerçekliğinin kalmadığı, sınırların belirsizleştiği, giderek anlamsızlaştığına vurgu yapan bu tez, tartışmalarda ifade edildiği biçimiyle, emperyalizmin mümkün olmaktan çıktığı savına kadar varan bir seri ve temelsiz argümanı içermektedir. Ama bir genel çılgınlık ve akılsızlık çağı olarak çürüyen kapitalizm, bu argümanların pazarlamacılarını olduğu gibi alıcılarını yaratmakta da güçlük çekmemektedir. Oysa ki karmaşayı yaratan ilk kaynağı, marksizmin devlet teorisine dayanan bir konumlanış rahatlıkla kesecektir.
İleri sürdüğü savlar ne olursa olsun, küreselleşme söyleminin bütün gerçekliği, sosyalizmlerin yıkılmasından sonra keskinleşen emperyalist rekabet ortamında, çokuluslu şirketlerin ve tekelci yapıların, dünyayı, devletlerini de önlerine katarak, yatay ve dikey olmak üzere yeniden paylaşım savaşımına tabi tutmalarından oluşmaktadır. Yatay paylaşıma ülkeler, coğrafyalar, hammaddeler, enerji yolları, mali bağımlılık üzerinden işleyen finans tezgahları girmektedir. Dikey paylaşım ise, sosyalist sistemin varlığı süresince kendisinden güç ve moral alarak yükselmiş işçi sınıfının mücadelesinin sosyal kazanımlarında ifadesini bulan kamu alanının, sosyal devletin tasfiyesi, sosyal kavramının içinde telakki edilen hizmetlerin parçalanarak paylaşılması ve şimdiye kadar el atılmamış bu alanlardaki potansiyel karların, çokuluslu şirketlerin sömürüsüne açılmasından oluşur. Ve bu açıdan da halen, keskin bir rekabet artarak devam etmektedir. Kuşkusuz yatay ve dikey bölünme diye ayırdığımız emperyalist paylaşım mücadelesinin bu iki hattını birbirinden keskin çizgilerle ayırmak, leninist emperyalizm teorisi açısından doğru bir analiz olmayacaktır. Mali bağımlılık ve borç ilişkilerinin, hammadde kaynakları, enerji yolları ve coğrafi tasarrufların kullanılması, askeri tasallutu açısından öncü ve açıcı hamlelerin yolunu döşediğini biliyoruz. Üstelik, emperyalizmi, sadece hammadde ve enerji kaynaklarının paylaşımı olarak görmek, klasik sömürgecilik dönemi ile arasındaki sınır çizgilerini yok edecektir. Klasik sömürgecilikten farklı olarak emperyalizmin, pazar paylaşımı yoluyla, yeni pazarlara sermaye ihracı üzerinden artıkdeğer sömürüsünü yaygınlaştırıp derinleştirmek şeklinde geliştiğini ve bunun esas olduğunu belirtmek gerekir. Emperyalizm, özellikle bugün, klasik (eski) sömürgecilik dönemindeki askeri yöntemleri nispeten ön plana çıkarmışsa, bu durum, basit bir şekilde petrol ve madenlerin paylaşımına ve bunlara olan talebin artışına bağlanamaz. Paylaşım amacıyla uluslararası alanda gerçekleştirilen askeri müdahalelerin artışının, kitlelerin bilincinde ve günlük yaşamın algı düzeyinde doğrudan kavranabilir olan nedeni, esas olarak sosyalist sistemin yıkılması ise, ilkinin tersine daha yapısal bir temelden kaynaklanan ve doğrudan, günlük yaşamda algılanması mümkün olmayan etmenin, kapitalizmin krizinin büyüklüğü ve yaygınlığı olduğunun özellikle vurgulanması gerekir. Petrol ve enerji kaynaklarının paylaşımında giderek daha çok askeri yöntemlere başvurulması, kendi pazar bölgeleri üzerinde dolaşımda olan meta kitlesinin maliyetlerini tekelci rakiplerinin aleyhine denetlemek ve bunun etkileri üzerinden galebe çalmak için zorunlu olduğu ölçüde askeri müdahale, operasyon ve savaşlar kaçınılmazlaşmaktadır. Sömürge ve bağımlılık ilişkilerinin, tekelciler arası değişen güç dengeleri doğrultusunda yeniden düzenlemeye tabi tutulması, bütün bir sömürge ve bağımlı ülkeler coğrafyasında askeri müdahaleleri, bu etmenler nedeniyle gündeme getirmektedir.
Yeni sömürgecilik kavramlaştırması ile tanımlanan bütün bir coğrafyada ve giderek tekelci devletlerde de, gün geçtikçe küreselleşme söyleminin yaldızları dökülmekte, söylemin ötesinde gerçekliğin, sosyal devletin ortadan kaldırılması yönünde olduğu açığa çıkmaktadır. Sistem, içinde bulunduğu krizin boyutları ve daralması açısından, devletin, nispeten kamu adına ve yararına emekçi sınıfların kazanımlarını tasarruf etmesine tahammül edemez olmuştur. Bu kazanımların kaldırılması ise, kamu oyunun ve halkın tepkisini, işçi sınıfının örgütlü muhalefetini harekete geçirebilir ve bu türden karşı çıkışlar zayıf ve hedefsiz de olsa çoktan başlamış bulunmaktadır. Bu türden muhalefetin artması ihtimali bile egemenlerin, devleti, baskıcı karakterini ön plana çıkararak, neredeyse salt güvenlik ve askeri birimlerden müteşekkil bir şekilde yeniden düzenlemelerini gerekli kılmıştır. Devletler, işçi sınıfının ulusal bölmelerini birbirinden yalıtmak ve her bir parçayı baskı ve şiddetle denetim altında tutarak emperyalist sömürü düzeninin işlemesini sağlamak üzere, ulusallık ve ülke temelinde yeniden organize edilmektedir. Bu öne çıkan başat eğilimin yanında, uluslararası emperyalist merkezlerin askeri düzenekler, birlikler üzerinden, yeni dönemin olası gerilimlerine hazırlandıklarını, ulusal devlet ölçeğinde yeniden organize edilen devletlerin yetersiz kaldığı bir çok nokta ve yerde daha çok devreye girecekleri, bugünden yaşanan somut örneklerden de anlaşılmaktadır. Sistemin taşıdığı gerilimler, haksızlık, sömürü, ezme - ezilme ilişkileri, ulusal baskı vb.lerinden oluşmakta, bu görüntüler altında biçimlenmekteyse de, aslında bu görüntülerin hepsinin arkasında, bir sınıfsal ilişki biçimi, sınıfsal sömürü gerçeği yatmaktadır. Emperyalistler, dünya üzerindeki talanlarının nedeni olarak bu mutlak gerçeği ön plana çıkarmamak ve bunun üzerinden sınıfsal sosyalist bir muhalefetin yükselmesini engellemek için, kendi muhalefetlerine doğrudan müdahale etmeyi ve onu biçimlendirmeyi; muhalefeti, bu yolla hazırladıkları yanlış kaplarda biçimlendirmeyi, esas stratejileri düzeyine yükseltmişlerdir.
Emperyalist paylaşım alanında rekabet ve çatışma içinde bulunan güçler için ulusallık ölçeği hızla değişmiştir. Avrupa Birliği örneğinden anlaşılabileceği gibi, rekabet ve savaşım halindeki tekelci sermaye gruplarının, karşıtlarının tehditleri karşısında ayakta kalmak ve karşılık vermek referansı ile ulusallık tanımı yaptıkları, ABD tehdidi karşısında, ortak bir Avrupa ulusu olmak zorunluluğu dışında bir yol, bütün gerilim ve çelişkileri ile birlikte birlik yolunda yürümek dışında bir yöntem bulamamışlardır. Nasıl, bütün parçalılığına rağmen bir Amerikan ulusundan söz edilebiliyorsa, görülen odur ki, bu gidişle Avrupalıların ulusal kimlikleri, geleceğin Birlik Ulusunun etnik kökenli unsurları, kültürel formları ve federatif yapıları olup çıkabilecektir! Böyle olduğunda da, Avrupa içinde ulusal eşitsizlikleri besleyecek bir gelişmenin sonucu olarak karşılık bulabileceği, tekelci emperyalist rekabet ortamının bir gereği olarak şekilleneceği, çelişkileri ile beraber gerçekleşebileceği için Birliğin kendisi oldukça tartışmalı olacaktır. Böyle bir gelişmenin gerçekten eşitlikçi, ulusları aşan bir perspektife oturması ancak sosyalizm koşullarında mümkün olabilecektir. Sosyalizm koşullarında ve sosyalizm tarafından gerçekleştirilmediğinde ise, bu parçalılığın yanında, esas olarak, yükselen militarist ve merkezi bir Avrupa Birleşik Devleti olacaktır. Böylece artık dünyada, biri yetmezmiş gibi iki ABD’den söz edilir olacak. Halihazırda varolan ve dünden bugüne bütün dünyayı kana bulayan ABD, kendisi için bir tehdit oluşturmaması ve hegemonyasını kabul etmesi için Avrupa Birliği’nin bütün gelişme yollarını ipotek altına almaya çalışacaktır. Daha bugünden böyle davrandığını görmek de mümkündür. Üstelik ABD açısından bakıldığında tekelci rekabet açısından bu oldukça mantıklıdır ve ABD’nin yerine Avrupa’yı koymuş olsak da, uygulanan politikada özünde değişen hiçbir şeyin olmayacağını görmek gerekir.
ABD, birlik süreci mantıki sonuçlarına varmış bir Avrupa Birliği, şimdikinden çok daha güçlü ve militarist bir rakip olarak karşısına çıkmadan önce, tekelci yapıların rekabeti açısından gerekli gördüğü müdahaleleri, bugünden, parça parça yapmayı tercih etmektedir. Bu politika, hem toptan emperyalist bir savaşın maliyetinin düşürülmesi ve ondan kaçınılması imkanını vermekte hem de çelişki ve zaafları artan ABD ekonomisinin karşısına daha güçlü bir rakibin çıkmasını geciktirmeyi ve mümkünse engellemeyi amaç edinmektedir.
Sürecin öteki tarafında yaşananlar ise, sömürü alanlarında parçalanma ve çeşitli düzeylerde sömürge ilişkisi yaşayan bölge ve ülkelerde, tam bir ulusal bağımlılık ilişkisi, ulus altı oluşumların, varolan ulus tanımlarını daraltan bir şekilde ulus-devlet ölçekleri dışına taşınması ve emperyalist merkezlerin, ulus ve devlet bütünü dışına taşıdıkları bu parçalarla doğrudan ilişkiler geliştirmesi şeklini almaktadır. Diğer bir anlatımla ulusal sorun ve bağımlılık ilişkisi her düzeyde yeniden üretilmekte, bağımlılık ve sömürge ilişkileri artıp perçinlendiği ölçüde, ulusal sorun derinleşmekte, çözülmüş göründüğü yerde, yeni dinamikler biriktirmektedir. Emperyalizmin rekabet alanlarında varolan ve siyasal bağımsızlıkları ile uzun süre yaşamış olan ulus devletler, taşıdıkları bütün çelişkileri ile birlikte ulus altı parçacıklara ayrılmak yoluyla, milliyetler dönemine geri döndürülmekte, oluşma ve bütünleşme yoluna girmiş uluslar, süreçlerini tamamlayamadıkları ölçüde, çok değişik etkenler üzerinden parçalanmaya konu edilmekte; ulusal oluşum ve kazanımların da gerisine düşürülmektedirler.
En genel olarak tasvir etmeye çalıştığımız bu tablo karşısında, küreselleşme söyleminden kaynaklı olarak ulus-devletin ortadan kalktığı yanılsamasına teslim olmak ve bu tespit üzerinden soyut bir emperyalizm karşıtlığı ile yetinmek, sosyalizm adına tam bir yanılsama olacaktır. Program, ulus ve ülke ölçeğinde oluşturulmalı ve bu ölçek, dünya devriminin bir parçası olarak, ona tabi olmalıdır. Sürece karşı çıkmak, parçalanmakta olan ulus bütünlerini anti-emperyalizm ekseninde ve sosyalist devletler federasyonu hedefi ile bir araya getirmekle mümkün olabilecektir. Karışıklığın kaynaklandığı birinci kaynağa, küreselleşme söylemine karşı bu veriler üzerinden yaklaşmak, yol açıcı ve yeterince netlik sağlayıcıdır. Bu durum, enternasyonal örgütlenmenin önemini bir kez daha kavrayıp, buna uygun duyarlılıklar ve örgüt formlarını yaşama geçirmek gerektiğinin altını çizmektedir.
Programın ulusal ölçekte, bir sosyo-ekonomik biçimlenişe denk gelen bir şekilde ortaya konulması, hiç bir şekilde onun niteliğinin ulusal bir program olması anlamına gelmez. Ulusal soruna tutarlı çözüm için, işçi sınıfı merkezli iktidar ve sosyalizm anlayışına sahip olunmasının zorunluluğu, gerekliliği ve ulusal sorunların tutarlı çözümü için, işçi sınıflarının devrim programları dışında bir yolun bulunmadığı, sorunun çözümünün sosyalizmden geçtiği, bugün, dünyada ve özellikle bölgede ulusal sorunlar zemininde yaşanan karmaşa karşısında kalın harflerle belirtilmelidir. Bu soruna yönelik olarak geliştirilen sınıf perspektifi dışındaki ulusalcı çizgiler ve sorunu yeniden üretmekten başka sonuç üretemeyecek olan demokrasici projelerinin teşhiri için, program ve örgütlenme düzeyinde işçi sınıfı merkezli oluşumların yaşama geçirilmesi zorunlu koşuldur.
Ulusal örgütlenmeler ve işçi sınıfı partileri, uluslararası sınıf hareketinin bölümleri, seksiyonları olarak, hareketin merkezi programına, bu durumda yaratılması gereken enternasyonal bir plana, programa bağlı kalmalı; bağlanmalıdır. Bu durum, işçi sınıfı hareketinin bütününün çıkarlarının, bir bölümünün, seksiyonunun çıkarlarına üstün tutulması, işçi sınıfının parçalarının çıkarlarının bütüne tabi kılınması, onu gözeterek tanımlanması anlamına gelir.
Programlar, enternasyonal bir merkezden oluşturulan bir ana metne bakarak ülke gerçekliğine göre uyarlanabilir. Bu merkezden yönetilen ulusal seksiyonlar tarafından oluşturulabilir. Ya da tersinden, her bir parça tarafından, kendi ölçeklerinde sürdürdükleri iktidar mücadelelerine koşut ve bunun bir ürünü olarak, uluslararası bir merkezin oluşturulmasını amaçlayan, hareketin merkezileşmesini gözeten bir mantık ile de yazılabilir. Her iki durumda da, işçi sınıfının iktidarı ve sınıfsız toplumun imkanlarının ancak, esas olarak uluslararası boyuttaki dengeler ve süreçler üzerinden gerçekleşebilir bir olgu olduğu gözetilmek zorundadır. Gelişmiş kapitalist, emperyalist, azgelişmiş, bağımlı, sömürge ülkeler ve bunlara ait farklı gelişmişlikte sosyo-ekonomik biçimlenişler, aynı anda, kapitalist sistemin eşitsiz gelişmiş yapılarını oluştururlar. Bu durum, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin kapitalist üretim ilişkileri ile birlikte varlığını sürdürdüğü, giderek gelişmiş kapitalist ülkelere uzanan yelpazedeki kapitalist dünyanın, farklı gelişmişlikte ve birbirlerinden yalıtılmış işçi sınıflarından oluştuğunu da anlatmaktadır. Program, bu meselelere yanıt üretmek zorundadır ve bunun aracıdır. Bugünkü dünya kapitalist sistemi, bütün uluslar ve ülkeleri genelleşmiş meta ekonomisi içinde birleştirse de, eşitsiz gelişimin ve sömürü ilişkilerinin yarattığı dengesizlikler, işçi sınıfının devrim programının konusunu oluşturur. Nesnel temelleri itibariyle sınıfların yok olduğu, bütün bu dengesizlik ve eşitsizliklerin esas olarak giderileceği sosyalizme geçiş dönemi olan proletarya diktatörlüğünün bu yöndeki görevlerinin program meselesi ile ilişkili olarak açıklanması gerekir.
İşte bu noktada uluslar, ülkeler ve devletler üzerinden şekillenen işçi sınıfının yalıtılmış ve parçalanmışlığının programın biçimsel sınırlarını oluşturduğu ve bu sınıra rağmen, işçi sınıfının devrim programlarının bu sınırları aşarak sınıf hareketinin uluslararası birliğinin örgütsel ifadelerine dönüşmesinin olanaklarını ve potansiyelini taşıdığını belirtmek gerekir.
Komünist enternasyonal programından başlayarak, ülke programlarının oluşturulması, hep bu bakış açısı ile ele alınmak zorundadır. Bu açıdan, ülke ve devlet sınırları ile bölünmüş sınıfların devrimci programlarında kategorik bir sorun ortaya çıkmaz. Ama bir devlet yapısı içerisinde içerilmiş farklı ulus ve milliyetler varsa, durum karışık bir hal alabilmektedir. Bu durumda, aynı devlet yapısı içinde olan ülke ve uluslar işçi sınıfları için gözetilmesi gereken, birlikte örgütlenmenin imkanlarıdır. Bu çizginin nereden geçtiği, ne zaman ve hangi koşullarda ayrı program ve örgütlenmeye yol açtığı da ayrıca saptanmalıdır. İşçi sınıfının ve sosyalizmin çıkarının, parçalı ve federatif yapılardan değil merkezi, birleşik, tek devlet örgütlenmesi içinde kaynaşmaktan geçtiğini ve bu açıdan marksizmin birliği öne çıkardığını biliyoruz. İşçi sınıfının birlikte, enternasyonalist örgütlenmesinin, sadece ülke ve devlet sınırları ile kesintiye uğramış olmadığını, ulusal ayrımların ve devletli olmamakla birlikte farklı, kendi sınıfsal-sosyolojik gerçeklikleri ile birlikte varolan ülkelerin, ayrı örgütlenmelerin zeminini oluşturduğunu belirtmeliyiz.
Örgütlenme ve parti teorisi açısından bu durumun mantıki sonuçları vardır. Farklı ülke, ulus gerçeklikleri, işçi sınıfının birlikte örgütlenme anlayışı tarafından nasıl içerilmelidir, sorusunun yanıtı kısmen RSDİP tarihi içinde, hem onu olumlayarak ve hem de bazı noktalardan olumsuzlayarak verilebilir. Farklı ülkelere denk gelen bölge komiteleri, bu partinin merkezi yapısı içinde, ayrım gözetilmeden inşa edilmiştir. Merkez komite ile mahalli yapılar, bölge komiteleri arasındaki ilişkiler merkeziyetçilik esasları çerçevesinde düzenlenmiştir. Ama bu çerçevenin, yerel örgütlerin ulus ve ülke çerçevesinde denklikleri olduğu ölçüde, buradan kaynaklı sorunlarda özerklik kazandığını söylemek yanlış olmaz[1]. Çarlığa karşı verilen mücadele, bütün bölge ve ülkelerde demokratik devrim mücadelesi şeklinde somutlaşmış, buna paralel olarak ve bu süreç içinde parti birliği hiyerarşik bir sistemde kurulmuştur. Demokratik devrimin içinden sosyalizme ilerlendiği, sosyalist devrime geçilmeye çalışıldığı tarihsel kesit için ise, süreç daha bir karmaşıklaşmıştır. Bu noktada ulusların kaderlerini tayin hakkı sloganı, uluslar hapishanesi olan Çarlığın duvarlarının yıkıldığını, ama duvarların ardından çıkan bir çok ulus, sınıflı toplum için, işçi sınıfı iktidarlarına, merkezi Rusya’daki Bolşevikler kadar hazır olunmadığını ortaya çıkarmıştır. Sosyalist devrime, demokratik devrimden kesintisiz bir şekilde ilerlenmek mümkün olmamış, asgari talepler ile program bütünlüğünün kurulamaması bir çok sorunun yaşanmasını da beraberinde getirmiştir.
Lenin’in Çarlık hakimiyetindeki bütün bölgeleri geniş Rusya toprakları olarak tanımlamasını, bir dil sorunu olarak kabul etsek de sorun ortadan kalkmış olmaz. Ve bu nedenle, tek başına RSDİP tarihinden, bir parti ve program teorisi çıkarmak yanlış olur. Hatta denilebilir ki daha sonra, SBKP, biçimsel olarak ulusların eşitliği ilkesine daha yakın düşmektedir. Geniş bir ülkeler, uluslar ve sınıflar coğrafyası olan Çarlık Rusya’sı için, demokratik devrimden sosyalist devrime giden yol, Şubat’tan Ekim’e dokuz ayda ve bir program ekseninde aşılabilecek kadar kısa olmamıştır. Kuşkusuz, yolun bu kadar kısaltılmaya çalışılmasının nedenleri, o dönemin saikleri ve beklentileri açısından değerlendirilmelidir.[2]
Çarlık Rusya’sı coğrafyası ve sonrasında, RSFSC (Rusya Sosyalist Federatif Sovyetler Cumhuriyeti) ve SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği) deneyimlerinden, işçi sınıfının her bir ülkede farklı program ve taleplerle iktidarlarını kurması, kendi programları üzerinden giderek diğer ulus ve halklarla kaynaşması gereken bir sosyalizm anlayışı çıkarmak, bu ölçüde yanlış olmayacaktır. Bu nedenle, asgari ve azami program ilişkilenmesini, demokratik ve sosyalist devrim kavramlaştırmasının, bütün bu geniş coğrafyada, ulusal sorun üzerinden ne ifade ettiğini tartışarak açığa çıkarmak gerekir.
Çarlık Rusya’sı için asgari program ile demokratik devrim arasında bir eşitlik ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Feodal aristokrasinin yıkılması ve yerine başka bir sistem geçirmek, asgari olarak ileri sürülen ve gerçekleşmesi demokratik halk iktidarına denk gelen bir talep olmuştur. Çarlığın yıkılması gerçekleşmiş, ancak demokratik halk iktidarının değil burjuva iktidarının önü açılmış, kısa süreli bir burjuva iktidarı oluşmuş ve Ekim devrimi ile yıkılarak yerine sosyalist iktidar kurulmuştur. Şubat Devrimi ile kısa süren burjuva iktidarı, ulusal ezilmişlik ve sömürgeler sorununa çözüm olmamış ve burjuvazi, kısa süren iktidarı boyunca emperyalist bir politikaya yönelmiştir. Rus burjuvazisinin iktidarı karşısında, Çarlığın baskısından kurtulan diğer milliyetler burjuvazisi için ise sorun, kendi pazarına sahip olmak ve devletleşmek, ulusal devlet olmak şeklinde belirdi. Kısa süreli bir soluklanma, canlanma şansı verse de farklı milliyetlerden burjuvalar Şubat Devriminden böyle yararlanmayı sınıfsal çıkarlarına uygun buldular.
“Rusya’da burjuva devrimi döneminde (Şubat 1917’den itibaren), çevre-bölgelerde ulusal hareket, bir burjuva kurtuluş hareketi niteliği taşıyordu. Yüzyıllar boyunca ‘eski rejim’ tarafından ezilen ve sömürülen Rusya’nın ulusları ilk kez olarak güçlerinin bilincine vardılar ve ezenlere karşı savaşa atıldılar. Hareketin sloganı ‘ulusal baskının ortadan kaldırılması’ idi. Rusya’nın çevre-bölgeleri, göz açıp kapayana kadar, ‘bütün ulusu’ temsil eden kurumlarla doldu. Demokrat burjuva aydınlar, hareketin başında yürüyorlardı.... işte ulusal burjuvazinin güçlerini çevresinde topladığı ‘bütün ulusu’ temsil eden kurumlar bunlardı. Söz konusu olan, ulusal baskının ‘temel nedeni’ olan çarlıktan kurtulmak ve ulusal burjuva devletleri kurmaktı. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı, çevre bölgelerin ulusal burjuvazilerinin iktidarı ele almaları ve ‘kendi öz’ ulusal devletlerini kurmak için Şubat Devriminden yararlanmaları biçiminde yorumlanıyordu. Devrimin daha sonraki gelişmesi, yukarda belirtilen burjuva kurumlarının hesaplarına girmiyordu ve giremezdi de. Ve maskesini atıp gerçek yüzüyle beliren bir emperyalizmin çarlığın yerine geçtiği, ve bu emperyalizmin milliyetler için daha güçlü ve daha tehlikeli bir düşman olduğu, yeni bir ulusal baskının temeli olduğu gözden kaçırılıyordu.
Nitekim çarlığın yıkılması ve burjuvazinin iktidara geçmesi, ulusal baskının ortadan kaldırılması sonucunu vermedi. Bu baskının eski kaba biçimi yerine, daha ince, ama daha da tehlikeli yeni biçimde bir ulusal baskı kondu.” (J. Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, s. 88)
Stalin, Ekim Devriminden önce kurulmuş ulusal hükümetler için şöyle diyor:
“...Gerçek şu ki ulusal hükümetler, sosyalizmin lafını ile duymak istemiyorlardı” ( Stalin, age, s. 93)
Ekim günleri ve iç savaştan sonra gündeme giren NEP dönemi, şehirlerde yaşamın dayanılmaz ölçülerde zorlaştığı koşullarda, köylülüğe verilen tavizler ile bu sınıfı rahatlattı. Şubat günlerinin Rusya diye tanımlanan onlarca ülke coğrafyasının her biri için, ulusal kimliklerinin oluşması yönünde bir etkisi olduğu yadsınamaz. Bunun ise büyük ölçüde köylülük temelinde şekillenmesi doğal kabul edilmelidir. Çarlığın oluşması ve Rusluk temelinde bir devlet olarak şekillenmesi, Moğol ve Türk akınları karşısında Rusların bütün milliyetlerin koruyucusu ve hamisi olarak belirmesi yoluyla gerçekleşmişti. Ulusun, kapitalizmin ve burjuvazinin icadı olduğu gerçekliği açısından, Çarlık hakimiyeti altındaki milliyetlerden bahsedilse de, bunun ötesindeki ulusal oluşumların güdük kaldığını kabul etmek gerekir. Kapitalizmin, merkezi Rusya’da Avrupa’dakine oranla azgelişmişliği bir yana, Rusya’nın çevresine gidildikçe görece gelişmemişliğinin arttığı ya da hiç gelişmediği; hem kapitalizmin Rusya’daki gelişiminin görece yeniliği hem de Şubat günlerinin ulusal bilinci uyandırmadaki zamansal sınırlılığı, ulusal hareket ve ulusal oluşumların Çarlık Rusya’sının geniş coğrafyasında nispeten göz ardı edilmesini, tali olarak değerlendirilmesini anlamamızı kolaylaştırır. Ama yine de, sınırlı gelişmiş ulusallık süreçlerinin, devrimin ilerlemesi, sosyalist dönüşümlere yönelmesi noktasında direnç merkezleri oluşturma biçiminde etkisinin olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Ekim Devrimi, köylülük karşısında sınıfsal karakterini vurgulayıp baskıcı yönüne ağırlık verdikçe, karşısında, maddi olanakları ve yaşam koşullarından mahrum kalıp yalıtılsalar da, köylülüğün talepleri ile konuşabilen ulusal burjuvaları bulabilmiştir. Bir başka şekilde söylersek, bu geniş coğrafyanın her bir farklı ulusal burjuvazisi, aynı sınıfın, köylülüğün talepleri arkasına saklanabilmiş, maddi zeminlerini kaybetseler de, ideolojik, kültürel ve psikolojik zeminlerde var olabilme, yok olmama ve uygun fırsatta kendilerini yeniden üretecekleri koşulları bekleme yolunu seçmişlerdir.
Stalin ve Ekim Devrimi deneyimi, ulusal sorunu, köylülük meselesi ile çakışan bir noktadan ele almış, Rusya coğrafyası diye tanımlanan geniş bir ülkeler toplamı için, merkez Rusya’nın çevre-bölgelerle ilişkisi olarak; merkezdeki sanayi proletaryasının devriminin, kendisini saran ve çarlıktan devraldığı köylülük mirası ile ilişkisi olarak kavramlaştırmıştır. Sınıfsal analiz düzeyinde yadsınamayacak olan bu kavramsallaştırma, nesnel olarak farklı milliyetlerin, ulusların varolduğu koşullarda, merkez ile çevre-bölgeler ilişkisi çerçevesindeki yaklaşımını, örgütlenme alanında da yeniden üretmiştir. Sanayi proletaryası alanında örgütlenen RSDİP, sanayinin gelişmediği çevrede zayıf kalmıştır. Köylülük örgütlenmesini dışlayan bir merkezi parti olarak, aynı zamanda, farklı ülkeler temelinde ayrı örgütlenme anlayışına varabilecek bir özerklik kavramına sahip olamamıştır.
RSDİP’in enternasyonalist örgüt yapısı, çok farklı milliyetten işçi sınıflarının üstünde yükselmesi, bu partinin omurgasını esas olarak Rus işçi sınıfının oluşturduğu gerçeği ile birlikte ele alınmalıdır. Bu noktada, asgari program ekseninde, ortaçağa özgü üretim ilişkilerinden gelişmiş kapitalist tekelci yapılara kadar uzanan bir çok değişik sosyo-ekonomik[3] yapıyı, çarlığın devrilmesi sloganı ile birleştirebilmek, bütün bu ulusları ortak bir yön ve harekete sevk etmek başlangıçta mümkün olsa da, bütün bunlara tek bir demokratik devrim süreci (ve programın kesintisiz sosyalizme ilerlemesini) yaşatmak mümkün olmamıştır. Her biri kendi sınıfsal ayrışma ve yapılaşmaları ile birlikte işçi sınıfı merkezli sovyet iktidarlarına varmaktan çok uzak bir seyir izlemiştir.
Buradan bizim çıkaracağımız sonuç, programların farklılaşması ve işçi sınıflarının gelişen kapitalist üretim ilişkileri içinde kendilerini tam boy ortaya koyarak emekçi sınıfların öncülüğünü ele almaları gerekliliğidir. Bazı ülkelerin sınıfsal kristalleşmeleri, işçi sınıfı yönünden zayıf olsa da, bu zayıflıklarıyla iktidar olabilme imkanı aynı zamanda bir handikap yaratır ve açmaz ancak bir dünya devrimi içinde geçerken tolere edilebilecek, çözümlenebilecek türden bir sorun teşkil eder. Kuşkusuz, bir dünya devrimi ekseni, doğrudan işçi sınıfı iktidarını mümkün kılmayan kapitalizmin nesnel gelişmişliği koşullarının; sınıfsal ayrışmanın ve işçi sınıflarının nicel ve nitel gelişmişliğinin düzeyi açısından mutlaka demokratik devrim ve demokrasi mücadelesi sürecinden geçerek sosyalist iktidarını kurmasını, bütün parçalar ve ülkeler için yaşanması gereken mutlak bir model olarak ifade etmeyi gerektirmez. Ama bu, baskın ölçeğin yanında kapsanabilecek birimlerin içerilmesi durumu, bir dünya devrimi dalgası içinde telafi edilebilecek türden kusurları tarif eder. Rusya tarihi için ise Bolşevikler, acilen yetişecek bir Avrupa ve dünya devrimi karşısında, bir bütün olarak kendilerini, neredeyse Avrupa ve dünya devriminin geçerken kapsayıp çözümleyeceği bir sorun olarak düşünmeye ve böyle davranmaya eğilimlilerken, ölçeğin küçülmesi, ortaya koyulan sorunun büyümesini beraberinde getirmiştir.
Rusya’daki uluslar ve işçi sınıfları için, program serbestliği ve ülke-bölge (seksiyon) örgütlenmesi, birlikte örgütlenmenin bir yöntemi olarak ortaya koyulabilmiş olsaydı eğer, ulusların eşitsiz gelişmesi ve eşitsiz ulusal ilişkilerin önüne geçebilmek açısından tarihin sunduğu olumluluklardan daha fazlasına sahip olabilirdik. Bu noktada, Rus devrim tarihi içinde örgütlenme anlayış ve deneyimine biraz değişik bakmayı deneyebiliriz.
RSDİP örneğinde, seksiyon örgütlenme anlayışı ve imkanlarının zımnen içerildiğini ileri sürebilmemiz, iki açıdan mümkün olabilmektedir. Bu kanıtlardan ilki, o zamanın koşullarında Rus çarlığının geniş coğrafyası içinde, her bir bölgenin birer parti gibi çalıştığı, bölge komitelerinin, birer ülke ve partiye denk geldiği gerçekliğidir. Öyle ki, Moskova’da ya da Petersburg’da alınan bir kararın örneğin uç bölgelere iletilmesi aylar alabilmektedir. Ya da, müslüman bir ülke olan Kırgızistan’dan, İaşe Halk Komiserliği, yıllık şu kadar miktar domuz talep edebilmektedir. Ama bütün bu olumsuzluklarla beraber yine de karşılıklı bir diyalog ve her biri aynı partinin birer organı olarak da olsa farklı ulus ve ülkeler, muhataplar söz konusudur.
İkinci olarak ise, ulusal sorun karşısında farklılaşan görevlerin ve bu açıdan yapılan farklı vurguların kaynağı, bölgesel ayrımlardan, farklı ülke gerçeklerinden kaynaklanır. Bu ayrıma göre partinin organları, kolları, aynı hiyerarşi içinde olsalar da farklılaşan ve bu ölçüde strateji, taktik, siyasi manevralar açısından inisiyatif ve özerklikle yükümlenmesi gereken organ ve parçalar, parti örgütleri olarak öne çıkar. Ezen ulus komünistleri ve ezilen ulus komünistleri tanımı ile bunların ulusal sorun karşısındaki görevleri, en genel olarak bilinen işlevselliği dışında, konumuza denk düşen ve gözden kaçan bir açıdan da ayrıca değerlendirilirse, zımnen içerilen ama açığa çıkarılıp mantıki sonuçlarına götürülemeyen bir örgütlenme karşısında olunduğu kavranabilir. Bilindiği gibi, milliyetçi burjuva ideolojilerinin halklar, uluslar ve işçi sınıfı ölçeğinde yarattığı tahribatın giderilmesine yönelik, en işlevli enternasyonalist işbölümü, bu ayrımlaşma üzerinden gerçekleşir. Ezen ulus komünistleri, ayrılma talebini de içerecek şekilde UKKTH’nın kabulü yönünde, ezilen ulus komünistleri ise yine bu hak temelinde “birlik” yönünde propaganda yaparlar. Bunun ideolojik görev ve süreçlerden öte bir anlamı, fizik, coğrafi bir denkliği ve son olarak da örgütsel bir denkliği vardır. Şöyle ki, esas olarak bu ayrım, bağımlılık, yarı-sömürge ya da sömürge ilişkisini yürüten ezen ulusun ülke sınırları ile, buna maruz kalan ezilen ulusun ülke sınırlarını ve bu coğrafyalarda farklılaşmış sosyo-ekonomik yapıları veri almaktadır. Bu formülasyonun Lenin tarafından ve Çarlık Rusya’sı şartlarında ileri sürülmesinden, buradaki ezme - ezilme ilişkisinin bağımlılık, yarı-sömürge veya sömürge ilişkisi olduğu, yani; her biri ayrı, nispeten farklılaşan kavramlar olsa da yine ayrı ülke ve ulus gerçekliklerine karşılık geldiği, daha bir önem kazanır.
Formülün iki tarafı bir bileşke oluşturmakta ve ortak bir yön çizmeye çalışmaktadır. Bu ikisinin aynı devlet sınırları içinde olmasına karşın, esas olarak iki ulusun ülke coğrafyalarının ayrılığının kabul edildiğini belirtir. Bu ise, tek bir hiyerarşik silsile içinde ve alt programlara sahip olmadan da olsa, komünist işçi örgütlenmelerinin bu farklı ülke coğrafyalarında yoğunlaştığını, işçi örgütlerinin ulusal, ülke farklılığı üzerinden şekillendiğini ortaya koyar. Ulusal sorun karşısında, ezen ve ezilen ulus komünistlerinin üstlerine düşen görevin biçimsel olarak farklılaşması, kültürel, psikolojik, ideolojik ve sosyolojik açılardan, şu ya da bu ölçüde farklı olan ve bu farklılıkları ayrı bölge ve coğrafyalarda yaşayan uluslar ve sosyo-ekonomik yapılar gerçeği üzerinden şekillenir. Rusya coğrafyası için, aynı Çarlık sınırları içinde halklar ve uluslar yüzyıllar boyunca karışmış, her fabrikada her milletten insanın aynı anda çalıştığı bir durum oluşmuştur. Bund’la olan tartışma esas olarak bu eksenlidir ve partinin milliyetler temelinde örgütlenemezliği, federatif parti anlayışına karşıtlık, partinin kurulduğu yıllardaki sert tartışmalarda belirlenmiştir. Bu açıdan başlangıçta çubuğun bükülmesi, birlikte örgütlenme noktasındaki kesin kararlılık ve gerekirlik, bölge örgütlerinin, mahalli örgütlerin, ulusal meselelere denk geldiği ölçüde özerkliklerinden söz edilmesi ile sınırlı kalmıştır. Bunun üstüne, çevre- bölgelerde köylülüğün ezici yoğunluğunun, özerkliğe yapılan vurguyu zayıflatmak yönünde etki yaptığını da eklemek gerekir.
Ulusal sorunun Rusya’da, Sovyetik organlar içinde, sosyalizm koşullarında aldığı biçim, milliyetlerden uluslaşma sürecine kesin olarak girmemiş toplumların, burjuvazinin öncülüğüne terk edilmeden, sovyet halklarının bileşeni yapılması şeklinde düşünülmüş ve öyle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bütün olumsuzlukları ile birlikte görülmesi gereken bu olumluluk ve yönelim, halkların içinde bulundukları durum ve sınıfsal şekillenmeleri zemininde yine de mümkün olabilmiştir. İşçi sınıfı partisi olarak RSDİP, uluslar ve ülkeler ekseninde farklılaşan bir sosyo-ekonomik temelde, her bir ulus ve ülke için ayrı ayrı partilerin toplamından oluşmamıştır. Böyle olmasını savunmak da doğru değildir. Ama farklı ülke ve ulus gerçeklerini, programın ölçeği düzeyinde esas almak gerekliliğinin üstünden atlanması, ileride sorunlara yol açabilmiştir.
Aradan geçen yüzyıl ve emperyalizmin çelişkileri ile beraber dünya halklarına müdahaleleri, ulusal sorunu Rusya coğrafyasının halklarından çok farklı ve geri bir boyuta taşımıştır. Bu açıdan, günümüzün çelişki ve biçimlenişlerini kavrayacak olan, ulusal ölçekte gelişme ve farklılıkları yapısında içeren, birlikte örgütlenme ve mücadele birliğinin bütün imkanlarını zorlayan bir anlayışı geliştirmek zorunludur.
Bu perspektiften baktığımızda, ulusal sorunun devrim stratejisine değme noktasını belirleyerek Kürt ulusal sorununun Türkiye işçi sınıfının devrim programına nasıl yansıyacağını ve her iki devrimin programlarının sınırlarını belirleme imkanına kavuşmuş olacağız
Ulusal sorun genel ve teorik bir mesele olduğunda, her bir sosyalistin, doğrunun bu en genelleşmiş halini şaşmaz bir şekilde temrin etmesi alışıldık bir durumdur. Ama söz konusu olan Kürdistan sorunu olduğunda genel teorik doğruların böylesine hızla ideolojik yanlışlar biçimine büründüğü ve şovenizmin her çeşidinin sosyalizm adına savunulduğu başkaca bir konu daha yoktur.
Genel teorik doğruların, özgün alana uygulanamaz jargonlaşmış biçimleriyle beraber, marksizmin ulusal sorun teorisinin yanlış, eksik kavranmasından kaynaklanan ve böylece Türkiye ve Kürdistan’ın özgünlüklerini bir karmaşaya dönüştürüp yansıtan anlayışların, yanılsamaların açığa çıkarılması gerekmektedir.
Proleter devrim, işçi sınıfının öncülüğünde yapılacak olan bir toplumsal altüst oluştur ve bu altüst oluş bir kez başladığında, nerede duracağını bir programla sınırlamak mümkün olmadığı gibi, bu yönde davranmak doğru da değildir. Ama bir ülkede işçi sınıfının devrim programının esas olarak bir çerçevesi; sınıfların yapısı, durumları, karşılıklı konumlanışları ve güç ilişkilerinin tahliline çerçeve olması nedeniyle sosyo-ekonomik yapılarınca belirlenen fiziki bir sınırı vardır. Bu sınırlar içinde bir işçi sınıfı iktidarının gerçekleşmesi, programın başarıyla uygulanması durumunda, doğaldır ki etkilerini sınırlamak istenen bir şey olamaz. Esas olarak bir ülkede komünist devrim programının enternasyonalist bakış açısı ile hazırlanmış olması, dünya devriminin bir parçası olarak kendisini tanımlaması gerekir. Çoğu yerde ve bir çok konu başlığında iç içe geçmiş iki coğrafyanın ve iki ulusun sınıfsal kompozisyonu eğer esas olarak aynı ise, birleşik bir devrim, benzer ya da aynı programlarda ifadesini bulabilir. Ama, sınıfsal kompozisyonu, ekonomik yapısı, belki de hakim üretim biçimleri farklı iki ulus, iki ülke (ya da üç ve daha fazla) söz konusu olduğunda, iki ayrı program ve iki ayrı devrimci strateji (örneğin birinde demokratik devrim, diğerinde sosyalist devrim gibi) gündeme gelebilecektir. Bu durumda programın kendisinin “hakim üretim biçimi nedir?” ya da “devrimin stratejik adımı nedir?” gibi sorulara, bir coğrafya tanımı yaparak yanıt vermeye başlaması gerekir. Bu tanımın kendisi, devrim stratejilerinin hemen hemen hepsindeki sınıfsal analizlerde ya da sosyo-ekonomik yapı tahlillerinde, Türkiye’nin coğrafi bir bütün olarak yeniden tanımlanmaya muhtaç olduğu gerçeğini açığa vurmaktadır.
Bir dönem için ağırlıklı olarak Türkiye’de hakim üretim biçimi olarak feodalizm tahlilini geliştirenler başta olmak üzere, devrim stratejilerinin hemen hepsi, Kuzey Kürdistan coğrafya ve sosyolojisinin verilerini Türkiye Devrimi’ne ithal etmiştir. Bu karışıklığın nedenleri ve nasılları ayrı bir araştırma konusudur. Türkiye’de “hakim üretim biçimi feodalizmdir” diyen az sayıda siyasal yapı dışında, “önümüzdeki devrimci adım nedir” sorusuna, demokratik devrim diye yanıt verenlerin dayandıkları en temel gerekçelerden Köylülük, Toprak Sorunu ve Ulusal Sorun başlıklarının ağırlıklı olarak Kuzey Kürdistan realitesine ait olduğu, bu hastalık nedeniyle bir çırpıda atlanabilmiştir[4].
Kürdistan’ı Türkiye bütünü içinde algıladığı için, ağırlıklı olarak Kürdistan gerçekliğine ait olan bu üç sorunu Türkiye’ye ve Türkiye işçi sınıfının devrimine ithal eden siyasi çizgiler, böylece Kürdistan realitesini de tanımamış olmaktadırlar. Bunun karşılığında ise her iki ülkede de, birinde ulusal sıfatı ile ayrılmak üzere demokratik devrim tespitleri yapmaktadırlar. Kürdistan’da ulusal demokratik, Türkiye’de ise sadece demokratik devrim stratejileri saptayan siyasi çizgiler için, iki ülke devrimci hareketlerinin, ayrı örgütlenme anlayışı ve buna dair sınır çizgileri koyulmadan bir programla birbirine bağlanması, bu anlayışlar açısından esas olarak bir sorun oluşturmamıştır. Kürt ulusal sorunu kültürel etnik bir mesele düzeyine indirgenmiş, Türkiye devriminin demokratik talepleri bölümünde ifade edilmesinin, ayrı bir Kürdistan örgütlenmesini gereksizleştirdiği fikri işlenmiş, bu fikir ve politika öne çıkarılmıştır. Türkiye devriminin geçerken çözeceği demokratik sorunlar arasında değerlendirilmesine eşlik etmesi gereken, Kürdistan’ın ayrı bir ülke, sosyo-ekonomik ölçek olarak tanınmasının gerekliliği, bu gerekliliğin asgari olarak seksiyon[5] örgütlenmesini içermesi ve bu örgütlenmenin programının oluşturulmasını zorunlu kıldığı görülememiştir. Bu eksik bakış açısından örgütlenme ve parti sorununa yaklaşımlar geliştirilmiş, Kürt devrimcilerine, Türkiye’deki örgüt ve partiler içinde yer almaları ya da bölücülükle suçlanmaları dışında çok fazla bir seçenek bırakılmamıştır. Sömürgeciliğe ait bir ezme-ezilme ilişkisini yaşayan Kürdistan ve Kürt ulusal sorununun, programın demokratik talepleri arasında yer almış olmasından kaynaklanan olumluluğu, Kürdistan’ın sınırlarını program düzeyinde netçe çizip ayrı bir sosyo-ekonomik yapı ve siyasi ölçek olarak tanımadığı için sakatlanmış, esas olarak şovenizmin etkisinde kalınmıştır.
Türkiye’de sınıflara bakarken, programın sınırlarını doğru çizmek gerekir. Türkiye’de ulusal sorun, sömürge meselesidir. Bu nedenle, Türkiye’de işçi sınıfı açısından ulusal sorun, demokrasi meselesidir; demokrasi eğitimi, demokrasi kültürü, ezen bir ulusun özgür olamayacağı, ezen ulusun işçi sınıfının bu ilişkiye karşı çıkmadan, eşitsizlikleri kaldırmak amaçlı bir toplumsal sistem olan sosyalizmi kuramayacağı eksenli ele alınması gereken bir sorundur.
Türkiye’de kapitalist üretim biçiminden ve burjuva iktidarından bahsediyor, bu saptamayı yapıyorsak, demek ki şöyle ya da böyle gelişse de, bir burjuva devriminin olduğunu söylemiş oluyoruz. Burjuva demokrasisi, burjuva devrimleri içinde ifade edilip, toplumun bütün tabakalarında şu ya da bu düzeyde karşılık bulan taleplerin bütünü olarak kavramlaştırılan bir soyutlamadır. Kavramın bir idealleştirmeyi; her biri bir toplumsal soruna ve bu sorunların çözümüne denk gelen taleplerin bütününü ifade ettiğini kabul ettiğimizde, aynı şekilde bu taleplerin burjuvazi tarafından neden karşılanamayacağının açıklamasını kendi anlam bütünlüğünde içerdiğini de kabul etmiş oluyoruz. Cins sorunu, ulusal sorun, örgütlenme özgürlüğü, toprak sorunu vb gibi sorunların, burjuvazinin iktidarında neden sonuna kadar gerçekleşmeyeceğinin yanıtı, bizzat bu sorunların özel mülkiyet sistemlerinin ürünü olmasında karşılığını bulur. Bu durumda, burjuva devrimlerinin, burjuvaziyi iktidara taşıması ile doğru orantılı olarak bu sorunların çözümlerinin sınırlılığı ve kısmi olarak çözülmesi, yine karşılığını, burjuvazinin bu taleplere ne kadar ihtiyaç duyduğu ve bu talepler için mücadeleye atılan kitlelerin burjuvaziyi ne kadar ileri iteleyebildiği ile sınırlıdır. Hiç bir burjuva devrimi demokratik sorunları sonuna kadar çözme yoluna gitmemiştir ve bu sorunların gerçek çözümleri özel mülkiyet sisteminin ortadan kalkmasından geçtiği için de buna baştan niyetli değildir. Burjuvazi bunu iktidara yaklaştıkça ve yerleştikçe öğrenir Kendi devriminin sloganlarını özel mülkiyet rejimi ile sınırlamakla, tam anlamıyla ihanet etmek arasındaki tercihi, işçi sınıfının bu taleplere nasıl sahip çıktığı ve onlardan ne için yararlandığı tarafından belirlenir. Sonuna kadar çözmediği taleplerinden biri de hiç kuşkusuz, ulusal sorun, ulusların özgürlüğü ve eşitliği meselesidir. Burjuvazinin iktidar yürüyüşüne ve klasik burjuva devrimlerine ait olan ulusların özgürlüğü, eşitlik ve kardeşliği sloganı, bu çerçevede değerlendirildiğinde, belki de en çok amacına yaklaşan talep olarak belirir. Kadınların eşitliği, sendika kurma ve örgütlenme özgürlüğü alanlarındaki gelişmelerin boyutu ne olursa olsun, ulusal pazarın oluşması amaçlı olarak, ulusların özgürlüğü sloganı, hangi düzeyde gelişmiş olursa olsun kapitalist ülkelerde en azından hakim uluslar adına mümkün olduğunca sonuçlarına götürülmüştür. Kuşkusuz, başka bir iktidar alanına, rakip milliyetlerden burjuvaların denetimine ait alanlar, bir çok karmaşa yaratmış; bir başka egemenlik alanına müdahale, kendi alanını genişletme talebi, ulusal sorunları iç içe geçirmiş ve bir çok noktada başka biçimlerde sorunu yeniden yaratmıştır.
Türkiye’de burjuva devrimi, bu genel tasvirin dışında, çok daha fazla eksik ve güdük kalmıştır. Kitlelerin katılımı ve sahiplenmesi çok sınırlıdır. Ne kadın sorununu, ne örgütlenme özgürlüğünü, ne seçme seçilme hakkı, ne eğitim, ne de ulusal sorunu belirgin bir şekilde çözmemiş, bir çok yerde bu hakları çiğnemiş, yok saymıştır. Kürt ulusal sorununun çözümünü gerçekleştirmesini de, bu çerçevede Türk burjuvazisinden beklemek doğru olmaz[6]. Kuşkusuz Türkiye’de burjuva devrimi, eksik, güdük ve yarım kalmıştır. Ve kuşkusuz ki, Türkiye’de işçi sınıfı devrimi, Kürt ulusal sorununun çözümünü, kendi kaderini tayin hakkını tanıyacaktır. Bu sorunun kendisini, bu sorundan kaynaklı olarak gündemde olan demokratik baskı ve gerilikleri, sınırlılıkları, demokratik devrimle özdeşleştirmek ve doğrudan demokratik devrim stratejisi geliştirmek, burjuva demokrasisi, burjuva devrimi ve sosyalist devrim anlayışlarını birbirine karıştırmaktan kaynaklanmaktadır.
Kürt ulusal sorununun varlığı, hiç bir burjuva devriminin genel olarak demokratik talepleri sonuna kadar karşılamadığı gibi, ulusal sorunları da sonuna kadar çözemeyeceğinin kanıtlarından biridir. Burada yapılan ‘sonuna kadar’ tanımlaması, birkaç olguyu aynı anda tanımlamaktadır. İlk olarak, Türk burjuvazisinin kendi ulusal sorununu, ayrı bir devlet kurmak ve hakim olduğu bir pazar yaratmak yoluyla çözümlediği, ama Türk emekçi sınıflarını bağımlı bir ekonomik yapı içinde emperyalist sömürü zincirine bağladığı ve bu yönden, gelişmiş kapitalist ülke ve uluslarla eşit bir ilişkinin olanaklarını yok ettiğini anlatır. Bu kapsamın yanında, Türk burjuvazisi için, kendi pazarının genişletilmesi amacıyla Kürdistan’ın sömürge yapıldığını, bunun yanında farklı etnik grupların haklarının tanınmadığı ve bunların yok sayıldığı, bu nedenle de Türk burjuvazisinin devletinin başka uluslarla eşit bir ilişki kurmayı dıştaladığını da anlatmaktadır. Kürt sorununu, örneğin Türk burjuvazisinin, kendi pazarına sahip olmadığı, kendi iktidarını, ulusal devlet ölçeğinde kurmadığının kanıtı olarak göstermek, kategorik olarak yanlışlığı ilk bakışta görülen bir tezdir. Oysa ki, burjuva devriminin ve aynı karakterde olmasından ötürü demokratik devrimin çözmesi, karşılaması beklenen sorunlar arasında yer alan ulusal sorun, Türkiye’de burjuva devriminin sonuçları açısından bakarsak, iki kere çözülmüş olmaktadır. Burjuva demokrasisinin kavramlaştırması açısından ise iki kere çözümsüzlüğe mahkum edilmiştir; sonuç, Türk ulusu açısından emperyalizme bağımlılık, Kürt ulusu açısından ise sömürge statüsüne mahkumiyettir.
Burjuva demokrasisinin, demokratik talepleri sonuna kadar karşılayamayacağının kanıtı olarak, kuşkusuz sömürgelerin varlığı gösterilebilir. Ama, burjuvazinin sömürgelerinin olmasına, sömürge sorununun varlığına bakıp burjuva devriminin tamamlanmamışlığını görmek ne kadar doğruysa, bu doğruyu devrim stratejisinin saptanmasında mutlak ölçüt almak; sömürgelerin varlığı koşullarında demokratik devrimi, zorunlu adım düzeyine yükseltmek, baştan sona çelişkili bir tutumdur. Bütün demokratik sorunlarda olduğu gibi, ulusal sorunun da varlığı ya da yokluğu, ulusal demokratik hak ve özgürlüklerin şu ya da bu ölçüde gelişmişliği, önümüzdeki devrimci adımın saptanmasında asıl belirleyici etmen değildir. Hiç bir burjuva devrimi demokratik talepleri, bunlara denk düşen sorunları tutarlı bir şekilde çözüp karşılamadığı ve karşılayamayacağı için, burjuva devrimlerinin tamamlanıp tamamlanmadığının ölçütü de demokratik sorunların varlığı ya da yokluğu değildir. Eğer bu ölçüt olsaydı, bugün başta ABD olmak üzere Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinde varolan demokratik sorunlardan ve genel olarak oligarşilerinin demokrasi düşmanlığından ötürü, bu ülkelerde geçerli stratejiler olarak demokratik devrim saptamaları yapmak gerekirdi.
Bir idealleştirme olarak burjuva demokrasisinin içerdiği, başta ulusal sorun olmak üzere bütün talepler gerçek çözümlerine ancak sınıfsız toplumda kavuşacaklardır. Ulusal sorun da demokratik sorunlar çerçevesinde, burjuva devriminin önemli gündem maddelerinden biri olarak öne çıkar. Diğer demokratik talepler gibi, bu sorunun da tutarlı ve sonuna kadar giden bir çözümünü geliştirmek, ne burjuvaziden ne de burjuva devrimlerinden beklenebilir. Bu açıdan burjuvazinin ilericiliği ve gericiliği, burjuva devrimlerinin neyi ne kadar çözüp çözemeyeceği üzerine genel bir çerçeve çizmekte yarar görmekteyiz. Bu çerçeveden ulusal soruna yaklaşmak daha açıklayıcı olacaktır.
Emperyalist dönemle birlikte burjuvazi gericileşmiş ve genel bir eğilim olarak iktidarlara, burjuvazinin azınlığını oluşturan oligarşiler yerleşmiştir. Burjuvazinin gericiliği, onun sınıf karakterinde saklıdır. Feodalizm koşullarında üretim yöntem ve ilişkilerini sürekli değiştirip geliştirmesi, siyasal iktidar mücadelesine giriştiğinde bütün toplumu kucaklayarak demokratik talepler ileri sürmesi, burjuvazinin devrimci karakterini ve devrim barutunun kapasitesini oluşturmuştur. İktidara yerleştiği oranda, herkes için talep edilen demokratik haklar kendisinden istenmeye başlanmış ve bu taleplerin burjuvazinin sınıf çıkarları ile çelişmesi, onun devrimci barutunun tükendiği noktayı belirlemiştir. Bu sınıf gerçekten demokratik sorunları çözmek güdüsü ile değil, iktidar güdüsü ile hareket etmiştir. Burjuvazinin karakteri, kendi karşıtınca ve kendi karşıtının, işçi sınıfının taleplerince de belirlenmektedir. Çıkarını, iktidara yerleştiği ölçüde kendi devrimini durdurmakta bulan burjuvaziye karşın, işçi sınıfının çıkarı, burjuva devrimini sürdürmekten, hak ve özgürlüklerini genişletmekten ve bu temelde sınıf mücadelesini yükseltmekten yanadır.
Burjuvazi, yaygın kavranışın aksine, emperyalist dönemle birlikte burjuva devriminin ideallerine sırt çevirmemiştir. Tarihin ilk burjuva devrimi olmamakla birlikte, en karakteristiği olan Fransız İhtilali ve 1848 devrimlerinden bu yana burjuvazinin genel tavrı, kendi demokrasisini iktidarı açısından tanımlamaktan yana olmuştur. Hatta Fransız İhtilali örneğinden çıkardığı dersler nedeniyle karşıtından, emekçi sınıflardan o kadar korkmuştur ki, İngiltere ve Avrupa’nın bir çok yerinde aristokrasi ile uzlaşma yolunu seçmiş, onlarla iktidarı paylaşarak isçi sınıfı korkusunu yenmeye çalışmıştır.
Bir sınıf olarak burjuvazinin kendi devriminin ideallerine sırt çevirip gericileşmesi, kendi doğasında saklıdır.
Karl Marx, 18 Brumaire’de konuyu ve burjuva cumhuriyetinin özünü şöyle açıklar:
“...Kendi gerçek işlerini, düzen partisi olarak, yani siyasal bir etiket altında değil, toplumsal bir etiket altında; gezici prenseslerin şövalyeleri olarak değil, burjuva düzenin temsilcileri olarak; cumhuriyetçilere karşı kralcılar olarak değil, öteki sınıflara karşı burjuva sınıfı olarak yürütüyorlardı. Onların düzen partisi olarak, toplumun öteki sınıfları üzerindeki egemenlikleri, daha önceleri Restorasyon döneminde, Temmuz monarşisi döneminde olduğundan daha mutlak, daha sert oldu ve zaten ancak parlamenter cumhuriyet biçiminde bu egemenliğin olanağı vardı, çünkü, yalnız bu biçimde Fransız burjuvazisinin iki büyük kesimi birleşebilir ve bu bakımdan da sınıfların egemenliğini bu sınıfın ayrıcalıklı bir kesiminin egemenliğinin yerine koyabilirlerdi. Ama, gene de, düzen partisi olarak, cumhuriyete saldırıyorlar ve ona karşı nefretlerini dile getiriyorlarsa da, bunu, yalnız kralcı inançlarından dolayı yapmıyorlardı. İçgüdüleri, her ne kadar cumhuriyet, kendi siyasal egemenliklerini daha iyi yerine getiriyorsa da, gene cumhuriyetin kendilerini toplumun ezilen sınıfları ile karşı karşıya getirerek, onları, bu sınıflara karşı aracısız, tacın gölgesine gizlenmeksizin, kendi aralarındaki ve krallığa karşı ikincil savaşımlarıyla ulusun ilgisini başka yönlere çekemeden açıkça savaşmaya zorlayarak, bu egemenliğin toplumsal temellerini aşındırdığını söylüyordu onlara. Onları kendi sınıf egemenlikleri karşısında titreten ve onlara egemenliklerinin daha tamamlanmamış, daha gelişmemiş, dolayısıyla daha az tehlikeli biçimlerinin hasretini çektiren şey, zaaf duygularıydı...” (K. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, s. 45)
Öz olarak, burjuva demokrasisi, burjuvazinin iktidara yerleşmesi ile birlikte kendi engelini de kazanmış olmaktadır. Tekelci emperyalist dönem ve oligarşik iktidarlarla birlikte, burjuva demokrasisinin ve buna dayalı cumhuriyetlerin nesnel temelleri de ortadan kalkmıştır. Yoksa bir sınıf olarak burjuvazinin siyaseten gericileşmesi için, genel ve yanlış bir kanı olduğu üzere kapitalizmin emperyalist aşamasını, oligarşik iktidarları ve tekelci yapıları beklemek gerekmemiştir. Hem burjuvazinin hem de birer devlet biçimi olarak burjuva demokrasilerinin tarihi bunun kanıtlarını sunmaktadır.
Burjuvazinin, feodalizmin tasfiyesi sürecinde burjuva devriminin talebi olarak ulusların kaderlerini tayin hakkı, yani ulusal sorun, özünde pazar ve devlet olma düzeyinde bir sorundur. Burjuvazinin kendine ulus oluşturma hedefiyle, sömürgelerini bu haktan yoksun bırakma tutarlılığını, onun, bir ve büyük pazar hedefi açısından kavramamak, program ve devrim anlayışında çözülmez düğümlere yol açacaktır. Bugün, bütün burjuva cumhuriyetlerde, ister oligarşik devlet biçiminde, isterse burjuva demokrasisine ait, onun ürünü olduğunu düşündüğümüz kurumlarla birlikte varolmaya devam eden ülke ve devletlerde olsun (ki bunlar aynı zamanda tekelci yapıların geliştiği ve oligarşik iktidarların hüküm sürdüğü ülkeler olabilmektedir), sömürgeciliğin, eski ve yeni halleri uygulanmaktan bir an bile geri kalınmamaktadır ve zaten gelişmeler bu yöndedir.
Özellikle ulusal sorunla etkileşimi bağlamında demokratik devrim konusunun doğru kavranılması, tanım çerçevesini çizerken kullandığımız referanslarca belirlenecektir. Engels’in dediği gibi, “şimdi doğru diye kabul edilenin daha sonra ortaya çıkacak gizli bir yanlış yanı bulunduğu ve aynı şekilde, bugün yanlış diye kabul edilenin daha önce doğru olarak görülmesini sağlayabilmiş doğru bir yanı bulunduğu bilinir”. Ama hem dün hem de bugün bağlamında Engels’in referansları, tali olanın değil, asli olanın temel alınması, bu arada da tali yönün gözden kaçırılmaması şeklinde kavranırsa yararlı olabilir. Başka konulardaki (demokratik devrim meselesindeki) açılımlara temel atılırken, gerekçeler oluştururken, ulusal sorun konusunun dünkü doğru kavranışının, bugünkü yanlışlara ikame edilmesi, konunun tarihsel boyutundan koparıldığını; her dönem ve her toplum için bir örnek demokrasiciliğe soyunulduğunu gösterir.
Burjuva devriminin demokratik sorunlar diye kategorize edilen talepleri, tutarlı bir şekilde çözmesini beklemek, demokrasici bir anlayışı beraberinde getirir. Ki bu esasen yanlıştır. Türk burjuvazisi, kendi devletini kurduğu, pazarını oluşturduğu ölçüde, ulusal sorununu çözmüş olmaktadır. O kendi devriminin sonucunu getirmiş, siyasal bağımsızlık altında bir ülke ve bir devlete sahip olmuştur. Ulusu sömürmek ve kendisinin denetiminde tutmak ayrıcalığını elde etmiştir. İşçi sınıfı ve emekçi halk için ise ulusal baskı ve sömürü bitmemiş yeni biçimleri ile sürüp gitmektedir. Burjuvazinin çözümü, özellikle geç kapitalist ülkelerde emperyalizmle bağımlılık ilişkisi olduğu ölçüde, ulusal sömürüyü ve ulusların eşitsizliğini sistemleştirmekte, bağımsızlık görüntüsü altında ulusal eşitsizliği yeniden üretmektedir. Ama, bu görüntüden, ulusal sorunun yeniden üretilmiş biçiminden (emperyalizme bağımlılık) ve bunun yanında sömürge olgusunun varlığından (yarı-sömürgenin sömürgesi) kalkarak, burjuva devriminin ulusal sorunu çözmediğini, bu nedenle de önümüzdeki devrimci adımın demokratik devrim olduğunu ileri sürmek bambaşka bir iddiadır. İşçi sınıfının devrim programında ifade edilen emperyalizmden bağımsızlaşmak talebi, burjuva devriminin çözmüş göründüğü bu ulusal sorunu, ya da daha doğru bir anlatımla ulusal sorunun yeniden üretilmiş olan halini, emekçi sınıflar lehine çözmeyi ve ulusların tam eşitliğini hedefler. Bu nedenle de Türkiye işçi sınıfının devrim programında ulusal sorun, dünkü kavranışı ile ulusal sorunun çözümü ve ayrı bir Türk devleti olmak talebiyle değil, bugünkü karşılığı olan emperyalizmden bağımsızlık talebi ile tanımlanarak, demokratik talepler arasında yer alabilir. Bu iki kavramlaştırma arasında işlevsel bir fark vardır ve ulusal sorunun bugünkü doğru kavranışı, salt bu sorun üzerinden, Türkiye’de demokratik devrim stratejisi geliştirmeye izin vermez.
Türkiye’de, burjuva devriminin yarım, güdük kaldığını, bunun temel nedenlerinden birinin de Kürt sorununun çözümsüzlüğü olduğunu kanıt göstererek, Türkiye işçi sınıfının önündeki stratejik adımın demokratik devrim olduğunu ileri süren siyasi çizgiler bulunmaktadır. Türk burjuva devriminin yarım ve güdük kalmasına bir çok kanıt bulunabilecekken ve hatta bu yönde bir çaba ile, kimilerince turizmin gelişmesi burjuva devrimin ilerlemesine kanıt olarak gösterilebilmişken, başka bir ulus ve ülkenin işçi sınıfının devriminin temel gerekçesi, nasıl olup da Türkiye’de demokratik devrimin temel gerekçesi yapılabilmektedir? Oysa ki, burjuva devriminin yarım ve güdük kalması, burjuva demokrasisinin tamamlanamayacağı, demokratik sorunları sonuna kadar çözemeyeceği temel tezinin kanıtı olmaktan başka bir şey ifade etmez. Bu yarımlık, eksiklik ve tamamlanmamışlık, burjuvazi için değil, taleplerin karşılanma düzeyinden hoşnut olmayan işçi sınıfı içindir. Burjuvazi için talepler, onun istediği çerçevede karşılanmıştır. Bu çerçeve burjuva demokrasisinin ideallerini, sloganlarını ifade etmese bile, burjuvazinin bundan bir şikayeti olmamıştır! Burjuva devriminin yarım, eksik ve güdük kaldığı saptaması, işçi sınıfının devrim stratejisine etkisi açısından tek başına hiç bir şey ifade etmez
Bütün bu sorunların yanıtları, programın sınırlarının netlikle çizilmesinde karşılığını bulur. Bu netlik, altı kalınca çizilerek şöyle ifade edilmelidir.
Kürdistan’ın sömürge statüsü ve Kürt ulusal sorununun varlığı, Türk burjuvazisinin değil Kürt burjuvazisinin –kuşkusuz işçi sınıfının da– ulusal sorunudur; Kürdistan işçi sınıfının önündeki devrimci adımın, Kürdistan’da devrim stratejisinin saptanması açısından en önde gelen verilerden biridir. Bunun aksine Türkiye’de işçi sınıfının önündeki devrimci adımın saptanması açısından, Kürt ulusal sorunu, aynı ağırlığa sahip değildir.
Türkiye’de Leninist demokratik devrim stratejini savunmak için, Kürdistan devriminin karakterini belirleyecek olan veriler üzerine dayanılamaz. Yok eğer bu hatada ısrar edilecekse, aynı şekilde, İngiltere, İspanya gibi gelişmiş kapitalist ülkeler için de, bir tek sömürgeci devletler olmalarına dayanılarak demokratik devrim stratejisini ileri sürmek gerekirdi ki bu durumun leninist demokratik devrim anlayışı ile tezat oluşturmadığını kim ileri sürebilir? Bu temel saptama bir kez yapıldığında, Türkiye’de demokratik devrim stratejisini ileri sürenlerin iki kola ayrıldıklarını da rahatlıkla görebiliriz. Bunlardan ilkinin, doğrudan misak-ı milli şovenizminin şu ya da bu düzeyde etki alanındakilerden, diğer kolun ise, işçi sınıfı merkezli iktidar ve sosyalizm anlayışından uzaklaşıp demokrasiciliği stratejik çizgi yapanlardan oluştuğu görülecektir. Demokratik sorunların varlığını, demokratik devrim stratejisi için yeterli gören ve reformizmi temel alan bu anlayışlar, bir dönem için Kürt ulusal mücadelesinin aldığı keskin biçimler ve sert çatışma ortamının etkisinde, bu demokratik sorunu sahiplenerek, kendi reformizmlerini uzun süre gizlemek imkanı bulabilmişlerdir.
Bütün bu anlatılanların tam tersi bir noktadan, bugün ulusal sorunu yaşayan ülke ve ulusların işçi sınıfları için de önlerindeki devrimci adımın demokratik devrim olduğu gibi bir sonuç çıkarmak, yine aynı mantık çerçevesinde yanlıştır. Irak’ta, Kürdistan’da ya da Afganistan’da, işgal altında yaşayan ülkelerde, mutlaka devrim stratejisi demokratik devrim olacaktır sonucu çıkarılamayacağı gibi, ulusal sorunlarını çözmüş, kendi ulus devletleri olan ülkeler için de mutlaka, önlerindeki devrimci adım sosyalist devrim olacaktır denilemez.. Önümüzdeki devrimci adımın saptanmasında demokratik sorunların varlığı ya da yokluğu değil, işçi sınıfının güç, örgütlülük ve hazırlık derecesi, temel önem oluşturmaktadır.
[1] RSDİP ikinci kongresinde sunulan “Parti Tüzüğü Üzerine Rapor”, bu çıkarımı destekler bir içerik taşımaktadır.
“...Herhangi bir mahalli konu bir bütün olarak Partiyi ilgilendireceğinden dolayı Merkez Komitenin yetkilerinin sınırını kendisinin tayin etmesine izin verilmelidir ve Merkez Komite mahalli olaylara, mahalli çıkarlara karşı gelse bile, müdahale edecek durumda olmalıdır, böyle bir eylem bir bütün olarak partinin çıkarına olmalıdır.” (RSDİP’in Görevleri-Program-Taktik-Tüzük-Tezleri, s.197)
Her ne kadar mahalli kavramı, ülke ölçeğinde düşünülmemişse de, kavramının farklı ülke ve uluslara karşılık gelebildiği düşünülürse, bir coğrafya temeli olmadan federasyon talep eden Bund’a önerilen özerkliğin, her biri bir ulus ve ülkeye karşılık gelebilen mahalli örgütlenmelere tanınmamasını düşünmek yanlış olacaktır. Merkez Komite ile mahalli örgütlenmelerin ilişkisi tanımlanırken, Merkez Komitenin, bir bütün olarak partinin çıkarına olan durumlarda mahalli olaylara ve doğallığıyla mahalli örgütlenmeye müdahale etmesi söz konusu edilmektedir. Burada da zımnen bir özerkliğin içerildiğini ileri sürmek, fazla bir zorlama gerektirmez. Aynı zamanda ilişkinin sınırı tanımlanırken, parçanın bütüne tabi olduğu da, enternasyonalizm çerçevesinde belirtilmiş olmaktadır.
[2] Bu konuya Kurtuluş Sosyalist Dergi’nin 6. sayısında “Geçişin İmkanları” adlı yazıda kısmen değinilmektedir.
[3] Bu yazı boyunca, sosyo-ekonomik yapı kavramı, hakim üretim biçiminin ne olduğu sorununun karşılığı olmanın ötesinde bir anlamda kullanılmaktadır. Feodal ve kapitalist üretim biçimleri, bunların aynı anda bir arada bulunabilen bileşimleri, sosyo-ekonomik yapının tam karşılığı olmaktadır. Bununla birlikte, sınıfsal şekillenmeler ve buna ait toplumsal yapılar, giderek sınıfsal güç ilişkilerini belirleyen, ortaya çıkaran bütün bir yapı anlamında kullanılan bu kavram, altyapıya yaptığı vurgunun yanında üstyapıdaki sınıfsal şekillenme ve güç ilişkilerini, sosyolojiyi de ifade etmektedir.
[4] Burjuva devrimlerinin çözmesi beklenilen bu sorunların üçü de, ortak bir zemin ve ilişkilenme düzeyine sahiptir. Köylülük ve toprak sorunu, aynı eksenli sorunlar olarak, meta ekonomisinin ve kapitalist üretim ilişkilerinin temellerinin yaygınlaşmasının ve esasında meta ekonomisinin genelleşmesi olarak yaygın bir pazarın oluşmasının gerekleri olarak çözümlenirler. Bu açıdan bakıldığında toprak sorunu ve köylülük eksenli sorunlar, ulusal meselenin gelişim zemini olarak, ulusal ideolojik şekillenmenin içinde ortak bir pazar mantığıyla birleşirler.
[5] Tek bir devlet sınırının içindeki farklı ulus - ülkelerin işçi sınıflarının birlikte örgütlenmesinin imkanlarını yaratan seksiyon örgütlenme anlayışı, esasında, farklı sosyo-ekonomik birimlerin üzerinde yükselen ayrı örgütlerin varlığı anlamına gelir. Özerklikleri ile birlikte demokratik merkeziyetçi bir mekanizmayla bir araya gelmenin koşulları, tek bir devletin sınırlarının içinde bulunmanın oluşturduğu olanaklarla, işçi sınıflarının lehine kullanılır.
[6] Esas olarak İttihat ve Terakki ile başlayan ve onda somutlaşan, Kurtuluş Savaşı ve Kemalizm ile süren Türkiye’deki burjuva devrimi, Türklük temelinde başlamış ve sürmüş değildir. Bütün milliyetlerden devşirdiği kadrolarla ve milliyetçi olmayan bir söylemle yola çıkan İttihat ve Terakki, iktidara geldiğinde örneğin toplanma ve örgütlenme özgürlüğü taleplerini işçi hareketleri ve grevler karşısında tanımamıştır. Mustafa Kemal ve Millici Güçler tarafından önce eşitlik ve kardeşçe yaşanacak bir ülke için birlikte savaşmaya, vatanı kurtarmaya ve ulusal kurtuluş savaşına destek olmaya ikna edilen diğer milliyetler ve burjuvaları da, sonrasında tam olarak inkar edilecekleri, asimilasyon dışında bir yöntemle muhatap olamayacakları bir Cumhuriyete yol alacaklardır. Bu, kuşkusuz Türk burjuva devriminin ulusal sorunlar karşısında aldığı tavrın, Şubat devriminde Rus burjuvazisinin aldığı tavırla ortak sınıfsal karakterini oluşturur. Daha da ötesinde, bütün demokratik taleplerde olduğu gibi, ulusal sorunun çözümünde de burjuva devriminin karakteri budur.
OCAK 2005
10
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com