Dönemin devrimci kavranışı, dünya devriminin stratejisini oluşturmak demektir. Teorinin sorunlarının aşılması, tarihin sorunlarının kavranması ve yeniden üretilmemesi için bize yeni imkanlar sağlar. Tarihteki sorunları bugünün teorisi üzerinden yeniden üretmemek, bugünün sorunları karşısında tarih bilgisi ile hareket etmekten geçmektedir.
HACI YILDIZ
Marx ve Engels, Komünist Manifesto’yu yazdıklarında, Paris Komünü deneyimini daha yaşamamışlardı. Bu deneyimi yaşadıklarında ise, Avrupa’nın önemli ama küçük bir parçasını oluşturan bu şehirde yaşananlara bütün dikkatlerini yoğunlaştırdılar. Tarih insanlara bir laboratuar sunmaz Ama kendi gözlem ve değerlendirmelerini yapabilenler için Komün gibi deneyimler önemli ipuçları sunarlar. Üstelik, Manifesto gibi bir ön hazırlığınız da varsa, bu manifestonuzun cisme bürünmesinin ilk deneyimini gözleyip, neyin eksik neyin yanlış ve giderek de neyin doğru olabileceğini anlama şansınız olur. Buradan teorik düzeyde ifade ettiğiniz yasallıkların, yaşamda ne kadar karşılık bulduğunu da çıkarabilirsiniz.
Sovyetler Birliği ve ‘reel sosyalizm’ deneylerinin, muhalifleri ve eleştiricilerince irdelendiği, karşıtlarınca reddedildiği bir dönem son bulup, 89 sonrası altüst oluşlar yaşandığında, neyin yıkıldığı ve neyin gerçekleşiyor olduğuna dair tartışmalar, yeniden alevlendi. Öncesinde, ‘Sovyetçiler’ ve karşıtları şeklinde bölünen uluslararası sosyalist hareket, ister muhalif olsun ister yandaş, yıkılan bir şeylerin altında kalmak açısından eşit şekilde nasiplendiler. Kapitalist medyanın ve emperyalist kuşatmanın bu açıdan seçici bir nezaket göstermesi zaten pek mümkün değildi. Bugün bile hala, yıkılan sistemin nasıl bir şey olduğuna dair bir tartışma sonuçlarına ulaşmış değil. Avrupa coğrafyasının önemli ama küçük bir parçasında, 1871 Paris Komünü deneyimi gerçekleşmiş ve bu deneyim, sosyalizme geçmenin imkanlarının, cisminin nasıl bir şey olduğuna dair, çok önemli saptamalara zemin hazırlamıştı. Manifesto’da ancak önsel olarak bulunan bu cisim, proletarya diktatörlüğünden başka bir şey değildi. Marx, “Komün’ün gerçek sırrı şuydu” diyerek belirtir:
“Komün esasen bir işçi sınıfı hükümeti, üreten sınıfın gasp eden sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin iktisadi kurtuluşunun gerçekleşmesini sağlayan nihayet keşfedilmiş siyasal biçim idi.” (Marx - Engels, Seçme Yapıtlar, c. 2, s. 267)
Birinci Enternasyonal içindeki tartışmalarda, Komün deneyini, proletarya diktatörlüğü olarak hem Marx hem de Engels birlikte savundular. Fransa’da İç Savaş adlı çalışmasında, olgunun işçi sınıfı demokrasisi ve işçi sınıfı iktidarı yönüne vurgu yapan Marx, adını vermez ama anlattığının diktatörlük olduğunu bir an için bile unutmaz. Engels, bu çalışmaya daha sonra yazdığı önsözde şöyle der:
“Eh peki baylar, bu diktatörlüğün neye benzediğini bilmek ister misiniz? Paris Komününe bakınız, Paris Komünü proletarya diktatörlüğü idi.”
Proletarya diktatörlüğü saptaması, Marx’ın kendisi tarafından daha önce vardığı bütün bilimsel saptamaların üstünde bir yere yerleştirilmiştir. Artıkdeğer teorisinin, kapitalizm eleştirisinde tuttuğu stratejik konumdan öte, kendisinden önce oluşturulmuş olan sınıflar mücadelesinin teorisini bir tarih teorisiyle taçlandırmak, işte Marx’ın başardığı budur; yani proletarya diktatörlüğü.[1] “Biz tek bir bilim tanırız o da tarihtir” diyen Marx ve Engels’e göre “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar”. Sınıflar mücadelesinin, proletarya diktatörlüğüyle sonuçlanması, işçi sınıfının programının, tarihsel görevinin yerine getirilmesinin, yine tarihsel zorunluluğu, cismi olarak proletarya diktatörlüğü.
Lenin, işçi sınıfı iktidarı anlayışının Kautsky tarafından sulandırılması karşısında, Marx’ın kendisini, öncekilerden ayıran konuyu, marksizmin özünün ne olduğunu en özlü bir şekilde belirtir:
“Yalnızca sınıflar savaşını kabul eden biri, bunu kabul ettiği için bir Marksist değildir; henüz burjuva düşüncesinin, burjuva politikasının çerçevesinden çıkmamış biri olabilir. Marksizmi sınıflar savaşımı öğretisine indirgemek, onun kolunu kanadını kırpmak, bozmak, onu burjuvazi için kabul edilebilir bir şeye indirgemek demektir. Aslında, sınıflar savaşımının kabulünü, proletarya diktatoryasının kabulüne dek genişleten kişi bir Marksisttir ancak.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 40)
Komün deneyi kısa ama özlü sonuçlarıyla, Ekim Devriminin teorik ve politik silahlarını hazırlamıştır. Bugün Ekim Devriminin ürününün sonuçları ise Komün deneyiminin tersine toparlayıcı değil dağıtıcı olabilmektedir. Ekim devriminin ve Sovyet deneyiminin kendisine yaklaşımda, Marx ve Engels’in nezaketini bulmak oldukça güçtür. Marx ve Engels Komün’e yönelik eleştirileri ne olursa olsun, önce komüncülere saygıyla yaklaşarak yola çıkmışlardı. Bugün ise Sovyet deneyiminin yıkılmasını, üzüntü ile karşılayanlar olduğu gibi[2], hayırlı ve iyi bir şey olarak değerlendirenler de azımsanmayacak kadar çoktur. Böyle düşünenlerin haklı oldukları önemli konular vardır kuşkusuz. Şöyle ki, işçi sınıfı demokrasisi/yönetimi olmaktan, proletarya diktatörlüğü olmanın olmazsa olmazı olan bu kıstastan uzaklaştığı ölçüde, işçi sınıfı ve halkların nezdinde, sosyalizmin kötü propagandasına malzeme olmuş ‘reel sosyalizmler’, bu açıdan kabul edilemez diye nitelenmektedir. Doğrudur! İşçi sınıfı yerine, onun daralan kesimlerinin, onun adına hikmetinden sual olunmayan temsilcilerinin, içinden ya da dışından gelen bürokratların yönetimi olmakla, bütün bunlarla suçlanan sosyalizm deneyimleri, sınıfsız toplum hedefinden uzaklaştıkça, varolan ve giderek oturan statülere teslim olmuştur. Ama, bu deneyimlerin kötü sonuçlarının esas sorumlusu, daha gelişmiş kapitalist ülke komünistlerinin dünya devrimi karşısındaki sorumluluklarını omuzlayamamaları değil midir? Resmi sosyalizm ve Sovyet çizgisinin kurduğu hegemonyanın dünya devrimini iğdiş ettiğini söylemek, sorumluluk hiyerarşisini tersine çevirmek olmaz mı? Rosa, “Rusya’da sorun ancak ortaya koyulabilirdi. Onu Rusya’da çözmek olanak dışıydı. Ve bu anlamıyla, gelecekte her yer ‘Bolşevim’indir” der. İçinden geçip gelmekte olduğumuz kendi tarihimizden benzetme yapmak gerekirse, sürüp giden Kürt savaşı boyunca faşistlerin ırkçı propaganda yapma imkanlarının artması, birilerinin bu savaşın hiç yapılmaması gerektiği ve yanlış yapıldığı yönlü değerlendirmelerini doğru yapmaz. Savaşın bir tarafını yanlış yapmakla suçlamak, tek başına başka bir anlam ifade eder. Ama enternaasyonalist görevlerini yerine getiren sosyalist hareketin savaşı yürütenlere yönelik eleştirilerinin niteliği başka türde olacaktır. Burada, sorumluluk hiyerarşisinde sosyalistler, kendilerini daha üste koymak zorundadırlar. ‘Savaş nedeniyle sosyalist görevlerimizi yerine getiremiyoruz, halk bizi anlamıyor’ diye ileri sürülmüş olan gerekçe, aslında hem kendi iktidarsızlığını örtmek için bulunmuş bir gerekçedir, hem de ne türden sosyalistler olunduğunu da gösterir. Sosyalizm tarihi karşısında da, ‘eleştiriciler’in konumu yaklaşık olarak, bizim sol Kemalistlerimizin konumuna yakındır. Stalinizm eğretilemesinin sırtına bütün günahları yıkıp kurtulmak, çok da farklı bir yol değildir.
Bize düşen, Komün’ün aksine dünya coğrafyasının önemli bir bölümünü oluşturan ‘reel sosyalizm’ deneyimlerinin, Komün deneylerinin devamı olarak incelenmesi ve bir sonraki sosyalist devrimlerin, ideolojik politik silahlarının hazırlanması için kullanılmasıdır. Sovyet deneyinden çıkarılacak sonuçlar, bizi devrimci kılmalı ve bugünkü dünyada reel olarak silahlandırmalıdır. Yoksa bu deneyime, doğru ve yanlışlarını körlemesine sahiplenmek anlayışı ile yaklaşmak, tarihte bilinçsizce taraf olmak anlamına gelecektir. Bu nedenle önce saygıyla yaklaşalım, sonra teorinin soğukluğu ve acımasızlığıyla. Tarihte taraf olunmaz, tarih ancak sınıfsal olarak okunabilir ve bizi, bir taraf olarak bizi, ancak böyle silahlandırabilir. Bugün yükselmekte olan, anti-kapitalist ve anti-küreselleşmeci hareket, bilerek ya da bilmeyerek, planlı ya da plansız, bir tarih okumasının sonucu yükselmektedir ve bu nedenle, maddi anlamda sosyalizmin gecikmiş doğumunu yaşayan dünyaya müdahale etmeye çalışmaktadır. Marksistlerin oluşturucularından biri olduğu ve çok sayıda akımı içinde barındıran bu hareket, kuşkusuz bir sonuç verecektir ve bu sonuç, kendince yaptığı bir tarih okumasının ürünü olduğu için de, ideolojik düzeydeki süreçler üzerinde doğrudan etkide bulunacaktır, bulunmaktadır. Bu düzey ise hareketin sunduğu bütün imkanlar bir yana, yenilginin en derin ve en yaygın olduğu alandır. Bu düzeydeki aksaklık ve yanlışlar, politik karşılıklarını bulduğunda/politik düzeyde, çok daha büyük açılar oluşturabilecektir. Bu açıların marksizm ile yapılan açılar anlamına geleceğini söylemek için ise kahin olmaya gerek yok. Çünkü yıkılan sistemlerin sosyalist cenahtaki en keskin aleyhtarları da içinde olmak üzere birileri, esas nedenleri ikincil düzeyde değerlendirdiklerinde, kaçınılmaz olarak, sürecin nedenlerine karşı değil, sonuçlarına karşı konumlanmış olacaklardır. Olgunun nedenleri ile sonuçları yer değiştirdiğinde olacak olan ise, tarihsel deneyimin sunabileceği imkanların uzağına düşmek, silahsızlanmak dışında bir şey değildir. Hatta, değerlendirmenin yapıldığı andaki politik duruşumuzla, sonuçlarına karşı çıkmak noktasında yan yana geldiğimiz diğer bileşenlerin karakteristik özelliklerinin, kendi sınıfsal karakterimiz ve tercihlerimizi öncelemesi, kendiliğinden doğabilecek sonuçlar olarak düşünülmelidir.
Tansu Çiller, bütün iştahı ile, Türkiye’de özelleştirmecilik propagandasını yükselttiğinde, dönemin yıkılan sosyalizmlerine nazire yaparcasına şöyle demişti: “En son komünist ülke Türkiye’dir.” Kimilerimiz hayretle karşılasa da, burjuvazinin patavatsızlığından öte bir şeyler de yok değildi bu cümlede. Daha önce, esas vurguncu Turgut Özal, “karayolları kapitalizm, demiryolları komünizmdir” derken yolu çoktan döşemişti bile. Bu söz söylendiğinde, büyük çoğunluğun gözlerinin önünde, en ilkelinden kara tren imgesi şekilleniveriyordu. Özal döneminin köşe dönmeci felsefesinin geniş kitlelerdeki en somut karşılığının, özel mülkün ve sınıf atlamanın sembolü olan otomobile sahip olmak olduğu anımsanırsa, Özal’ınkinin bir cahillik değil, tam bir burjuva kestirmeciliği olduğu da hemen kavranabilir. O zaman ‘sol’ basının ve sol basın mensuplarının, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki en ileri teknolojinin ürünü trenleri, Özal’ı çürütmek için hareket ettirdiklerini biliyoruz. Aslında Özal’ın yaptığı, “kamuyu mu yoksa sermayenin başına buyrukluğunu mu seçersiniz?” sorusunu, dönemin psikolojisine uygun ve onu yeniden üreten bir tarzda sorup, yanıtı peşinen göstermek dışında bir şey değildi. Bu işgüzarlık sayesinde köşe dönmeci, kamu düşmanı ve özel sektöre ve dolayısıyla da sermayeye yüzünü dönen kitlelerin, devletin elindeki kamu varlıklarına yabancılaştırılması son haddine vardırılıp, bu varlıklar özel sektöre peşkeş çektirildi. Lenin’in “sosyalizm eşittir elektrifikasyon” kavramlaştırmasından daha ince, aforizmalardı bunlar. Kuşkusuz taşıdıkları yükler tarihsel ve sınıfsaldı, farkları da öyle! Sosyalizmi devlet mülkiyeti ile eşitlemenin, en azından Tansu Çiller gibi burjuvazinin temsilcileri nezdinde, çok da yanlış olmadığını göstermesi ilginçtir. Sosyalizm devlet mülkiyetinden başka bir şeyler olmak, sınıfsal karaktere ilişkin öncelikler gerektirmek zorundadır. Engels Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm’de,
“Ama son zamanlarda, Bismarck sınai kurumların devletleştirilmesine giriştiğinden bu yana, her türlü devlet mülkiyetini, Bismarck’a özgü biçimde olanı bile, hiç gürültü patırtı etmeden sosyalistliğe özgü ilan eden, zaman zaman uşaklığa doğru yozlaşan, bir çeşit sahte sosyalizm türedi. Ancak tütün sanayiinin devletleştirilmesi sosyalistçe olsaydı, Napoleon ve Metternich sosyalizmin kurucuları arasında sayılmalıydı.” (Marx - Engels, Seçme Yapıtlar, c. 3, s. 173)
diyerek, devlet mülkiyetinin sosyalizm için yeterli şartı oluşturmadığını belirtmiştir. Yeter şart olmayan devlet mülkiyetinin kapitalist ilişkiyi ortadan kaldırmayacağını ve tersine doruğa tırmandıracağını söyleyen Engels, bu ilişkinin dorukta tersine döneceğini ifade ettikten sonra,
“Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, fakat biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini içinde saklar.” (Engels, Anti-Dühring, s. 330-31, 441)
diye ekler. Bu biçimsel çarenin nasıl olup da, sınıfsız toplum hedefi için işlevsel hale getirileceğinin formülünü yine Marx ve Engels’te bulabiliriz:
“Proletarya, siyasal egemenliğini, tüm sermayeyi burjuvaziden derece derece koparıp almak, bütün üretim araçlarını devletin, yani egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletaryanın elinde merkezileştirmek için ... kullanacaktır.” (Marx - Engels, Komünist Manifesto, s. 131)
Sosyalizmin devlet mülkiyeti ile açıklanması bu nedenle olanaklı/yeterli değildir. Devrimin yalnızlaşmadığı, sosyalizmin kuruluşu göreviyle yükümlenmeden önceki ilk gün ve aylarda Bolşevikler, bu işi ‘tek ülkede’ gerçekleştirmek zorunda kalacaklarını düşünmeden, kendilerini dünya devriminin ilk kıvılcımı olarak görüyorlardı. Kuşkusuz Rus toplumu ve Rusya’da kapitalizmin görece geriliği nedeniyle, kuruluş görevleri için öncülüğü, dünya devrimine öncülük yapacak Avrupa proletaryasına daha uygun görüyordu. Daha gelişkin ülke proletaryalarının devrimlerinin Rus devrimine yetişip onları geçeceğini, gelişmiş ülkelerin açtığı yoldan sağladıkları kolaylıkla Rusya’da sosyalizmin şansının olacağını (ve artacağını) düşünüyorlardı. Ama ilk kıvılcım dünya devrimini ateşleyemediği, bu doğru, yaşam şansı bulmadığı ölçüde, sosyalimin kuruluş görevleri gibi zorlu işler kaçınılmaz olarak kendini dayattı. Kıvılcımın sönmemesi, Ekim devriminin yaşatılması ve sosyalizmin kuruluşuna hazırlık, proletarya diktatörlüğü sorununu teorik alandan pratik tarihsel zemine indirmiş ve Komün’den sonraki en kapsamlı deneyim başlamış oldu. Bu deneyimde, devlet mülkiyetinin en kapsamlı bir biçimde başarılmış olması, bu devletin karakteri nedir sorusunun yanıtını daha bir tartışmalı kılmıştır. Çünkü bunca geniş devlet mülkiyetine rağmen, sonuçtan bakıldığında görülen şudur: Sosyalizme ait bir çok veriye rağmen (devlet mülkiyeti, artıkdeğerin; sermaye ve ücretli emeğin kaldırılması vb) sistem, ona ait olmayan ve onu engelleyen dışsal bir çok etmen üretmiştir. Bugünden bakıldığında, üstelik aynı tarihsel periyotta, tıpkı Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet eliyle gerçekleştirilen kamu kuruluşlarının özelleştirildiği Türkiye’de olduğu gibi, Rusya’da da geniş çapta özelleştirmeler gündeme gelebildiğini görürüz. Uluslararası kapitalizmin iştahını kabartan ve eski Sovyet bürokrasinin bir kısmının dönüşümüyle oluşan yeni Rus burjuvaları ve yönetici eliti ile rekabete[3] girmesine neden olan devlet mülkiyeti, tıpkı Engels’in söylediği gibi, çatışmanın çözümü olamamış, üstelik yeni çatışmalara da zemin hazırlamıştır. Devlet mülkiyeti bu durumda, esas olarak geri kalmış ülkelerde, kalkınma ve sanayileşme modeli olarak genelleşmiş ve Sovyet deneyinin ekonomik derslerinden biri olarak tarihe geçmiş durumdadır. Kalkınma ve sanayileşme modeli şeklinde, gelişmemiş, yarı-feodal ülkelerin başvurduğu devletçilik uygulaması, Sovyetlerin varlığı koşullarında, bir çok üçüncü dünya ülkesinin emperyalizmin pençesinden uzak bir şekilde, sermaye birikimlerini gerçekleştirmelerinin ekonomik politikası olmuştur. Uzun yıllar boyunca uluslararası kapitalizmin-emperyalizmin ağzına layık lokmalar olarak hazırlanan bu birikim sayesinde, bir önceki dönem için (devletlerin içişlerinde bağımsız olduğu dönem) bu ülke insanlarının kamu varlıklarından ve kamu mantığından nispeten yararlandıkları yadsınamaz. Bu tarz bir devlet mülkiyetinin görece avantajları ve sosyalizm açısından sunduğu zemin de öyle. Ama bugün için emperyalizmle esas olarak ulusal burjuvalar arasındaki çekişmenin konusunu, kalkınmacılık döneminin birikiminin nasıl talan edileceği oluşturmaktadır ve büyük ölçüde emperyalizm lehine çözülmüş gözükmektedir.
Kuşkusuz bu çözüm, nesnellik esas alındığında, Ekim Devrimi öncesinin dünyasına göre, bir olumluluğu da beraberinde getirmektedir. Üretici güçlerin dünya tarihsel planda gelişmişliği ve tarihin, dünya tarihi olarak, bir mecraya akmasının imkanları sağlanmış, nesnel olarak sosyalizmin kuruluş imkanları dünya tarihi planında gelişmiş ve gerçekleşme şansını yakalamıştır. Kuşkusuz bu söylediklerimiz nesnellikle sınırlıdır ve öznel ve iradi alanda, bununla ters orantılı olarak sosyalizme uzaklık söz konusudur.
Yıkılan karşısında doğru bir muhakeme yapılmadığı sürece de öznel olarak sosyalizmin imkanlarına kavuşmak mümkün olmayacaktır. Bu muhakeme, proletarya diktatörlüğü olarak geçiş dönemi ve sosyalizm ilişkisi ile başlamak zorundadır. Teorik programatik düzeyde tanımlarımız ifade edildikten sonra, Ekim Devriminin dünyasında geçişin olanakları ile bugünkü dünyada geçişin olanaklarının karşılaştırılması yapılmalıdır. Çünkü sınıfsız toplum, komünizm mücadelesi, bir takım strateji ve taktikleri gereksinir ve bunlar, nihai hedefin içinde bulunulan anla hangi nesnellik çerçevesinde ilintilendirileceği ile doğrudan bağlantılıdır. Bu bağlantı, bilerek ya da bilmeyerek uzağına düşüldüğünde, bizi reformizm ve demokrasicilik kanalıyla sisteme eklemleyebilecek kadar risklidir de! Bu bağlantının kendisi, devrimci komünist görevlerin döneme uygun adlandırması olacak stratejiler geliştirmekle kurulabilir. Dünya devriminin imkanları ve geçiş dönemi olarak proletarya diktatörlüğünün, içinde bulunulan andaki imkanları, ancak devrimci stratejiler şeklinde ifade edilebilirler. Azgelişmiş ülkelerin sermaye birikim sorunlarına indirgenmiş ve son tahlilde bu amaca indirgenebilecek kavrayışlar, geçiş döneminin devrimci stratejileri olamazlar. Marx ve Engels döneminde olsun, Lenin’in içinde bulunduğu dünyada olsun sorun, verili koşullar üzerinden geliştirilecek politik stratejilerle, sınıfsız toplumun gerçekleşme imkanlarının yakalanabilmesidir. Tarihselliğin ve o anın dünyasının dinamikleriyle sınıfsız toplumun ilişkilendirilmesi sorunu, yine o tarihsellik bağlamında bir geçiş haritası oluşturur. Marx ve Engels ile Lenin dönemi arasında, geçiş paradigmasını farklılaştıran etmen, eşitsiz gelişim yasasının etkilerinin, kapitalist dünya ve kapitalizm öncesi üretim ilişkileri içinde bulunan dünyayı ne şekilde birbiriyle ilişkilendireceği ile ilişkilidir. Kapitalizmin geçirdiği evrim ve onun dinamikleri ile doğrudan bağlantılı bu etmen, geçiş döneminin teorisini, onun mantığını değil, strateji ve taktiklerini farklılaştırmıştır. Bu farklılık proletarya diktatörlüğü olarak geçiş döneminin görevleri ve niteliği konusunu oluşturur. Geçiş dönemi ve proletarya diktatörlüğünün bugünkü dünya ve emperyalizm koşullarında stratejik düzeyde ifade edilmesi için, bu konuya ilişkin teorinin doğru kavranması ilk koşuldur.
Emperyalist kapitalizmin yönelimlerini hesap edip, buna göre stratejiler geliştiren bir yerden teoriyle ilişkilenilirse, sosyalizmin, bir imkan olarak dinamiklerini yakalamak mümkün olacaktır. Yoksa, proletarya diktatörlüğü, kavram olarak baskıyı ifade eden iticiliğiyle, acilen uzaklaşılması gereken –Althusser’in deyimiyle– köpek yavrusu muamelesinden kurtulamaz.[4]
Marksist literatürdeki anlamıyla, ‘geçiş dönemi’ kavramı, kapitalizm ile komünizm arasındaki dönemi anlatır. Bu dönemde, yenilmiş ama yok edilmemiş kapitalizm ile, kapitalizmin içinde olgunlaşan maddi koşullar üstünde siyasal ve ekonomik düzeylerde inşa edilmesi ve oluşturulması gereken komünizmin mücadelesi yer alır. Komünist Manifesto’da “egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya”, GothaProgramının Eleştirisi’nde,
“kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş yer alır. Buna bir siyasi geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey değildir.”
diye tariflenen şeye denk düşer. Lenin, buradan alıp sürdürdüğü tartışmada, başka bir problem üzerinden düşünmektedir. Bu da, ifade edilen proletarya diktatörlüğüne nasıl geçileceğidir.
Marx’ta dünya devrimi, başlangıçta, daha çok eşzamanlı ve bir kaç gelişmiş kapitalist ülkede birden gerçekleşecek şekilde düşünülür. “... uygar ülkelerin eylem birliği, proletaryanın kurtuluşunun ilk koşullarından biridir” der Marx. Bunun gerçekleşmediğini, ilk kıvılcımın Rusya’da patlak verdiğini ve Birinci Savaş sonrası Avrupa Devrimlerinin yenildiğini biliyoruz. Yine Rosa’dan aktarırsak, Rus devrimcilerinin farkı “cüret etmek”ti. Avrupa devrimlerinin eksikliği ve bu eksikliğin getirdiği sonuç olarak yenilgisi, bu tarz bir cüretle davranacak teorik ve politik açıya sahip komünistlerin azınlıkta olmasından kaynaklanmıştır. Rosa, “gelecek Bolşevizm’indir” derken, bunu kastediyordu. Sonuçta, geri bir ülkede gerçekleşen devrim, sosyalizmin sorunlarını kendine dert etmek zorunda kaldı. Rusya’da çözülemeyecek ama ortaya koyulabilecek olan bu sorunlar, bugün halen bütün komünistlerin ortak sorunları olarak çözülmeyi bekliyor. Dünya devriminin diğer halkalarının yenilgisi nedeniyle Rusya’da yalıtılmış ve tecrit edilmiş komünistler, Avrupa devrimleriyle, onların öncülüğüyle kuruluşun sorunlarına eğilmeyi düşünürken, yalnız başlarına bu sorunlara eğilmek zorunda kalınca, tek ülkede sosyalizmi kurmak gibi, daha önce teorik olarak, çok da gündem yapmadıkları bir sorunla karşı karşıya kaldılar. Lenin’in başka bir açıdan, kuruluşun sorunlarına eğilmesi ve açık ifadelerle, tek ülkede sosyalizmin mümkün olduğunu söylemesi egemen yazında şimdilerde pek revaçta olmasa da, üstünde titizlikle durulması gereken bir konuyu oluşturur. Ama Lenin sonrasında dünya devriminin yadsınmasına, ulusal sosyalizm anlayışına çıkan ve giderek ‘sosyalist anavatan’ın[5] savunulmasına kadar vardırılan bu sorun, teorik temellerini Buharin’in, istikrarını sağlamış ve tek ülke çapında birleşmiş ‘ulusal devlet tröstü’[6] anlayışında bulmuştur. Bu noktada bir problem ortaya çıkmaktadır. Lenin’in yaklaşımı (ki Lenin Buharin’in bu tezini yanlış bulmaktadır) kabul edildiği ölçüde, başlangıçta Marx ve Engels’in teorik düzeyde ifadelendirdikleri sorunun, başka bir düzeyde yeniden ortaya çıktığını görürüz. Bu sorunu, dünya devriminin diğer halkaları ile ilişkilenmek açısından şanssız ülkenin komünistleri için, tek ülkede geçiş/sosyalizm diye ifadelendirebiliriz. Böyle bir problemin önümüzde de yaşanmayacağının garantisi yoktur! Sorunun teorik ortaya koyuluşundan nispeten farklılaşan bu sorunun kıyısından geçmek, bize pek bir yarar sağlamaz. Lenin’in gündeme aldığı kuruluşun sorunlarını ya toptan reddedeceğimiz ve Lenin yanlış yaptı diyeceğimiz ya da üstüne düşünülmeye başlanan sorunda, yanlış çözümler bulunduğunu kabul edip, yanlış çözümlerin neler olduğunu bulacağımız karakterde bir meseledir.
Rusya coğrafyasının genişliği, bir çok ülke ve ulusun ‘sovyet’ sistemini benimsemiş olması, bu coğrafyanın maddi imkanlar bakımından zenginliği ile beraber düşünülürse, ‘tek ülkede sosyalizm’in olmayacağı yönlü kavrayışın üstünde farklılaşmak gerekecektir.[7] Teoriye geçişle, sosyalizmin komünizmin alt evresi olarak, ne türden sınıfsız ve ne türden devletli bir toplum olduğunu açıklarken, konunun aydınlanabileceğini düşünmekteyiz. Marx ve Engels’in teorik alanda öngördükleri komünizmin üst evresine geçiş sorunu, Ekim Devrimi’nin, politik düzlemde yeniden ürettiği ‘tek ülkede geçiş’ sorununundan farklılaştırılmalıdır. Komünizmin üst evresi ile alt evresi olan sosyalizmi eşitleyerek ele alırsak, bu sorun karşımıza çözülmeyecek bir şekilde çıkacaktır. Teoriye referansla komünizmin üst evresine tek ülkede geçilebilir’in savunulduğunu ima etmek sorunun çözümünde bize bir olanak sunmaz. Böyle yapılırsa, sorunun üstünden atlanılmış olur. Tek ülkede sosyalizmin olup olmaması meselesi, bunun mümkün olmadığını iddia edenler açısından, sosyalizmle komünizmin üst aşamasının, neden ve niçin ayrı olduğunun küçümsenmesinden kaynaklanmaktadır. Bu küçümsemenin parantezine, dünya kapitalizminin devrimci bölge/ülke karşısındaki konumu gibi önemli bir konu girmektedir. Bu tez sahipleri sosyalizmle komünizmi felsefi bir ayrım olarak aldıklarında ve ikisi arasındaki fark önemsizleştiğinde ise bu tezle büyük ölçüde anlaşmak mümkün olacaktır. Ama, devrimden hemen sonra hedefledikleri açısından adına sosyalist dediğimiz devletin varlığının, meta ekonomisinin ve üretim araçları karşısında konumlanışları açısından sınıfların ortadan kalkmasından sonra da sürecek olması, dünya devriminin zorlu bir süreç olarak öngörülmesinden kaynaklanmaktadır. Bu durumda da, kuruluşun sorunlarıyla uğraşan komünistlerin, esas olarak işçi sınıfının dünya tarihsel planda evrensel ve genel çıkarlarının önüne bölgesel ve yerel çıkarları geçemez. Bu ülke komünistleri açısından devrim, ülke çapında kuruluşun görevleri ile sınırlandırılamaz ve böyle ele alındığında, ‘yerel’ kuruluşun imkanları da yitiriliyor demektir. Dünya devriminin bir halkası olunduğu ve bütün enerjinin bu noktaya yoğunlaştırılması gerektiği unutulmadan, esasında ‘yerel’ kuruluşun da buna hizmet ettiği perspektifi ile davranılmalıdır. Sovyet deneyiminin eleştirisi temelinde, teoriye referansla oluşturulan, ‘tek ülkede sosyalizmin’ kuruluşu mümkün değildir saptaması, onu komünizmin üst evresi ile eşitlediği ölçüde doğrudur. Ve bu doğru, geçiş problemini, esas ait olduğu ve ilk kez kurulduğu alanda ele almayı gerektirir. Çünkü, Marx ve Engels, sosyalizm ve komünizm kavramlarını çoğunca aynı anlamda kullanmışlardır. Marx’ın dönemi açısından eşzamanlı devrim beklentisi içinde olduğu da düşünülürse, bundan şu sonucu çıkarmak mümkün olacaktır. Eşzamanlı dünya devrimi (en azından bir kaç gelişmiş kapitalist ülkede birden) ve peşi sıra gelecek bir geçiş dönemi... Bu geçiş dönemi boyunca, Ekim Devrimi’nin başına gelenin tersine, azgelişmiş ve yarı-feodal bölgelerin tedrici olarak sisteme eklemlenmesi gibi bir sorunun yaşanacağı düşünülmüş olabilir.[8] Bu ise komünizmin üst evresi ile alt evresi arasındaki farkın neden ifade edildiğini ve nasıl bir işlevsellikle donatılmasının düşünüldüğünü daha bir anlaşılır kılar. İmkanların sınırlılığı ölçüsünde, burjuva hukukunun ufkunu aşamamış olmak! Bu sınırlılığın zorunlu kıldığı gözetleyicilik ve bu zorunluluğun yerine getirilmesi için, Marx’ın “komünizmde devlet”, Engels’in devlet kavramını kullanmak istemeyip, “topluluk” dediği, ama her ikisinin de gerekli gördüğü bir tür ‘kurum’.
Ekim Devrimiyle başlayan serüvende ise, dünya devriminden yalıtılmış olan Rus komünistlerinin ihtiyaçlarını güdüleyen faktörü, Marx ve Engels’in geçiş dönemi tahayyüllerinden çok farklı koşullar belirliyordu. Bu bize, Rusya’da komünistlerin uzaklaşmak zorunda kaldıkları ölçüde kaybettikleri alanı ifade eder. Dünya çapında sosyalizme geçişin imkanları, dünya devriminin stratejisi konusunu oluşturur. Lenin’in devrim anlayışı açısından bu, teoride sınıfsız topluma geçiş ve Rus pratiğinde sosyalizmin kuruluşu bağlantısını (geçiş) kurmaya çalışan, köylülük, ulusal sorun ve işçi sınıfı iktidarını kendi ‘kesintisizlik’ anlayışı içinde birleştirmiş, yerel anlamda geçişin imkanlarını evrensel anlamda dünya kapitalizminin yenilmesinde bulan devrimci stratejiden başka bir şey değildir. Bu anlamda, Lenin’in devrim anlayışı, dünya çapında geçişin imkanlarını ortaya çıkarma dinamikleri açısından ayrıca önem taşır. Lenin’in kesintisizlik kavramı, sadece iktidarı almak açısından bir ülkenin sosyolojik/sınıfsal yapısı gereği, güç toplamayı ifade etmez. Ulusların kaderlerini tayin hakkı vurgusu ile dünya devriminin dinamiklerini harekete geçirme, kapitalizmi yalıtma mantığını da içermektedir. Çünkü Ekim Devrimi, Rus Devrimi olmanın ötesinde geniş bir coğrafyada halklar ve ulusların devrimi olma becerisini, köylülük ve ulusal sorunu iç içe geçirip, ortak bir sovyet iktidarında birleştirebilmesi nedeniyle başarmıştır. Bu yönüyle, gelişmiş kapitalist ülke komünistlerinin işini kolaylaştırmak için, Marx’ın devrim anlayışını, geçiş dönemi sorunu çerçevesinde, gelişmiş ve geri ülkeler ilişkisi açısından yeniden üretmiştir denebilir.[9] Bugünün komünistleri açısından da sorun, dünya çapında geçişin devrimci politikasının oluşturulmasından başka bir şey değildir. Bunun gerçekleşmesi, 1917 koşullarında Lenin’in yaptığını, bugünün dünyasında yeniden üretmekten geçmektedir. Bu yeniden üretim, ayrıca, o dönemin politikalarının üretmiş olduğu sorunlara da kayıtsız kalmamalıdır.
Proletarya diktatörlüğü tartışması, geçiş dönemi kavramı açısından değerlendirildiğinde, değerlendirmeye konu olacak teorinin düz bir seyir izlemediğini hatırlatmak gerekir. Ama bu tartışma, uçsuz bucaksız bir tartışma değildir ve Marx ile Engels’in konuya yaklaşımları bir tarihsel parantez içine alınmak zorundadır. Komünist Manifesto (1848) ile başlayan, Fransa’da Sınıf Savaşımları (1850), 18 Brumaire (1852) ve Fransa’da İç Savaş (1871), ile devam eden çizgi,Gotha Programının Eleştirisi (1875) ile temel iskeletini ortaya koyar.
Yaşadıkları dönemin nesnelliği içinde, dinamik süreçleri analiz ederek oluşturdukları bu teori bazı ön kabulleri içerir. Bunlardan en belirleyici olanı, geçiş döneminin kısa bir süre olarak hesap edilmesidir. Peki bu ön kabul neden oluşmuştur? Marx ve Engels, Manifesto’da toplumların gelişiminin ve tarihin motorunun sınıf savaşımları çerçevesinde geliştiğini söylerler. O dönem ifade ettikleri bu düşüncelerinde burjuvazinin halen ilerici olduğuna dair bir tonlama vardır. Burjuvaziye nesnel olarak halen ilerici bir rol biçmektedirler. Burjuvazinin, üretim araçlarını, üretim ilişkilerini ve toplumsal ilişkilerini sürekli devrimcileştirmeksizin varolamayacağını söylerler. Almanya’nın o tarihteki geri kalmış ve ulusal birliğini sağlayamamış yapısından etkilendiği yadsınamayacak olan bu görüşleri, burjuvazinin siyasal olarak tutuculaştığı, gericileştiği yönündeki görüşlerinin önüne geçmektedir. Bu durum, burjuvazinin gelişmesiyle birlikte, işçi sınıfının da yükselişini sürdüreceğine dair bir fikri canlı tutmakta; özel olarak parti ve ideoloji meselelerinde, diğer meselelerdeki aciliyet gösterilmemektedir. Bu nedenle nesnel olarak ilericilik noktasında burjuvaziye bir rol biçmektedir. Bu eksik vurgu, 1848 devrimleri ile birlikte ortadan kalkmıştır.[10]
Marx ve Engels’in bir çoğunluk devrimi ve buna ait olabilecek işçi sınıfı iktidarı fikrinde olduklarını belirtmek gerekir. Lenin tarafından yasallık düzeyinde ifade edilecek olan, ‘eşitsiz gelişim’, işçi sınıfı iktidarının ve onun kurulmasını sağlayacak devrimin tanımında, sonrasında yaşanacak teorik bir sorun oluşturmaktadır. Her ne kadar Alman İdeolojisi’nde sanayiinin ulusal ve uluslararası ölçekte farklı düzeylerde geliştiğinin saptandığı ve buna paralel olarak proletaryanın da farklı gelişmişlikte olacağı öngörülüyorsa da, bu eğilim bir yasallık olarak saptanmamıştır. Lenin’in ‘eşitsiz gelişim yasasını’ analizlerine katarak oluşturduğu parti ve ideoloji alanlarındaki katkılarından soyutlandığında, Marx ve Engels’ten çıkartılan bir türden çoğunluk devrimi beklentisi burjuva demokrasisinin sınırlarına çekilebilmektedir. Tekelci aşamada bu yasanın etkilerinin ne olabileceği ve sınıf içi farklılaşmanın sonuçlarının Lenin tarafından ideoloji, parti ve devrim konularına aktarılarak kullanılması Marx ve Engels’in hiç değinmedikleri konular olmamakla birlikte, üzerinde özel önemle durdukları konulardan da değillerdir. Komün yenilgisi sonrası Marx ve Engels tarafından kullanılan ‘devrim merkezi’ ve ‘merkezin kayması’ gibi kavramların, Alman İdeolojisi’nde saptanan eğilimlerin politik karşılıkları olduğunu belirtmeliyiz:
“1870-71 savaşı ve Komün’ün yenilgisi, Marx’ın önceden de söylediği gibi Avrupa işçi hareketinin ağırlık merkezini bir zaman için Fransa’dan Almanya’ya aktardı.” (Engels, “Önsöz”, Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, s. 19)
İdeolojik mücadele açısından ise tarihsel tablo çokçasına bir çabayı gerekli kılmamaktadır. Sanayi devrimi sonrası proletaryanın ve emekçi sınıfların gözle görülür sefaleti, kapitalizmi teşhir için yeterli olmaktadır. Bir yanda sürekli yoksullaşan ve mülksüzleşen yığınlar öte yanda sermayenin az sayıda kişide toplanması, proletaryanın toplumsal kurtuluşun öncülüğü için, toplumu hazır bulacağı ön kabulünü beraberinde getirmiştir. Bu açıdan da proletaryanın toplumsal kurtuluş modelinde, iktidara vurgu ikinci plandadır. Buradan, Lenin’in öncellerine göre fazlasıyla siyasal ve sınıfsal olan tezlerine bir geçiş ve bağlantı kurulamayacağı; epistemolojik bir kopuşun olduğu ileri sürülmektedir. Ama örneğin, bu iddianın, bir tek, “proletarya bile kendi çıkarını genel bir çıkar biçiminde sunabilmek için, önce siyasal iktidarı ele geçirmek durumundadır” (Alman İdeolojisi) saptamasıyla dahi boşa çıkarılması ve epistemolojik sürekliliğin kanıtlanması mümkündür.
Bu gelişen nesnellik içinde burjuva ideolojisinin yanılsamalarının aşılacağı ve sosyalist bilincin, çoğunluk tarafından edinilebileceği yönlü bir anlayışa açık kapı bırakılmaktadır. Çoğunluk devriminin öznesi olacak yığınların, toplumsal kurtuluş hedefine, ideoloji ve parti - örgütlenme konularında özel çaba gösterilmeden varabileceği düşünülebilir. Lenin’in marksizme katkısı, tam da burjuva ideolojisinin karşısına sosyalist bilinci kimin çıkaracağı ve bu bilincin kendiliğinden oluşturulamazlığını; sınıf içinde ancak embriyon halinde bulunan bilinç kırıntılarının özel çabalarla kurulup geliştirilebileceği yönündeki ideoloji ve bu ideolojinin taşıyıcı mekanizması olacak parti alanında karşılığını bulmuştur. Bu ise işçi sınıfının, iktidarı almasına yeten ama sosyalizmin kuruluşuna zemin oluşturabilmesi için bundan da öteye toplumsallaştırması gereken siyasetini, topluma öncülük düzeyinde kurması için iktidara gerek duyacağını kabul etmek anlamına gelir. Komün yenilgisi sonrasının dünyasında, şimdikine benzer bir küreselleşme sendromunun yaşandığı, Sanayi devriminin, keşiflerin, dünyayı küçülttüğü ve Fransız Devriminin düşüncelerinin bütün bir Avrupa’yı etkisine aldığı, üstelik Marx’ın genel ve derin bir kriz beklentisi içinde olduğu ortamda, bütün bu veriler bir araya getirildiğinde, Marx’ta ve Engels’te varolan dünya devrimi anlayışının psikolojik arka planını kavrama şansını yakalarız:
“O güne kadar olan bütün devrimler azınlık yararına ve nüfusun çoğunluğu tarafından gerçekleştirilmiş azınlık devrimleriydi. Gündemdeki devrimin çoğunluk yararına yürütülen bir devrim olması, onun başarılı olacağının bir kanıtıydı.” (Engels, “Önsöz”, Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, s. 13-14)
beklentisini belirttikten sonra, aynı yerde, 1895’te yazdığı önsözde Engels, beklentilerini şöyle değerlendirir:
“Tarih bizi ve benzeri düşüncede olanları haksız çıkardı. Tarih gösterdi ki, kıta üzerindeki iktisadi gelişme durumu, o zaman kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince olgunlaşmamıştır.” (age., s. 15)
En ileri kapitalist ülkelerde hemen hemen eşzamanlı devrim beklentisi ve çoğunluk kitlelerin bu devrime öncülük etmesi, Marx’ın beklentisi idi. Öyle ki 1857 yılındaki ekonomik krizi büyük bir keyifle karşıladı. 13 Kasımda Engels’e yazdığı mektupta,
“Kendim de mali sıkıtı içinde olmama rağmen, 1849’dan beri hiç bu bunalımdaki kadar keyifli olmamıştım.”
diyor. Marx devrimi bir an meselesi olarak görmektedir. Devrimin gelişmiş kapitalist ilişkilere sahip bir kaç ülkede birden gerçekleşmesi, bu ülkelerde hızla proleterleşme süreci ve proletaryanın, mülksüzler ve ezilenler kitlesinin çıkarlarını temsilen büyük çoğunluğun yararına ve büyük çoğunluk adına bir devrimi gerçekleştireceğini rahatça ifade etmelerine izin vermiştir. Bugünkü dünya ve içinde bulunduğumuz tarihten bakınca, o tarih için görece kısa süreli olabilecek bir geçiş dönemi ve buna uygun bir proletarya devleti anlayışını savunduklarını söylememiz yanlış olmaz.
Lenin’in, marksizmi yeniden üretmesinin; marksizme katkılarının bu tabloyla çeliştiğini söyleyenler, işte tam da bu noktalardan; iktidar, iktidar olma ve bu iktidarın cisimleştiği devlet problemi olarak proletarya diktatörlüğü meselelerinde Lenin’in Marx’la açı yaptığını ileri sürerler. Geçiş döneminin görece kısa ve huzurlu olacağı ön kabulü, devletin işlevleri konusunda da farklılaşmanın temelini oluşturur. Marx ve Engels’in bu ön kabulleri, gelişmiş kapitalist ülkelerde proleter egemenlik ve çoğunluk iktidarları ile geri kapitalist ilişkilere sahip ülkelerin dengesizliklerinin giderilmesi meselesi olarak geçiş problemini tariflememize izin verir. Geçiş döneminin devletinin görevleri bu çerçevede şekillenir. Lenin’in karşılaştığı problematik bu çerçevenin sunduğu ile tam olarak ters açıya sahiptir. Geri kapitalist ve kapitalizm öncesi ilişkilere sahip coğrafyalarda proletaryanın ve köylülüğün iktidarı ve bu iktidarın cismi olarak devletin geçiş dönemi problematiğini tariflemesi... Bu açı, Marx ve Engels ile Lenin arasında bir farklılık olarak sunulmakta, Marx’ın demokrasisi övülüp Lenin’in diktatörlüğü yerilmektedir.
Marx’ta ve Lenin’de hangi aşamalardan geçilerek üst aşamaya ulaşılacağına dair bir yazın vardır. Marx ve Engels’in içinden düşündükleri paradigma, anarşistlerin ve Lasalcıların çizdiği bir paradigmadır. Lenin ise devraldığı yazını başka bir paradigma ile kurmuştur. Oportünistler ve ikinci enternasyonal reformistlerine karşı...
Marx, Engels ve Lenin çoğu kez sosyalizm ve komünizm kavramlarını birbirlerinin yerine kullanmışlardır. Teorik olarak kuracağımız bu çerçeve politik düzeydeki tanımlarımıza yol gösterici olmalı, politik düzeyin tanımlarının yerine ikame edilmemelidir.
Manifesto’daki vurgulardan farklı olarak Gotha ve Erfurt Program Eleştirilerinde farklı ve başka türden vurgular vardır. Eşzamanlı ve birkaç ileri kapitalist ülkede birden oluşacak devrim, bir çoğunluk devrimi olarak öngörülürken, Manifesto’da bunun özel önlemlerine dikkat çekilmemektedir. Alman İdeolojisi’nde “sınıfın bağrından fışkıran bilinç” (Marx - Engels, Alman İdeolojisi, s. 69) Manifesto’da,
“Burjuvazinin sıkıştıkça rakiplerine karşı, yabancı burjuvazi, aristokratlar, çıkarları sanayinin ilerlemesine ters düşen kesimleri, proletaryayı siyaset sahnesine sürmesi ve bu anlamda proletaryaya kendi siyasal ve genel eğitim, öğretimi bizzat sağlaması”
ifadelerinde iradeye yönelik bir belirsizlik bulunmaktadır. Bu ise, öncü örgüt sorununa eğilmeyi eksik kılmaktadır.
Lasalcılara ve Anarşistlere karşı polemik, esas olarak burjuva ideolojisine karşı konumlanışı ve bunun ifadesi olan politik bir kopuşu anlatır. Kavramların üzerine aşırı titizlik, bu kopuşun taşıyıcısı kim olacaktır konusunun mekanıyla/aracıyla ilgilidir. Çünkü tartışma Alman Sosyal-Demokrasisinin örgütsel meselesi olarak şekillenmiştir. Burada en baştan şunu söylemeliyiz. Proletaryanın devrimci diktatörlüğü olarak ifade edilen kavram, kimilerinin ileri sürdüğü gibi bir yönetim biçimi olmanın ötesinde, diktatörlük ve demokrasi ilişkisini içinde barındırmaktadır. Bu eleştirilerde Marx’ın diktatörlük kavramının, esas olarak işçi sınıfı demokrasisini ifade ettiğini söylemek tamamen doğrudur. Ama bu doğrunun hangi çerçeveye oturduğunu iyi analiz etmek gerekir. Marx’ın, çoğunluk devrimi anlayışını, nüfusun çoğunluğu ile eşitleyen ve bu mutlak çoğunluk anlayışı üzerinden, öz olarak da biçim olarak da onu burjuva demokrasisi ile aynılaştıran kavrayışlar, bu nedenle Lenin’in demokrasisinde, azınlık diktatörlüğü dışında bir şey görmemektedirler. Proletarya egemenliğinin burjuva demokratik biçimler üzerinden kurulabileceğini ve hatta demokrasi olabilmesi için ‘işçi sınıfı egemenliğinin’ bu biçimleri veri alması zorunluluğunun bulunduğunu ileri sürenler için, proletarya diktatörlüğü kavramının Marx açısından tesadüfi bir kavram olmadığını bir daha anımsatmak yerinde olacaktır. Marx proletarya diktatörlüğü kavramını Komün deneyinden önce de kullanmıştır. 18. Brumaire’in son bölümü ve 1852 tarihli Weydemer’e mektubunu hemen anmak gerekir. Brumaire ile ilgili olarak Kugelmann’a yazdığı mektupta,
“... benim 18 Brumaire’in son bölümüne bakarsan orada devletin parçalanması gerektiğini yazıyorum”
diyen Marx’tır. Marx bütün bu tartışmaları, geçiş dönemi perspektifi ile yapmaktadır.
İşçi sınıfının egemenliği olarak proletarya diktatörlüğü. Lenin’deki anlatımıyla bu meselede, Marx ve Engels ile Lenin arasında, işçi sınıfının iktidarı olarak proletarya diktatörlüğü konusunda, epistemolojik kopuş var mıdır? Var diyenler açısından, Marx ve Engels ile Lenin’in iktidar anlayışları farklıdır ve bu anlayış Lenin’in demokrasisiz bir diktatörlüğü ve giderek parti ve kişi diktatörlüğünü, sosyalizm anlayışı yerine geçirdiğini söyler. Ve Lenin, Blanquizm ile suçlanır. Bu suçlamada daha önce belirttiğimiz gibi, Marx’ın demokrasisi ile Lenin’in diktatörlüğü arasında bir kopuş olduğu ve Lenin’in kelimenin bugünkü anlamı ile bir diktatör olduğu, kişi ve parti diktatörlüğü anlayışına çıkan felsefi bir arka plana sahip olduğu ileri sürülür.[11] Bu anlayış sahiplerine en iyi yanıt Lenin’de bulunmaktadır. Weydemeyer’e Mektup ve 18 Brumaire ile biraz önce aktardıklarımıza ek olarak Marx’ın Fransa’da İç savaş adlı çalışmasındaki Komün eleştirisi konuyu aydınlatacaktır:
“Ya Blanquistler? Onların öğretisi: Komploculuk, katı disiplin, ‘bir avuç dolusu’ insanın ihtilalci enerjisi. Bu her şeyden önce bütün iktidarın, yeni yönetimin elinde en acımasız, diktatörce bir şekilde merkezileşmesini gerektirmekteydi. Peki bu Blanquist çoğunluğu ile Komün ne yapmıştı?”
Marx’ta sorunun yanıtı nettir. Yeterince Blanquist olamadıkları, demokrasiyi diktatörce uygulayamadıkları için Komüncüleri suçlar. Program Eleştirisinde Marx, devlet konusunda, devletin komünist toplumda geçireceği değişim ve işlevleri konusunda yazarken, proletarya diktatörlüğü vurgusunu “özgür devlet” safsatasına karşı ileri sürüyor. Daha sonra Bracke’ye gönderdiği 1875 tarihli mektubunda,
“...devlete şu anda kölelik eden burjuva toplumunun artık mevcut olmayacağı gelecekle karşıtlığı belirtmek için, türü bakımından bir anlatım olarak ‘bugünkü devlet’ten söz edebiliriz. Bu durumda şu soruyla karşı karşıya geliyoruz: Komünist toplumda devlet hangi değişikliklere uğrayacaktır? Başka bir deyişle böyle bir toplumda, devletin bugünkü görevlerine benzer hangi görevler olacaktır? Ve halk sözcüğü devlet sözcüğüyle bin bir biçimde çiftleştirilerek bir arpa boyu yol ilerlenmiş olmaz”
diyerek, proletarya diktatörlüğü saptamasını ileri sürer. Engels’in Bebel’e Marx’la aynı tarihli mektubunda ise aynı bakış açısı vardır:
“Devlet; mücadele, devirmek, devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir durumdan başka bir şey olmadığına göre özgür, halkçı bir devletten bahsetmek saçmadır.”
Paris Komünü sonrası Marx’ın proletarya diktatörlüğüne nasıl bir anlam yüklediği ise,
“Proletaryanın devlete ihtiyacı olduğu sürece bunu özgürlük için değil, hasımlarını yenmek için kullanacaktır”
sözleriyle açığa çıkmaktadır. Buradan, proletarya diktatörlüğü kavramının bugünkü despotik anlamını Lenin’e borçlu olduğu iddiasına değinmek ilginç olacaktır. Daha sonra Lenin’in Blanquist olmakla fazlasıyla muhatap olması, onun Marx ve Engels’in iyi bir öğrencisi olmasının kanıtı olsa gerek. Komün eleştirisinde, “siyasal bilinç eksikliği”, “örgütlenme”, “bankayı almamaları ve Versailles’ın üstüne yürümemeleri” noktalarında yoğunlaşan Lenin, emperyalist dönemin demokrasiyi yadsımasının demokratik direnç ve huzursuzluğu artırdığı ve bunun da aynı zamanda sosyalist başkaldırı ve uyanışın büyümesini getirdiğini saptamıştır. Bu, öncü örgüt ve ideoloji alanlarında Bolşeviklerin marksizme katkılarının öneminin yanında, Marx ve Engels’te varolan çoğunluk devrimi kavrayışının, emperyalist dönemde nasıl ve ne türden bir imkan haline getirildiği ile ilgili saptamadır.
“Genel olarak kapitalizm ve özel olarak emperyalizm, demokrasiyi bir hayal haline getirir – ama aynı zamanda kapitalizm, yığınlarda demokratik esinler uyandırır, demokratik kurumlar yaratır, emperyalizmin demokrasiyi yadsıyışıyla demokrasi için yığınsal savaşım arasındaki çatışmayı şiddetlendirir. Kapitalizm ve emperyalizm ancak iktisadi devrimle devrilebilir; demokratik dönüşümlerle, en ‘ideal’ demokratik dönüşümlerle bile devrilemez. Ne var ki, demokrasi savaşımı okulunda okumamış olan bir proletarya, iktisadi bir devrim yapma yetisine sahip değildir. Bankalara el koymaksızın, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırmaksızın kapitalizm yenik düşürülemez. Ne var ki, tüm halkı, burjuvazinin elinden alınan üretim araçlarının demokratik yönetimi için örgütlemedikçe, emekçi halkın tüm kütlesini, proleterleri, yarı-proleterleri ve küçük köylüleri, saflarını, güçlerini, devlet işlerine katılımlarını, demokratik bir biçimde örgütlemeleri için seferber etmedikçe, bu devrimci önlemler uygulanamaz. Denebilir ki, emperyalist savaş, demokrasinin üçlü bir yadsımasıdır. (a. her savaş ‘haklar’ın yerine şiddeti koyar; b. emperyalizm, bu haliyle demokrasinin yadsınmasıdır; c. emperyalist savaş, cumhuriyeti monarşiye tümüyle eşitler), ne var ki emperyalizme karşı sosyalist başkaldırının uyanışı ve büyümesi, demokratik direnç ve huzursuzluğun artışıyla ayrılmaz biçimde bağlantılıdır. Sosyalizm her devletin, dolayısıyla her demokrasinin yavaş yavaş silinip ortadan kalkmasına yol açar; ama sosyalizm, yalnızca burjuvaziye, yani nüfusun azınlığına karşı şiddeti, demokrasinin tam gelişimiyle, yani tüm halk yığınlarının bütün devlet işlerine ve kapitalizmin ortadan kaldırılmasının tüm karmaşık sorunlarına gerçekten eşit ve genel biçimde katılmasıyla bağdaştıran proletarya diktatörlüğü yoluyla gerçekleşebilir.” (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s. 20-21)
Lenin, demokrasi meselesinde öyle bir yer tutmaktadır ki, bu yerin demokrasi eleştiricilerince sarsılması mümkün değildir. Devlet tartışmasında Marx ile Lenin arasındaki paralellik gözardı edilerek, sadece demokrasi ve diktatörlük kavramları ile yaratılmaya çalışılan Marx ve Lenin kopukluğu, marksizm-leninizm bütünlüğünün bozulması, marksizmin iktidar merkezli yeniden üretiminin yadsınması demek olacaktır. Proletarya diktatörlüğü kavramının işçi sınıfı egemenliğini burjuva demokrasisi kurum ve biçimleriyle gerçekleştirebileceği; ‘kapitalist dünyanın sahip olduğu demokrasi silahının’ bu biçimlerle sosyalizme taşınabileceği ve bu egemenliğin, bütün bunların dışında ayrıca bir diktatörlük içermemesi gerektiğini savunanlar, bu savunularını en sonunda bir sonuca bağlarlar. Çoğunluk iktidarı demek olan sosyalizmi, işçi sınıfının iktidara aday olduğu ilk devrimci adımında, baştan nüfusun çoğunluğu olmayla sınırlandırmak ve mutlak ölçütü yaratmak için strateji ve taktikler geliştirmeye kilitlenmek. İşçi sınıfı iktidarını değil de burjuva demokrasisini esas alan bu yaklaşımlar marksizm adına savunulduğunda, çoğunluğun nasıl kazanılacağı, kazanılması mümkün olmayan bu çoğunlukla ne yapılacağı sorularının yanıtı, burjuva demokrasisi ile proleter demokrasi arasındaki farkın belirsizleştirilmesi şeklinde olacaktır. Kapitalizm sınırları içinde devrimci mücadelenin bu sınırları parçalamak için burjuva demokrasisinin kurumlarından yararlanmak perspektifi, Lenin’in özenle üzerinde durduğu bir konuyu oluşturur.
“Demokrasi sorununun marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri, kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir. Böyle bir seferberlik kolay iş değildir. Bu, ekonomistlere, Tolstoyculara vb., çoğu zaman, ‘burjuva’ ve oportünist görüşlere verilmiş, bağışlanmaz bir ödün gibi görünür, tıpkı, ‘mali-sermaye çağı’nda, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmayı, Kievski’nin, burjuva görüşlere verilmiş, bağışlanmaz bir ödün sayması gibi, Marksizm bize, verili, kapitalist bir ülkenin burjuvazisi tarafından yaratılan ve çarpıtılan demokratik kurumlardan yararlanmayı yadsıyarak ‘oportünizmle savaşma’nın, oportünizme tümden teslim olmak demek olduğunu öğretiyor.” (age, s. 21)
Verili demokratik kurumlardan kapitalizmin alaşağı edilmesi için yararlanmak bir şey, bu kurumların üzerinden sosyalizmi gerçekleştirmeye çalışmak ise bambaşka bir şeydir.
Geçiş dönemi tartışmasının bugünkü dünyada bir devrimci stratejiye denk düşeceği bilinmelidir. Emperyalizm, demokrasi meselesini daha yaşamsal bir sorun haline getirmektedir ve bu durum, bugünün oportünistleri ile savaşırken, bugünün dünya devrimini bir çoğunluk devrimi olarak formüle etmek için işçi sınıfı iktidarını, onun öncülüğünü ve ideolojisini reddeden kendi oportünistlerimize karşı savaşımda şu evrensel doğrunun altını çizmeyi gerektirir. Burjuva demokrasisi içinde çoğunluğun komünist olması mümkün değildir. Kuşkusuz bugünkü kapitalist-emperyalist sistemde ezilenler, yoksullar ve işçiler büyük çoğunluğu oluşturmaktadırlar. Ama bunlar ezildikleri, yoksul oldukları ve işçi ya da işsiz oldukları için sosyalist olmadıkları gibi, sosyalizm karşıtı bir çok ideolojik çizginin destekçisi olabilmektedirler. Sosyalist devrim elbette büyük çoğunluğun yönetimini kuracaktır. Ama bir bütün olarak işçi sınıfının eylemi olacak olan sosyalist devrim için, nüfusun çoğunluğunun onayını beklemek, Godot’yu beklemenin de ötesinde, çoğunluk olmanın en etkin ve vazgeçilmez silahı olacak olan proletarya diktatörlüğünden, onun öz sahibi proletaryanın vazgeçmesini istemekten başka bir anlam içermez.
Bu noktada kavramın özgün anlamı ile, kapitalizm ile komünizm (yani sosyalizm) arasında bir geçiş dönemini ifade ettiğini, kapitalizm ve sosyalizm-komünizm arasında başka bir sosyo-ekonomik biçimlenişi ifade etmediğini belirtmek gerekir.
Lenin’in buradaki özgünlüğü, Devlet ve İhtilal’in yazarı olarak, Gotha ve Erfurt Program Eleştirileri’ni, kendi tarihi ve siyasal pratiği içinde yeniden üretmiş ve ifade etmiş olmasıdır. Lenin’in kesintisiz devrim anlayışı, esas olarak bir devrimci stratejiye denk düşmektedir. Kavramın, en geniş anlamda bir tasviriyse, dünya devriminin eşzamanlı olmayan farklı halkalarını birbirine eklemleyebilmek ve buradan kalkarak, dünya ölçeğinde sosyalizme geçmenin imkanlarını; farklı ara basamaklardaki siyasal oluşumları, sonul olarak proletarya diktatörlüğü düzeyine evirebilmeyi anlatma potansiyelini taşımaktadır. Ulusların kaderlerini tayin hakkını, ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı olarak, somut olarak sosyalizmin çıkarları prizmasından geçirmesi, emperyalizmi güçsüz kılacak bir siyasal strateji düzeyinde yeniden üretmesi; ve “ulusların kaderlerini tayin hakkı dahil demokrasinin çeşitli istemleri mutlak şeyler değildir, dünya demokratik hareketinin (bugün sosyalist hareketinin) tümünün bir parçası” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 192) olarak adlandırması bunun kanıtıdır. Ayrıca en geniş anlamda, sosyalist devrimlerin önünü açacak bu strateji çerçevesinde, farklı parçalarda ve farklı gelişmişlikteki kapitalist, yarı-kapitalist ülkeler için, demokratik devrim kavramının kullanıldığı vurgulanmalıdır. Bu kesinlikle bir-örnek olarak gösterilen ve stratejik düzeye denk gelen bir formül değildir. Köylülükle ittifak, işçi sınıfının sosyalist devriminin ve imkanlarının yaratılması perspektifini oluşturmuştur. 1905’te ileri sürülen işçi sınıfının ve köylülüğün devrimci demokratik iktidarı sloganı, iktidarı almak için nüfusun çoğunluğu olmak gibi, burjuva demokrasici bir kaygı ile değil, her devrimin temel sorunu olarak gördüğü ‘iktidar’ meselesini merkeze alarak ifade edilmiştir. Köylülük ve küçük-burjuvazi ile ittifak yapılarak, burjuva devrimin karşıdevrimci oluşumunun engellenmesi ve iktidarı alabilecek bir güce ulaşmak temel meselesi çözüme bağlanmıştır. Uluslararası boyutta ise çoğunca, köylülük ve toprak sorunu, ulusal sorunla örtüşmüş ve dünyada bir sosyalist devrimler zincirinin kurulmasının teorik ve politik imkanları kazanılmaya çalışılmıştır.
“Sosyalist devrim tek bir hareket, bir cephede tek bir muharebe değil, çetin sınıf savaşlarının yer aldığı bütün bir çağ, tüm veçhelerde, yani ekonomi ve siyasetin tüm sorunları üzerine uzun bir muharebeler dizisidir. Bu muharebeler, ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesi ile sonuçlanabilir. Demokrasi uğruna savaşımın, proletaryanın dikkatini, sosyalist devrimden başka yöne çekeceğini ya da bu devrimi gözden gizleyeceğini, ikinci plana iteceğini vb. sanmak büyük yanılgı olur. Tam tersine, nasıl ki tam demokrasiyi uygulamayan başarılı sosyalizm olmazsa, aynı şekilde proletarya demokrasi uğruna bütün alanlarda tutarlı bir devrimci savaşım yürütmeden burjuvaziyi yenilgiye uğratamaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 149)
Bütün bu anlatım, Lenin’in, öğrencisi olduğu Marx ve Engels’in geçiş dönemi olarak proletarya diktatörlüğü tezini, kendi tarihi için yeniden üretme ve uygulama kaygısı ile, döneminin devrimcisi olma kaygısı ile ilgilidir.
Marx ve Engels ile Lenin arasında epistemolojik bir kopuş olduğunu ve Lenin’in öncellerinden problematik düzeyde farklılaştığını kabul ettiğiniz an, Lenin ile öncelleri arasında mutlaka farklılık bulursunuz. Ama bu, Lenin ile öncelleri arasında bir farklılık değildir. Mutlaka farklılık bulmak gerekirse, Lenin’in ideoloji ve politika düzleminde (parti, devrim ve emperyalizm teorisi) marksizme katkılarından söz edilebilir. Bu katkılardan söz etmek, bir yönüyle, Marx ve Engels’in eksik bıraktıkları, onların teorisinde ancak belirsiz bir şekilde bulunan öğeleri, Lenin’in gerçek ağırlıklarına kavuşturduğunu kabul etmek anlamına da gelecektir. Teorik-ideolojik düzeyde sürekliliği, Marx ile Engels’in sözlerine bağlılık düzeyine indirdiğimizdeyse söz konusu olacak olan, teorinin yeniden üretimi değil, dogmatizm olacaktır. Bu noktada tarihin sorunları ile teorinin sorunları yer değiştirir. Sorunlu bir teori ile tarihe baktığınızda ise, neyin doğru, neyin yanlış olduğu bir kez daha karışacak, imkanlar ve ihtimaller birbirine girecek, karşınıza imkansızlık olarak çıkacaktır. Bu arada kapitalist dünya yerinde durmamakta, her türlü çelişkiyi yeniden ve geometrik olarak üretmektedir. Bu ise, doğanın ve üretici güçlerin, en önemlisi sınıf şekillenmesi başta olmak üzere insan faktörünün hızlı değişimi anlamına gelmektedir. Oysa bizim takılıp kaldığımız düzey, tarihte kimin haklı, kimin haksız olduğuna dair bir yerlere ait olduğu sürece, bu düzey, değişen dinamikler karşısında bizim tarih dışı kalacağımızın en önemli belirtisi olmaktadır.
Dönemin devrimci kavranışı, dünya devriminin stratejisini oluşturmak demektir. Teorinin sorunlarının aşılması, tarihin sorunlarının kavranması ve yeniden üretilmemesi için bize yeni imkanlar sağlar. Tarihteki sorunları bugünün teorisi üzerinden yeniden üretmemek, bugünün sorunları karşısında tarih bilgisi ile hareket etmekten geçmektedir. Bu bilgi ise, her isteyenin istediği gibi yorumlayacağı türden bir bilgi olmamakla birlikte, doğruluğu ya da yanlışlığı, gelecek ve bugün bağıntısı içinde sınanabilecek bir bilgi türüdür. Tarihteki sorunlar hakkında yargı belirtiyorsak, karşımıza benzer bir sorun çıktığında nasıl davranacağımıza dair bir kanıt oluşmuş demektir.
“İşçi sınıfı Komünden mucizeler beklemiyordu. Par decret du peuple (halk kararnamesiyle) uygulanacak hazırlop ütopyaları yoktu. Kendi kurtuluşunu ve onun yanı sıra, mevcut toplumun kendi iktisadi vasıtalarıyla karşı konulmaz bir biçimde meylettiği o daha yüksek biçimi gerçekleştirmek için, koşulları ve insanları dönüştürecek uzun mücadelelerden, tüm bir tarihsel süreçler dizisinden geçmek zorunda olduğunu bilir. Çökmekte olan eski burjuva toplumun gebe olduğu yeni toplumun öğelerini serbest bırakmaktan başka gerçekleştirilecek idealleri yoktur.” (Marx - Engels, Seçme Yapıtlar, c. 2, s. 268; Marx, Fransa’da İç Savaş)
Bu yargı, tarihte ereksellik ilkesiyle hareket edilemeyeceğini vurgulayan Marx ve Engels ile, benzer bir dönemeçten sonra Lenin’in anlattıklarının koşutluğunu göstermesi açısından ilginçtir. Biri Komün üzerine diğeri ise Ekim üzerine iki değerlendirme. Lenin’in Komün değerlendirmesini nasıl yaptığı Ekim Devriminde ne türden politikalar uyguladığını da belirlemiştir. Ama ne kadar?
“...tüm bildiğimiz –diyordu Lenin– kapitalist toplumun bu gidişatı önceden gören en yetenekli uzmanlarının en güçlü beyinlerinin bize açıkladıkları tek şey, tarihsel bir zorunluluk olarak belirli bir genel çizgideki bir değişimin gerçekleşeceğiydi; üretim araçlarının tarihçe mahkum edilmiş olan özel mülkiyeti son bulacak, sömürenler mülksüzleştirilecekti. Bilimsel bir kesinlikle saptanmıştı bütün bunlar. Bunu biz sosyalizm bayrağını yükselttiğimiz, sosyalist olduğumuzu ilan ettiğimiz, sosyalist partiler kurduğumuz, sosyalist yeniden örgütlenmeye girişmek için iktidarı ele geçirdiğimiz zaman biliyorduk. Ama bilemediğimiz şey bu dönüşümün alacağı biçimler ve bu somut yeniden örgütlenmenin gelişme hızıdır. Ancak kolektif tecrübe, milyonlarca insanın tecrübesi bu alanda bize kesin bilgiler verebilir.” (aktaran E. Carr, Bolşevik Devrimi, c. 2, s. 329)
Tüm bildiklerinin ne kadar olduğunu, ‘özel mülkiyetin son bulması’, ‘sömürenlerin mülksüzleştirilmesi’ ile karakterize ettiği ve tarihsel zorunluluk olarak belirttiği, belirli bir genel çizgideki değişim diye özetliyor Lenin. Bilmediklerini ise, dönüşümün alacağı biçim ve bu biçimin gelişme hızı diye belirtir. Bilmedikleri, geçiş dönemi problematiğini oluşturmaktadır. Teorik düzeyde çözümlenenin, pratik/politik düzeyde nasıl ve ne hızla şekilleneceği, ‘somut yeniden örgütlenmenin gelişme hızı’, belirsizliğini korumaktadır. Ekim Devrimi ve Rusya için yapılan bu saptamanın, ne kadar yerel ve ne kadar genel olduğu, hangi coğrafi ve siyasi düzleme tekabül ettiği, tarihsel olandan teoriye aktaracağınızla ve bu aktarımınızla bugünkü olgulara nasıl yaklaştığınızla; bugün ve gelecek bağıntınız karşısında teorinizin gücü ve yeniden üretim kapasitenizle doğru orantılıdır. Buradan ötesine geçebilmek, bilinemeyenleri çözümleyebilmek ve bu çözümleri sosyalist devrimin imkanları, teorik/tarihsel silahları haline getirebilmek için, yaşanmış bütün olaylar hakkında yargı belirtmek kaçınılmazdır.
Rusya’da sorunun ancak ortaya koyulabileceğini söyleyen Rosa’ya rağmen kuruluşun görevleri ile kendilerini karşı karşıya bulan ve dünya devriminin desteğinden yoksun kalan Bolşevikler, ‘tek ülkede sosyalizm’ meselesi ile karşılaşmışlardı. Bu mesele, bir çok farklı savaşıma da çerçeve oluşturmuştur ve teorik olmaktan çok tarihsel yükleri vardır. Aslında sorun, geri ve kapitalizmin henüz yeni gelişmekte olduğu bir ülkede sosyalizmin, iktidar ve devrim paradigmasının ötesine taşınıp taşınamayacağı sorunudur. Lenin açısından da, “sosyalizme geçişi olanaklı kılan bir tarihsel döneme girildiği” ve sosyalizmin “Rusya’da hemen bir çırpıda geçiş önlemleri olmadan başarılamayacağı” (aktaran Marcel Liebman, Lenin Döneminde Leninizm. c. 1, s. 230) öngörülmüştü. Yine Lenin’e göre,
“En geniş bir küçük köylüler denizinin yaşadığı en geri Avrupa ülkelerinden birinde faaliyet gösteren Rusya proletaryası, sosyalist değişiklikleri hemen uygulamaya koymayı hedefleyemez.” (aktaran M. Liebman, age)
Sosyalizmi kurmanın maddi alt yapısının Rusya’daki zayıflığı, Lenin’e elektrik ve yeterli makineleri ülkeye yayabilirlerse, patriyarkalizmle sosyalizm arasındaki geçiş evrelerine ya da ara halkalara gerek duyulmayacağını düşündürür. (Aktaran M. Liebman, age; Lenin, Toplu Eserler, c. 27, s. 346) Lenin, son makalesi olan “Az Olsun Temiz Olsun”da, “Doğrudan sosyalizme geçebilecek uygarlık düzeyinden yoksunuz”[12] demektedir. Son makalelerinden biri olan, N. Sukhonov’un Notları üzerine “Bizim Devrimimiz”de Lenin, bu uygarlık sorununu şöyle açar:
“Örneğin, Batı Avrupa Sosyal-Demokrasisinin gelişimi sırasında, bunların ezberledikleri görüş, yani bizim henüz sosyalizm için yeterince olgunlaşmamış olduğumuz, yani içlerinde bir takım bilgiç beylerin ileri sürdüğü gibi sosyalizm için gerekli nesnel ekonomik koşulların ülkemizde bulunmadığı görüşü basmakalıp bir klişedir. Kendisini birinci emperyalist savaş sırasında yaratılan devrim ortamı içinde bulan halk ne yapacak sorusunu sormak hiçbirinin aklına gelmez. Bu halk, içinde bulunduğu durumun çaresizliğinden ve umutsuzluğundan etkilenerek, alışılmışın dışında da olsa, olağanüstü de olsa, uygarlığın gelişmesini sağlayabilecek bir mücadeleye giremez mi?”
Lenin, sorduğu bu soruyu, yine aynı makalesinde Marx’ın “1856’da Prusya için olası gördüğü şekilde, ‘Köylü Savaşı’ ile işçi sınıfı hareketinin birleştirilebileceği bir noktaya Rusya’yı ve Rusya’nın gelişimini getirmişse, o zaman ne yapılacaktır?” şeklinde değiştirerek, yanıtını hazırlar. Napoleon’un “önce ciddi bir savaşa girin, sonra ne olacağına bakın” sözüne atfen Lenin, yanıtını şöyle özetler:
“İşte biz önce 1917 Ekim Devrimi’nde ciddi bir savaşa girdik sonra da Brest Anlaşması, Yeni Ekonomik Politika vb gibi ayrıntılara (dünya tarihi açısından bunlar kesinlikle ayrıntı niteliğindeydi) baktık. Ve temelde zafere ulaştığımız kuşkusuzdur.”
Rusya için yaşamsal önemde olan iki etmen, Brest-Litovsk anlaşması ile NEP, dünya tarihi açısından ayrıntı olarak düşünülmektedir. Dünya tarihi denen şey soyut ve elli yıl sonra kitapların ne yazacakları ile ilgili olarak değil, somut ve dünya devrimi olarak tarih meselesini anlatır. Bu noktada, her ülkeden bu sürecin bir parçası olması beklenmektedir. Bolşevikler, halen dünya devriminin çıkarları ekseninde kendi devrimlerine yön vermektedirler. Rusya’dan daha çok bu devrimin öncülüğüne yakışan ülkeler ve bu ülkeler proletaryası vardır. Bunların öncülüğü, dünyayı bir büyük değişme ve gelişme çizgisine sokacaktır. Bu öncülük gerçekleşirse, bütün eşitsizliklerine, farklı ritimlerine ve gelişmişlik düzeylerine rağmen dünya, gelişmiş kapitalist ülkelerin belirleyiciliğinde (kuşkusuz bu noktada artık kapitalizm tarih olacaktır) sosyalizme doğru bir geçiş dönemine girebilecektir.
“Emperyalist savaş, sosyalist devrimin arifesidir. Ancak proletaryanın ayaklanmasına yol açan şey, taşıdığı tüm dehşetle savaş değildir sadece – ekonomik bakımdan olgunlaşmamışsa hiçbir ayaklanma sosyalizmle sonuçlanmaz. Tekelci devlet kapitalizmi sosyalizm yolunda en kapsamlı maddi hazırlık ve sosyalizme geçiş yolu olduğu için, tarih merdiveninde sosyalizm basamağıyla onun arasında başka hiçbir ara basamak yoktur artık. (Lenin, “Yaklaşan Felaket ve Buna Karşı Savaşım Yolları”, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, s. 96)
“Çünkü sosyalizm devlet tekelci kapitalizminin bir adım ötesinden başka bir şey değildir. Ya da başka bir deyişle, sosyalizm, tüm halkın çıkarlarına hizmet etmeyi amaçlayan, buna zorlanan devlet tekelci kapitalizmden başka bir şey değildir. Ve devlet tekelci kapitalizmi de bu koşulu yerine getirdiği ölçüde tekelci kapitalizm olmaktan çıkar.” (Lenin, “Yaklaşan Felaket ve Buna Karşı Savaşım Yolları”, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, s. 95)
Bütün bunları Lenin, Rusya’daki kapitalizmi anlatırken söylemiyor. Bir bütün olarak kapitalist dünyanın sosyalizme ne kadar yakın olduğunu ve kendi devrimlerinin böyle bir gelişimin önünü açacak, onu itekleyecek bir işlev görebileceğini anlatmaya çalışıyor.
Üretici güçlerin gelişmemişliği, savaşın yıkımının fazlasıyla etkisinde, geri kapitalist bir ülkede, sorunu, uygarlık sorunu olarak koyan Bolşevikler, hazır bulmaları gereken altyapı ve üretici güçleri inşa etmekle yola koyuldular. Kapitalist ilişkilerin zayıflığı, ekonomik temellerin yıkılması, uzun ve yorucu olacak uygarlığın (üretici güçler) inşası meselesi temelinde, bürokrasi ve atalete de zemin hazırlanmış oldu. Bu ise bütün kazanımları ile birlikte proletarya diktatörlüğünün kendi temelleriyle çelişkili ilişkileri üretmesi ve giderek bu çelişkilerin proletaryayı diktatörlükten dışlamasına yol açtı. Bunun tarihin hangi aşamasında olduğundan daha çok önemli olan, hangi olaylarla gerçekleştiğidir. Bu sonuç gerçekleştiğinde ise bütün bir proletarya diktatörlüğü dönemi, baştan sona reddedilebilmekte ve proletarya diktatörlüğü teorisine yanlış dersler aktarılabilmektedir. Başlangıç için gelişmiş kapitalist ilişkileri/üretici güçleri hazır bulması öngörülen sosyalist inşa/geçiş döneminin, bütün bunlardan yoksun olduğu Rusya gibi bir ülkede, oluşması kaçınılmaz olumsuzlukların, dünya devriminin denetleyiciliği/destekleyiciliği ile bertaraf edilmesi mümkünken, bu gerçekleşmemiştir. Gerçekleşmediği gibi, bütün bir 30’lu yıllar için ağır sanayiinin yaratılması hamlesi, kaçınılmazlaşan ikinci emperyalist savaşın ağır ve bozucu etkilerini de üstüne eklediğimizde, sosyalizme yabancı sayısız unsuru sisteme dahil etmiştir. Lenin,
“Rezil bürokrasiye karşı kamusal bir mücadeleyi nasıl yürütebileceğimizi bilmiyoruz: Bu yüzden, başta özellikle Adalet Halk Komiserliği olmak üzere hepimiz iğrenç kokulu halatların ucunda sallandırılmayı hak ettik. Bir gün bu yüzden ipe çekileceğimize ilişkin umudumu bütünüyle yitirmedim ve gerçekten böyle bir sonu hak ediyoruz.” (Aktaran Tony Cliff, Lenin, Z Yayınları, c. 3, s. 192)
demesine rağmen sorun düzeltilememiş ve bürokrasi ayrıcalıklarını sisteme dayatmıştır. Bu ise, devrimin kazanımlarının uykuya yatırılıp, proletarya diktatörlüğünün kaybetmeye başladığı noktayı oluşturmuştur.
Bugünün gelişmiş kapitalist ülkeleri, Ekim Devrimi’nin, kazanımları ile birlikte tarihten çekildiği günümüzde, emperyalizmin farklı kutuplarını oluşturmaya devam ediyorlar. Bu tarihsel deneyden bize kalan bir şeyler var mutlaka; peki bunlar neler? İktidarın alınması bir siyasal devrimdir ve sosyalist devrim, siyasal devrimden çok daha fazla bir şeydir. Bütün bir geçiş dönemini tanımlar. Bu açıdan proletarya diktatörlüğü, siyasal devrimin kazanım ve imkanlarının toplumsal devrime tahvil edilmesinden meşruluğunu alacaktır. Yine Engels’in Bebel’e mektubunu incelerken Lenin şöyle der:
“Anarşistlerden bizi ayıran şey A- devletin şimdiki ve B- proletarya devrimi (proletarya diktatörlüğü) sırasındaki kullanılışıdır” (Marx, Gotha Program Eleştirisi, s. 134-5)
Burada proletarya diktatörlüğü ile, proletarya devriminin eşitlendiğine dikkat çekelim.
Siyasal düzeyde iktidarı aldığınızda, devletinize ve onun üzerinden tesis ettiğiniz iktidara sosyalist demeniz doğrudur. Çünkü yapacağınız her şey sosyalizm içindir. Ama sosyo-ekonomik düzeyde, sisteme sosyalizm tanımını yakıştırmak mümkün değildir. Marx ve Engels’te üretim araçları karşısında konumlanış açısından sınıfsız ve sınıflar ortadan kalktığı ölçüde devletsizleşmiş toplum olarak düşünülmüş olan alt aşama, proletarya diktatörlüğüne ilişkin Lenin’in yazılarında net bir anlatıma kavuşturulmuştur. Bunu şöyle ifade etmektedir.
“Şimdiye kadar, bu gerçek, sosyalistler için tartışma götürmezdi. Ve bu gerçek muzaffer sosyalizmin gelişerek, tam komünizme varmasına kadar, devletin varolması olgusunun kabul edilmesine dayanır.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 169)
Lenin, Ekim Devrimi’nin içinde bulunduğu koşulları hem bu koşulların dünya devriminin hangi momentinde bulunduğu ve dünya devrimine etkileri, hem de dünya devriminin içinde bulunduğu koşulların Ekim Devrimi’ne etkileri açısından karşılıklı değerlendirmiştir. Sosyalizmin ve dünya devriminin karşılıklı olarak, imkanlılık haline gelmesini, dünya devrimi ve Rusya’da sosyalizmin ilişkisini incelerken Lenin, “bugün içinde bulunduğumuz sorun şudur” der ve yanıtlar:
“Batı Avrupalı kapitalist ülkeler sosyalizme doğru kendi gelişmelerini tamamlayıncaya kadar, biz, küçük, geçekten küçük köylü üretimimizi, üstelik şimdiki yıkık halimizle sürdürebilir miyiz? Ne var ki batılı ülkeler sosyalizme doğru gelişmelerini, bizim daha önce beklediğimiz yoldan tamamlıyor değiller. Bu gelişmeyi, sosyalizme doğru derece derece ‘olgunlaşarak’ değil, bazı ülkelerin ötekileri sömürmesi yoluyla, emperyalist savaşta yenik düşen ülkelerin ilkini sömürerek ve sömürüyü tüm Doğunun sömürüsüyle birleştirerek tamamlıyorlar. Öte yandan Doğu, kesinlikle devrimci hareket içine, dünya devrimci hareketinin genel girdabı içine çekilmiş bulunuyor.
... Tüm dünyanın, bir dünya sosyalist devrimine yol vermesi gereken bir hareket içine girmekte olması bizim yararımızadır. Ama çalışmalarımızı emperyalistlerin dünyayı iki kampa ayırmayı başardığı bir ortamda yürütmek gibi bir güçlükle de yüz yüze bulunuyoruz.” ( Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s. 388)
“Aslında, bugün, Balkanlarda, Türkiye’de ve İran’da gördüğümüz şey, Asya’da yükselmekte olan demokrasi dalgalarına karşı, Avrupa büyük devletlerinin karşıdevrimci bir koalisyonudur.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s. 96)
Emperyalistler dünyayı iki farklı alana ayırıyorlar. Devrimci Doğu ve emperyalist Batı. “Doğu’nun ve Batı’nın karşıdevrimciler kampı için, sömürgeciler için, Japonya ve ABD arasındaki çatışmadan, nefes alma imkanı doğar mı?” diye soruyor Lenin ve bu sorunun yanıtının bir çok öğeye bağlı olduğunu söylüyor.
Ve esas olarak uzun erimde kapitalizmin, “dünya nüfusunun geniş çoğunluğunu savaşım için bizzat yetiştirip eğitmekte oluşundan ötürüdür.” diye yanıtlıyor. Rusya’nın Hindistan’ın ve Çin’in, vb.nin dünyanın ezici çoğunluğunu oluşturduğunu ve buralardaki ulusal kurtuluş savaşlarının, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki çelişkileri derinleştireceğini uman Lenin, bu anlamıyla, “sosyalizmin tam zaferi, kesinlikle ve tam olarak güvendedir.” diyor. Aslında Lenin kendi sosyalist devrimlerinin doğudaki ulusal kurtuluş savaşları ile birlikte, “sosyalizme doğru gelişmelerini, derece derece olgunlaşarak tamamlayacaklarını beklediklerini” ama, “beklediklerinin gerçekleşmediğini” ifade ediyor. Emperyalist kamptaki çelişkilerden yararlanmayı düşünürken, Marx’ın “kapitalizmin ve burjuvazinin işçi sınıfını eğittiği” ve yığınların sosyalizme hazırlandığını düşünen formülasyonun bir tür tekrarını görmekteyiz. Bu anlamıyla söz konusu olan “uzun vade” ve “bütün bir dünyada geçiş” problemi olduğu için, taşıdığı iyimserliğin, dünya devriminin aktörlerinin Bolşevikleşmesine dair inancından kaynaklandığını belirtmeliyiz. Enternasyonal örgüt ve Bolşevik bir enternasyonalin yönlendiriciliğinin geçişin imkanlarını sosyalizme dönüştürebileceğini; örgütsel iradenin, nesnel olanın sunduğu imkanları yakalayıp değiştirebileceğini düşünmektedir. Onun için, uzun vadede sosyalizmin zaferi tamdır. Ama bu uzun vade, ne yazık ki kısa dönem için, Rus Devrimine bir katkı yapmamaktadır. Bu sorun çerçevesinde, üretici güçlerin geliştirilmesi, sosyalist devrimin kazanımlarının güvencesi için “uygarlaşmak” şartı koşulabilmektedir.
Durup dururken ve ortada hiç bir olağanüstülük yokken, ‘şimdi sıra sosyalizmde ve artık sosyalizme geçelim’ denmeyeceğine ve hiç kimse, hele hele kapitalistler böyle demeyeceğine göre, bugünün baskıcı, eşitsiz ve sömürü dünyasını nasıl alaşağı edeceğiz? Kapitalizmi yıkıp yerine sosyalizmi geçirecek güç olan işçi sınıfı, bu işi nasıl başaracak? İdeoloji, örgüt ve devrim dışında, bu kavramlar dışında, elimizde yeni olan bir şey yok! Marksist-leninist ideoloji, enternasyonalist örgüt-parti ve iktidar olmak açısından tanımlanmış devrim.
Bir yanda ezilen ve sömürülen milyonlarca işçi ve şu kadar milyar sömürge statüsünde insan, diğer yanda azınlık olan kapitalistler ve onların yanında yine azınlık olan ve bu nimetlerden yararlananlar şeklinde Lenin’in yaptığı nesnelliğin tasviri; ‘sosyalizmin zaferine olan inanç tamdır’ dedirten nesnellik, bugünün dünyasında mantıki sonuçlarına varmıştır. Süreç sonuna kadar ilerlemiş, ezilen ve sömürülenlerin dünyası ile kapitalistlerin dünyası, bütün çelişkileri ve uzlaşmazlığı ile birlikte daha fazla yan yana duramaz bir hal almıştır. Ama bu durum, nasıl ‘sosyalizmin zaferine olan inancına’ rağmen Lenin’i hayal kırıklığına uğratmışsa, bugün için de, kendiliğinden sosyalizme ilerlemeyecektir. Kapitalizm varlığını rasyonalize etmek, akılcı ya da değil, kitleler gözünde meşruluğunu sürdürmek için, bozucu, dayatıcı manipülasyonları devreye sokmaya devam etmektedir. Köle - efendi diyalektiğinin çağdaş versiyonları her gün binlerce kez yeniden üretilmekte, en akıldışı ve en saçma sapan ideolojik şekillenmelere, kültürel dayatmalara, yığınlar sürü halinde sürüklenebilmektedirler. Çoğunca bu durum, kapitalizmin doğrudan saldırısı ve bozucu dayatmalarına maruz kalanlarda görülmektedir.
Her şeye rağmen, direniş ve mücadele geleneği, hak ve özgürlükler mücadelesi yok edilmiş değildir. Dünyanın bir çok yerinde bölük pörçük de olsa sınıf mücadelesinin çeşitli düzeylerde sürdüğünü görüyoruz. Aynı şekilde farklı eşitsizlikler ve çok değişik düzeylerdeki çelişkilerin sürdüğü de bir gerçektir. Bu mücadeleler, ideolojik olarak kaynaklandıkları çelişkinin ötesinde bütünlüklü bir zemine oturmasa da marksizm, bu türden bir bütünlüğü kurmaya aday tek ideoloji, işçi sınıfının bilimsel dünya görüşü olarak, hegemonyasının oluşturulmasını beklemektedir.
‘Sosyalizm öldü, yaşasın kapitalizm’ ve ‘artık yeryüzüne barış gelecek’ naralarının atıldığı 89 yıkımından bu yana çok zaman geçmedi. Fazla değil üç yıl sonra, 91’de Irak operasyonu, kapitalist dünyada öne çıkan hegemonya ve liderlik sorununun silahla çözüleceğinin kanıtını oluşturdu. O tarihten bu yana Yugoslavya, Balkanlar, Ortadoğu başta olmak üzere, ciddi bir mevzilenme savaşı dünyanın her yerinde birden sürüyor. Bir tür köşe kapmaca. Kapitalist liderlik ve emperyalist paylaşım öncesi güçlerin kendilerini mevzilendirmeleri, bütün dünyada işçi sınıfının ve halkların aleyhine bir dizi gelişmeyi peşi sıra getirmiş bulunuyor. Küreselleşme söylemi eşliğinde yaşanan bu gelişmelere, yine bu gelişmelerden zarar görenlerin verdikleri tepki yükselmiş, önce küreselleşme ve sonra da kapitalizm karşıtı kitle gösterileri, giderek kalıcı bir muhalefet düzeyine yükselmiştir. Alternatif forumlar (Porto Allegre) kapitalizmin zararlarını yaşayanların, onları aşma örgütlülük ve iradelerinin sınırlarını göstermesi açısından yararlı olmaktadır. En iyisinden sol Keynezyen açılımlarda takılıp kalan bu muhalefetin, giderek sınıf eksenine oturma şansı, marksizm-leninizmle buluşma şansından şimdilik daha yüksektir.
Kapitalizm açısından bunca acının, eşitsizliğin, baskı ve sömürünün yaşanması nasıl kaçınılmazsa, bütün bunlara karşı bir muhalefetin oluşması ve sesini yükseltmesi de o kadar kaçınılmazdır. Bu kapitalist sistem ve egemenler açısından, bir çeşit sağlıklılık göstergesi olarak algılanmaktadır. Böylece kitlelerin neye ne kadar ve hangi çerçevede muhalefet ettikleri gözlemlenebilecek ve sistemi alaşağı etmeye yönelik oluşum ve eylemlerle arasına sınır çizilebilecektir. Öreğin Kasım 2001 tarihinde Beyaz Saray’da Venezüella ve Chavez başlıklı üç gün süren toplantının kararları şöyledir:
“Birleşik Devletler Chavez’i kendi Rousseau/Bolivar içeriği içinde anlamak zorundadır. O bizim çeşit demokrat olmayabilir ama tipik bir Venezüella ve Latin Amerika demokratıdır. Neo-liberalizme karşı yükselen olumsuzluklar ve tüm yarımkürede demokrasiden duyulan hayal kırıklıkları ve Latin Amerika kamuoyu araştırmalarından ortaya çıkan ‘güçlü devlet’ çığlıkları ışığında (bazı ülkelerde bunlar demokrasi yanlılarından daha fazlalar) Rousseau ya da Bolivar demokratlar serisinin belki de ilkidir.
Gerçekten aptalca bir eylem içine girmeze, ki bu olası değildir, ABD Chavez yönetimi ile birlikte yaşayabilir ve dönemini tamamlamasını bekleyebilir. Ayrıca müdahale etmeden ve çatışmadan ABD demokratik değer ve uygulamalarına daha çok uyması uyarısını yapabilir. Öte yandan pragmatik açıdan Chavez ve onun gibi karışık rejimlerle (sınırlı demokrasiler) Rousseau’vari demokrasiler, Bolivar’vari demokrasilerle birlikte yaşamaya ve kabul etmeye kendimizi hazırlamalıyız, çünkü gelecek yıllarda bunların pek çoğuyla karşılaşabiliriz.” (aktaran Düşünce ve Davranışta Yol Dergisi, s. 3, s. 67; internet, CSIS, Understanding Chaves, American Program)
Küreselleşme karşıtı hareket, bir kitle hareketi olarak, kapitalizm karşıtlığı haline bürünme rotasına girdiği an önemli gerilimlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu gerilimin başlıca kaynağı kapitalist sistemin bir bütün olarak içine girdiği krizine çare bulamaması, bunun sonucunda pazar rekabetinin, hammadde ve enerji kaynaklarına yönelik siyasi ve giderek askeri bir çatışmaya dönüşme olasılığıdır. Bu olasılık, çok güçlüdür ve alternatifi, olasılık olmaktan çıkma şansı, ancak devrimlerle ve dünyanın yüzünü sosyalizme dönmesiyle mümkün hale gelebilir. Dünyayı yok edebilecek bir savaş, bazı uç insanların, çok uluslu firma yöneticilerinin, kendi firma çıkarlarını ön plana alıp, kapitalizmi uç mecralara çekme ve bir bütün olarak kapitalist sistemi taşıyamayacağı gerilimlere sürüklemesinin sonucu olarak düşünülmektedir. Küreselleşmeye bu açıdan karşı çıkılmakta, bu nesnel gelişme, bazı iktisatçıların, bazı kapitalistlerin, sistemin bütününe rağmen aldıkları öznel bir karar gibi düşünülmektedir. Bu durumda, küreselleşmeden geri dönmek, kapitalizmin genel çıkarları alanına razı olup, ‘en iyisinden bu alanda, bazı sosyal düzenlemelerle, kapitalizmin aşırılıkları ve zararları törpülenmelidir’ görüşü ileri sürülmektedir. Satır aralarında ileri sürülen bu görüşler zamanla başlıklara taşınacaktır. Nasıl olsa, şimdiye kadar çekilen ve uğranılan haksızlıklar, kapitalizmin yarattığı nimetleri şimdiden sonra bölüşmeyi kabul etmesi şartıyla, bir yana bırakılabilir diye düşünülmektedir. Oysa ki kapitalizmin yapısal çelişkileri, sermaye sisteminin sürekli kriz üreten yapısı, çelişkilerin kaçınılmaz sonul biçimi olarak savaşı, siz isteseniz de istemeseniz de gündeme gelip dayatacaktır. Bu nedenle savaş kaçınılmaz bir olgudur ve kapitalist sisteme içkindir. Yoksa, kapitalist sistemin şurasında ya da burasında etkileri olan kişilerin yanlış politikalarının sonucu değildir. Savaşların gerçek çözümü de bu yüzden sosyalizm ve devrim dışında bir şey olamaz.
Emperyalist hegemonya ve liderlik yarışı, dünyayı yine büyük bir paylaşım savaşının eşiğine sürüklüyor. Savaş, bütün çelişkilerin yoğunlaştığı ve krizin çözümü açısından doğrudan şiddetin tercih edildiği bir seçenek olması açısından egemenlerin çelişkilerinin keskinleştiği ve yönetmelerinin artık eskisi gibi kolay olmadığı, bunun yanında, tam bir milliyetçilik ve şovenizm rüzgarının estirildiği, işçi sınıfının ve halkların zararına gelişmelerin kaçınılmaz olarak dayatıldığı dönemlerdir. Savaş karşısında egemenlerin çözümü, kendi çıkarlarına, diğer emekçi halkları kendi emekçi halkına boğazlatmaktan ibarettir. Ve eğer emekçiler, kendi sınıf yoldaşlarını boğazlamayı reddedip, silahlarını kendi kapitalistlerine çevirirlerse, savaş halindeki kapitalistlerin sorunlarını unutmaları, tarihte yaşanan ve bundan sonra da olası bir durum olarak görülmelidir. Buharin’in savaşlarla ilgili açıklaması, kapitalizmin savaşları kaçınılmaz olarak ürettiği yönünde saptamaları, bugünün dünyasının güçlü eğilimlerini tanımlıyor olması açısından önemlidir:
“... Bu, şöyle devam eder. Mevcut ekonomik gelişme süreci kapitalist devlet tröstleriyle geri kalmış ekonomik formasyonlar arasında keskinleşen mücadelenin ortasında sürüp gidecektir. Bir dizi savaşın olması kaçınılmadır. Yakında tanık olacağımız tarihi süreç zarfında dünya kapitalizmi, zayıf formasyonları içine alarak evrensel bir kapitalist devlet tröstlerine doğru adım atacaktır. Hali hazırdaki savaş bittiğinde, yeni sorunların yine kılıçla ‘çözülmesi’ gerekecektir. Tabii ki, kısmi anlaşmaların yapılması mümkündür (yani, Almanya ve Avusturya’nın birleşmesi olabilir) bununla beraber, her anlaşma veya birleşme sadece dünya çapında lanet olası mücadeleyi yeniden ortaya çıkaracaktır. ‘Orta Avrupa’ Alman emperyalistlerin planlarına göre birleşseydi durum nispi olarak yine aynı olacaktı. Fakat tüm Avrupa birleşmiş olsaydı bile bu ‘silahsızlanmayı’ ifade etmeyecekti. İfade edeceği şey Amerika ve Asya’daki büyük mücadeledir. (Küçük!) kapitalist devlet tröstleri arasındaki mücadele yerini dev tröstlere bırakacaktır. Bu mücadeleyi ‘ülke içindeki’ çarelerle ve gül suyuyla yok etme girişimleri fili bezelyeyle bombalamaya benzer.” (Bukharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, s. 129)
Eğer fili bezelyeyle bombalamak dışında bir yol tutturulamazsa, insanlığın ‘barbarlık’ durağına çakılıp kalması kaçınılmaz olacaktır. Üretici güçlerin bugünkü gelişmişliği açısından, işçi sınıfının ve halkların büyük bölümünün bir türden barbarlığı yaşıyor olduğu zaten yadsınamaz. Sınıf mücadelesini yükseltmek, onun enternasyonalist partisini yaratmak dışında tarihten ve teoriden çıkarılabilecek bir ikinci ve bu kadar önemli bir ders daha yoktur. Bu açıdan, kapitalizmin işçi sınıfına, halklara yaşattıkları ne kadar acı ve kabul edilemez olursa olsun, kendiliğinden yükselen muhalefet hareketleri bütün önemlerinin yanında, ideolojik bütünlüğü kurmak zorundadır. Hareketin bileşenlerinin çeşitliliği, farklılıkları ile birlikte bütün bileşenleri, bu ikinci kimliklerini ön planda tutmaktadırlar. Aslında bütün bu çeşitlilik içinde, emek - sermaye çelişkisinin emek cephesinde işçileşmek/mülksüzleşmek temelindeki ortak payda giderek genişlemektedir.
Eğer bu geniş cephenin içinde yer alan işçi sınıfının ideolojik ve örgütsel hegemonyası enternasyonal düzeyde kurulmazsa, parçalanmaktan; ulusal devlet ve ulusal ideolojik yapılanmalar içinde parçalanmak, yaşanan ve yaklaşan çatışmalarda emekçi boğazlaşmalarının içinde, kapitalistlerin askerleri olmaktan kurtulmak mümkün olmaz.
Eğer bağımsız enternasyonalist örgütlenmeniz ve politikalarınız yoksa, emperyalistler arasında kalmak ve ezilmek dışında seçeneğiniz yok demektir. Avrupa Birliği, Kıbrıs, Irak vb konularda yaşanan alternatifsizlik, soyut/teorik doğrularımızı tekrar etmemizin dışında bir şey ifade etmiyor. Bu ise o an için güçlü olanın politikasına içerilmeye yarıyor. Örneğin ‘ne Saddam ne Bush’ diye slogan attığınızda bu doğrudan Bush’un politikasına endeksleniyor. Ya da ‘Kıbrıs Kıbrıslılarındır’ dediğimizde, şu anda bunun doğrudan AB’nin ve Yunanistan’ın çıkarına olduğunu görmek gerekiyor. Bu noktada tercihimizi Kıbrıslı veya Yunanlı, giderek Avrupa komünistleriyle birlikte yapmış olmuyoruz. Kendi burjuvalarımız üzerinden taraf olmaktan kurtulamıyoruz. Çünkü esas taraf olarak bir cephe açacak olan komünistlerin örgütü enternasyonal yok. Teorik düzeyde doğru olanın politik düzeyde güç olması için bağımsız siyasal örgütlenmenin yaratılması zorunluluğu ve bütün politikaların siyasal iradenin yaratılmasına tabi kılınması kaçınılmaz olmalıdır.
Bu durumda enternasyonalist sınıf örgütlenmesini yaratmanın temel taşı nedir? Bu ölçüt, çok net bir şekilde elimizde bulunmaktadır. Bu konuda en önemli ölçütlerden biri, elimizdeki ‘devlet teorisi’ olmalıdır. Emperyalizm karşıtlığı üzerinden ulusalcı politikalara ve doğal olarak kendi egemenlerinin politikalarına yedeklenmek mümkündür. Ama bu, devletin politikalarının, egemenlerin, kapitalistlerin politikalarının dışında bir şey olamaz. Kendi devletinin ve hükümetinin politikaları karşısında konumlanmadan enternasyonalizm sözünü tekrarlayıp durmak bir şey ifade etmez. Bugün enternasyonalizmin, enternasyonal örgütlenmenin aktörleri, ideolojik tanımlamalarında ortaklaşan ve kendi devletine/hükümetine karşı ve doğal olarak gerçekten burjuvaziye karşı mücadele edenlerce oluşturulabilir. Bunun dışında her türden bir araya geliş, nesnel olarak kendi hükümetlerinin ajanları sıfatını aşamayanların bir araya gelişi anlamına gelecektir.
Bugün barbarlığa doğru gidişi engelleyebilecek tek oluşum yine işçi sınıfıdır ve ne yazık ki işçi sınıfı ideolojik ve örgütsel yenikliğini daha üzerinden atamamış, siyasete ağırlığını koyamamıştır. Bu kuşkusuz ki ilk olarak, işçi sınıfının şahsında bir sorumluluğa sahip olan komünistlerin gerçekleştirmeleri gereken, yerine getirmeleri gereken bir sorumluluktur. Komünistler bu sorumluluğu yerine getirmediği sürece de, sağlıklı hiç bir çözüm mümkün olmayacaktır. İşçi sınıfı buna rağmen; komünistlerin ideolojik ve siyasi önderliğini oluşturmamaları, buna ait enternasyonal örgütlenmelerini gerçekleştirmemelerine rağmen muhalefet göreviyle davranabilir. Ama bu mücadeleleri, eğer doğru ideolojik ve örgütsel bir hatta gerçekleşmezse son tahlilde sistemin değirmenine su taşımanın ötesine geçemeyecektir.
Nesnel olarak dünya, geçmişteki bütün geçiş deneyimlerinden (Paris Komünü, Ekim Devrimi) daha çok sosyalizme uygundur. Üretici güçlerin gelişmişliği, bundan öncekilerden çok daha fazladır ve neredeyse kapitalistleri, sosyalizan uygulamalara yöneltmektedir. Ama bu uygulamalar, özel mülkiyet temelinde gerçekleştiği için, eşitsizlikleri, baskıyı ve sömürüyü kat kat artıran bir sonuç vermektedir. Emperyalist sistem, sınıf hareketinin zayıflığı ve ideolojik hegemonyasını kullanarak, her zamankinden daha fazla saldırganlaşabilmekte, haklara ve demokratik kazanımlara yönelik saldırısını hiç çekinmeden arttırmaktadır. Bu durumda tek tek demokratik kazanımları, reformları esas alan, demokrasici bir eğilim güç kazanmaktadır.
“Bu, marksizmin bir tahrifidir. Reform, devrimi elbette ortadan kaldırmaz. Ama, bugünkü harekette söz konusu sorun, bu değildir. Sorun, devrimcilerin reformcular önünde kendilerini değiştirmemeleri, bozmamalarıdır; yani sosyalistler, kendi devrimci görevleri yerine reformcu görevleri koymamalıdırlar. Avrupa, devrimci bir durum içinde yaşamaktadır. Savaş ile yaşam pahalılığı, bu durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Savaştan barışa geçiş bu durumu daha da ağırlaştırmaktadır. Savaştan barışa geçiş bu durumu doğal olarak değiştirmeyecektir, çünkü, şu anda ellerinde yetkin silahlar bulunan milyonlarca işçinin, Karl Liebknecht’in öğüdünü izlemek yerine, yani silahlarını kendi burjuvazisine karşı çevirmek yerine, kendilerinin ‘tatlı tatlı silahsızlandırılmalarına’ izin vereceklerine inanmak için ortada bir neden yoktur.
Bu sorun, pasifist Kautsky’nin ortaya attığı gibi değildir: ya reformcu siyasal bir kampanya, ya da reformların yadsınması. Bu, sorunun burjuvaca ortaya konuşudur. Sorun şu: tümüyle başarılı olmasa bile yan ürünleri reformlar olan devrimci savaşım (dünyadaki devrimlerin tarihi bunun doğruluğunu tanıtlamıştır) ya da reform gevezeliği ve reform vaatleri.”
İşçi sınıfının egemenliğinin proletarya diktatörlüğünü gerektirdiğini, sosyalist devrimin bütün dünyada geçiş demek olan bir anlamı da olduğunu, böyle bir siyasal stratejiye denk düştüğünü, bu stratejinin ancak işçi sınıfının dünya devriminin merkezi örgütü enternasyonal tarafından gerçekleştirilebileceğini kabul edenlerin gelişmelere ağırlıklarını koymaları gerekmektedir. Bu anlayışta olanların, öncelikle devrim ve reform ayrımını netçe çizmeleri, burjuva demokrasisi ile proleter demokrasi arasında net bir ayrıma gitmeleri zorunludur.
K. Marx - F. Engels, Komünist Manifesto, Sol Yayınları, Ankara, 1993, 3. Baskı
K. Marx - F. Engels, Seçme Eserler, Sol Yayınları, Ankara, Aralık 1976
K. Marx - F. Engels, Gotha ve Erfurt Programları Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara
K. Marx - F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Ankara
K. Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Sol Yayınları, Ankara
K. Marx, 18 Brumaire, Sol Yayınları, Ankara
K. Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yayınları, Ankara
F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, Ankara
V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara
V. İ. Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol Yayınları, Ankara, Eylül 1991
V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yayınları, Ankara, Şubat 1980
V. İ. Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Ankara 1976
V. İ. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yayınları, Ankara
V. İ. Lenin, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, Sol Yayınları, Ankara, Mayıs 1977
V. İ. Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara
V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, Ekim 1993, İkinci Baskı
N. Buharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Spartaküs Yayınları, Ekim 1996
H. Draper, Proletarya Diktatörlüğü Tartışması, Belge Yayınları,İstanbul, Haziran 1990
M. Liebman, Lenin Döneminde Leninizm, Belge Yayınları, Ankara
E. Carr, Bolşevik Devrimi, Metis Yayınları, İstanbul, 1989
T. Cliff, Lenin, Z Yayınları, İstanbul, 1996
D. Özlem, Tarih Felsefesi, Dokuz Eylül Yayınları, 1998, İzmir
E. Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yayınları, İstanbul, Ekim 2001
G. Şaylan, Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, İmge Yayınları,Ocak 1995
[1] Marx, 1852’de Weydemeyer’e yazdığı mektupta şöyle der:
“Benim yeni olarak yaptığım: 1)Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişiminin belirli tarihsel evrelere bağlı olduğunu; 2) sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne vardığını; 3) bu diktatörlüğün kendisinin bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını tanıtlamak olmuştur.” (Marx - Engels, Seçme Yapıtlar, c. 1, s. 637)
[2] Örneğin, Friedrich Dürrenmatt, ‘Erns-Robert-Curtis’ Deneme Ödülünü kazandığı zaman, yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:
“Marksizmin en sonunda başarısızlığa uğradığı ve artık ondan kurtulunduğu için duyulan sevince katılamıyorum. Marksizm insanların yaşamak zorunda olduğu, bugün de büyük ölçüde içinde yaşadığımız koşulların bir çözümlemesidir. Marksizm, lanetlenmek yerine, böyle bir çözümlemenin bir dünya görüşüne, daha rasyonel bir anlayışa doğru genişletilmesi olarak görülmelidir. Söz konusu dünya görüşü mantıksal bir kategoridir ve mantıksal olan ile var olan hiç bir zaman üstü üste gelmez. Marksizm insanda başarısızlığa uğramıştır. Rasyonel olan bir dünya görüşü, insanın doğasında, insanın yalnızca Lenin’de ve Stalin’de değil, bu rasyonel dinin kurucusu olan Karl Marx’ta da bulunan irrasyonel yanı karşısında başarısızlığa uğramıştır. Marksizmin tarihi, irrasyonel insanlarla yürütülen, irrasyonel bir dünya tarafından zorlanan rasyonel bir deneyin kanlı yıkımıdır. Böyle bir deneyin durdurulmuş olması, aklımızı rahatlatmış olsa da derin bir üzüntü duymamıza yol açmaktadır. Çünkü bu söz konusu yenilgi aynı zamanda insan aklının yenilgisidir. Bu deneye akıl adına girilmişti. Karl Marx kavrayış sahibi olan insanlığın sınıf kavgasının tarihi içinde saklı olan diyalektiğinin etkisi ile akılcı davranmaya başlayacağına inanmıştı. Bu deneyin başarısızlığa uğraması ve serbest piyasa ekonomisinin dizginlerinin serbest bırakılması kendiliğinden aydınlanma başarısızlığa uğradı türünden bir slogancı sonuç doğurmaktadır. Burada aydınlanmanın kendisinin de aydınlanmaya gereksinimi olduğu görmezlikten gelinmektedir. Rasyonel olmaktan çok birincil olarak irrasyonel bir varlık olan insanın aklından çok duyguları tarafından yönlendirildiği ortaya çıkmıştır.” (Aktaran Gencay Şaylan, Değişim Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, s. 151)
[3] Rekabet bir çok yerde uzlaşma ve işbirliği ile sonuçlanmaktadır ve bu sonuç bir tür kompradorlaşma anlamına gelmektedir.
[4] Diktatörlük kavramının evrimi ilginçtir. Roma Cumhuriyeti’nde, dıştan ve içten gelecek tehlikelere karşı, ‘dictatura’ adında anayasal bir kurum oluşturulmuştur. Despotizm ya da azınlık sultası gibi anlamları yoktur. Fransız Devrimi’nde Jirondenler, Jakobenleri, emekçi kitlelere dayanan eylemleri nedeniyle, Paris’te diktatörlük kurmakla; bu durumda, eski Roma’da düzeni korumak için oluşturulan komisyonun görev alanına giren meselelerden sayılan Jakobenlerin eylemleri, Jirondenler tarafından toplumsal düzeni değiştirmeyi amaçlamakla suçlanmıştır. Marx, bu kavramı, Fransa’da Sınıf Savaşımları’nda kullandı. Fransız Devriminin, işçilerin koşullarını değiştirmediğini ve yalnızca siyasal biçim değişikliği yapıldığını söyledi. 18 Brumaire’de, devrimlerin devlet aygıtını ele geçirmeyi ganimet saydıklarını, oysa eski devlet aygıtının ele geçirilmeyip paramparça edilmesi gerektiğini söyledi. 1848 devrimleri toplumsal düzeni hedef almıştı. Paris proletaryası burjuvazinin devrilip yerine proletaryanın diktatörlüğünün kurulmasını istiyordu. Bu noktada suçlananlar emekçi çoğunluktur ve diktatörlüğü kuracaklar çoğunluğu oluşturmaktadırlar. Bu vesile ile eski düzeni yıkma eyleminin, Roma’da oluşturulan ‘dictatura’ komisyonunun ilgi alanında olduğu, diktaturalık bir mesele oluşturduğunu, çoğunluğun iktidarına yönelik olan 1848 eylemlerinin proletaryanın diktatörlüğünü hedeflediği için Marx tarafından, kavram olarak da eylem olarak da sahiplenildiğini söylemeliyiz.
[5] Daha sonraki ulusal sosyalizm anlayışının, Lenin’in ‘anavatan savunusu’ ile ilgisi yoktur. Lenin bu kavramı şöyle kullanır:
“Bütün bunların sonucu, eğer Rusya, şimdi, bir ‘Tilsit’ barışından ulusal bir dirilişe geçiyorsa –ki yüzde yüz geçiyor– bunun yönü, bir burjuva devlete doğru değil, bir dünya sosyalist devrimine doğrudur. 25 Ekim 1917’den beri hepimiz savunmadan yanayız. ‘Anayurdun savunulmasından’ yanayız; ama şimdi girişmekte olduğumuz savaş, sosyalist bir anayurt olarak sosyalizm için, dünya sosyalist ordusunun öncüsü Sovyet Cumhuriyeti için.”
[6] “Tüm ulusal ekonomiyi, finans krallarının ve kapitalist devletin vesayeti altında tek bir büyük birleşmiş işletme şekline dönüştürmeye doğru çok güçlü bir eğilim yaratır. Bu tür bir işletme, ulusal pazarı tekelleştiren ve daha üst bir kapitalist olmayan düzeyde örgütlenmiş üretimin ön koşullarını oluşturan bir işletmedir.”
[7] Ekim Devriminin uğraşmak zorunda kaldığı sorunları, tek ülkede sosyalizmin olmayacağı yanıtıyla toptan çözmek doğru değildir. Bu yaklaşım sorunların hepsinin kader gibi peşi sıra çıkıp geldiğini ve bundan kaçınılamayacağını söyler. Bu nedenle, örneğin bürokrasinin neden oluştuğu ve kendini nasıl yeniden ürettiği ile ilgili olarak yanıtı hazırdır ve bu yaklaşım sahipleri için geriye, tarihsel olarak olayları izlemekten başka bir şey kalmaz. Bu tarihsel izlek boyunca bir çok yerde tarihsel olarak aynı saptamaları yapmak mümkündür. Ama bizim, ‘tek ülkede sosyalizm’ savunusunun ‘ulusal sosyalizm’ anlayışına varıp marksizmle problemli hale gelmesi ile ilgili olarak düşündüğümüz ve bunun oluşması süreciyle bağıntılandırdığımız bürokrasi, dünya devrimi anlayışından kopulması ölçüsünde, yerel/ulusal ölçekte eski sistem karşısında kazananların, kazandıklarını garantiye alma ekseninde oluşturdukları statükolarla ilgili olarak açıklanmalıdır. Oturmuş statükolar üzerinden gelişen bölüşümün eşitsizliği, sermaye sistemini tahkim etmek anlayışından uzak olduğu kadar, ayrıcalıkların yerleşmesini engelleyecek devrimci dinamizmden de uzak kalmıştır.
[8] Engels’in 12 Eylül 1882’de Kautsky’e yazdığı mektup. Lenin, “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı Üzerine Bir Tartışmanın Özeti” yazısında Engels’in bu mektubunu anar. (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 194-5)
[9] Bu konuda Lenin’in net anlatımları bulunmaktadır. Bir örnek verirsek:
“İleri ülkeler proletaryası burjuvaziyi devirir ve onun karşıdevrim çabalarını boşa çıkarırken, az gelişmiş, baskı altındaki uluslar durup beklemezler, var olmaktan çıkmazlar, ortadan silinmeler. Bu uluslar, 1915-1916 savaşı gibi burjuva emperyalist bunalımlardan –ki bu, toplumsal devrimle karşılaştırılırsa ufak bir bunalımdır– ayaklanmak için (sömürgeler ve İrlanda) yararlanırlarsa, kuşkusuz, başkaldırmak için, ileri ülkelerdeki iç savaş büyük bunalımından daha kolaylıkla yararlanacaklardır.
Toplumsal devrim, ancak, ileri ülkelerde proletaryanın burjuvaziye karşı iç savaşıyla, gelişmemiş, geri ve ezilen uluslarda, ulusal kurtuluş hareketi dahil, bir dizi demokratik ve devrimci hareketi içinde birleştiren bir çağ biçiminde sökün edebilir.
Neden? Çünkü kapitalizm eşit olarak gelişmez ve nesnel gerçeklik, üst düzeyde gelişmiş kapitalist ulusların yanısıra ekonomik yönden bir parça gelişmiş ya da tümden gelişmemiş uluslarla karşı karşıya olduğumuz gerçeğidir...” (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s. 57-58)
[10] Komünist Manifesto’nun 1872 Almanca Baskısına önsözde, Marx ve Engels, ikinci bölümün devrimci önlemlerinin özel bir ağırlığa sahip olmadığını ama günün ve tarihin gelişmeleri karşısında (modern sanayinin gelişmesi, gelişen parti örgütlenmesi ve Paris Komünü deneyimi) programın bu yönünün bazı ayrıntılar açısından eskidiğini söylüyorlar. Sosyalist yazın eleştirisi yetersiz, komünistlerin bazı muhalefet partileri karşısındaki durumları pratik olarak eskimiştir diyorlar.
[11] Bu iddia en derli toplu olarak Hal Draper’in Proletarya Diktatörlüğü Tartışması adlı kitabında geliştirilmiştir.
[12] Lenin, ‘Az Olun Temiz Olsun’, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları. İkinci Baskı, Ekim 1993. Dünya Devriminin olumlu ve olumsuz dinamiklerinin ele alındığı ve Ekim Devriminin imkanlarının bu çerçevede değerlendirildiği bu makale, sanıldığının aksine Lenin’in sosyalizmle elektrifikasyon eşitlemesini yaptığı değil, dünya devriminin olumsuzluk oluşturduğu noktada Ekim Devriminin görevlerini belirttiği makalesidir.
MART 2003
6
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com