Sınıfların ortadan kaldırılması, kapitalizmin içinde oluşmaya başlayan imkanlarla ve bu imkanları devralan siyasi öznenin yönlendiriciliği ile mümkün olacaktır. Devrimci stratejiyi saptayacak olan siyasi öznenin araştırma yöntemi, kavramsal bütünlüğünü sahip olduğu teorik duruş üzerinden kurmak zorundadır.
HACI YILDIZ
Devrimci stratejinin saptanması ve bir devrim tezinin savunulması her şeyden önce, ülkenin sosyo-ekonomik yapısının tahlili ile başlar. Bu tahlil yapılmadan, önümüzdeki devrimci adım nedir sorusuna doğru bir yanıt verilemez. Sosyalizmi hedefleyen siyasi çizgilerin önlerinde, onları bu hedeflerine götüren düz bir yol uzanıp gitmez. Sosyo-ekonomik yapı tahlili, içinde bulunulan günün fotoğrafını verdiği gibi, sınıfsal dinamiklerin dönüşümlerini de doğru saptamalı; bu dinamiklerin ne yönde, nasıl bir hareket içinde olduğunu ya da nasıl harekete geçirilebileceğini belirten, dinamik bir analizin ürünü olmalıdır.
Bu anlamlı çabanın yerine (ideoloji kavramının daraltılmış anlamıyla söylersek), savunulan grupsal ideolojilerin haklı çıkarılması amacıyla, toplumsal göstergelerden seçmeci bir şekilde yapılan kolajlar ikame edilmemelidir. Böyle yapıldığında, bütünsel tablonun içinden ödünç alınan her bir göstergenin, bütün içindeki karşılıkları tamamen değişmiş olacaktır. Bu yapılan işin sonucu, işçi sınıfının sosyalizme ilerlemesi değil, dogmatizmin zafer kazanmasıdır.
Böylesi boş bir çabanın her şeyden önce anlamı şu olacaktır: Sahip olunan sınıfsal duruş üzerinden geliştirilen politik çizgi ve anlayışın desteklenmesi, birtakım argümanlarla beslenmesi için sosyo-ekonomik yapı analizi geliştirilmiş, bu çizgiye ve bu ideolojiye yaradığı, onu desteklediği ölçüde, nesnellikten ödünç alınan veriler, savunulan tezin içine serpiştirilmiştir.
Örneğin, işçi sınıfının devriminin, azınlık devrimi mi yoksa çoğunluk devrimi mi olacağını belirleyecek olan bir çok ölçütün içinde iki tanesini öne çıkartalım. İstanbul’da yüz küsur bin bakkal var ve bunlar kazanılmadan devrim yapılamaz diyebilirsiniz. Ya da Türkiye’de medyada, basında alışkanlık olduğu üzere telaffuz edilen rakamları kabul edersek on milyon civarında işsiz olduğunu ve işçi sınıfının bu parçasının bile çoğunluk olmaya yetebileceğini öne çıkarırsanız, bakkalları hesap edenlerden başka bir sınıfsal duruşa sahip olduğunuzu düşünmek gerekir. Kuşkusuz bu anlayışların her ikisi de farklı sınıfsal duruşlara karşılık gelmek durumundadır.
Marksizm, sınıf teorisi olmadan, işçi sınıfını teorinin merkezine almadan anlaşılabilecek bir ideoloji değildir. Sosyo-ekonomik yapı tahlili de marksist teori kullanılmadan, devrimci bir stratejiye bağlanamaz. Sosyo-ekonomik yapı tahlili açısından marksizm, her ne kadar soyutlama düzeyinde iki sınıf dışında kalan sınıf ve tabakaları bu iki sınıfa tabi olarak değerlendirmişse de, politik analizlerinde daha geniş bir çerçeveden konuya yaklaşmıştır.
Teorinin ve teorinin konusu olan nesnelliğin kendisine ait bir düzeyi vardır. Bu düzey çeşitli tarihsel aşamalarda kırılmalara uğrar ve bu kırılma noktalarından nesnelliğe müdahale etmek, kolektif iradenin ve ideolojinin özel ilgi alanındadır. Ama bu kırılma noktalarına yönelik birikimi ve hangi noktalarda kırılacağını, ideoloji alanından yapılan müdahaleler belirlemez. Bu birikim olmadan ideoloji, nesnelliğe müdahale etme yetisinde değildir. Bu açıdan proletarya diktatörlüğü dönemi, nesnelliğe en yoğun iradi ve siyasi müdahalelerin yapıldığı, toplumsal dönüşümlerin planlanarak, sonuçlarına vardırılmaya çalışıldığı bir dönem olarak algılanmalıdır. Ama buna rağmen, sosyo-ekonomik düzeyde nesnelliğin kendi dönüşüm nitelikleri ve gelişim yasalarının hiç bir plan ve siyasi irade tarafından belirlenemeyeceğini akılda tutmak, siyaseten, sadece bu kırılma noktalarını doğru saptayıp ona göre müdahalelerde bulunmak gerekir. Köylülük ya da küçük-burjuvazi herhangi bir siyasi karar veya talimname ile ortadan kaldırılamayacağı gibi, köylülüğün ve bütün sınıf ve tabakaların tabi oldukları nesnel süreçlerin yasaları, bu kesimlerin varlık nedenlerini ve koşullarını ortadan kaldırabilir. Ve buna rağmen, kültürel, ideolojik düzeyde varlığını sürdürebilen sınıflar ve sınıfsal ayrımlar, dünya devriminin çeşitli gelgit ve kıvrımlarında, tekrar kendi nesnel temelleri ile buluşabilir, nesnel bir zemine oturabilir.
İdeolojinin ve kolektif iradenin nesnelliğe müdahale etmesi ve birikmiş olan kuvveti fiile çevirmesi gereken noktalar ise, reformizm ile devrimciliğin ayırt edildiği tarihsel dönüm noktalarını oluştururlar. Proletarya diktatörlüğünün, sosyalist inşanın zorunluluğu olduğu; işçi sınıfının çoğunluk diktatörlüğü olarak sosyalist devletin, nesnelliği dönüştürmenin en etkin aracı olduğunu biliyoruz. Ama bütün yetkinliğine rağmen proletarya diktatörlüğü, sihirli bir değnek değildir ve bir kez gerçekleştirildiğinde, hemencecik sınıfsal ayrımları kökten tarihe havale edemez. Proletarya diktatörlüğüne giderken yaşanması gereken süreçler de devrim sözcüğünün sihirli etkisi ile atlanamaz. Bu sürecin kendisi büyük ölçüde kapitalizmin gelişmişliğine bağlı olarak proletarya diktatörlüğü öncesinde gerçekleşmiş olabilir. Tarihsel deneyin özelliği gereği, özellikle Rusya’da yaşanan demokratik devrim süreci, nesnel dönüşümün bu gerekliliklerini ne kadar yerine getirmiştir ya da tam tersine, getirmemiştir, işte burası tartışmalıdır! Ama bu tarihsel deneyin kendisine has özelliklerinin teorinin yerine fazlasıyla geçirildiğini söylemek abartma olmayacaktır.
Bu yazıyla, Türkiye’de devrimci strateji nedir sorusuna yanıt üretebilmek için, sosyo-ekonomik yapı analizine girişmek üzere, teorik bir çerçeve oluşturmaktayız. Bu nedenle, sayısal, istatistiki verileri değerlendirmeden önce, teorik ve yöntemsel duruşa dair bazı sorunların giderilmesi gerekiyor. Bu nedenle, hem sınıflar teorisinden ne anladığımız hem de amaç ve yöntem üzerine bir netlik sergilemeliyiz. Daha sonraki sayılarımızda ise Türkiye’nin sosyo-ekonomik verilerinin sergilenmesi ile bunların politik çıkarımlarını ifade edeceğiz.
Bütün sınıflı toplumlar belli bir toplumsal artık üzerine şekillenirler. Toplumsal artığın belli bir ölçekte olması, sınıfsal ayrım ve eşitsizliklerin sürdürülebilir olmasının asgari koşuludur. Sınıflı toplumlar öncesinde de toplumsal artık vardır ama bu artığın belli büyüklükte ve sürekliliğinin kanıksanmış olmaması, sınıflı toplumlara geçişin önünde engel olmuştur. Bu sürekliliği ve güveni garanti etmeyen ölçeklerdeki toplumsal artık, ne yapılacağı kestirilemeyen bir şekilde törenler ve toplu tüketimlerle ya da tanrılara adaklar sunmak yoluyla tüketilmiştir. Toplumsal artığın süreklilik kazanması, bu artığın yaratılması sürecinde avantajlı durumda olanların kafasında, giderek, bu toplumsal artık üzerinden eşitsizliklerin nasıl kurumlaştırılıp sürekli kılınacağına dair fikirlerin önemli bir yer tutmasına yol açmıştır. Artığın kaynağındaki üretim araçlarının sahipliği olgusu, bu fikri maddi temelleriyle ilişkilendirmiş ve bu araçlarla fiili ilişki içinde olanlar, sınıflı toplumların temeli olarak mülkiyetin kutsanmasına yönelmişlerdir. Bundan sonrasında ise, köleci toplumlar ve büyük köleci imparatorluklar, yeryüzünde yüzyıllar boyunca egemen olmuşlardır. Konumuz açısından bu dönemin sınıf şekillenmesi feodal ve kapitalizm öncesi diğer ekonomik yapıların zeminini oluşturması dışında bir ağırlığa sahip değildir. Bizim kısaca üstünde duracağımız ise, kapitalizme ait bütün sınıfların içinde oluşmaya başladığı, toplumsal tabaka ve kesimlerin içinden dönüşerek çıktığı feodalizmin ve genel anlamda kapitalizm öncesi üretim biçimlerinin sınıfları olacak. Bu açıdan köylülüğün, kapitalizm öncesi yapılarda tuttuğu yer bir açıdan, kapitalizm içinde tuttuğu yer ise başka bir açıdan ağırlığa sahiptir.
“doğa, bir yanda para ya da meta sahibi, öte yanda emek gücünden başka bir şeyi olmayan insanlar üretmiyor. Bu ilişkinin doğal bir temeli olmadığı gibi, bütün tarihsel dönemler için ortak bir toplumsal yanı da yoktur. Bunun, geçmiş tarihsel gelişmelerin sonucu ve çeşitli ekonomik devrimler ile bir dizi eski toplumsal üretim biçimlerinin yok olup gitmesinin bir ürünü olduğu açıktır.” (Karl Marx, Kapital, c.1, s. 172)
Feodalizmin ve genel olarak kapitalizm öncesi tarımsal yapıların çözülmesi ve yıkılması süreci, uzun bir tarihsel dönemi kapsar. İnsanlık tarihi ile neredeyse yaşıt olan ticaret, kapitalizm öncesi tarımsal yapılarda da varlığını sürdürür. Ama ticaretin kapitalist üretim tarzı öncesi oynadığı rol değişen koşullar nedeniyle sistemi çözücü olmuş, feodal sistemin çözülüşünün koşulları, ticaret zemininde gelişmiştir. Kapitalist üretim tarzı altında üretim, ürünlerin geçim araçları şeklinde üretilmesinden, doğrudan metalar olarak üretilmesinin en geniş şekline dönüşür ve dolaşım alanında tüccar egemenlik kurar. Bu üretim tarzı geliştikçe, ticaret “üretime, gitgide daha fazla değişim-değeri üretmeye yönelten bir nitelik kazandırır.” (Karl Marx, Kapital, c.3, s.286)
Ticari kapitalizm dönemiyle (merkantil dönem) birlikte, en önemli gelişmelerden biri, üretim faaliyeti ile tüketim faaliyetinin giderek birbirinden kopması olmuştur. Bunun sonucunda doğrudan tüketicisini değil de pazarı hedefleyen üretimin gelişmesi; değişim değerlerinin üretiminin egemen olmasına yol açmıştır. Üretimin amacı kullanım değeri olmaktan çıkartılmış, değişime yönelik üretim belirleyici olmuştur. Emeğin bir meta olarak emek-gücü biçimine dönüşmesi, paranın meta olarak kullanım değerleri arasındaki ölçüyü ve kar-zararı temsil etmenin ötesine geçerek, “metaların tanrısı” şekline bürünmesi gibi bütün önemli gelişmelerin zemini bu dönemde atılmıştır.
Kapitalizm öncesi tarımsal yapıların ve esas olarak da feodalizmin çözülüşünü, kapitalizmin içinden bakarak, kapitalist üretim tarzının faktörlerini, feodal sistemin içinde bir yerlerde bulmaya çalışarak açıklamak yanlış olacaktır. Feodal sistemin kendisinin de tarihin yasalarına tabi olduğunu ve bu yasaların da esas olarak sınıf mücadelesi zemininde geliştiğini biliyoruz. Kapitalizmin, öncesindeki üretim ilişkilerinin içinden doğup gelişmesi için, toprağa bağımlı köylüyü özgür emekçi, üretim araçlarını ise özel mülkiyet ilişkisi içinde tanımlayan sermaye temeline kavuşması gerekirdi. Bu temeli ona sağlayan, feodal sistem içindeki sınıf mücadelesinin, yine bu sistemi çözmesi olmuştur. Daha sonrasında ise bir kez ortaya çıktıktan sonra kapitalist üretim, kapitalist olmayan üretim biçimlerini çözücü dışsal bir etki yapmıştır. Ama bu toplumlar ve üretim tarzları için bile dışsal faktörün iş görebileceği, üstüne kendini oturtacağı çelişkilerin sistem içinde şu ya da bu ölçüde gelişmiş bulunması gerekir.
Eğer klasik feodalizm olarak tanımlanamayacak tarımsal yapılar ve bunun en açık örneklerinden asyatik üretim tarzı söz konusu ise, sistemdeki bozulma ve çelişkilerin, kapitalist üretim tarzının bu iki faktörünü zayıf ve güdük kılacak bir şekilde geliştirmesinden bahsedebiliriz. Bu zayıf gelişme, merkezi devlet yapısının kapitalist üretim tarzını dizginlemesine, yeni üretim tarzının gelişebileceği her tarihsel momentte, yetersizliği nedeni ile hakim üretim biçimi düzeyine yükselememesine neden olmuştur. Ama bir kez kapitalist üretim tarzı ortaya çıkıp, burjuvazi siyasal iktidarı dünyanın her hangi bir coğrafyasında ele geçirdikten sonra, dışsal etkiler, kapitalizm öncesi üretim tarzlarını çözücü etkide bulunabilmiştir. Sencer Divitçioğlu’na göre
“Asya Üretim Tarzı’nın dayanıklılığı ve yaşarlığı onun iç bünyesinden doğmaktadır. Mamafih, Marks’a göre, bu durağan hal sonsuza dek sürüp gitmez. Çünkü sistem; i) kendi içsel dinamiği ve ii) dışsal dinamiği ile evrilmekte ve dolayısıyla değişmektedir.” (Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, s.34)
Ticaret Asya üretim tarzının salt halini bozabilecek bir etkendir ama “bu etkenin toplumsal bünye üzerindeki etkisi önceden kestirilemez.”
Kapitalizm öncesi üretim biçiminde, üretici, üretim araçlarından kopmamıştır ve geçimlik ekonomisini yeniden üretebilmektedir. Bu durumda artık-ürünün, toplumsal artığın sahiplenilmesi için, ekonomi dışı zorun devreye sokulması gerekir[1]. Her feodal beyin kendi egemenlik alanı ve bu alanda toprağa bağımlı bir köylü kitlesi bulunmaktadır. Bu topraklar esas olarak feodal beyin siyasi otoritesi altında bulunmaktadır. Köylünün mülkiyeti, bu otorite tarafından belirlenmektedir. Belli ölçülerde üretim aracına sahip olan köylü, toprağın mülkiyetine sahip değildir. Derebeyinin siyasi otoritesi altında, belki de yüzyıllar boyunca aynı toprağı işlemesine rağmen, esas olarak bu toprak onun değildir. Bu aşamada ticaretin ve pazarın hem köylünün ve hem de feodal beyin yaşamlarını sürdürmeleri açısından hayati bir rolü yoktur. Ama başka bir açıdan, yerel otoritelerin, derebeylerin kendi aralarındaki rekabet ve savaşımı açısından, hem askeri alandaki ticaret, hem de lüks ticaret zorunlu bir rol oynar. Diğerine karşı üstün konuma geçmek ve bu konumu sürdürmek için sömürü artırılmak, bu yolla da askeri ve siyasi harcamalar karşılanmak istenmiştir. Bunu yapabilmek, ekonomi dışı zor yoluyla köylünün artık-ürününün daha fazlasına el koyma zorunluluğunu doğurmuştur. Feodal beyler arasındaki savaşım ve rekabet, böylece bir kısır döngüye yol açmış olur.
Kendi kendilerini daha fazla harcamaya ve borçlanmaya sokan feodal beyler, derebeyleri, sömürülerini artırırlar. Kendi bölgelerinde derebeyinin artan baskısı ve otoritesi nedeniyle, toprağı terk edip kaçan köylüler bir yandan, tefeci sermayenin üretim araçları ile ilişkisini kopartarak kendilerini yeniden üretemez duruma soktuğu ve sürekli yoksullaştırdığı kentsel üretici kesimler diğer yandan, özgür emeğin nesnel zeminini oluştururlar. Tefeci sermayenin, zanaatkarlar üzerindeki bu yıkıcı etkisi küçük-burjuvazinin bugünkü oluşumuna ve tabi olduğu yasalara benzemekle birlikte aynı şey değildir. Ticari kapitalist (henüz tüccar kimliği ağır basmaktadır), üreticiye ve üreticinin üretim araçları ile olan ilişkisine müdahale itmek, bu ikisini ayırmak için, üretici birliklere ve lonca sistemine saldırır. Esas olarak üretici köylülüğün çözülmesi sonucunda kente gelen ve kentte çözülmeye başlamış, mülksüzleşen bir başka kitle ile mülksüzlük koşullarında eşitlenen yığınlar, işgücünün sadece tarımın çözülmesi sonucunda kente gelen mülksüzlerden değil, daha geniş bir kitle üzerinden metalaştırıldığını belirtir.
Bu gelişmelerle birlikte, ticaret ve tüccar sermayesinin, kullanım değerleri ekseninde yaptıkları alışverişin rolü gittikçe değişir. Hem para sermaye sahibi olarak derebeylere borç veren konumları, hem de kırın çözülüp, ihtiyaçlarını ancak pazardan karşılayabilecek geniş kitlelerin ortaya çıkması, değişim için ticaretin zeminini, kapitalist üretimin gereklerinden birini oluşturmuştur. Tüccarlar hem para ilişkilerinin gelişmesiyle toprak sahipliği hakları tehlikeye düşen feodal beylerle, hem de ticarete koyduğu kısıtlayıcı kurallar nedeniyle lonca sistemiyle çatışma içine girerler. Para ilişkileri köye girdiği ölçüde ticaretin yaygınlaşmasına neden olur. Giderek kapitalist pazarın altyapısının oluşması ölçüsünde, ihtiyaçlarını pazardan para ile karşılayabilme imkanı bulan feodal beyler, serflerin feodal yükümlülüklerini ayni rant biçiminde değil de para rant biçiminde ödemelerine razı olurlar. Kırdaki bu parasal dönüşüm, feodalizmin sınıflarının, serf ve feodal beyin yüzyıllar süren ilişkilerine yeni bir biçim verirken, bir başka aktörü, burjuvaziyi, bu ilişkilerin içine dahil etmeye başlamıştır. Toprağa bağımlı bir yaşamı olan köylülük, feodal yükümlülüklerini yerine getiremediği, getirmek istemediği ölçüde, işgücünü satma olanağının cazibesi ile feodal beyin otoritesinden, bu otoritenin kurulduğu topraktan ve malikanelerden kaçmış, kentlere sığınmıştır. Bu ölçüde de proletaryanın çekirdeğini oluşturmuştur.
“Ticaretin ve tüccar sermayesinin gelişmesi, her yerde, değişim-değerleri üretimine doğru bir eğilim yaratmış, hacmini artırmış, çeşitlendirmiş, kozmopolitleştirmiş ve parayı, dünya-parası haline getirmiştir. Ticaret, bu nedenle hazır bulduğu ve farklı biçimleri, geniş ölçüde, kullanım-değeri göz önünde bulundurularak yürütülen üretim örgütleri üzerinde az çok çözücü bir etkide bulunmuştur. Bunun eski üretim tarzında meydana getireceği çözülmenin genişliği, kendi sağlamlığına ve iç yapısına bağlıdır. Ve, bu çözülme sürecinin nereye varacağı, başka bir deyişle, eski üretim tarzının yerini hangi yeni üretim tarzının alacağı ticarete bağlı olmayıp, eski üretim tarzının kendisinin niteliğine bağlıdır. Antik dünyada ticaretin etkisi ve tüccar sermayesinin gelişmesi, daima bir köle ekonomisi ile sonuçlanmıştır; çıkış noktasına bağlı olarak, ancak, doğrudan geçim araçlarının üretimiyle uğraşan ataerkil bir köle sisteminin, artı-değer üretimiyle uğraşan bir köle sistemine dönüşmesiyle sonuçlanmıştır. Ne var ki, modern dünyada bu, kapitalist üretim tarzıyla sonuçlanır. Bütün bunlardan şu sonuca varılır ki, bu sonuçların kendileri, tüccar sermayesinin gelişmesinden daha başka koşullardan ileri gelirler.” (Karl Marx, Kapital, c.3, s.291-2)
Çözülen toplumsal sistem sonucunda, siyasal iktidarını kaybetmeden önce ekonomik ve toplumsal iktidarını kaybetmiş aristokrasinin aleyhine ekonomik ve toplumsal gücü eline geçiren burjuvazi, işçi sınıfı ve köylülüğü arkasına alarak, tarih içinde çok değişik yol ve örnekler oluşturacak biçimde siyasal iktidara yerleşmiştir. Bu açıdan, burjuva devrimleri, Fransız devrimi örneğinin tersine, en ileri sonuçlarına vardırılmadan kesintiye uğratılmıştır. Aristokrasi ile uzlaşarak, geniş köylü ve işçi kesimlerinin devrim ortamını uzun süre soluması engellenmiş ve bunun aristokrasiye ödenen fatura, salt burjuvazinin yararına sınıfsal tavır ve politikalardan kaçınmak olmuştur. Fransız Devrimi de burjuva devrimlerinin teorik düzeyde soyutlanmasına en elverişli tarihsel deney olmakla birlikte, burjuvazinin aristokrasi ile uzlaşmalarına, gelgitlere sahne olmuştur. Ama yine de bu deneyden aldığı derslerle davranan Avrupa burjuvazisi, toprak sahibi sınıflarla uzlaşmayı ve iktidarı paylaşmayı tercih etmiştir. Siyasal iktidarı paylaşması ekonomik iktidarını daha da sağlamlaştırmıştır.
Sonuç olarak toprağın mülkiyetini sanayi burjuvazisi aleyhine elinde bulunduran toprak sahibi kesimi oluşturacak olsa da bu gelişmeler, aynı zamanda, hem kapitalizmin hem de tarımda kapitalizmin gelişmesi önünde engel oluşturan bu feodal beylerin, derebeylerin tasfiyesini, burjuva devriminin en önemli hedeflerinden biri haline getirmiştir.
Bu sayede sistemin çözülmesi gerçekleşmiş ve işgücünün serbest bırakılması sağlanmıştır. Aynı gelişme tarımda kapitalizmin temelini küçük mülkiyet temelinde sağlamlaştıracaktır. Bu ise, kültürel ve ideolojik düzeyde kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretilmesi için gerekli zemini yaratır. Toprak mülkiyetinin parçalanması ve köylülüğün küçük mülk sahibi yapılması yoluyla toprak rantının sınırlandırılması da sağlanmış olur. Ama bunun ötesinde büyük toprak mülkiyetinin tamamen ortadan kaldırılması, kapitalist toplumsal ilişkilerin en önemli faktörlerinden biri olan, özgür emekçiler kitlesinin oluşmasını engelleyecektir. Bu nedenle de Marx tarafından, “kapitalist üretimin bir önkoşulu ve gereği” olarak belirtilmiştir.
“Şu halde, biz burada, kardan, artıkdeğerin sermayenin payına düşen kısmı diye söz ederken, toplam kardan (kitle olarak artıkdeğer ile özdeştir) rantın düşülmesiyle sınırlandırılmış bulunan ortalama karı (girişim karı artı faize eşit) anlatmak istiyoruz; biz rantın düşüldüğünü varsayıyoruz. Sermayenin karı (girişim karı artı faiz) ve toprak rantı, demek ki, artıkdeğerin özel bölümleri, artıkdeğerin, sermayenin ya da toprak mülkiyetinin payına düşmesine bağlı olarak farklılaşmış kategorilerinden başka bir şey değildir, taşıdıkları adlar bunların niteliklerini zerrece değiştirmiş olmaz. Bu ikisi bir araya getirildiklerinde, toplumsal artıkdeğerin toplamını oluştururlar. Sermaye, artıkdeğerde ve artık üründe temsil edilen artıkemeği, doğrudan doğruya emekçilerden sızdırır. Dolayısıyla, bu anlamda ona, artıkdeğerin üreticisi gözüyle bakılabilir. Toprak sahipliğinin, fiili üretim süreciyle hiç bir ilişkisi yoktur. Onun rolü, artıkdeğerin bir kısmını, kapitalistin cebinden kendi cebine aktarmaktan ibarettir. Bununla birlikte, toprak sahibi, kapitalist üretim sürecinde gene de bir rol oynar; ne var ki, toprak sahibi kapitalist üretim sürecinde salt sermaye üzerine bir baskı yapması yoluyla değil, salt büyük toprak mülkiyeti, emekçilerin üretim araçlarından yoksun bırakılmasının bir önkoşulu ve gereği olması nedeniyle, kapitalist üretimin bir önkoşulu ve gereği olduğu için değil, ama özellikle üretimin en temel koşullarından birinin kişileşmiş olarak ortaya çıkmasından ötürü, rol oynar.” (Karl Marx, Kapital, c.3, s.721)
Burjuvazinin siyasal zaferi, aristokrasinin iktidar simgesi tacını alaşağı etmesi ya da başka bir anlatımla, tacı tarihsel bir nesne durumuna indirmesi olmuştur. Herhangi bir feodal beyin, derebeyinin mülkiyetinin sınırlarıyla hiç ilgisi olmayan kapitalist üretim tarzı ve kapitalist pazar, daha başlangıçta dünya pazarı olarak oluşmuştur. Ticaret en azından bu temeli daha ilk çağlardan bu yana hep canlı tutmuştur. Değişik tüccar ulusların, toplumsal serveti tüccar sermayesi ile elde etmeleri, kapitalist üretim tarzı ile çelişik bir ilişkiyi oluşturmuştur. Tüccar sermayesi, sanayi sermayesi ile karşıtlık içinde, kapitalist üretim tarzının hem temelini oluşturmuş, hem de kendisi, sanayi sermayesinin gelişmesinden zarar görmüş, giderek, sanayi sermayesine ve onun hareketinin yasalarına tabi bir hal almıştır.
”...16. 17. yüzyıllarda coğrafi buluşlar ile ticarette görülen ve tüccar sermayesinin gelişmesini hızlandıran büyük devrimler, feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişi kolaylaştıran belli başlı öğelerden birisini oluşturur. Dünya pazarındaki ani genişleme dolaşımdaki metaların çoğalması, Asya’nın ürünleriyle Amerika’nın hazinelerine sahip çıkmak için Avrupa uluslarının gösterdikleri hırs ve rekabet, sömürgecilik sistemi – bütün bunlar, üretim üzerindeki feodal zincirlerin parçalanmasına maddi katkıda bulunmuşlardır. Bununla birlikte, ilk dönemde –manüfaktür döneminde– modern üretim tarzı, ancak, kendisi için gerekli koşulların, ortaçağlarda oluştuğu yerlerde gelişmişti....Ve, eğer 16. ve kısmen de 17. yüzyılda, ticaretteki ani genişleme ve yeni dünya pazarlarının doğuşu, eski üretim tarzının yıkılmasına ve kapitalist üretimin doğuşuna büyük bir katkıda bulunmuş ise, bu, tersine, zaten varolan kapitalist üretim tarzı temeli üzerinde oluşmuştu. Bizzat dünya pazarı, bu üretim tarzı için temel teşkil eder. Öte yandan, bu üretim tarzının, gitgide büyüyen bir ölçekte üretimde bulunma yolunda kendi özünde bulunan zorunluluk, sürekli olarak dünya pazarını genişletme eğilimini yaratır ve bu durumda, sanayide devrimlere yol açan şey, ticaret olmaz, ticareti sürekli biçimde kökünden değiştiren sanayi olur.” (Karl Marx, Kapital, c.3, s.292)
Sanayinin, ticareti kökünden değiştirmesi, tüccar sermayesinin sınırlılığını ve üretici güçlerin gelişimini sınırlayan karakterini yıkması, onu denetime alması yoluyla olmuştur. Kullanım değerlerinin değişimi amaçlı ve bunun üzerinden elde edilecek, eşdeğer olmayan değişimin sağladığı servete yönelik ticaret, kapitalist ticaret değildir. Ötesinde, üretim sürecinde işgücünün sömürüsü üzerinden yaratılan metaların içerdiği eşdeğerlerin değişimi temelinde gelişen ticaret, birikimin niteliğini, servet amaçlı olmaktan, sermaye amaçlı olmak noktasına taşımıştır. Sermaye ile servet arasındaki farkı ise ilkinin sürekli hareket halinde olması, sürekli üretime dönerek kendini var etmesi zorunluluğu oluşturur. Bu nedenle, kapitalist üretimi başlatan da tüccar sermayesi olmadığı gibi, tüccar sermayesi bu üretim tarzı ile çelişki içindedir. M-P-M’ devresini[2] amaçlayan sanayi sermayesinin geliştiği her yerde tüccar sermayesini sınırlaması ve kendine tabi kılması bu yüzdendir. Bunu başarabildiği ölçüde de tüccar sermayesinin işlevi değişmiş ve sınırlanmış olur. Kullanım değerlerinin değişimi esaslı ve bu nedenle sınırlı bir yapıya sahip olan ticaret, kapitalist üretim tarzı altında, bütün bir dünyayı pazar olarak hedef seçer, pazarı sürekli genişletir ve değişim değerleri üretimi için üretim yapmak üzere örgütlenmiş sermayenin hareket yasalarına bağımlı kılınır.
Burjuvazinin öncülüğünde bir ulusal pazarın oluşması ise, yine burjuvazinin kendi tarihsel hareketini ortaya çıkartan koşullarca ve bu koşulların giderek burjuvazinin bilincinde yer etmesi sonucunda gerçekleşir. Kapitalist pazar, başlangıçta ulusal birliğin kurulması, feodal beylerin sınırlarının birleştirilmesi ve ortak bir ulus paydasında bir araya getirilmesini gerektiriyordu. Bunun olabilmesi için ise, o tarihe kadar olmayan bir şeylerin, yine o zamana kadar varolanlardan üretilmesi gerekiyordu. Feodalizm boyunca, ırklar, boylar, aileler, hanedanlar, soylar temelinde bölünmüş insanların oluşturduğu topluluklar, bu sayılanları şu ya da bu oranda bir arada bulundurmuş, ama ne dinsel, ne dilsel, ne de diğer açılardan, bu bir aradalığa rağmen, değişim değerlerinin ve bu nedenle de eşdeğerlerin değişimi amaçlı pazar için gerekli ve anlamlı bir birliği oluşturmamıştır. Feodal beylerin ve kralların da böyle bir birlik için gereksinimleri olmamıştır çünkü her bir feodal bey kendi toprağından sorumlu olduğu, lüks harcamaları ve askeri giderleri pazardan karşılanabildiği sürece feodal beyin otoritesinin ötesine taşan bir birliğin düşünülmesi için hiç bir maddi temel gelişmemiştir. Kral ise en büyük feodal bey olması itibariyle, kendinden küçük feodal beylerin vergi akışını sağlayan yeterince geniş bir birliğin sağlayıcısı motiflerin arasında, ulus gibi bir keşfe gerek duymamıştır.
Oysa burjuvazi için sorun bambaşkadır. İki açıdan aristokrasiden farklılaşır burjuvazi. Hem kralın egemenliği altındaki bütün yerel beylere, bütün aristokrasiye karşı geniş bir birlik kurmalıdır ve bu birlikle aristokrasiye karşı iktidar savaşımı vermelidir hem de bu birlik, kendi pazarının oluşturulması için gereklidir. Burjuvazi bir taşla iki kuş vuracaktır. Olmayan şeyleri olanlardan icat eder. Dil, din, ırk, tarih birliği vb şeyleri karıştırır. Bu karışım her coğrafya ve her yerellik için ayrı oranlarda ayarlanır. Sonuçta genetik olarak olduğu varsayılan ama siyasal olarak hiç kurulamamış olan ulusal birliğin ancak burjuvazinin öncülüğünde ve onun egemenliğinde kurulacağı gerçeğine ulaşılır. Feodalizm altında ayrılıkları öne çıkarılmış ve ilişkileri hep sınırlanmış, toprağa bağlı ve seyahat özgürlüğünden mahrum kitleler, burjuvazinin, eşitlik, özgürlük, kardeşlik sloganlarına büyük bir yakınlık duymuştur.
Burjuvazinin iktidar mücadelesi, pazarın birliğinin kurulmasından, bu ise ulusal birliğin sağlanmasından ayrı düşünülemez. Bu nedenle burjuva devriminin en önemli hedefi siyasal iktidarı ele geçirmek ve bununla ulusal birliği kurup kendi denetimi ve yönlendiriciliğindeki pazarına hakim olmaktır. Burjuvazi ve burjuva devrimleri için, ulusal sorunun ve bu sorunun çözümünün karşılığı, kapitalist pazar sorununa endekslidir. Bütün bu sorunların çekirdeğinde, pazar sorunu yatar. Bu nedenle de, uluslaşma sürecinde iç içe geçen ve biri çözüldükçe diğeri de olgunlaşan, köylülük ve toprak sorunu bir bütünün farklı yönlerini oluşturmaktadır. Bu sorunlar, sonuna kadar çözülemeyecekleri, çözümlerinin sonuna kadar götürülmesi, kapitalist üretim ilişkilerine ve üretim tarzına aykırı olacağı için, kapitalizm bu sorunlar karşısında çözümsüzdür demek yanlış olmayacaktır. Kapitalizm bu sorunları sürekli olgunlaştırır ve çözüme yaklaştırır. Burjuva devrimleri, kapitalist üretim ilişkileri açısından yarım bıraktığı çözümleri ile birlikte bu sorunları sürekli ve değişik biçimlerde yeniden üretir. Bu açıdan burjuvazinin iktidara geldiği her yerde ulusal sorunu çözmüş olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır.
Uluslaşma süreci, feodal toprak sahipliğinin tasfiyesi zemininde gerçekleşmek zorundadır. Bu tasfiyenin şiddetti, uzlaşma derecesi, sınıf mücadelesinin geliştiği tarihsel koşullarca belirlenmiştir. Bilinen ve uzlaşmanın en aza indiği Fransız Devriminde bile örnekleri bulunacağı üzere, burjuvazinin derece derece aristokrasi ile iktidarı paylaşması ve giderek onu iktidardan tedricen dışlaması tercihi ise, işçi sınıfı ve köylülüğün, bu ulusal ideolojide takılıp kalmaması, ulusal sınırları aşarak sınıf dayanışmasını yaşama geçirmesi nedeniyle gerçekleşmiştir. Bu açıdan burjuvazinin bir taşla iki kuş vurduğunu söyleyebiliriz İşçi sınıfı içinde ulusal ideolojinin, milliyetçiliğin yer etmesi, işçi sınıfı ideolojisinin içine milliyetçiliğin sızması, burjuvazi açısından uzun vadede en yararlı icadın ulusallık olduğunu kanıtlamıştır.
“Eski toplumun hala yetenekli olduğu en yüksek kahramanlık çabası, ulusal bir savaştır. Oysa şimdi ulusal savaşın, hükümetlerin sınıflar savaşımını geciktirmeye yönelik ve bu sınıf savaşımı iç savaş biçiminde patlak verir vermez bir yana atılan, katıksız bir aldatmaca olduğu da görüldü. Sınıf egemenliği, kendini artık ulusal bir üniforma altına gizleyemez; ulusal hükümetler, proletaryaya karşı ancak bir bütün oluştururlar!” (Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, s.81)
İktidara yerleşmiş burjuvazi esas olarak ulusal sorunu çözmüş, pazarın birliği sağlandığı ölçüde ulusal sorun çözülmüştür. Bu açıdan burjuva devrimlerin yaşandığı Avrupa ülkeleri için, örneğin, İngiltere, Fransa, İspanya, Hollanda vb. için olduğu gibi Türkiye için de, gerçekleştirilen ulusal birliğin çıkarları adına sömürgecilik ve işgaller haklı gösterilmiş ve buradan gelen rantlarla işçi sınıfına sus payları dağıtılabilmiş, bu ise sınıf ideolojisi karşısında ulusal ideolojilerin güçlenmesine yaramıştır.
“Feodal üretim tarzından geçiş iki farklı biçimde olur. Üretici, doğal tarımsal ekonomi ve ortaçağların kent sanayilerinin loncaya bağlı el zanaatlarının tersine, tüccar ve kapitalist halini alır. Bu, gerçekten devrim yapan bir yoldur. Ya da tüccar, üretim üzerinde doğrudan bir egemenlik kurar.............Şu halde üçlü bir geçiş şekli söz konusudur. Birincisi, tüccar, doğrudan doğruya sanayi kapitalisti haline gelmektedir. Ticaret üzerine kurulmuş zanaatlarda ve özellikle, İtalya’nın 15. yüzyılda İstanbul’dan getirdiği gibi, dış ülkelerden hammaddesiyle birlikte işçilerinin de getirildiği lüks eşyalar üreten zanaatlarda bu böyle olur. İkincisi, tüccar, küçük patronları kendi aracısı haline getirir yada doğrudan doğruya bağımsız üreticiden satın almada bulunarak, sözde onun bağımsızlığına dokunmamış, üretim biçimini değiştirmemiş olur. Üçüncüsü, sanayici, tüccar haline gelir ve doğrudan doğruya toptan piyasa için üretim yapar.” (Karl Marx, Kapital, c.3, s.294-5)
Kapitalizm öncesi üretim tarzlarının çözülmesi ve süreç içinde kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesi ve üstyapıda feodal devletin egemenliği koşullarında, ekonomik ve toplumsal yapıda iktidarını ilan etmesi, kapitalizmin siyasal zaferini beraberinde getirmemiştir. Bu durum, her şeyden önce, kapitalizmin siyasal zaferinin, ekonomik düzeye göre gecikmeli geldiğini belirtir.
“Ekonomik hayat koşullarındaki bu büyük devrimi, hemen, siyasi yapıda ona uygun bir değişiklik izlemedi. Toplum gittikçe daha fazla burjuvalaşırken devlet düzeni feodal olarak kalmaya devam etti. Büyük çaplı ticaret –yani uluslar arası ticaret, hatta dünya ticareti– hareketleri kısıtlı olmayan ve mallarını, hiç olmazsa her ayrı alanda herkesin eşit kabul edildiği yasalar temelinde eşit haklara sahip tüccarlar olarak değişebilen özgür meta sahiplerinin varlığını gerektirir. El sanatlarından manüfaktüre geçiş, özgür işçilerin varlığını zorunlu kılar; bu işçiler bir yandan loncanın kısıtlamalarından, bir yandan da işgüçlerini kendilerinin kullanmasını mümkün kılacak araçlardan kurtulmuş olmalıdırlar. İşgüçlerini satmak için işverenleriyle sözleşme yapmada özgür olmalı ve sözleşmenin taraflarından biri olarak işverenle eşit haklara sahip bulunmalıdırlar. Ve son olarak bütün insan emeğinin eşitliği ve eşit durumu, insan emeği olduğu için ve insan emeği olduğu sürece, bilinçsiz ama en açık ifadesini modern burjuva ekonomisinin değer teorisinde buldu; bu teoriye göre bir metanın değeri, içinde cisimleşmiş olan toplumsal olarak gerekli emek-zamanı tarafından ölçülür. Ne var ki, ekonomik ilişkiler özgürlük ve hak eşitliği gerektirirken, siyasi düzen, her adımda, lonca kısıtlamaları ve özel ayrıcalıklarla bunlara karşı çıkıyordu. Yerel ayrıcalıklar, vergi eşitsizlikleri ve her türden olağanüstü yasalar, ticarette, yalnızca yabancıları ve sömürge halklarını değil, çoğu zaman her ülkedeki vatandaşların büyük kesimini de etkiliyordu. Loncaların ayrıcalıkları, her yerde ve tekrar tekrar manüfaktürün gelişmesini önleyen engeller yaratıyordu.” (F. Engels, Anti-Dühring)
Kapitalist üretim tarzının egemenliğini kurması ve gelişmesi, tarımda kapitalist üretim ilişkilerinin ne kadar geliştiği; feodalizmin tasfiye edilip edilmediği ile doğru orantılıdır. Geniş kitlelerin tarımdan kopması, kendine yeterli kapalı ekonomilerin tasfiyesi, kullanım değerlerinin dolaşımını sağlayan ticaretin yerine, giderek, değişim değerlerinin ticaretinin yapıldığı kapitalist pazarın almasını beraberinde getirmiştir.
“...Kapitalist üretim tarzının, tarımı da denetimine aldığı varsayımı, bu üretim tarzının, üretimin ve burjuva toplumunun bütün alanlarında hüküm sürmesi demektir.” (Karl Marx, Kapital, c.3, s.543)
Kapitalist üretim, her şeyden önce sanayi üretimidir ve sanayici kapitalist, artıkdeğerin doğrudan yaratılması sürecinde aktif rol oynar. Bunun dışında, toprak sahipleri, bu artıkdeğerden, kapitalistlere kiraladıkları toprakları karşılığında rant elde ederler ve bunların karşısında, artıkdeğerin kaynağı, ücretli emek bulunmaktadır.
“...O halde burada, birlikte ve karşılıklı zıtlık halinde, modern toplumun çerçevesini oluşturan üç sınıfın hepsi – ücretli işçiler, sanayici kapitalistler ve toprak sahipleri ortaya çıkmış oluyor.” (Karl Marx, Kapital, c.3, s.547)
Soyutlama düzeyinde en temel sınıfları belirleyen bu ayrım, aslında hakim üretim tarzı olan kapitalizmin çözümlenmesi, sermayenin hareket yasalarının bulunması açısından yapılmış bir tanımlamadır. Bu nedenle de amacı açısından işlevseldir. Ekonomik tahlilin içine sınıf mücadelesinin sokulmaması gerektiği gibi bir iddia kuşkusuz yanlış olacaktır. Ama bu yanlış, en fazlasından sınıf mücadelesinde yapılan bir yanlış olarak bölüşüm ilişkileri düzeyinde işçi sınıfının kayıplarına neden olur. Kapitalizmin ve sermayenin hareket yasalarının çözümlemesini amaçlamış bir çalışma olan Kapital’de, ara sınıf ve tabakaların ekonomik analize sokulması ise, kendisine kadar oluşmuş iktisat yazınındaki bütün karışıklıklar, anlaşılmazlık ve varolan bu karışıklığın giderilmesi açısından işlevsel görülmemiştir. Ekonomik analiz düzeyinde, üç sınıfa indirgenen kapitalist toplumsal yapı soyutlaması, amacı açısından işlevsel olmuştur. Sınıf mücadelelerini konu alan başka eserlerinde Marx tarafından çok daha ayrıntılı tanımlamalar yapılmıştır. Zaten bilindiği üzere Marx, Kapital’de sınıflar konusunu özel olarak incelemeye fırsat bulamamıştır.
Fakat Fransa’da Sınıf Savaşımları adlı çalışmasında Marx ve buna yazdığı önsözde Engels, politik düzeyde sınıfların somutluğunun ve iç içe geçmiş karmaşıklığının fazlasıyla bilincindedir. Kapital’deki soyutlamanın içinde kalarak bir sınıf tahlili, üç sınıf temelli bir açıklama yapmaz. Aynı şekilde Engels, Marx’ın bu çalışmasına yazdığı önsözde, şimdiye kadarki devrimlerin azınlık tarafından azınlık yararına yapılan devrimler olmakla beraber, yine bu azınlık tarafından çoğunluğun çıkarınaymış gibi gösterilme becerisinin ürünü olduğunu belirtir ve işçi sınıfının giriştiği 1848 kalkışmasını,
“..Ama burada, hiç de kurnazlıklar söz konusu değildi, tersine, büyük çoğunluğun kendisinin en özgül çıkarlarının, ki, doğrusu, o zaman bu büyük çoğunluğun, hiç de açıkça farkında olmadığı, ama pratik gerçekleşme sırasında, apaçıklığın inandırıcı görünüşü ile bu yığınlar için de zorunlu olarak oldukça açık bir hale gelecek olan çıkarların gerçekleşmesi söz konusu idi. Ve eğer, 1850 baharında, Marx’ın üçüncü makalesinde ortaya koyduğu gibi, 1848 sosyal devriminden çıkan burjuva cumhuriyetinin gelişmesi, bundan böyle, gerçek iktidarı –üstelik de kralcı zihniyette olan– büyük burjuvazinin elinde yoğunlaştırdıysa ve buna karşılık toplumun öteki sınıflarını, küçük-burjuvaları olduğu gibi köylüleri de proletaryanın çevresinde toplaştırdıysa ve bunu, ortak zaferde ve zaferden sonra (abç, H.Y) deneyin derslerinden yararlananın ve zorunlu olarak da kesin etkenin onlar değil proletarya olmasını hazırlayacak bir biçimde yaptıysa, burada, bu azınlık devrimini, çoğunluğun devrimi haline dönüştürmenin bütün perspektifleri yok muydu?” (Karl Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, s.14-15)
Marksizmin kendisinden önce gelen bütün teorilerden farkı, sınıf savaşımı teorisini, proletarya diktatörlüğüne bağlaması olmuştur. Bu açıdan proletarya diktatörlüğünün ara tabakalar, kesimler, ve özellikle küçük-burjuvazi açısından çözücü, toplumsal yapıyı dönüştürücü bir işlevi de vardır. Sınıf teorisindeki soyutlamanın gerçekliğe dönüşmesi açısından ise bir denklik, birebir bir özdeşlik aramak mümkün değildir ve toplumları mitolojideki Prokrustes[3] yatağına yatırmak da mümkün değildir. Ve şimdilik kapitalizm, mitolojinin bu acımasız kahramanının görevini, aynı acımasızlık ve ayrımsızlıkla ölçmek gerekirse, başarıyla yerine getiriyor.
Sınıflar, üretimde tuttukları yer, üretim ilişkilerinin içinde geliştiği toplumsal yelpaze üzerinde aldıkları rol ve görevler açısından birbirinden ayrılan geniş insan yığınları tarafından oluşturulurlar. Kapitalist sınıfların oluşumları bir tarihsel süreç içinde gelişmiştir. Tarihsel süreç içinde oluşan sınıflar aynı şekilde sürekli hareket ve değişim içinde genişleyip daralan, farklılaşabilen ve hatta varlık nedenleri ortadan kalkabilecek geniş insan yığınlarıdır. Küçük-burjuvazi bu tanıma en tipik biçimde uyan sınıf olarak gözükmektedir. Kapitalizmin başlangıcında en geniş kesimleri oluşturan bu sınıf, sermayenin hareket yasaları çerçevesinde, zamanla daralıp genişlemekle birlikte esas olarak küçülme ve daralma yönünde bir hareket içindedir.
Sınıfların dışında, temel sınıfların ve temel sınıflara göre ara sınıf olan küçük-burjuvazinin konumuyla ilişkili olarak, bu sınıfların çekim alanına giren ve çıkan kesimler, ara tabakalar da vardır. Bunlar varlıklarını temel sınıfların ilişkiler yelpazesinde gerçekleştirirler. Ara tabakalar, çeşitli özellikleri ile herhangi bir sınıfla birebir örtüşmemekte ve bu açıdan ara tabaka tanımı ile belirtilmektedir. Ama bir başka açıdan bu tabakalar, eğer bir sınıfa göre tanımlanacaksa, en uygun sınıf, en yakın oldukları konum küçük burjuvazi olmaktadır ve bu ara tabakalar küçük burjuvazinin özelliklerini göstermektedirler. Örneğin serbest meslek sahipleri, geniş bir kesim oluşturabileceği gibi zamanla daralan bir kesim olarak teşhis edilebilir. Kapitalist özel mülkiyetin yaygın bir tabana oturduğu ve tekelleşmenin toplumsal alanın bütününü kapsamadığı tarihsel koşullarda bu kesimin tabanı geniş olacaktır. Ama her bir mesleğin ürettiği mal ya da hizmet meta döngüsüne girdikçe, bu kesime yatırım yapan sermaye, bu alanda daha önce serbest meslek sahibi olarak tanımlanan kişileri, mesleklerinin sahibi olmaktan, kendisine bağımlı çalışan işçi statüsüne sokacaktır. Avukatlık, doktorluk gibi yaygın ve statünün esas olduğu meslekler bu türden mesleklerdir. Aydınlar, doğrudan doğruya hangi sınıfın ideoloji ve kültürünü yeniden ürettiği ile ilişkili olarak varlık kazanan bir kesimi oluşturur. Ara konumları, ara kesitleri oluşturan ve temel sınıflara göre nitelikleri belirlenen bu kesimleri şimdilik konunun dışında bırakıp, sınıfları ve sınıfların yapılanışlarını ele almaya çalışalım.
“Sermayenin yeniden üretim sürecinde yer alan, üretim araçları mülkiyetinden dışlanmış ücretlilerin oluşturduğu sınıf, işçi sınıfıdır.” (“Tanımı ve Kapsamı Açısından İşçi Sınıfı”, Kurtuluş Sosyalist Dergi 4, s. 81)
Kişi, doğrudan artıkdeğer üretiminde bulunsun ya da bulunmasın, eğer ücret karşılığı işgücünü satıyorsa, işçidir. İşçi olmak, işçi sınıfına dahil olmak için, mutlaka üretken emek sahibi olup, doğrudan artıkdeğer üretmek gerekmez. İşçi sınıfı, işgücünün niteliği açısından bir çok ayrıma tabidir. Kafa ya da kol emeğiyle çalışıp çalışmaması, nitelikli olup olmaması, hangi sektörde çalıştığı, üretim sürecinde kapitaliste ait işlevlerden sayılabilecek, yönetici, denetleyici konumları açısından işçi sınıfının genelinin dışında bir yerde bulunması vb. nedenlerle oluşmuş bir çok ayrım, işçi sınıfının bütünlüğünün görülmesi, oluşması açısından karışıklık yaratmaktadır.
Kapitalist işbölümünün gelişmesi, azgelişmiş kapitalizm, gelişmiş kapitalist ülke ekonomileri açısından işgücü piyasasının niteliği de değişmektedir. Emperyalist ülke işçi sınıfları ile sömürge, bağımlı ülke işçi sınıflarının ve buralardaki kapitalist işbölümünün niteliği, doğrudan işçi sınıfının niteliğine yansımaktadır.
Modern sanayi denen ve fabrika üretimine dayanan sektörlerde çalışan, kol gücü kullanarak üretim yapan işçiler mavi yakalı; daha çok masa başı, denetim ve yönetim işlevleri ile donanmış, üretim sürecinin planlanmasında kafa emeği ile çalışan kesimler ise beyaz yakalı diye tanımlanmaktadır. Ama bütün bunlar da birbirleri karşısında görecelidir. Kapitalist üretici güçlerin gelişmesi ile birlikte, kol emeği ve mavi yakalı tanımlaması ile belirtilen işlerde çalışanların, şu ya da bu ölçüde de olsa makine kullanma ve üretim bilgisine giderek artan oranlarda sahip olmak eğiliminde olduklarını biliyoruz. Geçmişte kol emeği ile tanımlanan işçilerin okuma yazma bilmelerine bile gerek olmazken, bugün bu tanım altında en az lise mezunu olmak zorunluluğu aranabilmektedir.
Aynı şekilde işçi sınıfının giderek büyüyen bir parçasını da işsiz kitle oluşturmaktadır. İşsizler, işgüçlerini her gün işgücü piyasasına getirmekle birlikte satamayanlardan oluşur. İşçi sınıfının kapsamını saptamak açısından, sadece artıkdeğer üreten işçileri hesaba katan ve bu açıdan daraltıcı tanımları, ücretlilik ortak paydasına genişletmek yeterli olmadığı gibi, yanlış da olacaktır. Kapsamı işsizleri de içerecek şekilde genişletmek gerekmektedir.
Toplumsal üretim araçları (sermaye) mülkiyetine sahip insanların oluşturduğu sınıfın genel adıdır. Bu sınıf bir bütün olarak yeniden üretim süreci içinde farklı toplumsal işlevleri üstlenen kesimlere ayrılmıştır. Bu kesimlerin her biri, bu süreç içinde aldıkları rolle ilişkili olarak artıkdeğerden bir pay alırlar. Aldıkları pay, sermayenin hareketinin işlevleri açısından tuttukları yerle doğrudan ilişkilidir. Sermayenin hareketinin evreleri açısından uzmanlaşmış ve farklılaşmış olan bu kesimler tarihi açıdan da kapitalizmin gelişimine denk düşen bir bölümlenme oluşturmuştur. Sanayi kapitalizminin, diğer sermaye kesimlerinin ve bunları oluşturan burjuvaların merkezinde bir rol oynaması, diğer burjuva kesimleri ve bunların sermayelerini kendisine tabi, kendisinin belirlediği bir çerçevede tutması kapitalizmin gelişmişliğinin bir göstergesini oluşturmaktadır.
Burjuvazi tanımı, genel olarak egemen sınıfların kapitalist üretim tarzındaki ortak adı olarak öne çıkmaktadır. Sosyolojik tanım olarak burjuva kavramının gerisinde ortakça artıkdeğere el koyup paylaşanlar kitlesi bulunmaktadır. Bu açıdan burjuvazi, işgücünün sömürüsü ve özel mülkiyet temelinde ortaklaşan, fakat, sahip oldukları sermayenin niteliği ile ilişkili olarak çıkarları farklılaşabilen kesimlerden oluşmaktadır.
Burjuvazi, sahip olduğu sermayenin niteliği yani, sermaye hareketinin hangi noktasında işlevli olduğu ile ilgili olarak bölünmüştür. Bu bölünmesi, sermaye hareketinin sürekliliğinin sağlanması açısından işlevlidir. Bu bölünme, ticari, sınai ve mali sermaye şeklinde gerçekleşmiştir ve toplumsal yeniden üretim sürecinin bütününü kapsar.
Üretimin doğrudan örgütlenmesinde rol alan ve bu açıdan üretici güçleri üretim süreci içinde bir araya getiren burjuvaların oluşturduğu bir kesimdir. Üretimin gerektirdiği döner ve sabit sermayeyi, makineleri içeren meta kitlesini, işgücü ile birlikte satın alan ve bunlar üzerinden üretilen ürünleri sahiplenen bu kesim, kapitalist üretimin temelini oluşturmaktadır. Bütün diğer toplumsal ilişkiler, bu temel üzerinde gelişmekte, sermayenin yeniden üretiminde üstlenilen rol ve hizmetler halka halka bu temele göre dağılmaktadır. Kapitalist üretim tarzı ve üretim ilişkileri tanımları da bu temel pozisyon üzerinden ifade edilmektedir. Bu kavramların anlamları ve netlikleri de yine ancak bu ilişki üzerinden en yalın biçimde görülebilmektedir. Bir yanda üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar, diğer yanda ise toplumsal üretim araçlarının denetimine girerek, gittikçe daha fazla ezilen, sömürülen ve işgücünü satmak zorunluluğundaki işçiler.
Kapitalist üretimin tek amacı, birikim ve kardır. Birikim amacıyla, sermaye birikimi amacıyla yapılan, bunu da daha fazla kar elde etmek, rakiplerini geride bırakıp, kendisine katarak gerçekleştirmek zorunluluğundaki bu üretim tarzı, birikimi, herhangi bir servet ediniminden farklı olarak üretim sürecinde işgücünü sömürmek yoluyla gerçekleştirir. Bu açıdan daha fazla ve organik bileşimi yüksek sermaye bileşimine ulaşmak, elde edilen karı, yeniden üretim sürecine yatırmak ve birikimi bu yolla gerçekleştirmek, kapitalist üretimin ve bu üretimin anarşik karakterinin temelidir. Kapitalist, bütün bunları, daha önceki tarihlerde birikmiş işgücü olarak cisimleşen makineleri ve işgücünü satın alarak gerçekleştirir. Bu nedenle kapitalist üretim, her şeyden önce sanayi üretimidir ve kapitalist üretimin merkezinde sanayi burjuvazisi ile, sanayi işçisi bulunur.
Ticaret burjuvazisi, üretim sürecinin sürekliliğinin sağlanması açısından, ürünleri sanayi kapitalistinden toptan satın alarak, dolaşım sürecine yatırım yapan kişi ve gruplardan oluşur. Bu sayede üretim sürecinin ve artıkdeğer sömürüsünün sürekliliğinin sağlanmasını gerçekleştirir. Aldığı risk ise, malların son satıcısına ulaşmasını üstlenmesinden ve kriz zamanlarında bunun çoğunlukla gerçekleşmemesinden kaynaklanır. Bununla ilişkili olarak artıkdeğerden bir pay alır ve değerin üretilmesi ile değil, üretilmiş değerin bölüşülmesi ile ilişkili olarak varlık kazanır.
Ticaret sermayesi, kapitalizmden önce de hep varolmuştur. Kapitalist üretim tarzının egemen olmasından önceki varoluşundan farklı olarak, bu üretim tarzına eklemlenerek varlığını sürdürdüğü koşullarda işlevleri değişmiş, değişik bir niteliğe kavuşmuştur. Kapitalizmden önceki varlığı, dönüşümlere uğramış ve bir çok sermaye sahibinin değişik toplumsal kimlikler edinmesine zemin hazırlamışsa da, ticarette karar kılmış bir sermaye kitlesi, kapitalist üretimin ve bu üretim içinde sermaye hareketinin gerçekleşmesi için zorunludur. Kapitalist üretimin egemenliğini kurması ile birlikte ticaret burjuvazisi, tacirden farklı olarak kaderini daha çok kapitalist üretimin gidişatına bağlamıştır. İşlerin iyi gittiği yükselme dönemlerinde tatlı karlar elde eden bu kesim, aksamanın başladığı ve kriz göstergelerinin sıklıkla hissedildiği durumlarda, krizden ilk etkilenen kesimi oluşturur. Daha sonrasında ise, satışların düşmesi ile birlikte bu durum, doğrudan üretimin aksamasına, bu da birikimin durmasına yol açar.
Ticaret burjuvazinin etkinliğinde bir kapitalizm, sanayi üretimini yönlendiren bir ticari burjuvazi, sanayi burjuvazisinin gelişimini engelleyen bir faktör olarak, azgelişmiş ülke kapitalizminin göstergelerinden birini oluşturur. Yine aynı şekilde bu gösterge, kapitalizmin erken dönemlerini ve yeni gelişmekte olduğu evreleri işaret eder. Her iki durumda da ortak yön kendi temelleri üzerinde gelişen kapitalist üretimin aksamasıdır.
Mali sermaye, kapitalist üretimle birlikte ve ondan önce varolan tefeci sermayenin bir türden devamı niteliğindedir. Bu burjuva kesimin de ataları tefeci, faizci kesimdir ama kapitalist üretimde aldıkları rol açısından, tıpkı tüccar sermayesinin geçirdiği evrime benzer bir evrim geçirmiştir.
“Tefecilik, gelişerek bankacılığa dönüşür. Banker, sermaye alıp satan bir tüccar olarak tanımlanabilir.” (George Thomson, Kapitalizm ve Sonrası, s.33)
Üretim sürecini organize edecek kapitalisti finanse etmek, üretim için gerekli üretim araçlarının bir araya getirilmesi için gerekli para sermayeyi sağlamak, bu yolla sanayi burjuvazisinin el koyacağı artıkdeğerden bir pay almak şeklinde beliren rol ve kazancı, esas olarak sanayi kapitalistine bağlı bir konumu ifade eder. Mali burjuvazi üretim sürecini organize eden sanayici kapitalistin dönüşümünde gerekli finansmanı sağladığı için gerçekleşen artıkdeğerden, faiz şeklinde bir pay alan kesimden oluşur. Bu durumda faiz getiren sermayenin karşılığı, değişim değeri faizdir. Kullanım değeri de, üretimi finanse edebilme niteliği olarak ifade edilebilir.
Para sermayeyi elinde bulunduranların, sermayenin hareketinin sürekliliğinin sağlanması açısından üstlendikleri rol tarihsel olarak giderek değişmiştir. Bu konudaki tartışmalar uçsuz bucaksız bir biçimde sürmektedir. Önceleri banka sermayesi şeklinde örgütlenen mali burjuvazi, kapitalizmin ilerleyen dönemlerinde bir başka açıdan üretimle ilişkilenmiştir. Üretimi finanse etmek ve faiz geliri elde etmenin ötesine geçerek, doğrudan üretim araçları ve fabrikalardan hisse sahibi olmak, faiz gelirinden öte, kara ortak olmak şeklinde bir gelişme yaşanmıştır. Bu gelişme, banka sermayesi ile sanayi sermayesinin ve bu iki kesim burjuvazinin bir türden bileşimi şeklinde yaşanmıştır. Değişen işlevler ve yeni gelişen toplumsal kimlikler, sırasıyla mali sermaye ve mali oligarşi terimlerinde karşılığında bulmuştur. Kapitalizmin emperyalist aşamaya sıçraması, her alanda tekellerin ortaya çıkması önkoşulu ile birlikte, üretimdeki ulaşılan tekelci karakterin, banka sermayesi ile birleşmesi koşulunu da şart koşar. Emperyalist aşama ile birlikte iktidarın asıl sahipleri, finans kapital tanımı ile ifadelendirilen bu kesime geçer.
Finans kapital, Marx’ın yaptığı sanayi ve mali sermaye ayrımının mantıki sonuçlarına varmasının bir ürünü olarak da düşünülebilir. Bir yandan sanayide tekelci yapılar ortaya çıkmış, diğer yandan ise, kredi sisteminin ortaya çıkması ile birlikte toplumsal tasarruflar büyük ölçüde bankalarda toplanmıştır. İkisi de birbirine muhtaç konumda ve birbirini çeken güçler olarak özerk konumlar elde eden bu güçler, ihtiyaçları açısından birbirlerine gereksinim duymuşlardır. Sanayi tekellerinin birikim ihtiyaçlarını karşılamaları ancak bankalara başvurmak yoluyla gerçekleşebilecek ölçüdedir. Diğer yandan ise bankalar ellerinde birikmiş tasarrufun ancak sanayiden gelebilecek bir taleple aktif hale girebileceğini bilmektedirler.
Bugünkü kapitalizmin teşhisi açısından en önemli konu başlıklarından birini bu kavram ve kavramın ifade ettiği bu toplumsal kesim oluşturmaktadır. Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin nerede ve hangi hiyerarşi içinde ve ne derece birleştiği konusunda farklı bakış açıları bulunmaktadır. Mali oligarşinin içinde banka sermayesinin mi, yoksa sanayi sermayesinin mi egemen olduğu ve bununla ilişkili olarak hangi burjuva kesimin daha etkin olduğu üzerine farklı vurgular gerçekleşmiştir. Emperyalist devletler için bu bileşimdeki ağırlık banka sermayesinden yana kayarken, bağımlı, çevre ülkelerde, sanayi sermayesinden yana bir ağırlık gözlenmektedir.
Kapitalist üretim tarzını karakterize eden şeyin artıkdeğer sömürüsü olduğu, birikim temelinde artıkdeğer olduğu bilinmektedir. Ama bu da sonuç olarak sermaye birikimi için yapılmaktadır ve bunu sağlayan kardır. Kar, artıkdeğerden ayrı ya da farklı bir şey değildir. Ama bağlantıları kopmuş ve anarşi temelinde gerçekleşen kapitalist üretim, kar peşinde koşarken, üretimin temel olduğu bir sistemden giderek spekülasyonlarla elde edeceği karların kolaycılığına kapılır. Kapitalist sistemde bunu engelleyebilecek hiçbir plan bulunmamaktadır. Esas olarak da üretici güçlerle üretim ilişkilerinin çelişkiye girmesi ve sistemin kendisini yadsıması bu noktada gerçekleşir. Mali oligarşi (finans kapital) ile, bugün ifade edilen, salt haliyle para-sermaye, finans baronları denen bir kesimin gelişmesini beraberinde getirmiştir. Çoktandır kapitalizmin bugünkü çelişkilerinden birini oluşturmaya başlayan bu gelişme, mali oligarşinin içinde ve üstünde, giderek ona da yabancılaşan bir kesimin, salt spekülasyonla ilişkili olarak varlık kazandığını göstermektedir.
Sermaye sınıfı, sahip olduğu sermayenin büyüklüğü açısından bir tanımlamaya tabi tutulmuştur. Bu açıdan orta ve büyük burjuvazi kavramları çok kullanılan kavramlardır.
Birincil paylaşım ilişkileri içinde işçi sınıfının karşısında sömürücü sınıfı oluşturan burjuvazinin farklı kesimleri sermaye büyüklüğüne göre, bir ayrıma tabidir. Büyük ya da orta burjuvazi kavramları bunu ifade eder. Büyük burjuvazi, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden bugüne kadar kullanılan bir kavram olagelmiştir. Emperyalizmle birlikte bu tanımın yerini tekelci kapitalizm kavramı almıştır.
Marx’ın büyük burjuvazi tanımını, esas olarak, Kapital’de geliştirdiği iki sektörlü kapitalist üretim şemasının birinci kesimini oluşturanlar için kullandığını düşünmek yanlış olmaz. Çünkü, üretim araçları üreten bu sektördeki sermayenin organik bileşimi yüksek bir yapılanmaları vardır. Üretim araçları üreten sektör diye ifadelendirdiği bu sektör, diğer üretim alanlarına, ekonominin diğer alanlarına göre kar oranlarının yüksek olduğu ve yüksek teknoloji gerektiren sektörlerdir. Mutlak bir eşleme yapmamakla birlikte, orta burjuvazi, sermaye yapısı açısından daha düşük teknoloji, daha düşük organik bileşime sahip sektörlere yatırım yapanlardan oluşur.
Sermayenin merkezileşmesi ve rekabeti süreçleri açısından mülkiyetin giderek az sayıda elde ve büyük oranlarda toplanması, kapitalist üretim tarzının ve sermaye birikimi sürecinin doğal sonucudur. Bu nedenle, toplumsal üretim araçları mülkiyeti, toplumun azınlığını oluşturan burjuvazinin, giderek daralan kesimlerince yüksek oranlarda sahiplenilmiş, özel mülk edinilmiştir. Büyük burjuvazi kavramı bu kesimlere denk gelmektedir. Sonradan tekelci burjuvaziyi oluşturan bu kesimler için büyük burjuvazi kavramı kullanılmıştır. Sosyoloji ve ekonomi yazınında, popüler metinlerde kullanılmaktadır. Tekelci burjuvazinin sürekli kendini yeniden ürettiği bir zemin olarak da varlığını sürdürdüğü bir gerçektir.
Egemen sınıf olarak burjuvazinin, kendi varlık biçimlerine denk gelen çeşitli düzeylerde örgütlülükleri bulunmaktadır. Büyük burjuvazinin üyelerinin ve bu tanıma karşılık gelenlerin, sermaye yapısının neresine ve hangi iktidar ilişkilerine denk düştüğü, bu örgütlülükleri tarafından belirlenmektedir. Bu açıdan bilinen ve bilinmeyen örgütlülükler, ekonomik ve siyasi düzeyde sahip olunan konumların süreklileştirilmesi ve yeniden üretilmesi için işlevli ve gerekli örgütlülüklerdir. Örneğin patronlar kulübü Tüsiad büyük burjuvazinin bir örgütlülüğüdür. Bunun dışında iktidar yapısının etkilenmesi ve belirlenmesi sürecinde bir çok düzeyde farklı örgütlülük, işlevli olmaktadır.
Büyük burjuvazinin, esas olarak sermaye büyüklüğünün ötesinde farklı bir anlamı vardır. Bu da, büyük burjuvazinin esas olarak iktidar yapıları üzerinde süreklilik kurmuş örgütlülük ve ilişki ağları ile kendini var edebilmesinden kaynaklı olarak, daralan iktidar yapısının sahiplerinden oluşması, büyüklük kıstasının sermaye büyüklüğünden önce ve buna zemin hazırlayan bir faktör olarak iktidar ilişkileri içinde kendini var eden bir kesim olmasından kaynaklanır. Esas olarak bugün geçerli olan bu anlamı ise her düzeyde tekelci yapıların karakteri ile örtüşmektedir.
Büyük burjuvazinin dışında kalan, geniş bir üretim tabanına sahip burjuva kesimleri ifade eder. Küçük-burjuva üretici kesimlerden farklı olarak, üretime doğrudan kendi emeğini katmaz. Doğrudan üretim sürecine katılan kesimleri, üretime yatırım yapan diğer sermaye grupları gibi, artıkdeğer üretimini hedefler. Orta burjuvazi tanımı, sermayenin hangi alanda (ticari, mali, sanayi) yatırım yaptığından bağımsız olarak, sermaye büyüklüğü ile ilişkili bir tanımdır. Büyük burjuvazi, herhangi bir alanda yatırımla kendini sınırlamış olabileceği gibi, sermaye hareketinin bütün alanlarına da yatırım yapabilir. Bu gücü ve yeterliliği vardır. Ama orta burjuvazinin, esas olarak böyle bir gücünün olmadığını kabul etmek gerekir.
Kapitalist üretim tarzının, geniş bir tabana yayılması ve kitleler açısından kabul görmesi açısından, tıpkı küçük burjuvazinin neden olduğu gibi, geniş bir meşruiyet zemini sağlar. Küçük-burjuvazinin kriz zamanlarında, nesnel olarak işçi sınıfı saflarına ve ideolojisine yaklaşması örneğinde olduğu gibi, orta burjuvazi de kriz koşullarında, rekabet koşullarında mülksüzleşme eğilimindedir. Sermayenin merkezileşmesi süreci, orta burjuvazinin tabanını daraltarak, onu sürekli bir tehdit altında bırakır. Ekonomik rekabetin koşullarının, siyasal düzeydeki düzenlemelerden geçmesi, iktidardan dışlanmış bu kesimleri sürekli tehdit etmektedir. Geçmişte kalan mutlu günlerin özlemini sürekli duyumsayan ve bu açıdan, geleceklerinin olmamasından ürken bu kesimler, iktidarda yer alamadıkları ölçüde muhalefet kimliği ile ön plana çıkarlar. İktidara muhalefet, genel olarak orta sınıfların iktidar karşıtı yapılanmalarına yol açar. iktidardaki resmi ideolojiye karşıt olmak ve geniş kitlelerin de bu ideolojilerin etki alanına çekilmesi, orta sınıfların karakterini belirler. Daha çok gerici ve dinci ideolojiler, bu açıdan orta sınıfların ideolojik yapılanmalarına eşlik eder.
Orta burjuvazi, üretim ölçeği ve sermaye büyüklüğü yanında, sosyolojik açıdan başka bir anlam daha taşır. Tekelci ayrıcalıklara erişemeyen ve sermaye büyüklükleri ne olursa olsun, iktidardan dışlanmış kesimleri ifade eden orta burjuvazi kavramı, iktidarda yer almayan burjuva kesimleri ifade eder. Orta burjuvazi, tekelci burjuvazinin oligarşik iktidarından farklı olarak, geniş bir tabana yayılır ve bu taban üzerinde öncülük iddiasındadır. Orta burjuvazi, ancak bu ölçüde, burjuva demokrasisinin bir gereği olan seçimler ve siyasi katılım açısından gözetlenmek, kayırılmak ve bir takım imtiyaz ve kırıntılarla ödüllendirilmek durumundadır. Ancak, gittikçe pazardaki etkinliği daralan ve ekonomik rekabette sürekli gerileyen orta burjuvazi, bu kırıntı ve bahşedilen ayrıcalıklarla varlık temelinin daralmasını engelleyemez.
Toprak sahipliğinin kökeninde, kapitalizmin gelişmesi sürecinde feodal beylerin, derebeyinin sahip olduğu mülk sistemi bulunmaktadır. Tarımda kapitalist çiftlik sahipliği, büyük toprak sahipleri ile mutlak olarak aynı kökenden değildir. Burjuva devrimi, değişik ülkeler ve coğrafyalarda değişik biçim ve yollarla gelişmiştir. Esas olarak ideolojik, dini, kültürel alanlarda aristokrasi ile burjuvazinin uzun süren mücadelesi, aydınlanma ve reform hareketleri, bu uzun süren mücadelenin yansımaları şeklinde gelişmiştir. Kilisede ve din kurumunda cisimleşen feodal aristokrasinin sınıf çıkarları, burjuvazinin doğrudan doğruya bu kurumu ve dini mücadele alanı olarak seçmesine yol açmıştır. Bu nedenle kiliseye karşı mücadelede burjuvazinin sınıf çıkarları sözcülüğünü bulmuştur. Ortaçağın sonlarında yükselen bir sınıf olarak burjuvazinin, feodalizme karşı savaşımı, öncesinde dine karşı, kiliseye karşı, bilimin ve aydınlanmanın yanında, ama yine de dinsel bir kılık altında, dinin reforme edilmesi şeklinde geliştirilmiştir. Bu savaşım, feodal baskı ve yükümlülükler karşısında bunalan geniş köylü yığınları arasında yankı bulmuştur.
Burjuvazinin, feodal aristokrasiye karşı geniş işçi ve köylü yığınlarına öncülük etmesi, kendi devrimini bir adım sonra tehlikeye sokmuştur.
“...sınai ve ticari orta sınıf, kendisine başka bir rakip, işçi sınıfı ortaya çıktığında, toprak aristokrasisini politik iktidardan tümüyle kovmayı henüz başarmamıştı.” (Marx-Engels, Seçme Eserler3, s.135)
Bu nedenle burjuvazi, çoğu zaman aristokrasi ile uzlaşma yolunu tercih etmiş, ekonomik ve siyasi açıdan uzun vadeli çıkarlarını, bir anda elde edebileceği iktidarın tehlikelerine tercih etmiştir. Ayrıca, kapitalist üretim tarzı açısından aristokrasi yeni bir kimlik altında dönüşüme uğramıştır. Toprak sahibi sınıfın ilk oluşumu bu kesim üzerinden gerçekleşmiştir. Tarımda kapitalist ilişkilerin yanında, fabrika üretimi için gerekli işgücünün sağlanması ve köylülüğün çözülmesi için zemin hazırlayan bir işlev görmüştür. Bu özellikle İngiltere açısından böyle gelişmiştir. Ama, burjuva devriminin uç noktalara kadar gittiği Fransız Devrimi,
“din örtüsünü tümüyle sıyırıp atan ilk ayaklanmaydı ve açıktan açığa politik alanda yürütüldü; ve gene, taraflardan birinin, aristokrasinin yıkımına ve öbürünün, burjuvazinin kesin zaferine kadar sürdürülmüş ilk ayaklanmaydı. İngiltere’de devrim-öncesi ve devrim-sonrası kurumların kalımı ve büyük toprak sahipleriyle kapitalistler arasındaki uzlaşma, adli teamüllerin kalımında ve hukukun feodal biçimlerinin bağnazlıkla korunmasında kendisini gösterir. Fransa’da devrim, geçmişin geleneklerinde kapanmaz bir gedik açtı; feodalizmin son kalıntılarını silip süpürdü, ve Code Civil’ de eski Roma hukukunu, çağdaş kapitalist koşullara ustalıkla uyarladı. Bu yasa, Marx’ın meta üretimi dediği ekonomik evreye karşılık olan hukuki ilişkilerin aşağı yukarı yetkin bir dışavurumudur; bu devrimci Fransız yasası öylesine ustalıklıdır ki, bütün öbür ülkelerde, İngiltere’de bile, mülkiyet hukuku reformların, hala örnek olarak alınmaktadır.” (Markx-Engels, Seçme Eserler3, s.130)
Feodal sistemin bütün ekonomik gücünün tükenmeye yüz tuttuğu, siyasi olarak iktidarının sallantıda olduğu ve çoğunca iktidarda bulunmasını, kültürel ve siyasal birikimine, geçmişten gelen ayrıcalıklarına dayandığı koşullarda feodal aristokrasi, giderek burjuvaziyle uzlaşmaya yanaştı. Burjuvazi de, feodal aristokrasiye karşı mücadelesinde güçlendikçe, bu gücünün kaynağını oluşturan geniş yığınların tehdidini arkasında hissediyor ve bu açıdan feodal aristokrasiye uzlaşma öneriyordu. Birleştikleri noktada, feodal aristokrasi, paranın değerini tümüyle kavramış bir sınıf olarak kapitalizmin üretim tarzıyla eklemlenme yolunu seçiyor, “yüzlerce küçük çiftçiyi hemen kovup, onların yerine koyunları koyarak gelirlerini artırmaya” başlıyordu. Kilisenin toprakları satışa sunulup, “yeni bir toprak sahipleri sınıfı” (age) yaratılıyordu. İngiltere’de kilisenin toprakları bütün bir 17 yüzyıl boyunca feodal aristokrasi gözetilerek dağıtıldı ve İngiliz aristokrasisi,
“....sınai üretimin gelişmesine karşı çıkması şöyle dursun, tersine, ondan dolaylı olarak kazanç sağlamaya çalıştı; ve ekonomik ya da politik nedenlerle, sınai ve mali burjuvazinin önderleriyle işbirliği yapmak isteyen birtakım büyük toprak sahipleri her zaman bulundu. Bundan dolayı 1689 uzlaşması kolayca başarıldı. Politik ‘vurgun ve mevki’ yağmaları, mali, sınai ve ticari orta sınıfın çıkarları yeterince gözetilmek koşuluyla, büyük toprak sahibi ailelere bırakıldı. Ve o çağda, bu ekonomik çıkarlar, ulusun genel politikasını belirlemeye yetecek güçteydi. Ayrıntılar üzerinde kavgalar olabiliyordu, ama aristokrat oligarşi, genellikle, kendi ekonomik mutluluğunun sınai ve ticari orta sınıfınkine bir daha ele geçmemecesine bağlı olduğunu fazlasıyla biliyordu.” (Marx-Engels, Seçme Eserler3, s.128)
Kapitalist üretim, meta üretimidir. Kapitalist toprak sahipliğinin tarihsel kökeni her ne kadar feodal aristokrasiden devşirme bir kesim olsa da, sermaye, tarımsal üretimi karlı gördüğü ve bu alana yatırım yapmak istediğinde, kökeni ne olursa olsun bu alana yatırım yapacaktır ve tarımsal üretim, tarım alanında meta üretimi de, genel olarak sermayenin tabi olduğu yasalara tabidir. Kapitalist çiftlikler, tarımsal meta üretimine yapılan yatırımlar açısından sermaye sahibinin sanayi yatırımından, esas olarak (tarım alanındaki farklılaşmayla birlikte sonuç olarak sermayenin hareket yasalarına tabi olması açısından) farklı değildir.
Tarımda kapitalist üretim yapmadan, sahip olduğu toprakları kiraya vermek yoluyla gelir elde eden kesim, genel olarak toprak rantından geçinen bir kesim olarak, toprak sahibi sınıfı oluşturur. Kapitalizmin gelişmesi ve erken dönemlerinde bu kesim daha geniş ve tanıma uygun olarak rant geliri ile geçinen ayrıcalıklı bir sınıf oluştururken, giderek tarımda kapitalist üretim yoluna giren ve bu yolla toplumsal tabanı daralan bir eğilim izlemiştir.
Bir yanını zanaatkarların ve küçük ölçekli işletmelerin, diğer yanını küçük toprak mülkiyetine sahip kitlelerin oluşturduğu küçük-burjuvazi, en genel anlamda, karşıt sınıfsal kutupları oluşturan işçi sınıfı ve kapitalistlere sürekli insan kaynağı sağlayan bir yapıya ve harekete sahiptir. Kapitalist rekabet içinde mülksüzleşen bu kesimin üyeleri, işgücünü satmak zorunluluğuna girdiğinde işçi sınıfına kaynak olmaktadır ve esas olarak da baskın eğilimi bu yöndedir. Girişimciliği, enerji ve yaratıcılığı ile kapitalist rekabette ayakta kalabilen, üstelik sermayenin merkezileşmesi sürecinde karlı çıkan küçük-burjuva unsurlar da egemen sınıf kapitalistlerinin yeni ve dinamik üyeleri olarak kabul görebilmektedir. Bu durum hem kent küçük-burjuvazisi için, hem de tarımda küçük-burjuvazi için geçerlidir.
Tarımda küçük-burjuvazinin oluşması tarihsel bir süreci kapsar. Burjuva devrimleri, tarımda kapitalizmin gelişmesi ve genel olarak kapitalizmin önkoşullarından olan özgür emekçi kesimlerin (alınıp satılabilen işgücü) oluşması için, toprak reformu ve köylülüğün toprak sahibi olmasını programlarına yazmıştır. Bu sayede burjuvazi kendisine hem ekonomik hem de siyasi olarak altyapı oluşturmuştur. Kapitalizmin başlangıcı açısından küçük-burjuvazi tarımdaki yaygın tabanı nedeni ile en geniş toplumsal kesimleri oluşturur. Köylülük, küçük-burjuvazinin içinden ürediği engin bir kaynaktır.
Köylülüğün küçük-burjuva zeminindeki yaygın tabanı, kapitalistlerin tarımsal üretime yaptıkları yatırımlar ve kapitalist çiftlik işletmelerinin yaygınlaşmasıyla olduğu gibi, rekabete dayanamayıp toprağını kaybeden köylülük nedeni ile giderek daralır. Diğer yandan ise, büyük toprak sahiplerinin varlığı nedeni ile mülkiyetin fizik bir sınırı vardır. Başlangıç açısından bir çok derebeyinin toprakları köylülüğe dağıtılsa da bu feodal beylerin, derebeylerinin varlıklarını toprak mülkiyetinin temelinde sürdürmesine engel olmaz. Tarımsal nüfus artışı, miras nedeniyle toprakların daha da parçalanmasına ve köylülüğün kendisini küçük-burjuva zeminde yeniden üretmesine engel oluşturur.
Tarımda kapitalist işletmelerin ücretli işgücü istihdamı yoksul köylülüğün kendine yetmeyen toprağından arta kalan zamanında ücretli çalıştırılması yoluyla olduğu gibi, doğrudan topraksız köylünün çalıştırılması şeklinde de gerçekleştirilir.
Köylülük, feodal sistem içinden temel sınıflardan biriyken, kapitalist üretim tarzının yaygınlaşması ve tarımda kapitalizmin giderek yerleşmesi ile birlikte, nitelik değiştirir. Kültürel ve ideolojik düzeyde feodal dönemin temel sınıfı olarak edindiği davranış kalıpları ve eğilimleri, kapitalist üretim tarzına ait ilişkilere uygulamaya çalışır. Giderek kapitalist üretim ilişkileri kırda, tarım alanına nüfus ettikçe, feodal düzenden kalma bir sınıfsal ilişkiler yıkılmaya ve kapitalist toplumun sınıfsal ilişkilerine doğru bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bu dönüşüm, tarımda sermayenin sahipliğine ya da mülksüzlüğe ilişkin olarak gelişir.
Köylülük, işlediği toprağın büyüklüğü ve kullandığı tarım aletlerinin niteliğine göre, yoksul köylülük, orta köylülük ve zengin köylülük olarak kesimlere ayrılır. Toprak büyüklüğü burada tek başına yeterli bir ölçütü oluşturmaz. Toprağın verimliliği ve sulama olanakları, belli bölgeler için köylülüğün hangi kesimine dahil olunduğunu belirleyen etkenlerden biridir. Bu açıdan;
Yoksul köylülük; kırdaki mülkiyet ilişkilerinin sonucu, topraktan ve üretim araçları mülkiyetinden dışlanmış, mülkiyetini kaybetmiş ya da hiç kazanmamış bir kitle olarak, proletaryaya en yakın nitelikleri ile ön plana çıkar ve işçi sınıfının kırdaki en yakın müttefiki olarak yarı-proletarya olarak adlandırılır.
Orta köylülük; kırdaki mülkiyet ilişkileri açısından, az çok toprak sahibidir ve kendi geçimlik ekonomisini yeniden üretmek için çalışır. Ama kırda kapitalist üretim ilişkilerinin etkinliğini artırarak kurması ve rekabet, kendi geçimlik ekonomisini yeniden üretmesini giderek güçleştirir. Bu nedenle, şehirdeki küçük-burjuva sınıfla bir benzeşiklik içindedir ve aynı davranış özelliklerini gösterir.
Zengin köylülük; büyük toprak sahibi özellikleri ile, tarımda kapitalist üretim ilişkilerinden en fazla yararlanan kesimdir. Burjuvazi ile birlikte karşı devrimci özellikleri ağır basar ve kırdaki toplumsal ilişkilerin sosyalist dönüşümü, doğrudan ve ilk olarak bu kesimleri, toprak sahibi sınıflarla birlikte hedef alır.
Kırda, tarımsal üretim alanındaki sınıfsal ayrışma ve farklılaşmalar, toprağa yatırılmış sermayenin, genel olarak sermayenin hareket yasalarından ayrıştığı ölçüde sınıfsal denkliklerin de ayrışmasını getirir. Bu açıdan, kapitalist üretim tarzının ve kapitalizmin sınıflarının denklikleri olmaları ile birlikte tıpa tıp aynı şeyler olmayan kırdaki sınıflar ve mülkiyet ilişkileri giderek, genel olarak kapitalizmin sınıfları ile örtüşür.
Toplumun temel sınıfları arasında yer alıp, belli ayrıcalıklara sahip olan ve yeniden üretim sürecinde toplumsal açıdan ihtiyaç olarak değerlendirilen bazı toplumsal ilişkiler üzerinde varlık kazanan kesimlerdir. Bu nedenle ara tabakalar, ara sınıf konumunda olan küçük-burjuvazi ve köylülükten farklıdırlar. Ara sınıflar sürekli bir değişim ve temel sınıflara ve esas olarak da işçi sınıfına doğru bir dönüşüm içindeyken, ara tabakalar ve bu tabakaları oluşturan kesimler, ayrıcalıklarını sürekli kılarak ve bu ayrıcalıkları üzerinden varlık kazanırlar. Ara tabakaların, ikincil bölüşüm ilişkileri içinde gelir olarak artıkdeğerden bir pay almaları ve büyük ölçüde, devlet dolayımı ile varlık kazanmaları, bunları ara sınıf konumundaki, küçük-burjuvaziden ve nesnel olarak işçi sınıfının bir üyesi olmakla birlikte çelişkili[4] konumdaki kesimlerden (mühendis, formen, ustabaşı vb) ayırır.
Ara tabakalar, sınıf içi çelişkili konumlardan farklı olarak değerlendirilecektir. Örneğin memurlar, sınıf içi çelişkili konumları gittikçe sınıf lehine netleşen bir kesim olarak ara tabakalardan sayılmayacaktır. Çünkü her ne kadar devlet dolayımı ile varlık kazansalar da ücretlilik ilişkisi içinde bulunmaktadırlar. Yine kamu kuruluşları ve iktisadi teşebbüslerde çalışanlar da, devlet adına değil, devletle işveren ilişkisi içinde çalıştıkları için, işçi sınıfı içinde sayılacaktır.
Nesnel olarak işçi sınıfının bir üyesi olmakla birlikte, üretimde tuttukları yer ve üstlendikleri işlevler açısından, ideolojik olarak burjuvaziye yakın konumdaki ara kesimler; mühendis, formen, yönetici, vb gibi konumlara sahip olanlar, sınıf içindeki çelişkili konumları açısından ara tabaka üyesi olarak adlandırılmamalıdır. Bu konumda olanlar, nesnel olarak sınıflarını algıladıkça, işçi sınıfının bir parçası olarak davranmaya, ideolojik olarak daha yakındırlar. Nesnel olarak işçi olan bu kesimin üyelerinin, ücretlilik ilişkisi içinde olmakla birlikte, işçi sınıfının bir parçası gibi davranmaları çoğunca işçi sınıfının ideolojik hegemonyasını kurmasına ve toplum üzerindeki etkinliğine bağlıdır. İşçi sınıfı içinde olmakla birlikte çelişkili konumdaki bu kesimlerden farklı olarak, ara tabakalar, yeniden üretim sürecinde üstlendikleri roller açısından, ücretlilik ilişkisi içinde olmayan ve ikincil bölüşüm ilişkileri içinde genel olarak artıkdeğerden gelir olarak bir pay alan kesimlerden oluşur. Ara tabakalar, esas olarak bürokrasiden, kapitalist şirketler ve kamuda görev alan üst düzey yöneticilerden oluşmaktadır.
Serbest meslek sahipleri de, çok geniş bir yelpazede dağılmış olarak, toplumsal üretim ilişkilerinin ihtiyaçlarına göre varlık kazanırlar. Doktor, mühendis, avukat vb gibi serbest meslek sahipleri, hizmet verdikleri, üretimde bulundukları alanlarda, bunun karşılığında, artıkdeğerden bir gelir elde ederler. Varlıkları, kendi alanlarına sermaye yatırımı yapılmaması, ya da bu alandaki faaliyetin meta üretimine konu olmasıyla birlikte rekabet edebilmelerine, rekabet edebildikleri sürece ayakta kalabilmelerine bağlıdır. Kendi bürosunda faaliyet gösteren doktor ya da avukat, özel bir hastane ya da hukuk bürosunda ücretli olarak çalışmaya başladığında, artık işçi olarak değerlendirilecektir. Ara tabaka üyesi olmaktan, işçi sınıfının çelişkili konumundaki bir üyesine dönüşecektir. Çelişkisini giderip kendisini işçi olarak algılaması ise, sınıf mücadelesinin seyrine bağlıdır.
Aydınlar, ait oldukları sınıfın ideoloji, siyaset ve kültürünün yeniden üretimine katkıda bulunan ve bu açıdan kafa emeği ile üretimde bulunan ve bunun karşılığında da bir gelir elde eden kesimlerden oluşurlar. Varlıkları ait oldukları sınıfın durumuna bağlıdır.
Serbest meslek sahipliği, ara tabaka olarak değerlendirebileceği gibi, küçük burjuvaziye ait bir çok özelliği de barındırmaktadır. Elde ettiği gelir karşısında bir iş, bir hizmet ya da bir mal üretmekte ve bunun karşılığında bir gelir elde etmektedir. Bu açıdan serbest meslek sahipliğinin hangi kategoride değerlendirileceği, karışıklık gösterebilmektedir. Sınıfsal konumların iç içe geçmiş sınırlarının ve bu sınırlara ait özelliklerin silikleştiği, birbirine dönüştüğü toplumsal ilişkiler alanına ait olan bu karışık durum, teorik olarak sınıfları soyutlamanın imkanlarının, birebir gerçek yaşamda aranmasının yanlışlığını da ifade etmektedir. Hem nicel hem de nitel olarak esas olan temel sınıfsal pozisyonların ezici ağırlığı; bu ağırlığın sınıf mücadelesi dolayısıyla ara sınıf ve ara tabakaların belirsiz sınırlarını işçi sınıfından yana kalınca çizeceği gerçeğinde karşılığını bulur. Bu kalın çizgi bir kez çizilmeye başladığında, silik, belirsiz ve iç içe geçmiş sınıfsal konumlar, işçi sınıfından yana ağırlığını koyacaktır. Bunun en bariz istisnası ve ağırlıklı olarak bu kalın çizginin burjuvazi ve ezenler cephesinde kalacak olan ara tabakalardan bürokrasi bu açıdan ayrıca ele alınmaya değer bir konu oluşturmaktadır.
Ara tabakalar açısından durumu belki de en çok karıştırılan ve devlet dolayımına en fazla bağlı olan kesim bürokrasidir. Serbest meslek sahipliği benzeri kesimlerden farklı olarak bürokrasi, kendine ait bir zorunluluğun ve kapitalizmin yönetme ve devlet olma mantığının sonucu olarak varolması kaçınılmaz olan bir kesimdir. Bu nedenle bürokrasiyi, bölüşüm ilişkilerinin politik çerçevesi başlığı altında değerlendireceğiz.
Bir üretim tarzının niteliği, toplumsal artığın nasıl ve hangi sınıfsal ilişkiler içinde gerçekleştiği tarafından belirlenir. Bu düzeydeki ilişki, hem bir üretim hem de bir bölüşüm ilişkisi olmak zorundadır. Kapitalizmde sermaye ile ücretli emeğin, burjuvazi ile işçi sınıfının girdiği bu bölüşüm ilişkisi, doğrudan sınıf mücadelesinin dengeleri tarafından belirlenir. Bu bölüşüm ilişkisinde kapitalist üretimde aldıkları rol ne olursa olsun, bütün kapitalistler bir ve bütün davranırlar. Biz buna birincil bölüşüm ilişkisi diyoruz. Bu açıdan kapitalistlerin çıkarı işçi sınıfının karşısındadır. İkisinin çıkarının aynı yönde olması düşünülemez.
Kapitalist üretimin niteliği gereği, toplumsal sermayenin bütünü doğrudan üretim sürecine yatırılmaz. Sermayenin bir bölümü üretim sürecinde iken bir bölümü dolaşımda bulunmak zorundadır. Bu nedenle kapitalistlerin bir kısmı sermayelerini dolaşım sürecine yatırırlar. Bu daha da alt başlıklara ayrılabilir. Dolaşım sürecinin şurasına ya da burasına, şu ya da bu dalına yatırılmış bir sermayeden bahsedilebileceği gibi, üretim sürecinin şu ya da bu bölümüne yatırılmış sermayeler de söz konusudur.
Kapitalist üretim sektörel bazda uzmanlaşan ve bu nedenle farklı metaların üretiminde yoğunlaşan sermaye gruplarını içerir. Bütün bunları belirleyen, başta sermaye büyüklükleri olmak üzere, devletle siyasal ilişkiler dolayımına kadar uzanan bir dizi etmen bulunmaktadır. Örneğin demir çelik sanayisinden, otomotiv sektöründen, gıda sektöründen söz edilebilir ve bu sektörlerin kendilerine ait ortak çıkarları vardır. Sermayenin üç büyük fraksiyonundan birine ait olmak dışında, sermaye büyüklüğü, tekel konumu vb etmenler nedeniyle bir başka ayrım daha yapmak yerinde olacaktır. Bu açıdan kasabanın faizcisi de, en az bankalar kadar faizlerin yüksek olmasından yararlanmaktadır. Çıkarları bu açıdan ortaktır. Ama köyün faizcisi, hiçbir zaman sanayi kapitalistinin muhatabı değildir. Bu ikisi arasında da hiçbir ortaklık bulunmamaktadır. Sermayenin hangi sektöre yatırım yapacağı, o sektör için gerekli sermaye büyüklüğüne ve sermayenin organik bileşimine bağlıdır.
Buraya kadar anlatılanlar, sermayenin kendi içindeki bölünmesi, işçi sınıfı karşısında toplumsal artığa el koyan kesim olarak bir birlik içinde davranmasını açıklamak içindi. Sınıf mücadelesinde işçi sınıfının gücü ve örgütlülüğü, sermaye fraksiyonları arasındaki çelişki ve gerilimleri de artıracak ve böylece birincil bölüşüm ilişkisi içinde işçi sınıfının payını artıracaktır. Bu ise sömürünün sınırlanması, artıkdeğer oranlarının düşürülmesi anlamına gelir.
Bir bütün olarak kapitalistlerin toplumsal artıktan aldıkları pay birincil paylaşım ilişkisi düzeyinde incelenir. Kapitalistlerin bir bütün olarak birincil düzeyde el koydukları bu payı kendi aralarında nasıl ve ne oranla bölüştükleri ikincil paylaşım düzeyinin konusunu oluşturur.
Bu açıdan, toprak sahipleri, artıkdeğeri paylaşanlar tarafında, birincil paylaşım ilişkileri içinde ama kapitalistlerle çıkarları çelişenler olarak da ikincil paylaşım ilişkisi içinde incelemek gerekmektedir. Kapitalist çiftliklerin, tarımda kapitalist üretim yapan toprak sahiplerinin dışında, esas gelir olarak toprak rantından geçinen toprak sahiplerinin çıkarları sanayici kapitalistlerle çelişmekte, ama artıkdeğere el koyan tarafta bulunmak açısından da ortaklaşmaktadırlar.
Bunun hemen karşısında sermaye ilişkisinin karşı kutbunu ücretli emek niteliği ile işçi sınıfı oluşturmaktadır.[5] Kapitalistlerin ve farklı düzeylerde burjuvaların karşısında, toplumsal artığın temelinde yatan artıkdeğerin üreticisi konumundaki büyük kitleleri oluşturan işçi sınıfı bulunmaktadır. İşçi sınıfının, artıkdeğerin yaratıcısı olarak bu değerin paylaşımı sürecinde yer alması doğasına aykırıdır. Bu sınıf, ücret karşılığında, işgücünü piyasa fiyatından satmış ve bu eylemi ile birincil bölüşüm ilişkisinde bir taraf oluşturmuştur. İşçi sınıfının çeşitli katmanlarının ücret farklılaşması, bu katmanları, sınıfın genelinin ücret ortalamasından sapmaları oranında, birincil bölüşüm ilişkisi açısından kapitalistlerin yanında değerlendirmeye yol açmaz. İşçi sınıfının içindeki ücret farklılaşması, işin gerektirdiği işgücünün niteliği ve işçi sınıfının değişik düzeylerdeki örgütlülüğünün ve bunun sonucunda oluşan pazarlık gücünün yansımasıdır. İkincil bölüşüm ilişkisi, el koyulan artıkdeğerin egemen sınıflar arasında paylaşılmasına ilişkin bir saptamadır. Ücret farklılaşması bu konuya girmez.
Toplumsal artığın yeniden paylaşım süreci içinde beliren toplumsal grup ve tabakalar, birincil (artığı yaratan ve artığa el koyan) paylaşıma bağlı olarak gelişirler ve sınıf içi ilişki ve çelişkiler düzeyinde tanımlanırlar. İkincil bölüşüm ilişkilerine (yeniden paylaşım süreçleri) birbirinden düzenli olarak ayırt edilebilen gruplar halinde katılan bu grupların çıkarları, esastan olmasa da nicel olarak farklılaşabilir Toplumsal artık, kapitalistler arasında, tüccar, sanayici, bankacı, spekülatör ve ara tabakalar arasında bölüştürülür ve her birinin artan payı, bir diğerine karşı kazanılmış demektir. Toplumsal artık, bunlar arasında nasıl bölüştürülürse bölüştürülsün, toplam artıkdeğere, bu durumda işgücünün sömürü oranı ve ortalama kar oranına bağlıdır.
Sanayici, doğrudan üretim üzerinden elde ettiği kar oranından düşük bulduğundan, sermayesini dolaşıma yatırmayı tercih etmez ve metaların dolaşım sürecini tüccara terk eder. Tüccar ise bu alana yatırım yaparak, üretilen artıkdeğerden pay alır. Tüccarın aldığı bu pay, üretken sermayenin dolaşım sürecine yatırım yapmış olsaydı elde edeceği kardan yüksek değildir. Dolaşıma yatırılan aynı miktar sermaye, sanayici kapitalist tarafından (üretken sermaye sahibi) üretime geri çevrilerek görece daha yüksek karlar elde edilmektedir. Bunun ötesinde paranın başlıca kapitalist işlevleri ile birikim amacı niteliği kazanması, para kapitalistlerini, mali oligarşiyi meydana getirmiş, tüccar sermayesinin dışında üretimi şu ya da bu ölçüde finanse eden ve bu nedenle üretilen artıkdeğerden pay alan bu kesim, egemenler arası ikincil bölüşüm ilişkilerinde artan bir ağırlığa kavuşmuştur. Bu bölüşüm egemen sınıflar arası alt gruplaşmayı oluşturur.
Egemen sınıf olarak tanımlanan burjuvazinin, kendi içindeki yapılanması ve gruplaşmasını, birbirleri karşısında alt ve üst gruplar olarak konumlanmalarını, “ara tabakalardan” ayırt etmek gerekir. Ara tabakaları ise, işçi sınıfı içindeki çelişkili konumlardan ayırmak gerekir. Çelişkili konumlar, nesnel olarak sınıf konumu işçi olmakla birlikte, üretimdeki işlevi ve değişik nitelikleri nedeniyle (statü, tüketim alışkanlıkları, yönetici, denetleyici işlevleri, vd) kendisini burjuvaziye yakın hisseden, işçi olarak görmeyen kesimleri ifade eder. Burada belirleyici olan, ücretlilik ilişkisidir. Artıkdeğerden pay alınmamaktadır. Ara tabakalar için ise ücretlilik ilişkisi değil, yaptıkları iş ve hizmet karşılığı gelir elde etmek esastır. Bu durumda artıkdeğerden pay alınmaktadır. Daha çok hizmet alanında üretimde bulunun ara tabakalar küçük burjuvaziye benzer özellikler göstermekle birlikte ara sınıf olan küçük-burjuvazi ve köylülükten, üretimde tuttukları yer açısından farklı bir karaktere sahiptir.
“Bölüşüm ilişkileri, kapitalizmde oldukça farklılaşmıştır. Bu toplumda bölüşüm ilişkisi kapitalist ile işçi arasındaki kar/ücret ilişkisi biçiminde açığa çıkmakta. Kapitalist toplumda farklılaşmanın yoğun olması, bölüşüm ilişkisinin farklılaşmasına yani, faiz, aylık, maaş gibi bir dizi alt bölüşüm ilişkilerinin varlığına neden olmuştur. Üretim farklılaşmasına paralel olarak gelişen yeni ara tabakalar, hem bölüşüm hem de tüketim açısından yani yeniden üretim koşulları içinde çok daha farklılaşmış ilişki biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Üretim üzerinde direkt kontrol gücü olmayan ve fakat diğer yandan direkt üretici kesim olan işçilere göre toplumda daha önemli bir konuma sahip olan bu yeni kesimin bölüşümde aldığı pay işçiye göre daha fazla kapitaliste göre daha azdır. Bölüşüm ilişkilerinin tüketime yansıması, bu kesimin işçiye göre daha iyi bir tüketim düzeyi tutturması, fakat kapitalist kesime göre daha düşük bir yaşam düzeyi-tüketim gerçekleştirmesi şeklinde gerçekleşir. Tüketim açısından bu kesimi tanımlayan en önemli özellik, üretim açısından göreceli olarak işçiye daha yakın olmasına rağmen, tüketim açısından sürekli olarak kapitalist tüketimi taklit etme eğilimi içinde olmasıdır.” (F. Ercan, age, s.132)
Egemen sınıfın altında, bunların arasında olmayan ama onlara hizmet eden tabakalar vardır. Bu tabakalar bürokrasi, serbest meslek sahipleri vb’dir. Bir bütün olarak ara tabakaların varlıkları büyük ölçüde devlet dolayımına ve yeniden paylaşım süreçlerinin gerçekleştiği piyasa mekanizmasının varlığına bağlıdır. Yeniden üretim sürecinde konumlanan ara tabakalardan farklı olarak doğrudan egemenlerin yönetim işlerini üstlenen bu tabakalar (ordu, polis, memurlar, diyanet) doğrudan devlet dolayımına ve bürokrasiye ait kesimlerdir. Üretim sürecinde ücretli olarak konumlanan ama ortalama işçilere göre ayrıcalıkları bulunan çelişkili (ara kesimler) konumlardan farklı olarak bunlar, nesnel konumları açısından burjuvazinin hizmetkarları ve ideologları olarak iş görürler. Üretim açısından ara kesimler, kriz zamanlarında, ya da işçi sınıfının hegemonyasının oluştuğu koşullarda, ideolojik düzeyde işçi sınıfının içine girmeye yatkındır. Ama devlet dolayımı üzerinden varolan ara tabaka mensupları, özellikle bu durumlarda, devletin gerçek sahibi gibi davranmaya yatkındırlar.
Birincil ve ikincil paylaşım süreçlerinden ilki bize, esas çelişkinin emek sermaye karşıtlığı olduğunu gösterir. Toplumsal dokunun bütününe işleyen bu çelişkinin yanında farklı üretim biçimlerine ve sınıflara ait çelişkilerin varlıklarını sürdürmeleri ise, egemen üretim tarzı içinde bölüşüm ilişkileri düzeyinde değil, tali ilişkiler düzeyinde (belirleyici olmayan) ele alınmalıdır. Yarı-feodal ilişkiler bağlamında köylülük ile ağa/tüccar sermayesi, modern sermaye grupları ile karşıtlık içinde tanımlanabilir.
İkinci düzeyde, toplumsal artığın yeniden paylaşımına ait süreçler, yapılar ve bunlara ait ara tabakalar bulunmaktadır. Egemen sınıfın alt grupları arasındaki yapılanış iktidar bileşimini ve iktidara ait sürekli mücadelenin ekonomik zeminini tarifler ve birinci paylaşım düzeyine aittir. İkincil bölüşüm ilişkileri ise, hem artığın egemen sınıf içi dağılımına, hem de yeniden üretim sürecinin devamı açısından birincil ilişkilere bağlı olarak varolan yapılara ait gelir (ücret) ilişkilerine ve yine bu yapılarla ilişkili olarak dağıtılan rantlara tekabül edecektir.
Bu kavramlar ve tanım çerçevesi yanında, iktidar olmayı çağrıştıran ve başka türden yapılanışlara karşılık gelen tanımlar açısından bir netliğe de gereksinim duymaktayız. Örneğin bürokrasi, egemen sınıf ve iktidar kavramlarında olduğu gibi, bir çok kavram arasındaki ilişki ve ayrımlar açısından bir tasnife tabi tutulmalıdır.
Kapitalist sınıfın arasında tarihsel olarak oluşmuş ve devam edip gelmekte olan ayrımlar ve bu ayrımlar üzerinde varlık bulan burjuva kesimler, halen devam etmektedir. Sermayenin hareketinin evreleri ve işbölümü açısından, yeniden üretim sürecindeki konumlanışları, burjuvazinin bu kesimlerinin hep varolmasına sebep olacaktır. Yine bu sürecinin politik karakteri ve devlet dolayımından geçmesi nedeni ile sermaye sınıfına dahil olmayan ama bu sınıfa bağlı ve ona çeşitli düzeylerde hizmet eden ücretli-maaşlı bir kesim de hep varolacaktır. Bu açıdan, sermaye sınıfının kendi arasındaki bölüşüm ilişkilerinin politik çerçevesi, bu ara tabakalar üzerinde, siyasal iktidara sahip olup olmama şeklinde gerçekleşmektedir. Ama başka bir açıdan emperyalist aşama ve tekelleşme ile birlikte, iktidar ve sınıfsal yapı arasında başka türden bir ayrım gerçekleşme imkanı bulmuştur.
Tekel karları güvenceye alındığı sürece, sermaye üçlü işlev düzeyinde bir rasyonel ayrıma gitmek zorunluluğundan kurtulmuş ve dikey bütünleşme yoluna girmiştir. Ticari, mali ve sanayi sermaye, çokuluslu firma yapıları bünyesinde gittikçe birleşmektedir. Kapitalist üretim tarzının karakteri ile de çelişen düzeyde gerilimli olan bu gelişme, devlet yapılarını arkasına almış ve bu güvence ile davranabilen kapitalist-emperyalist gelişmenin bir sonucudur.
“Oysa bugün finans kapital, sermayenin tüm döngülerinin tam olarak uluslararasılaşması olarak tanımlanmalıdır. Üretim, dolaşım ve tüketim büyük firmaların kendi bünyelerinde bir arada oluşturdukları özerk yapılaşmalar şeklinde gelişmektedir. Üretici firmalar, bankalar ve ticaret şirketleri, finans kapitalin üçlü farklılaşması-birleştiriciliği altında bir arada bulunabilmektedir. Bu üçlü ilişki gelişmiş kapitalist ülkelerin, kapitalist krizlere karşı geliştirdikleri alternatif bir mekanizma olarak algılanmalıdır. Üretimin uluslararasılaşması, yaygınlaşması beraberinde ticari sermayenin uluslararasılaşmasını getirmiştir. Ulus ötesi (transnasyonal) firmalar, mali, üretken ve ticari sermayeyi kontrol etmektedirler ve bu faaliyetleri için en uygun yerlerde ve şekilde yoğunlaşmaktadırlar.” (Kurtuluş Sosyalist Dergi 1, s. 81)
Bütün bu gelişmeler nedeniyle, kapitalist sınıf yapısını farklı bir yönden daha değerlendirmek gerekmektedir. Bu yön ise, yine söz konusu sermayenin yeniden üretim sürecinde ne türden bir yer tuttuğu ile ilişkili olacaktır. Bu açıdan yukarıdaki açıklama doğrultusunda bir gelişme ile birlikte, bu gelişmenin siyasal iktidara yansıyışı da dikkate alınmalıdır.
“Sermayenin, yoğunlaşma ve merkezileşmeyle büyümesinin ulaştığı aşama, pazarda, denetim dışı, sayısız alıcı ve satıcıyla rekabet yerine, belirli bir denetim sağlayarak eşitsiz, kendi lehine değişim gerçekleştirebilmesi, tekelleşmesidir. Tekellerin, tekelci sermayenin bu gücü, artıkdeğer sömürüsüne ek olarak, eşitsiz değişimle aşırı karlar, tekel karı elde etmesinin ve aynı zamanda da gücünü korumak ve büyütmek için zora başvurması eğiliminin gelişmesinin temelidir. Kapitalizmin, yığınları iflas ettirip mülksüzleştirirken zenginlikleri giderek daha küçük azınlıkların elinde toplanması eğiliminin üst boyuta tırmanması olarak, tekelci burjuvazi, toplumun azınlığı olmaktan öteye, egemen sınıf burjuvazinin de azınlığıdır.” (Temel İlkeler, Tekeller ve Emperyalizm)
Tekelci olmak için devlet dolayımına katılmak gerekir ve bu katılım olmadan, sırf ekonomik olan doğrusal bir büyümeyle tekel ayrıcalıkları elde edilemez. Tekel, kavram olarak da doğrudan siyaseti belirten bir sözcüktür. Sermayenin merkezileşmesi sürecine girmiş bir sermaye grubu, doğrusal ekonomik büyümesi ile tekel olma şansını yakalayamaz. Tekellerin oluşum sürecinde tarihsel olarak ekonomik düzey belirleyici olmuş ve tekeller devleti belirlemişlerdir. Bu noktadan sonra tekellerin denetimine giren devlet, yeniden üretim süreçlerinde önemli katalizör görevi ile tekel olmanın ve tekel kalmanın önemli gereklerinden ve şartlarından biri olmuştur. Çünkü, ekonomik bölüşüm ve kaynak tahsis ve aktarım sürecinin bir yerinde siyasal düzey devreye girer ve ekonomik büyüme siyasal düzeye bağlı hale gelir. Buradan, devlete katılım dediğimiz bu söz sahipliğinin, geçici ve konjonktürsel değil, sürekli olması gerektiğini çıkarabiliriz.
Tekelci burjuvazi rekabetten muaf değildir ve tekel rekabeti, emperyalist dönem kapitalizminin baskın karakteridir. Tekeller, serbest rekabetçi dönemden farklı olarak, üretken yatırımlara yönelmek yerine, tekel ayrıcalıklarını, bu tip yatırımları pazardan uzak tutmak için kullanırlar. Tekeller, ayrıcalıklarını, yatırımlarını üretken yönde yenilemek masrafından kaçınma doğrultusunda kullanarak varlıklarını sürdürürler. Bu imkanı onlara, tekel konumları; tekel konumlarını sürdürmelerini ise, siyasal düzeye ait yatırımları, devlette iktidar olmaktan kaynaklı ilişkileri sağlar. Tekelci burjuvazi, yalnızca iç pazarda değil, dış pazarda da egemenlik eğilimindedir. Tekel ayrıcalıklarının dünya pazarına yayılması demek, genel olarak eşitsiz ilişkilerin kurallaşmasının ve demokrasinin yadsınmasının araçlarından olan zor ve şiddet eğiliminin baskın hale gelmesi demektir.
Tekelci burjuvazi, büyük burjuvazi, aynı sınıfsal zemin ve sermaye yapısının değişik tanımlamalarıdır. Sermaye büyüklüğü açısından bir çok tekelci sermaye gurubundan aşağı olmayan ve belki de daha fazla büyüklüklere hükmeden burjuva kesimler, siyasal iktidara ilişkin bağlantı eksikliklerinden ötürü, tekelci konuma erişememekte, tekelci konumun avantajlarından mahrum kaldığı için de sermaye büyüklüklerinin sürdürülebilir olması gittikçe güçleşmektedir. Bu açıdan, büyük burjuvazi, tekelci burjuvazi ve oligarşi arasından sosyolojik olarak bir denklik olmakla birlikte, mutlak bir eşitlik yoktur. Çünkü bu kavramların denk düştüğü sermaye kesimleri ve sermaye nitelikleri, durağan değildir.
Tekelci kapitalizm, genel olarak burjuvazinin egemenliğinden, onun azalan kesimlerine ve azınlığına denk gelen bir dönüşümü ifade eder; iktidar yapısı açısından azınlık temeline dayanır ve bu nedenle, oligarşinin iktidarıdır. Tekelci burjuvazinin iktidarı, genel olarak burjuvazinin azınlığı olması ölçüsünde, azınlık yönetiminidir. Azınlığın, oligarşinin iktidarıdır.
Tekelci rekabet, tekelci konumların bir kez kazanıldığında kaybedilmeyeceği anlamına da gelmez. Ama emperyalist dönemin genel karakteri, iktidarın, giderek burjuvazinin daralan kesimlerine ait olması, daralan kesimleri tarafından ele geçirilmesi ve bu ölçüde de tekelci rekabetin her düzeyde keskinleşmesidir. Bu alandaki rekabet sonucunda tekelci burjuvazinin bileşenlerinin ne yönde ve ne ölçüde değiştiğinden ve bu değişim ölçüsünde de, iktidardaki sermaye gruplarının, özel olarak hangi şirket, grup ya da fraksiyonlardan oluştuğundan bağımsız olarak, sürekli daralan bir tabana dayanması açısından, oligarşi, bileşenlerinden bağımsız olarak burjuvazinin azınlığının iktidarıdır.
Bugün oligarşinin hem kendi içindeki dengeler hem de devlet üzerinde söz hakkı talep eden burjuvalar karşısındaki konumu ve bunlara karşı devlet aygıtını hiç çekinmeden kullanmasına Uzan grubu örnek gösterilebilir. Eğer, tekel ayrıcalıklarının sürdürülmesi için, devlet ile sahip olunması gereken tarihsel boyutta sürekli kılınmış ilişki, bürokrasi dolayımı ile yaratılabilmekteyse, bürokrasinin düz memur kitlesinden epeyce önemli farkları var demektir. Bir dönem için siyasal iktidar ve yönetenlerle kurulan ilişkiler, (örneğimizde, Özal döneminde yaratılan ilişkiler) sürekli kılınmadığında, bu ilişkiler, tarihin bir yerinde ve zamanı gelince, oligarşi tarafından tasfiye edilebilmektedir. Bir ikinci örnek olarak, yine bugün AKP’de somutlaşan gelenekte temsil edile gelmiş orta burjuvazinin bir kısmının oligarşiye rağmen kendine alan açmak için çalışması gösterilebilir. Örnekte, devlet düzeyinde ne kadar kalıcı ve sürekli kılınmış ilişki geliştirilebileceği meselesi, oligarşi içinde ne tür değişimler yaşanacağını da büyük ölçüde belirleyecektir. Bu başarılamadığında ise, oligarşinin bir dönem için katlanmak zorunda kalacağı ve bugün AKP’nin sağladığı siyasal imkanlardan yararlanan sermaye gruplarına vereceği ekonomik ve siyasi tavizler, şartlar oluştuğunda, yine oligarşi tarafından geri alınacak demektir. Bu denkleme uluslararası ilişkilerin, yabancı sermaye ile ilişkinin niteliğinin katılması şarttır. Mutlak olarak oligarşinin her koşulda, işbirlikçi karakteri nedeniyle iktidarda bulunması, oligarşinin bileşenlerini oluşturan sermaye gruplarının mutlak değişmez olduğu anlamına da gelmez.
Türkiye’de sınıflara bakarken sağlamamız gereken belki de ilk netlik, bürokrasi tanımına ait olmalıdır. Hem azgelişmiş ülkelerin devlet yapılarında oynadıkları rol açısından, hem de klasik feodalizmin içinden çıkarak kapitalizme yönelmiş olmayan ve bu nedenle kendileri tarafından bir sistem olarak seçilmiş görülen kapitalizmin mimarları olarak tanımlanabilen bürokrasi, devletle özdeş yöneten sınıf olarak algılanmaktadır. Bürokrasinin klasik memur kitlesinden önemli bir farkı ise, sermaye içi ilişkilerde devlet dolayımını temsil etmesidir. Sermaye ile kurduğu bu yakın ilişkiler bir çok durumda, sermaye sınıfı içinde tanımlanmasını getirmiştir. Bürokrasinin temel bir sınıf olarak ele alınması yanlıştır. Çünkü, toplumsal artıktan birincil paylaşım ilişkileri çerçevesinde değil, ikincil paylaşım ilişkileri çerçevesinde pay almaktadır. Artığın yeniden paylaşım sürecinde, “gelir” olarak payına düşenle yetinmektedir. Bu nedenle bürokrasi, ara tabakalar içinde sayılmalıdır. Korkut Boratav’ın Türkiye’de bürokrasiyi değerlendirmesi bu açılardan oldukça yerinde ve işlevseldir.
“Herhangi bir toplumsal sınıfla dolaysız bölüşüm karşıtlıkları içinde olmayan bu bürokrasinin üst mevkilerinde yer alan kişiler ile egemen sınıflar arasında bazı özel ve sistematik ilişkilerin oluşması ve bu ilişkiler içinde toplumsal artığın bir bölümünün bürokrasinin bu ‘seçkin’ temsilcilerine akması Cumhuriyet tarihi boyunca hep olagelmiştir. Ne var ki bunlar, daha önce ortaya konan anlamda artığın yeniden paylaşımı mekanizmalarını oluştururlar ve bu yüzden bürokrasinin bir toplumsal sınıf olarak kabulünün gerekçesini oluşturamazlar. Keza, Cumhuriyet döneminde oluşan Türk burjuvazisinin bir bölümünün kökenleri, 1920’lerden bu yana devlet imkanlarından ‘uygun biçimde’ yararlanmayı bilen üst düzey bürokrasisi içinde aranmalıdır. Ancak bu da, burada tartıştığımız sınıf anatomilerini değil, sınıf oluşumlarını ilgilendiren bir husustur.” (Korkut Boratav, Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, s.13)
Bütün anlatımdan, bürokrasinin, burjuvazinin oluşumundan sorumlu ve giderek tekelci karakterin onay mercii statüsünde olduğu anlamı çıkartılmamalıdır. Türkiye’de sınıfların tarihsel oluşumları içinde oynadıkları görece rol ne olursa olsun, sınıflar doğrudan kendi ayakları üzerine bir kez dikildikten, sermaye birikimi, belli niteliklere ulaştıktan sonra, bürokrasi, sermaye birikim süreçleri tarafından tanımlanan görevlere uyum sağlamak zorunda kalmıştır. Sermaye birikim süreçlerinde oynadığı rol kendisi tarafından nasıl algılanırsa algılansın, bürokrasinin attığı her adım, nesnel olarak sermaye birikim süreçlerinin ve egemen sınıf kesimlerinin istekleri dışında olmamıştır.
Türkiye’de kapitalizmin gelişimi sürecinin özgün ve kendi tarihi içinde incelenebilecek aşamalarının, genel olarak kapitalizmin niteliklerinin yerine ikame edilmesi, giderek devlet ve demokrasi anlayışlarında bir çarpılmaya neden olmuştur. Kapitalizmin ülkemizdeki azgelişmişliği, sermaye sınıflarının, sermaye birikim sürecinin katalizörü ve denetleyicisi olarak devleti ön plana almasına, kalkınmacı politikaların devlet dolayımı ile gerçekleştirilmesine neden olmuştur. Sermayenin yeterince olgunlaştığı ve rüştünü yeterli bulduğu her aşamada ise devlet sahneden geri çekilmiştir. Bütün bu süreçlerin devlet ve devlet bürokrasisi aracılığıyla yapılmış olması, devletin görece özerkliğinin ön plana çıkmasına ve bu da bürokrasinin güç merkezi olarak tanımlanmasına neden olmuştur. Nedenlerle sonuçlar karıştırılmış, bürokrasi esas iktidar sahiplerinin arasında bir sınıf olarak, oligarklardan biri olarak tanımlanmıştır.
Türkiye’de kapitalizmin azgelişmişliği, çarpık kapitalizm olarak tanımlanan sistem, devlet ve demokrasi teorisindeki çarpılmaları beraberinde getirmiştir.
Türkiye’de sınıfları, nesnellik düzeyinde tanımlamaya çalışacağız. Sahip olduğumuz ve kullanacağımız kavram çerçevesi, bu nedenle “kendinde sınıf”larla ilgilidir. Bunu yaparken, Türkiye’de hakim üretim biçiminin kapitalizm olduğunu veri alıp, 60’lı ve 70’li yılların çok tartışılan “Türkiye’de hakim üretim biçimi nedir” sorusunu, hangi biçimde olursa olsun bugüne taşımadan kapitalizmin bugün ulaştığı düzeyi ve bu nesnellik düzeyinde sınıfların karşılıklı yapılanışlarını açıklamaya çalışacağız. Bunun bize sağlayacağı yararı ve dolayısıyla incelemeden amacımızı ise şöyle tarif etmek doğru olacaktır. Türkiye’de sınıfların kompozisyonunu ortaya çıkardığımızda, bir şekliyle kapitalizmin gelişmişliğinin en nesnel ölçütünü elde etmiş olacağız. Bu ölçüt ise “işçi sınıfının önündeki devrimci adım” saptamasının nesnel kriterinden başka bir şey değildir. İşçi sınıfının önündeki devrimci adımın saptanmasının bu nesnel kriteri, eşzamanlı olmasa da son tahlilde öznel faktörlerin ortaya çıkmasını zorlayacak, dayatacak ve öznel faktörlerin gelişmesi için uygun zemini sürekli sunan nitelikleri ile ön plana çıkmaktadır.
Değişik tarihsel kesitlerde sosyo-ekonomik yapı analizleri, çok değişik soyut kategorilere denk gelebilen sosyal ilişkiler sunar. Bu özellikle değer yargıları ve ideolojiler alanında böyledir. Çözülen köylülüğün, dönüşüme uğramış küçük-burjuva karakteri, ara tabakalardan birine transfer olunduğu anlamına gelebileceği gibi, işsiz kesime, lumpen proletaryaya dönüştüğü anlamına da gelebilir. Bu nesnel dönüşüme rağmen yeni oluşmuş sınıfsal konuma ait aidiyetler ve kültür, nesnelliği kendiliğinden takip etmez. Birey, kendinin nesnel olarak dönüştüğü ve ait olduğu sınıfın değer yargılarına ancak kuşaklar boyu süren bir adaptasyonla erişir. Bu durağan ve yavaş değişimin istisnası, büyük toplumsal altüst oluş anları ve bu anların birbirine eklendiği kısa zaman dilimleridir.
“... Farklı tarihsel ilişki biçimlerinin bir arada var olmasına rağmen, toplumsal ilişkilerde egemen olan bir tarzın varlığından söz edebiliriz. Tarım toplumlarından kapitalist toplumlara geçişin ilk aşamalarında, egemen olan tarım ya da feodal topluma özgü dinamik ya da ilişkiler olmasına rağmen, yeni yeni açığa çıkan, kapitalist topluma ilişkin ilk nüveler de gözlemlenebilir. Diğer yönden artık kapitalist ilişkilerin egemen olduğu bir dönemde ise, henüz direnen ya da kapitalist ilişkiler dolayında boyunduruk altına alınan tarımsal topluma ilişkin özellikleri de bulabiliriz. Bu anlamda toplumsal formasyon kavramı belirli bir toplumu anlamaya çalıştığımızda somut süreçteki farklı ilişkilerin bir aradalığını göstermemiz açısından önemli bir kavram olmakla birlikte, toplumsal formasyonda belirli bir toplumsal biçimin egemen olduğunu da belirtmemiz gerekir. Örnek olarak 1950’lerin Türkiye’sinde toplumsal yapıda kapitalist toplumsal yapıyı ele veren belirli değişkenler, pazar için üretim, sanayinin gelişmesi, sermaye ilişkilerinin varlığını gösterirken, kapitalizmi tanımlayan bu ilişkilerin yanı sıra bir dizi sanayi öncesi, kapitalist olmayan ilişkiler ve değerler sistemi ile de karşılaşırız” (F. Ercan, Toplumlar ve Ekonomiler, s.187-8; Metindeki italik sözcükler, anlam bütünlüğünü sağlamak açısından tarafımdan eklenmiştir.)
Devrimci stratejinin öznel faktörlerini tayin edecek olan siyasi özne, kendisine referansla yeniden biçimlendirmesi ve sosyalizmin maddi zemini yapması gereken nesnellik karşısında, kayıtsız kalamaz ve kendi öznelliğinin (sınıflar mücadelesinde tuttuğu yer ve oynadığı rol açısından) olumluluk ya da olumsuzluklarını, nesnelliğin yerine geçiremez. Ama bir devrimci öznenin, en önemli görevlerinden biri, toplumsal yapıdaki değişim ve dönüşümleri algılayıp, yönlendirebilmektir. Sınıfların ortadan kaldırılması, kapitalizmin içinde oluşmaya başlayan imkanlarla ve bu imkanları devralan siyasi öznenin yönlendiriciliği ile mümkün olacaktır. Devrimci stratejiyi saptayacak olan siyasi öznenin araştırma yöntemi, kavramsal bütünlüğünü sahip olduğu teorik duruş üzerinden kurmak zorundadır. Bu açıdan, Türkiye’de sınıflara bakmak için, marksizmin teorik duruşuna ve sınıf teorisine dayanacağız. Sınıfları, üretim araçları karşısında konumlanışları açısından değerlendirdiğimizde, ücretli emek ve sermayenin karşılıklı yapısı da genel hatları ile belirecektir. Bu ayrışmanın toplumsal dokuya yatay ve dikey olarak ne kadar nüfuz ettiği ise kapitalizmin ne kadar geliştiğinin ölçütü olacaktır. Bunun karşısında gelir, servet, statü ve diğer farklılıklar üzerinden bir sınıf tanımına ulaşmak, bize nesnel bir ölçüt vermez ve bu tür ölçütlerin hemen hemen hepsi birbirleri karşısında görecelidir, özneldir.
Bu ölçütleri birincil olarak değerlendirmek, kapitalizmin bir tarihsel döneminde belli merkezler için geçici bir eğilim olarak genişleyen bazı (ara) kesimleri, “orta sınıflar” diye tanımlamayı, bunun üzerinden giderek de marksizmin sınıf teorisinin geçersizleştiği tezlerini ön plana çıkarabilmiştir. Sınıf tanımı üretim araçları karşısında konumlanış ve dolayısıyla sömürü olgusuna bağlı olarak ele alınmak zorundadır. Bu ise, üretim araçları ile ilişkileniş açısından sınıfları, sosyolojik olgular düzeyinde modelleştirmeyi zorunlu kılar. İşçiyi, eşi, çocukları ve bir bütün olarak ailesi ile birlikte ele alıp, ailede kaç kişinin ücretlilik ilişkisi içinde olduğuyla ilişkili olarak modellemeler yapılmalıdır. Bu modellemeler, sınıfların nüfusa oranını hesaplarken geliştirilecek işlevli bir çerçeve oluşturacaktır. Aynı şekilde, diğer sınıf ve tabakalar için aile modelleri ve bu modeller üzerinden nüfusa oranları yaklaşık olarak hesaplanabilir.
Karl Marks, Kapital, c. 1-3, Sol Yayınları, Ankara
Karl Marks, F. Engels, Seçme Eserler3, Sol Yayınları
Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, İkinci Baskı, Ankara-Ekim 1991
Karl Marks, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Birinci Baskı, Sol Yayınları, Ankara-1967
Sencer Divitcioğlu, Asya Üretim Tarzı ve Osmanlı Üretim Tarzı, Sermet Matbaası, Kırklareli-Vize 1982
Fuat Ercan, Toplumlar ve Ekonomi, Sarmal Yayınevi, İstanbul-Ekim 1998
Korkut Boratav, Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, Birinci Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul-1991
George Thomson, Kapitalizm ve Sonrası, Aydınlık Yayınları,İstanbul-1978
[1] Kapitalist üretim tarzı, tarihsel olarak ilk kez kapitalizm öncesi üretim biçimlerinden feodalizmin çözülmesi sonucunda yine bu sistemin içinde boy vermiştir. Bu açıdan, kapitalizm öncesi tek üretim biçimi olmamasına rağmen, artık tahlilimizi, feodalizmin çözülmesi üzerinden yürüteceğiz.
[2] Karl Marks, üretim sürecini, sermayenin hareket yasaları çerçevesinde ele alırken, aynı zamanda bu yasaları ilk defa, formüller düzeyinde ifade eder. Marks, üretim sürecini, üretim ve dolaşım evrelerinin birliği olarak ele alır. Sürecin, iç içe geçmiş farklı ve çok sayıda evrenin bütünü olarak ele alındığı ve bu evrelerin her bir döngüsünü oluşturan farklı kesitlerinin, Marx tarafından ‘R’ harfi ile ifade edildiği bilinmektedir. Bu açıdan bizim yukarıda aldığımız M-P-M’ kesiti, sermaye birikiminin amacının metalar kitlesi biçimine büründüğü kesiti ifade etmektedir. Bu da, elde servet biriktirmek amacındaki tüccar sermayesinin karakterinden farklı olarak, metalar kitlesi şeklindeki birikmiş sermayeyi hedefleyen; organik bileşimini sürekli yükselterek kar payını yükseltmek amacındaki sanayi sermayesinin, pazara ve ticarete damgasını vurduğunu belirtmeye yarar.
[3] Prokrustes’in iki yatağı vardı. Kısa boylu yolcuları büyük yatağa, uzun boyluları kısa yatağa yatmaya zorlardı. Birincisinin kol ve bacaklarını çekip uzatır, ikincisininkileri ise kesip kısaltır ve böylece yatağa uyarlardı. Kahraman Theseus günün birinde hayduta aynı işkenceyi çektirir.
[4] Çelişki, bu konumda olanların hem nesnel olarak konumlarını, hem de bu nesnel konumdan kaynaklı olarak ideolojik duruşlarındaki ikircikli yapıyı ifade eden bir kavramdır. Burada çelişkinin yoğunluğu sınıf mücadelesinde işçi sınıfının zayıflığı ile doğru orantılı artacaktır. Yine aynı şekilde sınıf mücadelesinde işçi sınıfının lehine gelişmeler, çelişkinin sınıf lehine çözümünü getirecektir.
[5] Burada belirtilmesi gereken önemli bir nokta şudur. İşgücünün satılması ilişkisi, yine tüccar ve ticaret kadar eskidir. Bunu ücretli emek, sermaye ilişkisinden ayırmak gerekir. Toplumsal artığın, bir sınıfın üzerinden kazanılması, kapitalist üretimin özgün karakterini oluşturan artıkdeğerin, toplumsal artığın temeli olması, sermaye ilişkisinin sonucudur. Sermaye ilişkisi ise feodalizmin ya da genel olarak kapitalizm öncesi üretim biçimlerine ait yapıların çözülmesi gerçekleşmeden tarihsel ve toplumsal temeli oluşmayacak olan bir ilişkidir. Bu açıdan, işgücünün satılması ya da kiralanması, kapitalist üretim ilişkisi dışında artıkdeğer sömürüsüne yönelik olarak gerçekleşmez ve bu durumda toplumsal artığın temelinde de işgücünün alınıp satılması bulunmaz. İşgücünün satılması bu durumda tekil olaylardan oluşur ve köleci toplumlarda bile görülmüştür.
[6] Oligarşi kavramının evrimi uzun bir yol izlemiştir. Bu yol boyunca, oligarşinin değişik bileşimler ifade eden tanımları kullanılmıştır. Oligarşi kavramı, egemen sınıfın azınlık iktidarı olması açısından emperyalist dönemin ve emperyalist ülkelerin iktidar ve devlet yapılarını anlatan bir kavram olarak, Lenin’de kullanılmakta ve literatür anlamını burada bulmaktadır. Kapitalizm, çevre ülkelerde, bağımlılık ilişkilerini yaygınlaştırarak ve bağımlı ve sömürge ülkelerde, bağımlı da olsa kapitalist üretim ilişkilerini geliştirdikçe, sınıfsal yapı ve iktidar bileşimi, kapitalist üretim ilişkileri çerçevesine oturmuş, ama bazı açılardan, farklılıklar ağırlıklarını hissettirmişlerdir. Bağımlı ülke, sömürge ve yarı sömürge literatüründe, oligarşi kavramının bu açıdan farklı içerikleri olmuştur. Azınlık iktidarı genel anlamına bağlı olarak, iktidar bileşimini ifade ederken, bu bileşim, ülkelerin değişen iktidar bileşimlerine göre tanımlanmıştır. Kurtuluş literatüründe, tekelci burjuvazi ile toprak sahipleri, değişik tanımları ile oligarşiyi oluşturan bileşimler olarak tanımlanmıştır. Bütün bu bileşim ve ağırlıkların, tartışma ve saptamaların yapıldığı dönemler için bir anlam ve karşılığı vardır. Biz ise bu tartışmaların dışında, en genel anlamı ve teorik soyutlama düzeyinde oligarşi kavramını kullanıyoruz.
ARALIK 2003
8
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com