Milliyetçi militarizmle küreselleşmeci dinciliğin çatışması, emperyalizm ve oligarşinin alternatifleri arasındaki bir saflaşmadır. Eksik olan ve yaratılması gereken, işçi sınıfının komünist alternatifidir, komünist işçi partisidir.
Türkiye, cumhurbaşkanlığı seçimine odaklı olarak büyük bir politik krize girdi. Türkiye’de on yılda bir beklenmesi artık alışkanlık haline gelse de, birçok ülkede belki yüz yılda bir bu boyutlara ulaşan kriz, hızlı alt üst oluş sırasında sistemin işleyişini açığa vurması, sınıf egemenliğinin üzerini örten örtünün açılması ve devlet yapısının ayrıntılarını göstermesi bakımından büyük önem taşıyor. Bu kriz çok kısa bir süre içerisinde, giderek daha üst boyutlara tırmanmış olmakla birlikte, aslında uzun bir süredir yaşanmakta olan gelişmelerin ürünüdür. Bu nedenle, sürecin tam bir değerlendirmesini yapmak, yıllar öncesinden bu yana çelişik eğilimlerin yarattığı birikimleri izlemeyi ve bu etkenleri ve yol açtıkları gelişmeleri de dünya ölçeğinde ele almayı gerektirir.
Neo-liberal ideoloji, sosyalizm sonrası küreselleşme, emperyalist rekabet ve sermaye birikimi politikalarının ihtiyaçlarına göre bütün dünyayı yeniden düzenleme stratejisinin ortamını hazırladı. ‘Özgürlük, demokrasi ve insan hakları’ kavramları, ‘acı ilacı şekere bulamak’ işlevini uzunca bir süre başarıyla gördü ve halen kullanılmakta. Ama artık hikayenin egemenler için tatlı tarafları tükendi. Bütün dünya, bu politikaların sonuçları olan işsizlik, sefalet, sömürünün katlanarak artması, çevre katliamı ve savaşlarla, yani acı gerçeklerle baş başa kaldı. Kapitalizmin nispeten dengelendiği ve işbirliğinin ön plana çıktığı soğuk savaş dönemi neredeyse aranır oldu.
Geride bırakılan bu dönem, düşman kamp olan sosyalizmin etkileri ile kapitalizmin sosyal devletine bir alan açabilmişti. Sosyalist sistemin varlığı, dış ticarete ve esas olarak da pazar alanlarına belli sınırlar getiriyordu. Emperyalist rekabet, karşısındaki sosyalist sistem nedeniyle kendi çelişkilerini ve rekabetini belli kayıtlar altında yürütmekteydi. Bu, dış politika alanında emperyalist politikaları ve kapitalist devletlerin iç politika alanındaki düzenleyici rollerini ön plana çıkarıyordu. Tekil sermayelerin çıkarlarının sermaye sisteminin kendisine bir tehdit oluşturmasını engelleyen düzenlemelerle sorumlu olan kapitalist devletin, yeni dönemle birlikte, bir savaş makinesi olarak düzenlenmesi gerekti.
Bu savaş ilanı, yıkılan sosyalizmin mezarının üstünde sevinçten tepinirken atılan ve aslında bir zafer çığlığı olan “barış” sloganında ifadesini buldu. Bir döneme damgasını vuracak sahte barış rüzgarları, işçi sınıfına haddini bildirmek için estirilmeye başlandı. ‘İşte yenildiniz ve artık bizimle savaşmayın! Çünkü biz kapitalistler, sizin de çıkarlarınızı sağlarız’ deniyordu. Yüksek perdeden, ‘Biz kazanırsak siz de kazanırsınız’, mesajları verildi. ‘Kapitalistlerle işçilerin çıkarları ortaktır’, ‘hepimiz aynı gemideyiz’ teraneleri ortalığı kaplamıştı. Bu açıdan, savaş ve şiddetin ön plana çıktığı bu barış sahteciliğiyle birlikte, kapitalist devletlerin hem bütün dünya işçi sınıfına yönelttiği saldırı, hem de dünyayı paylaşmak üzere kendi aralarındaki rekabetlerini artırması, yeni bir paylaşım kavgasının içine girildiğini gösteriyordu. Ama bu doğrultuda bir savaşa girmek, bunun için hazırlanmak ve en önemlisi, bu paylaşım savaşını engelleyebilecek tek güç olan işçi sınıfını parçalayıp, savaşın içine çekebilmek için, işçi sınıfının siyasal ideolojisi olan sosyalizmin köreltilmesi, ideolojik düzeyde de yenilmesi gerekiyordu. Böylece suçuna işçi sınıfını ortak edecek olan burjuvazi, paylaşım savaşının önündeki engel olarak işçi sınıfını da bertaraf edebilecekti. Sosyalizmin yaşanan yenilgisinin onun mutlak yenilgisi anlamına gelmediği kapitalistler tarafından bilinmekteydi; esas zafer sınıf bilincinin dağıtılması ile güvenceye alınabilirdi ve burjuvazinin ideologlarının “tarihin sonu” tezi ile varmak istedikleri hedef de buydu.
Bu gelişmelere ve kapitalistlerin bu saldırılarına karşı durabilecek işçi sınıfı ise yenilmiş, dağınık ve her şeyden önemlisi perspektiflerini kaybetmiş olarak süreci karşıladı. Bağımlı ve sömürge ülkelerin işçi sınıfları üzerinde, sorunlarının kaynağını emperyalist ülkelerin işçi sınıflarını da içerecek biçimde emperyalist ülkelerde bulan ve sınıf kardeşlerini de emperyalist sömürüden pay alanlar olarak suçlayan bir değerlendirme biçimi etkin oluyordu. Batılı ülke işçi sınıflarını bir bütün olarak “işçi aristokrasisi” olarak gören bu anlayış, enternasyonalizmi terk ettiği ölçüde ulusalcılığın etkisine girdi. Kapitalist merkezlerden çevreye doğru gidildikçe, ulusal tepkilerin yerini tam bir dağılma, parçalanma alıyor, ulusal tepkiler, dinsel, etnik vb etkenler üzerinden giderek daha geri planlara çekiliyordu.
Oysa ki sermaye sisteminin, sosyalizmlerin varlığı süresi boyunca birikmiş olan ve çözmek zorunda olduğu sorunlar, ekonomik durgunluk, sermaye birikimi, kârlılık sorunları, ciddi bir savaşa hazırlanmayı gerektiriyordu. Emperyalist sömürüden elde edilecek tekel kârlarının emperyalist ülke işçi sınıflarının geneline yayılması mümkün olmadığı gibi, Batıda da sınıfın azınlığını oluşturan ayrıcalıklı kesimler daralma eğilimindeydi. En başta Batı işçi sınıfları olmak üzere herkes için giderek iyice anlaşılır hale gelebileceği gibi, işçi sınıfının çıkarları, bütün dünyada birlikte bir karşı çıkıştan ve birliğinden geçiyordu. Keskinleşen paylaşım savaşımı, sermayenin değersizleşmesine ve düşen kârlara çare gözükmediği gibi, ayrıcalıklı kesimlere verilecek sus payları da azalmak durumundaydı.
Tabii Batıda işçi sınıflarının bunu hemen idrak edip sınıf dayanışmasını yükseltmesini ve enternasyonalizmi inşa etmelerini beklemek abes olacaktı. Ekonomik kriz Batıdaki işçi sınıflarına yansıdığı ölçüde, oralarda da öncelikle milliyetçi açılımlara neden oldu. İşsizliğin ve düşük ücretlerin nedeni yabancı ve göçmen işçiler olarak gösterildi ve büyük ölçüde bu başarıldı da! İşçi sınıfı ve emeğiyle çalışanlar aleyhine gelir dağılımının bozulması, sosyal hakların kaybı ve bunun sonucunda yükselen tepkiler, kapitalistler tarafından milliyetçilik temelinde gerekçelendirildiği, bu potada eritildiği ölçüde, özellikle Avrupa’da sınıf hareketi bir süre daha hedefini şaşıracaktı. Komünist işçi partilerinin ve enternasyonalin eksikliği koşullarında, Avrupa’da milliyetçiliğin yükselişe geçmesi de doğal bir sonuç olmaktadır.
Bütün bu olumsuzlukların yanında süreç ilerledikçe, mevcut sınıf örgütleri ve aktivistler tarafından etkilenen sınıf hareketinin, kısmen kapitalizm karşıtı bir söylem ve pratiğe yöneldiği de görüldü. Emperyalist politikaların savaşlarla birlikte yürürlüğe konmuş olması, savaş karşıtı politikaları emperyalizm ve giderek kapitalizm karşıtı bir niteliğe dönüştürmeye başladı. Savaştan mağdur olan bağımlı, sömürge ülkeler işçi sınıfları ve halkları ile yine farklı ölçülerde de olsa mağdur olan Batılı ülke işçi sınıfları, aynı tepkileri vermeye başladılar. Aralarındaki kültürel önyargıların ve milliyetçilik duvarının aşılmasının nesnel imkanları böylece oluşmaya başladı. Hatta kıta Avrupa’sının dışında Amerika’da bile savaşın ‘olumlu’ etkileri görülmeye başlandı! Küreselleşmeci iktisat politikalarının etkileri ile savaş politikalarının kesişmesinden en çok etkilenen kesim olan göçmenler ve yabancı işçiler, uzun süredir bu kıtada görülmeyen türden bir eylemlilik içine girdiler. Özellikle savaş ve işgal karşıtı protestolar ve eylemler, başta işgalci ABD olmak üzere tüm dünyaya yayıldı.
Latin Amerika’da ise, bir yandan Ortadoğu’da fazlasıyla meşgul olan ABD emperyalizminin bölgedeki baskılarının nispeten azalması, diğer yandan uzun bir süredir iflas etmiş IMF politikalarının bölge halkları tarafından reddi temeli üzerinde, ABD’nin bizzat içine kadar uzanan bir tepki ve muhalefet de gelişti. Derin sefalet içerisindeki kitleler ile nispeten süreklilik taşıyan bir mücadele geleneğine sahip Güney Amerika ülkeleri, Brezilya’dan Arjantin’e, Venezüella’dan Bolivya’ya kadar IMF politikalarını sonuna kadar takip etmiş ve bu ülkelerde, biraz da bu koşulların ürünü olarak solcu hükümetler yönetime gelmiştir. Chavez’den Morales’e kadar bütün hükümet başkanları, kapitalist devletlerin başına geçmiş sol hükümetler olarak, uygulayacakları politikalarla tekellerin kârlarını kısıtlamak, devletleştirmeleri gerçekleştirmek ve kitlelerin taleplerini karşılamak yoluna gitmiştir. Bu politikaların karşılığı sağlanan kitle desteğidir ve Chavez de kendisine karşı gerçekleşen CIA darbesinden yine halkın kendisini sahiplenmesi ile kurtulmuştu.
Sosyalizmin yıkılması, emperyalist rekabeti dizginlerinden kurtardı ve kapitalist kamp içindeki uyumlar bozuldu, BM’den NATO’ya, Dünya Bankası’ndan IMF’e uluslararası kurumlardaki dengeler tartışılır oldu. Esas olarak ABD hegemonyasında olan ve yine ABD hegemonyasına hizmet eden bu kurumlar, ABD tarafından amaca uyduğu ölçüde başvurulan, ama bir yandan da AB’nin ağırlığını hissettirmeye çalıştığı ve üzerinden emperyalist tekel kârları peşinde koştuğu kurumlardı. Dengeler bozulduğunda soğuk savaşın lideri ABD aslan payını isteyecekti. AB açısından buna yüksek sesle itiraz etmek ilk önceleri pek mümkün olmadı. Ama yeni bir döneme girilmişti ve ABD’nin ekonomik üstünlüğü AB lehine gerilemişti. ABD artık üretim gücü ile değil de tüketim gücü ile dünya ekonomisinin motoru sayılıyor. 1929’dan önce dünya sanayi üretiminin yüzde 44,5’ini gerçekleştiren ABD’nin üretimi şimdi AB’den düşük ve Japonya’dan biraz fazla.
Üretim ekonomisi yerine tüketim ekonomisi olarak dünya krizinin merkezinde bir rol oynayan ABD içinde, resmi istatistiklere göre 37 milyon insan yoksulluk sınırının altında yaşamaya çalışıyor. Ve bu rakamın artması kaçınılmaz görülüyor. Peki bu duruma nasıl gelindi?
İkinci Dünya Savaşı sonrası yürürlükte olan Bretton Woods anlaşmaları ile ülke paraları altın karşısında sabit bir orana, altın da belirli bir orandan dolara bağlanmıştı. Böylece ticarette bütün oklar ABD’yi göstermeye başlamıştı. Dünya rezerv altınlarının büyük bölümüne sahip olan ABD ve ekonomisi hakkında bütün dünyaya yayılan efsanenin temeli buydu. Doların maliyeti, kesilen ağaçların doğaya maliyeti kadardı ve eşitsiz değişim uzun süre boyunca, savaş sonrası ekonomik canlılık içinde bu koşullarda sürdürülebildi. Üstelik bu eşitsiz değişim, yeniden imar ve kalkınma telaşındaki Avrupa tarafından hem kabul ediliyor hem de toplamda kendilerine artı olarak yansıyan olumlu etkileri bulunuyordu. Bir çok ekonomist, ABD ekonomisinin İkinci Emperyalist Savaştan 70’lerde dünya ekonomisinin yaşadığı petrol krizine kadar geçen zamanı, ABD ekonomisinin hesapsız finanse edilmesi olarak değerlendirir. Bir yönüyle bu, gelecekten ödünç alınarak gerçekleştirilen bir tüketimdi. Bunun ne zamana kadar süreceği sorusunun yanıtlanması ise sosyalizmin yıkılması ile aciliyet kazandı. ABD’nin kapitalist sistemin jandarmalığını yapması ile kabul edilebilen bu eşitsizlik, sosyalizmlerin yıkılması ile birlikte hızla sorgulanmaya başladı.
Bu koşullar içindeki ABD, dünya hakimiyetinin sarsıldığı koşulların sosyalizmin yıkılması ile paralel geliştiği sürece müdahil olmuştur. Dünyanın yarı-sömürge ve bağımlı ülkelerinin yanısıra, yıkılan sosyalist bloğun kapsadığı bölgenin de bağımlılık ilişkileri içinde emperyalizmin tekelci girişimlerince düzenlenmesi konusunda, bütün emperyalist odakların çıkarları ortaklaşmakla birlikte, bunun kimin yararına ve daha çok kimin çıkarına olacağı konusunda birbirleriyle rekabet etmekte, çatışmaktadırlar. Üstelik, sosyalizmin yıkılması, kapitalizmi inşa etmeye çalışan ve bu süreci de sancılı yaşayan geniş bir ülkeler coğrafyası, varolan kapitalist merkezler dışında yeni bazı merkezlerin oluşmasını da getirmektedir.
Bugünkü durumu itibariyle, ABD ekonomisi, milli gelirinin yüzde 7’sine varan kronik cari açıklar vermektedir. Bu eğilimin düşme yönünde olmadığı da bilinmektedir. Bu durumda ABD saldırganlığının temelinde, yabancı sermaye yatırımlarının ABD dış açıklarını daha ne kadar finanse etmeye devam edeceğine yönelik kaygıları aramak yerindedir. Üstelik Bretton Woods sistemi çoktan çökmüş ve ABD doları yerine rakip bir para olan euro (bölgesel olarak da yen gibi paralar) dünya ekonomisinde ‘genel eşdeğer’ sıfatına aday olmuştur. Dünya pazarının ihtiyacını görecek bir genel eşdeğer gereksinimini karşılamaktan uzaklaşan ve gittikçe eşitsiz bir ilişkinin ifadesi olarak ‘haraç’ ifadesi olan doları sırtında taşımak istemeyen Avrupa, bir dayatma karşısındadır. Bu dayatma ise, epeydir anlaşıldığı üzere, kapitalist tekellerin üretimlerinin maliyetlerini büyük ölçüde belirleyen, genel olarak enerji, özel olarak da petrolle doları eşleştirmektir. Bu sayede dolar her ne kadar süngü gücü ile de olsa üretici gerçeklikle önemli ölçüde kopmuş olan bağını tekrar kurma şansını yakalamıştır. Epeydir doların sallanan tahtı petrolü temsile bağlandığı ölçüde güvenceye alınmış olmaktadır. Bu ise üretici güçlerin artırılması yoluyla değil de savaş makinesinin petrol ve enerji sahalarını işgali ile mümkün olabilmektedir. Şu anda dünya petrol borsalarında bütün işlemler dolara bağlanmış ve bunca savaş, bütün bu yıkım, emperyalist merkezlerin hepsini birden eşit derecede memnun etmese de gerçek bir sonuç vermiştir. Kapitalizmin bugün geldiği düzey, kendi çelişkilerini aşma potansiyeli, bir dünya parası yaratma sorunu karşısında çözümsüzdür. Bundan sonra da krizler ve savaşlar içinde debelenip insanlığı mahvetmek gibi geçici ve pahalı çözümler üretmek dışında bir kapasite ortaya koyması mümkün değildir.
Afganistan, Irak ve oradan da İran ve bütün Ortadoğu’ya yönelen emperyalist saldırı, savaş ve işgal, anlatılan koşullarda gelişmişti. Emperyalizm, tek kutupluluğun, diğer bir ifadeyle karşıt kutbun dengeleyiciliğinden ve denetiminden kurtulmuşluğun avantajıyla bağımlılık ilişkilerini daha doğrudan, itiraza yer bırakmayan biçimlere çevirmek üzere saldırırken özellikle enerji kaynaklarını, yollarını hedef alıyordu. Ancak açık askeri müdahale, emperyalist odaklar arasındaki rekabet ve çelişkileri keskinleştirmekten öteye, karşısında giderek güçlenen muhalefet ve direniş hareketlerinin de kaçınılmazcasına gelişmesine yol açtı. Savaşla, askeri güçle hedeflerini elde etmeye çalışan ABD emperyalizmi, istemediği sonuçların doğmasını ise engelleyememektedir. Uyguladığı şiddetin derecesini artırması tepkilerin boyutlarını tırmandırdığı gibi, gücünü çok büyük ölçülerde harcayarak zayıf düşmesi de karşıt güçlere hareket olanakları sağlamaktadır. Karşısındaki direnişi bastıramadıkça, aralarından bir kesimi diğerine karşı destekleyip yanına çekme taktiğine yönelmekte, bu ise, bir ‘düşmanının’ üstesinden gelmeye çalışırken diğerini güçlendirme sonucunu yaratmaktadır.Örneğin ABD, Irak’ta Sünni direnişini bastırmaya çalışırken kışkırttığı Sünni - Şii çatışması üzerinden, karşısında İran’dan Suriye ve Lübnan’a uzanan Şii cephesinin gelişme koşullarını yaratmıştır. Bu gelişmeye karşı da yeni yollar aramak zorunda kalmaktadır.
ABD emperyalizminin, Irak’ta ve Ortadoğu’da hedeflerine ulaşmaya çalışırken neden olduğu muhalefet ve direnişi bastıramaması ve giderek artan kayıplar vermesi, kendi içerisinde de politik mücadeleleri ve Bush yönetiminin simgelediği politikaya karşı çıkışları geliştirmektedir. ABD’nin başka güçlerle ittifaka gitmeden tek başına dünya hakimiyetini hedefleyen imparatorlukçu politika karşısında, müttefikleriyle ilişkilerini gözeten, bölge güçlerinin desteğini arayan bir politika tercihinin savunulması ve (özellikle Baker-Hamilton raporuyla) öne çıkması, Kongre seçimlerinde Demokrat Partinin başarı kazanmasıyla kendisini göstermiştir. Savaş karşıtı kitle hareketlerinden egemen sınıfın önde gelen sözcülerine uzanan çeşitli kesimlerin baskılarının yanısıra Kongre’deki Demokrat Parti çoğunluğu, Bush yönetimini uygulamalarında sıkıştırmakta, politikalarında değişikliklere zorlamaktadır. Diğer yandan Brüksel’deki Uluslararası Kriz Grubu da, Baker-Hamilton raporunun önerileriyle paralel olarak, ABD’nin Irak’ın komşularını sürece katmasını, Kerkük referandumunun ertelenmesini istemiştir.
ABD’nin iç politik mücadeleleri gibi, diğer emperyalistlerle olan rekabeti, ayrıca hedef aldığı direniş odaklarını bastırabilmek amacıyla bölgedeki birbirleriyle çatışmalı güçlerden bir birine bir ötekine dayanmaya, diğerine karşı desteğini almaya çalışması, gelişmeleri çelişkili ve sürekli yön değiştiren bir görünüme sokmaktadır. ABD yönetimi bir yandan Irak’ta adeta batağa saplanıldığı ve durumun kötü olduğunu kabul ederken, diğer yandan İran ve Suriye’ye karşı saldırı hazırlıklarını da gündemden düşürmemektedir. Örneğin, Irak’ta izlenecek yeni stratejiyi açıklarken Bush, “bölgedeki dost ve müttefik ülkelere patriot füzesi sistemleri konuşlandırmaktan” söz edip “Suriye ve İran’ın ‘terörizme’ verdiği desteğin ve Irak’ta olumsuz etkilerinin kabul edilemez olduğunu” belirttikten sonra, İran ve Suriye’nin “terörizme” verdiği desteğin, İran’ın nükleer silah üretimini önlemenin vb. çaresini bulacağını, bunun için hem çevre ülkelere silahlar konuşlandıracağını, hem istihbarat paylaşımını arttıracağını ve hem de bu ülkelerle birlikte çalışılacağını söylemektedir. Bir yandan ABD, Irak’ta ‘istikrar’ sağlamaya yönelik olarak İran’la Suriye’yle ilişkiye girmekte, “Irak’ın komşuları” toplantısında bir araya gelmektedir. Diğer yandan bunlara karşı tehditlerini artırıp, karşılıklı ‘casus’ kaçırmalara varan bir soğuk savaş geliştirirken, her geçen gün sıcak savaş yönünde biraz daha ilerlemektedir.
ABD’nin birbirlerinin karşısında konumlanan güçlerin iki tarafıyla birden işbirliği arayışı, yerel çelişkileri de kızıştırmakta, ABD açısından çözüm, yeni sorunların kaynağı olmaktadır. Şii - Sünni çatışması kontrolden çıkacak boyutlara tırmanırken işbirlikçi Maliki hükümetinde yer alan ama çelişkiler keskinleştiğinde hükümetten çekilen Sadr hareketi, aynı zamanda ABD’nin karşısındaki en büyük güçlerden birini oluşturmaktadır. Benzer biçimde, Kürtlerle Türkiye arasındaki çelişkiler, ABD’yi iki taraf arasında denge aramaya zorlamakta, bu çelişkiden, taraflara diğerini tehdit olarak göstererek kendi yanında tutmak, işbirlikçiliği sağlamlaştırmak için yararlanmaya çalışmaktadır. Türkiye bir yandan Kerkük referandumunu engelleme çabalarını yoğunlaştırıp tehditlerini artırırken diğer yandan İncirlik üssüne savaş uçakları getiren ABD’nin savaş gücünü ve hazırlıklarını tırmandırdığı ifade edilmektedir.
Türk oligarşisi keskinleşen emperyalist rekabet ortamı içinde, pazarını korumak ve dışa açılmak için AB’ye katılmak politikasını benimsemişti. Aslında, Birliğe katılmak şeklinde ifadelendirilen olgunun geri planında, oligarşinin zaten emperyalist tekellerle kurmuş bulunduğu tekelci bağımlılık ilişkileri mevcuttur. Bu ilişkinin kitleler nezdinde mazur gösterilmesi ve işbirlikçiliğinin geniş kitleler için zararlarının, olumsuzluklarının örtülmesi amacıyla yaygınlaştırılan Avrupalılık hayali, bütün hükümetlerin programları olup çıktı. Birliğe katılım doğrultusundaki yasal düzenlemelerin bir kısmı bu bağımlılık ilişkilerinin daha da sağlamlaştırılmasına doğrudan hizmet ederken diğer yandan bu sürecin bir sonucu ve gereği olarak kendisine dayatılan bir takım düzenlemeler de bürokrasiyi ve onun üzerinden mücadele eden kesimleri rahatsız etmeye başladı. Somut olarak tekelci Avrupa Birliği yasal düzenlemelerinin etkilerinin görülmesi ile birlikte, askeri bürokrasi –arkasına aldığı bazı burjuva kesimlerin de adına– milliyetçi bir cephe açmaya girişti.
Ordunun bu saflaşmadaki gücü esas olarak üç faktörden kaynaklanmaktadır. İlki, geçmişten bu yana devlet yapısı içinde sahip olduğu ama bugün değişmekte olan ağırlığı, ikincisi, süreçten zararlı çıkan ulusalcı (orta) burjuvaların desteğini arkasına alması ve en önemlisi olan üçüncüsü de, bir NATO gücü olan TSK üzerindeki ABD etkinliğidir. Bu açıdan iç politikadaki burjuva saflaşma, askeri bürokrasinin ulusalcı söylemlerle politikaya müdahalesi, emperyalist kampların (AB ve ABD’nin) Türkiye üzerindeki rekabeti açısından değerlendirilmelidir. Aksi taktirde iç politikadaki gelişmeler gerçek ağırlıkları ile değerlendirilemezler.
Sürecin bu noktasında, AB süreci vs gerekçeleri ile siyasal sistemdeki yeri değiştirilmeye çalışılan, siyasilerin denetimine alınmaya çalışılan ordu, güçlü bir aktör olarak mevcut rolünü korumaya çalışmaktadır. Kendi faaliyetleri ile milli güvenlik için ne kadar gerekli olduğunu sık sık vurgulayan ve bu açıdan fırsatlar yaratan TSK, emperyalizm ve tekelci burjuvazi açısından politik tercihlerden birini temsil etmektedir. Geçen seçimlerde ise AKP, ABD’den aldığı destek ve Türk tekelci burjuvazisinin tercihi ile iktidar olmuştu. Tekelci burjuvazi açısından, askerlerin ağırlıklarının azaltılması yönünde, AB süreci doğrultusunda, AKP ile TSK karşı karşıya getirilmişti. TSK’nın dizginlenip geri çekilebilmesi koşullarının oluşmasının ardından bu sefer de TSK’nın, kaybettiği, kaybetmeye başladığı ayrıcalıkları, gelişen yeni koşullar içinde, sahiplenmesi ve sesini tekrar yükseltmesinin koşulları oluşmuştur. Eğer, emperyalist kamplar arası çelişkinin artmasıyla devreye giren, ordunun ABD’ye doğrudan bağımlılığı etkeni olmasaydı, oligarşinin yeni düzenlemeler içinde orduyu uygun bir şekilde konumlandırması kuşkusuz daha kolay olacak ve TSK, böyle bir rol talep edecek gücü, değişen koşullar içinde muhtemelen kendinde bulamayacaktı.
Bu noktada söylenebilecek olan ABD’nin, Pentagon ilişkileri üzerinden TSK ile sürdürdüğü ilişkilerini, Türk tekelci burjuvazisinin politikalarını yönlendirmek amacıyla basınç oluşturmak için kullandığıdır. Söz konusu olan, tıpkı AKP’nin ABD’den icazet alması gibi, TSK’nın ABD emperyalizminin politikalarına yedeklenmesi, taşeronluğa soyunmasıdır. Bu da milliyetçilik görüntüsü altında, Ortadoğu batağında rol talep edilmesi anlamına gelir.
Bu sırada, Şemdinli’den başlayarak gerçekleştirilen bir dizi saldırı ve katliamda, Susurlukçu İbrahim Şahin’e, Veli Küçük’e kadar ulaşan ilişki silsilesi ortaya dökülmüş, ancak geri adım atan hükümet, bir çok delil ayan beyan ortadayken hamle yapamaz olmuş, elini kolunu bağlamıştır. Amerikancı kanadın politikalarına zemin hazırlayan hamleler, provokasyonlar, psikolojik harbin bütün gerekleri bir bir yerine getirilmekte, bu yönde maharetler, öyle pek de çekinmeden sergilenmektedir.
Oligarşi ise, içinde bulunduğu ekonomik kriz ve birikim sorunları açısından AB projesinin önüne açtığı ufkun, ABD’nin genişletilmiş Ortadoğu projesinden farklı olmadığını artık saklayamamaktadır. Bu noktada ordu iç politikada daha ağırlıklı bir yer tutmaktadır. Üstelik oligarşi, ABD’nin çok daha kestirmeci pragmatizmi ile baş ağrısını giderebilecekken, AB’nin önüne serdiği dolambaçlı yollarda daha fazla oyalanmamayı düşünür olmuştur! Bir nevi piyasa kızıştırmak gibi algılanabilecek de olan AB ve ABD politikaları arasında kalmış durumdaki oligarşi için makas gittikçe açılmaktadır. İşte bu noktada, sol liberallerin Avrupa’dan bekledikleri demokrasi de gecikip durmakta, oligarşi bocalamaktadır. Sol liberallere ise oligarşi bocalamasın diye ona destek olmak düşmektedir.
Türkiye’yi savaşa sokmakta zorlanan ABD ise, TC’nin Kürt hareketinin bugünkü düzeyinde geliştireceği askeri yanıtların, savaşın Türkiye’ye taşınması anlamına geleceğini bilmektedir. Bu aşamada TC’yi bir bölge savaşına sokmak daha da kolaylaşacaktır. ABD’nin bu yönde hesapları ağır ağır işlemektedir. Diğer yanda, kendisine bağımlı bir TC’nin, kendi sınırlarını da aşarak düzenleyeceği arka bahçesi ile Ortadoğu’nun kalbine kadar ineceğini hesaplayan AB bulunmaktadır. Ve bir kez bu yola girildiğinde, Türkiye - ABD planlarına karşılık, AB - Kürdistan planları, iki emperyalist kampın farklılaşmış yol haritaları olarak belirebilir. Bu durumda da Türkiye - Kürdistan ilişkileri, büyük ölçüde iki emperyalist merkezin ilişkilerinin belirleyiciliğinde gelişecek, emperyalist rekabetin konusu olacaktır.
ABD’nin, İran’ın kuşatılması açısından belki de en önemli halkayı oluşturan Türkiye’de işleri şansa bırakmak istememesi, Kürtler karşısında bu sefer Türk kartını biraz daha öne çıkarmaya başladığını göstermektedir. Aynı şekilde Kürt meselesinde Türkiye’nin hassasiyetini bilen Avrupa Birliği de ABD’nin hamlelerini karşılamaya çalışmakta, özellikle PKK’yi hedef alan açıklamalarda bulunmaktadır. Kimse Kürtler üzerinden Türkiye ile ilişkilerini fazla gerginleştirmek, fazlaca açmak istememektedir. Bunun nedenleri vardır. Haritaya bakmakla bile anlaşılacağı gibi Kürtler, bütün bu dalaş alanının tam ortasında, bütün birimlerin içinde konumlanmıştır; tarihsel varlıkları, müdahaleye konu olan bütün ülkeleri kesmektedir. Buna rağmen uluslaşma sürecinin nispeten gelişmemişliği, ulusal parçalılık ve uluslararası ilişkiler alanındaki belirsizliklerle sarılmış varlıkları, her şeyden öte devlet olarak cisimleri, ne Avrupa’nın ne de ABD’nin, bölgeye yönelik geniş çaplı operasyonlarını taşıyabilecek nitelikte değildir.
Her iki kamp da Türkiye’ye, bölgede ileri karakol görevi biçmektedir. Bu ölçüde düzenlemelerin yapılacağı ve savaşın yayılacağı bölgeyi pazar ve yeni fırsatlar alanı olarak Türk oligarşisinin önüne sunuyorlar. Ama bu durumda değişen bir çok şeyin aynı anda hesap edilmesi gerekmektedir. Kürtler bu ateş çemberi içinde, dış etkenlerin, belki de tarihlerinde ilk kez olumlulaşmasıyla, uluslaşma sürecini ileri bir noktaya taşımıştır. Uluslaşma sürecinin bütün tipik görüntüleri, Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi içinde görülebilmektedir. Parçaları arasında rekabetçi ve şiddet temelli ilişkiler önemli ölçüde aşılmıştır. Özellikle diğer parçalardaki siyasi çizgilere göre modern ilişkiler sunan PKK’nin ağırlığını artırması ölçüsünde, uluslaşma süreci karşılıklarını bulmaktadır. PKK her bir parçasındaki fiili varlığından çok, savunduğu politikaların Kürt halkı içinde bulduğu karşılıklar üzerinden uluslaşma sürecinin etkin bir parçası sayılmalıdır. Diğer parçalarda da gücünü artırması ölçüsünde Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi kendi içinde birlik eğilimini artırmakta, geçmişte sık sık görülen türden çatışma ve rekabet, sahiplenme, koruma ve birlik zorunluluğu ile yer değiştirmektedir. Bundan önce, bir parçasındaki öncülük, diğer parçasındaki siyasi oluşuma, saldırır, savaş açabilirken, şimdi bu pek mümkün gözükmemektedir.
Bütün bu ‘olumlu’ gelişmelere karşın, uluslaşma ve devletleşme süreçlerindeki gelişmemişlikleri açısından Kürtler, bölgeye müdahale açısından Türkiye karşısında, Irak örneğinde olduğu gibi kolayca tercih edilebilecek; ya da tam tersi, Türkiye ne kadar güçlü ve gelişkin bir devlete sahip olursa olsun bunun karşılığında Kürtler, bütün projenin dışına itilecek şekilde feda edilebilecek bir konuma sahip değildir artık. Buna karşılık Türkiye’nin Kürtlere karşı şiddet ve terörü artırarak imha ve yıkım politikalarına girişmesi, ileride, örneğin Kosovo benzeri uluslararası barış gücü müdahalesi gibi, girişilen saldırının tersi yönünde sonuçlara yol açacak senaryolara kapı açmanın koşullarını da oluşturabilir. Ama daha kuvvetli olasılık, Kürt meselesine yönelik bir ‘demokratik açılım’ ekseninde oluşturulacak bir birliğin koşullarını sağlayarak daha geniş çaplı operasyonlar ve savaşlar için hem Türklerin hem de Kürtlerin birlikte hazırlanmasının koşullarının yaratılmasıdır. Uzun süreli ve geniş çaplı bir hazırlık gerektiren bu strateji, Türk oligarşisine, daha geniş bir ölçekte, bütün bir Ortadoğu’da, emperyalist saldırıya ortaklık rolü oynama olanağını sunmaktadır.
AB açısından da bu konuda söylenebilecek, bir çok şey bulunmaktadır. Normal ilişkiler içinde Abdullah Öcalan’ın tutukluluğunun başında sunduğu çerçeve, bir çok kapıyı ve özellikle Ortadoğu kapısını açan bir nitelik taşımaktaydı. Abdullah Öcalan, ‘Kürtleri kazanın koç başı siz olun, sırtınız yere gelmez’ anlamına gelen politik bir teklif geliştirmişti. Ama bu konuyu gündem yapacak esnekliğe çok uzak olan ve hatta niteliği gereği Kürtleri hepten yok saymayı ilke edinmiş Türk devleti, böyle bir politik yönelim içerisine girmedi, eski dıştalayıcı Türk milliyetçiliği politikasını sürdürdü. Süreç içinde Öcalan önerisini geliştirip siyasi bir proje haline de getirdi. Üstelik ABD’den daha çok AB yönelimi içinde olan burjuvazinin ve daha çok da AB’nin politika üreten merkezlerinin önünü açan, bu arada bir düzeyde de olsa Kürt ulusal sorununa bir ‘çözüm’ olarak ileri sürülen bu öneri, somut olarak (‘ayrı devlet’ ya da ‘bağımsızlık’ yerine) “Demokratik Konfederasyon” formülasyonunda ifadesini buldu.
AB açısından, Türk devletinin uyum yasaları çerçevesinde bu esnekliği gösterebilmesi ve böylece Kürtlerle ilişkinin de, bir üst düzeyde yeniden tesis edilebilmesi mümkün olabilirdi. Ancak federasyon tartışmaları Evren’in ‘eyalet sistemi’ çıkışı dışında doğrudan gündeme gelmese de, daha öncesinden böyle bir yönelimi çağrıştıracak ya da kolaylaştıracak düzenlemeler gündeme alındıkça, Türk milliyetçisi tepkiler güçlendi; arkadan gelebilecek federasyon ‘öcüsü’, ‘üniter devletin bölünmezliği’nin savunucuları tarafından sürece karşı korkuluk gibi sallanmaya başlandı. Kürt siyasal hareketi ise, küreselleşme düzenlemeleri çerçevesinde gündeme gelen tekelci yasalar karşısında konumunu, yerel yönetimlerine özerklik yolu açmak üzere, muhalefet değil de destekçi olarak belirledi. Yerel yönetimler, kamu personel rejimleri vb karşısında, sınıf hareketinin zaten zayıf olan siyasal niteliği, Kürtlerin geri çekilmesi ile daha da zayıfladı. Fiilen sınıf çıkarları ulusal çıkarların gölgesinde kaldı. Buna rağmen Türk oligarşisi, sistem içi gerilimler ve önüne getirilen politikaların belirsizliğinde, bu uzun ve alışık olmadığı ‘demokratik’ tercihi, sıkıştığı noktada terk etme eğilimi içine girdi.
AB, nasıl sosyalizm sonrasının geniş coğrafyalarına ABD’nin arkasından ve onunla ilişkilerini fazlaca germeden ‘demokratik’ kılıflarla nüfuz etme politikası gütmüşse, Türkiye ile ilişkilerinde de böyle davranmayı bırakmamış görünüyor. Kürtlerle ilişkilerinde esneklik gösterememiş ve şiddete teslim olmuş bir TC ile ilişkilerini fazlaca germektense, sesini Kürtlere karşı yükseltmeyi ve eğer, ‘ulusal demokratik haklarını’ istiyorlarsa, yüksek sesle istemeyi bırakıp, verilmesini beklemelerini önerdi. Aslında bir çok Kürt siyaseti ve burjuva ideologu da, Kürtlerin kazanımları için bu kadar çok fatura ödenmesinin, bu kadar çok insan ölmesinin ve savaşın gerekli olmadığının altını çizip durmaktadırlar. Onlara göre, zaten AB sürecine girmiş olan Türkiye’de Kürtlere özgürlükleri verilecekti! Bu kadar savaş ve fatura ödenmeden de bunlar kazanılacaktı!
Sonuçta, ABD yörüngesine girmiş ve şiddet yönünde önü açılmış TC’nin, ortalığı biraz kırıp döktükten sonra, Kürtlerle ilişkilerini yeniden düzenlemesinin önü açılmış olacaktır! Bu gerçek, hem ABD hem de AB açısından değişmemektedir. Tabii yine kaybeden Türk ve Kürt emekçi halkları olacaktır. Türk oligarşisi için fırsat ve pazar diye sunulan tercih, Türkiye ve bölge halkları için tam bir kurt kapanıdır. Türkiye’yi içinden çıkılmaz sıkıntılara, emekçi halkları sefalete, savaşa mahkum edecek olan egemenler, kendi baş ağrılarına çare bulduklarını düşündükleri an, çok daha şiddetli krizlere sebep olacaklardır.
İşçi sınıfını milliyetçilik temelinde bölmek TC’nin bölgesel hesaplar içine daha aktif sokulmasının koşullarını da yaratacaktır. Emperyalistler ve Türk oligarşisi bunu denemeye girişmiştir! Şemdinli ile başlayan saldırı ve provokasyonlar bunu kanıtlamaktadır. Güneyde kurulan Kürt devletinin yarattığı gerilimi bahane eden TC’nin sınırın berisindeki Kürtlere inkar ve imha politikasıyla uyguladığı ve uygulayacağı şiddet, esasında toplumun bütün üreten, yaratan kesimlerine yönelik saldırısının bir parçasıdır; ondan ayrılamaz. Kürt halkına milliyetçi saldırının arkasına alacağı şovenist histeri ise, işçi sınıfına dayatılmış koşulları kalıcılaştıracaktır. Şovenizmin imha politikasına ortak olacak Türkiye işçi sınıfı, kendi kuyusunu kazmış sayılacağı gibi, Kürt meselesinin çözümünü işçi sınıfının yükselteceği mücadelede değil de uluslararası burjuvazi ile işbirliğinde arayan Kürt siyasal önderliği de Kürt halkının önümüzdeki dönemde ödemek zorunda bırakılacağı bedelleri hazırlamış olur.
Politik gelişmeler, en temelde emek - sermaye çelişkisi tarafından belirlenmekle birlikte, çok çeşitli düzeylerdeki çelişkilere ve mücadelelere bağlı olarak biçimlenmeye devam ediyor. Bu genel belirlenim içerisinde, Türkiye’deki politik yönelimler üzerindeki önemli bir etken, emperyalizm ve oligarşinin tercihleri doğrultusunda, son yıllarda gündemde özel bir yer tutan AB sürecidir. Sosyalizmin yığınsal bir politik seçenek olarak bulunmadığı koşullarda, Ortadoğu’da emperyalizme karşı muhalefet ve direnişin islamcı hareketlerde toplanması karşısında, AB süreci, İslam cephesine karşı Türkiye’nin Batı’nın yanında tutulma çabalarını ifade etmektedir. Ancak yine sosyalist alternatifin eksikliği koşullarında emperyalizmin uygulama ve düzenlemelerine karşı tepkilerin yönelimine girdiği diğer bir çizgi de milliyetçiliktir. On yıllardır oluşturmuş olduğu birikim, kadrolaşma ve örgütlenmeye dayanarak milliyetçilik, bir yandan genelde küreselleşme, özelde AB sürecinden zarar gören kesimlerin desteğini arayıp diğer yandan ABD’nin Irak Kürdistan’ında yarattığı ‘güvenli bölge’yi bahane edip azgın şoven saldırılara da başvurarak tırmanışa geçmiştir.
Emperyalizm ve oligarşinin talebi olan sosyal devletin tasfiyesi ve sömürünün artırılıp yoğunlaştırılması doğrultusundaki yasal düzenlemeleri gerçekleştiren AKP hükümeti, ılımlı İslam kimliğiyle islamcılığın önderliğindeki toplumsal muhalefeti etkisizleştirmesiyle, ‘Batı’ olarak adlandırılan emperyalizm ve oligarşinin çıkarlarını temsil etmektedir. Buna karşın başını ordunun çektiği ve faşistlerden kemalistlere uzanan laiklik ve milliyetçilik temelindeki karşısındaki cephe, AKP’nin kullandığı İslami referanslara tepkiler üzerinden yine islamcılığa karşı ‘Batı’ adına giderek gelişmiştir. Karşısındaki cephenin basıncı AKP hükümetini de sıkıştırmakta, milliyetçilikte rekabete itmektedir. Bu milliyetçi atmosfer içerisinde Kıbrıs konusunda altına imza attığı protokolü uygulamayarak AKP hükümeti, şenliklerle bayram ederek başlattığı AB adaylık süreci ve müzakerelerin büyük ölçüde tıkanıklığa girmesi doğrultusunda tutum almak durumunda olmuştur.
Milliyetçilik, en belirgin ifadelerini, Kürtlere karşı her türlü ulusal demokratik taleplerine şoven bir saldırganlık biçiminde ortaya koymaktadır. Bir yandan sınır ötesi operasyon ve müdahale koşulları zorlanır, tarih vererek tehditler savrulur, hatta taciz ateşi açılırken, öte yandan sınırın berisinde de hem DTP’lilere “sayın” gibi ifadeler gerekçesiyle cezalar yağdırılmakta, Gündem gazetesi artarda kapatılmakta hem de askeri operasyonlara girişilip bütün ‘ateşkes’, ‘barış’ vb inisiyatifleri boşa çıkartacak çatışma ortamı kışkırtılmaktadır.
Bu süreçte, Kürt hareketinin Öcalan’ın sağlığı üzerine odaklanması da boşuna değildir. 1978’de iç çatışmaların Aşil topuğu olan Alevi - Sünni çatışmasını kışkırtmak için faşistlerin kendilerine çok yakın olmasına rağmen Malatya belediye başkanına suikast düzenlemeleri gibi, şimdinin Aşil topuğu olan Kürt - Türk çatışmasının en büyük hedefinin de Öcalan olması, devamlı yapılan provokasyonlar, linç girişimleri, cinayet ve katliamlar nedeniyle bilinemeyecek bir şey değildir. Öcalan’a girişilecek bir suikastın bir patlama noktası olacağı, Kürt - Türk çatışmasının gelişip ortalığın kan gölüne döneceği açıktır. Ölüsü dirisinden pahalıya patlayacağından, Öcalan İmralı hücresinde tutulmakta, bir yandan rehabilite edilmeye çalışılmakta, bir yandan da devletin içinde yuvalanmış faşistlerin işlerine geldiği zaman düzenleyecekleri suikasttan da korunmaktadır.
Gerek PKK mevzilerine yönelik askeri operasyonlar sırasındaki ölümlü silahlı çatışmalar, gerek çeşitli yerleşim yerlerinde Kürtlerin yığınsal protesto gösterileri ve TC’nin güvenlik güçleriyle karşı karşıya gelmeleri, egemenlerin ifadesiyle ‘PKK’nin son çırpınışı’ veya ‘yoğun bir kan kaybının göstergesi’ olarak görülemez. Kürt hareketi tepkileriyle hem ABD’ye hem TC’ye ve hem de Kürt halkına kendisine rağmen hiçbir çözümün olamayacağının mesajını vermek istemektedir. Ne var ki bu sırada uzun vadede kendisine de büyük zararlar verecek yöntemlere de başvurmaktadır. Çöp kutularına bomba koymak, yolcu otobüslerine sabotajlar yapmak, ne tasvip edilebilir ne de uzun vadede kendisine bir yarar sağlayabilir. Tam tersine, geri tepip kendisini vurur. Her ne kadar marksist önderlikli olmayan ulusal kurtuluş mücadeleleri bu gibi yöntemlere baş vurmuş olsalar da, bunların kendilerine yarar değil zararı olmuştur. Aklı başında herkesin kör terörü şiddetle reddetmesi gerekir. Bunlar hem insani vicdanı fena halde acıtır, hem de eylemin kimler tarafından yapıldığını anlaşılmaz hale getirir. Böyle olunca da söz konusu hareketin kisvesine bürünmüş korucu ve benzerlerinin yaptıklarını ona mal etmekte zorluk çekmezler. Haklı mücadele verdiklerine inananlar, eylemlerini öyle bir titizlikle seçmelidirler ki, sıradan halk bu eylemi kimin yaptığını hemen anlayabilmelidir. Böyle olunca, hiçbir propaganda halkı tersine inandıramaz. Aksi halde, başkalarının yaptıklarının kendisine mal edilmesi önlenemez. Kürt hareketinin uyguladığı taktik ve yöntemlerin birçoğunun kabul edilemeyecek yöntemler olması, sınıfsal bileşimi ve ona uygun ideolojisinden kaynaklanmaktadır. Hedef olmayacak insanların doğrudan hedef haline geleceği eylemler, dolayısıyla yolcu otobüslerine, çarşı kalabalıklarına bomba atmak gibi yöntemler, kesinlikle komünistlerin işi olamaz, ama aynı zamanda mücadelelerinin haklılığına inanan hiç kimsenin de bunları yapmaması gerekir. Ateşkes koşulları kalkıp açık çatışmalar gelişse de bu yaklaşım yine geçerli olmalıdır, titizlikle böyle bir tutuma uygun davranılmalıdır.
Öte yandan, Türk milliyetçiliği ve ırkçılığı öylesine kudurup zincirlerinden boşaldı ki, başta Baykal ve CHP’si olmak üzere, hepsi faşistlerle yarışa girdi. İttihat ve Terakki’den beri devam eden ırkçılık, çeşitli kılıklara girmiş, düşman cepheyi genişletmemek için adeta herkesi Türk yaparak kabul etmeyenleri “yasal” - yasadışı, gizli - açık imha etmiş ya da boyun eğmeğe zorlamış, bir çoğunu da ülkelerini terk etmek zorunda bırakmıştı. Bu doğrultuda Lozan bile, işlerine geldiğinde ayaklar altına alınabilmektedir. Örneğin, Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’ndan gelen Cumhurbaşkanı, vakıf malları yasasını veto etmekte sakınca görmemiştir. Halbuki Lozan Antlaşması azınlıklara vakıf kurma hakkını tanımakta olduğuna göre, vakfın da vakfedilen mallara sahip olacağı açıktır. Azgın ırkçılık öyle bir boyuta ulaştı ki, artık iş herkesi Türkleştirmekten çıkıp, ötekileştirmeye, düşmanlaştırmaya, yok etme, imha etme inancının meşrulaşmasına doğru ilerlemeye başladı. Buna paralel olarak da, buna karşı çıkmak, örgütlenmek, söz söylemek, yazı yazmak, faşizan yasalarla önlenmeye çalışılmakta. Aynı şekilde, istenmeyenlerin parlamentoya girememesi için yüzde on barajı yetmezmiş gibi, Kürtlerin bağımsız girmesini de önlemek için mide bulandırıcı oyunlar tezgahlanmaktadır. Dink cinayetinde ve cenazede atılan “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına tepkilerde, ırkçı şoven milliyetçiliğin ulaştığı boyutlar ortaya çıktığı gibi, “derin devlet” denilen kontrgerilla örgütlenmesinin ‘güvenlik kuvvetleri’, devlet kurumları ve faşist örgütlerle bağları ve giriştiği komplo ve provokasyonlar bir kere daha gözler önüne serilmiş, Dink cinayetini ise Malatya’da Hıristiyanlık doğrultusunda yayın yapanların katledildiği benzer bir saldırı izlemiştir.
Bu sırada, başını, bir tarafta ordu, diğer tarafta AKP’nin çektiği cepheleşmeler arasındaki politik mücadelelerin giderek keskinleşmesi, bir yandan Şemdinli, Danıştay, Atabeyler gibi komplolar, diğer yandan darbe iddiaları ve tehditleri üzerinden açığa çıkmıştır. Şemdinli iddianamesinde Büyükanıt’ı suçlayan savcı meslekten alınır ve Büyükanıt da Genelkurmay Başkanlığına getirilirken, AKP hükümeti geri adım atıp umudunu seçimlere bağlamıştır. Cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri ise, iki kamp arasındaki çatışmanın odak noktasını oluşturmuştur.
Bu süreçte önce AKP hükümetinin bir erken seçime zorlanarak cumhurbaşkanının yeni meclis tarafından seçilmesi gündeme getirildi. CHP bu amaçla, “sine-i millet” tartışmasına girdi, ama milletvekilliklerinden istifa etmek için TÜSİAD’ın desteğini istedi. Partinin tutumunu açıkça TÜSİAD’a bağlayan bu tavır, benzerleri gibi, egemenliğin iddia edildiği gibi millette değil, oligarşi adına TÜSİAD’da olduğunun kabulü ya da itirafının bir ifadesiydi. Ancak TÜSİAD, cumhurbaşkanının uzlaşmayla seçilmesi görüşünü tekrarlamakla birlikte, erken seçime karşı çıktı; genel seçimlerin zamanında yapılmasını isterken, hükümeti, AB süreci, mali disiplin, kamu yönetiminde becerinin ön plana alınması konularında uyardı.
Daha sonra da TÜSİAD, erken seçim ya da darbe yandaşlığını desteklemeyerek muhalefetle araya mesafe koyan, aynı zamanda da hükümeti AB sürecinin aksaması, dinci kadrolaşma konularında uyaran, (IMF gibi) seçim ekonomisi uygulanmasına karşı çıkan ve cumhurbaşkanlığı seçiminde uzlaşma talep eden tavrını sürdürdü.
Taraflar arasında politik mücadele kızışırken, sosyalist politikanın, işçi sınıfının politik temsilcisinin yokluğunda, sosyal, politik ve ekonomik bakımdan birbirlerinden kökten farklı olmayan düzen partilerinin aralarında mücadele alanı olarak milliyetçilik yarışı ve laik - anti-laik kutuplaşması kaldı. Dinci kesim, dincilikte birbiriyle yarışırken, faşistlerden kemalistlere kadar milliyetçiler de, şoven milliyetçilikte birbiriyle yarışarak şovenizmi körüklemekle kalmayıp ordunun müdahale etmesini savundu. Aynı şekilde dinci medya da, dincilerin mağdur durumda olduklarının yaygarasını yaparak, hem muhalefeti canlı tutup geliştirmeye, hem de rakiplerini geriletmeye çalışırlarken, hepsinin ortak hedefi AKP oldu. Bugün demokrasi adına laiklikten söz eden kemalistlerin politik alanı islamcılara açan darbelerden, imam-hatiplerin vb. yaygınlaştırılmasından ve geçmişteki baskıcı devlet ve her türlü antidemokratik uygulamadan birinci derecede sorumlu olmalarının çelişkisinden öteye, sorun egemen sınıfla politik temsilcileri arasındaki çelişkilerde düğümlenmektedir.
Tüm sömürü sistemlerinin ilkesi, sömürünün ve sistemin devam ettirilmesidir. Yapılan ve yapılacak her şey buna hizmet etmelidir. Önemli olan, bunun faşizm, demokrasi veya teokrasi olması değil, sistemin devamıdır ve verili durumda sistemi hangi devlet biçimiyle sürdürmek mümkünse, egemen sınıf tarafından, o seçilir. Tabii ki bu seçim keyfi değil koşullara bağlıdır ve aralarında da önemli farklar vardır. Bu farktan dolayıdır ki, egemen sınıf zorunlu olmadıkça sakin, gürültüsüz - patırtısız, “barışçıl” bir ortamda sistemin devamını tercih eder ve bunun için uğraş verir. Partiler olarak yarışan temsilcileri ise, faşistinden sosyal demokratına kadar hepsi, (bazen cuntalar) temsil görevinin kendilerine verilmesi için çabalar. Bu durum temsilcilerle temsil edilenler arasında, belli konularda, belli zamanlarda tartışmalara, hatta sürtüşmelere yol açar. Bu sürtüşmelere ‘kayıkçı dövüşü’ deyip geçmek, işin kolayına kaçmak olur. Egemen sınıfların farklı kesimlerinin çıkarlarının, çoğunlukla farklı temsilcilere denk düşeceği gibi, farklı şartlarda, farklı temsilcilerin çıkarları, egemen sınıfların farklı kesimlerinin çıkarlarıyla ters kutuplara düşebilir. Bugün, sosyal demokratından faşistine, bilumum asker - sivil kemalist şoven bürokratından, aydın geçinen rütbesiz general, “bilim” insanı ve kendini gazeteci olarak takdim eden şovenlerle, tekelci burjuvazinin örgütü TÜSİAD’ın çelişkili görünümü gibi.
Osmanlı’da kökleri olmakla birlikte, Cumhuriyetin kuruluşundan beri askeri bürokrasi, şovenizme uzanan milliyetçilik temelinde, kendini devletin ve ülkenin sahibi gibi görürken, devlet idaresindeki ayrıcalıklı özel konumlarını korumak için ellerinde iki silah kaldı. Birisi, gerçek anlamıyla top-tüfek, diğeri, şoven milliyetçilik ve antidemokratik yasa ve uygulamalar. Bu kesimin de desteğiyle, Cumhuriyetin kuruluşundan beri işlenen milliyetçilik ve şiddet yüceltmeleriyle, faşist oluşumlar ülkeyi kana bulamaya, hatta bunu daha da hızlandırıp adeta iç savaş yaratmaya doğru ilerlediler. Bu durum, devletin bütününün kontrolünde ve isteminde olmamakla birlikte, bütününün bilgisi dahilinde olarak nitelenebilir.
Örneğin, çoğunluğu Kürt olmak üzere yüzlerce faili bilinen ama açıklanmayan faili ‘meçhul’ cinayetler, Cumhuriyet Gazetesinin bombalanması, Şemdinli olayı, Danıştay baskını, Hrant Dink cinayeti ve hepsinden de sansasyonel olan, yıllar öncesinin Sivas katliamları, hem bilinen ve devletin içinden belli kesimlerin desteğiyle yapılan, hem de devletin bütününün istemi dışında, hatta belki de onlara rağmen yapılan saldırılardır. Bunların kimi provokatif, kimi toplumda yılgınlık yaratıp sindirme, bir kısmı kendini dayatarak kabul ettirme, bir kısmı kendini devletin tarafı kabul ettirme, bir kısmı da kendini devletin, cumhuriyetin asıl sahibi gören eylemlerdir. Öte yandan, militarizmin sivil teorisyen ve propagandistleri ise, antidemokratik yasa ve uygulamaları meşrulaştırmak doğrultusunda ideolojik üretim, propaganda ve ajitasyonu görev edinmişlerdir.
Çelişkili biçimde, milliyetçilik kervanına AKP de katılmıştır. Erdoğan, Çankaya ve genel seçimlerin ‘popülist’ pragmatizmiyle azgın şovenist dalganın akıntısında kulaç atarken, siyasi danışmanı Ömer Çelik, milliyetçiliğin “siyasi milliyetçiliğe” uzandığını, bunu da faşistlerin katliamlara varan araç olarak kullandıklarını, bu milliyetçilikle faşizmin bağını kurmadan, antidemokratik yasaları temizlemeden, bu gidişin önünün alınmayacağını açıkça ifade ettiği gibi, islamcı basın - yayın kuruluşları ve örgütlerin hemen hepsi de bu perspektife yakın doğrultuda tavır belirtiyorlar. Bunların Erdoğan’dan bağımsız olduğunu düşünmemek gerekir.
TÜSİAD’ın doğrudan temsil ettiği oligarşinin istemleri ise, ne var olan kargaşayla, ne yukarıda adı geçen kesimlerin arzularıyla bire bir örtüşmektedir. O, işbirlikçisi olduğu emperyalist tekellerle ülkeyi kendi istediği gibi yönetmek istemektedir ve grup çıkarları için kargaşayı sürdürenleri de, derinleştirenleri de etkisizleştirmekten yanadır. ‘Ülkenin gerçek sahibi’ olarak bütün ‘kahyaların’, temsilcilerin kontrolü altına girmelerini istemekte, bu da politik kavganın temel nedenini oluşturmaktadır.
Mehmet Ağar’ın çıkışı da bunlardan bağımsız olarak ele alınamaz. 41 yıl MİT’de görev yapmış ve uzun süre PKK ile mücadelede bulunmuş Cevat Öneş’in açıklamaları ile Prof. Zafer Üskül tarafından güncelleştirilen TÜSİAD raporu da aynı bütünün parçalarıdır.
Güncelleştirilen TÜSİAD raporunun getirdiği önerilere göre, vatandaşlar Türkçe dışında ana dillerini okullarda seçmeli dil olarak okumalı; Genelkurmay, Milli Savunma Bakanı’na bağlanmalı; kimliklerde din hanesi kaldırılmalı; din dersi zorunlu olmaktan çıkarılmalı; imam-hatip liseleri, imam hatip ihtiyacı kadar öğrenci almalı; Milli Güvenlik Kurulu kaldırılmalı; 1982 Anayasası kaldırılıp, yeni anayasa yapılmalı; Askeri Ceza Kanunu’nda ölüm cezası ve anayasaya aykırı cezalar değişmeli; seçimlerde ülke barajı kaldırılmalı veya yüzde 4-5’e düşürülmeli... Böyle devam edip giden rapor ne şoven kemalistlerin, ne faşistlerin ve ne de şeriatçıların işine gelirken, Sabancı’nın “301 ayıbından kurtulmalıyız” sözleri de hem faşistlerin, hem de şoven kemalistlerin azgın tepkilerine yol açmıştır.
Eski MİT müsteşar yardımcısı Cevat Öneş de, Kürt sorununun demokratikleşme ile, Kürtlerin insani haklarının verilmesi ve barış sağlanmasıyla çözüleceğini, bu konuda özeleştiri yapılması gerektiğini anlatmış, Kürt sorununun silahlı PKK’yi yok etmekle bitmeyeceğini, Öcalan ve PKK’nin ileri sürdükleri ‘birlikte yaşama’ ve bunun koşullarının dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştır.
Ağar ise “illegal silahlı mücadeleyi bırakıp legal siyasi mücadele yapsınlar” demektedir. Tabii ki bu bir genel affı da kapsar. Sorun tek başına ne Ağar, ne Cevat Öneş ve hatta ne de tek başına TÜSİAD sorunudur. Sorun, bir bütün olarak dünya emperyalist-kapitalist sisteminin ve emperyalist odakların sorunudur. İstem onların istemidir ve ortaya çeşitli kanallardan görüşlerini iletecek figürler sürmektedirler.
Ağar’ın çıkışı birçok kişinin ezberini bozmuş gibidir. Kimine göre bu bir aldatmaca, kimine göre Ağar değişti, kimi de çeşitli sorgulamalarla samimiyet ölçmeye çalışmaktadır. Halbuki Ağar açısından ne bir değişiklik, ne bir kandırmaca ve ne de bir samimiyetsizlik söz konusudur. Ağar, tarihi boyunca olduğu gibi, yine patronlarının istediği doğrultuda hareket eden bir tetikçiden başka bir şey değildir. Yarın şartlar değişir ve patronları başka yöntemleri gündeme alırlarsa, o ya hemen buna uyar veya çöpe yollanır. Dolayısıyla yapılan samimiyet ölçme egzersizlerinin hiçbir kıymeti yoktur. Ancak yine de bir tehlikeye işaret etmekte yarar var. Yapılan önerilerin yukarıda aktarılan kısımlarının hemen hemen hiçbirine karşı çıkmak gerekmez; onları komünistler de, tüm liberal demokratlar da şu veya bu biçimde destekler. Tehlike ise, tüm bunların, sömürü sisteminin ve sömürgeciliğin devamı için savunulduğunu unutmaktadır. Yer yer Kürt ulusal hareketi önderlerinden “Ağar samimimidir, geçmişi unutalım” gibi söylemler duyulmaktadır. Halbuki Ağar yüzlerce faili “meçhul”un katilidir, derin devletin baş tetikçisidir. “Ovaya inmek” gibi öneriler, ne sömürü sistemini ve ne de sömürgeci sistemi yok etmeye yönelik değildir ve asla da onlardan böyle bir öneri gelemez. Önerilerin tümü, sistemin verimli sürdürülmesi içindir. Dolayısıyla ne komünistler, ne de ulusal kurtuluş hareketi bu önerilere bel bağlayarak kendini organize edemez.
TÜSİAD ise ‘samimidir’; daha doğrusu, bunların hayata geçmesi verili koşullarda işine gelmektedir. Bunu siyasi alanda üstlenecek Ağar’dan daha müsait figür de gözükmemektedir. O, hayatı boyunca yaptıklarıyla bunları göğüsleyecek hemen hemen en uygun kişiliktir ve o da, bu konuda şimdilik TÜSİAD kadar ve onunla birlikte ‘samimidir’. Ama şartlar değiştiğinde her şeyi toptan silip atacaklarını, bütün hamleleri buna göre yapmanın şart olduğunu asla unutmamak gerekir.
Ordunun ve onun gölgesinde kemalist seçkinci elitlerin, Demokles’in kılıcını kaptan köşkünün tepesinde sallamalarını tekelci sermaye istememektedir. Bu konuda AKP ile de uyum içindedirler. Bu anlamda oligarşi gibi AKP de, şoven milliyetçi ve ırkçı faşist propaganda ile adeta iç savaşa doğru sürüklenmeye engel olmaya çalışan bir tutuma girmiştir. Diğer yandan TÜSİAD, dinci kadrolaşma ve şeriatçı adım ve oluşumlarda AKP ile zıt kutupta yer almıştır. Özellikle Merkez Bankası Başkanı seçimi dolayısıyla hükümete karşı sert tavır almıştır. Ordu başta olmak üzere tüm şoven kemalistlerle AKP ve liberalizm yanlılarının bilek güreşine dönüşen Çankaya seçiminde de, TÜSİAD, gerginliğin engellenmesi adı altında, Erdoğan’ın aday olmamasını ve uzlaşarak başka birini bulmalarını önermiştir. Aynı doğrultuda Financial Times’da da Erdoğan’ın aday olmaması istenmiştir.
Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını engellemeye odaklanan süreç aslında, parlamento seçimleri doğrultusundaki sürecin bir parçasını oluşturuyordu. Ancak Erdoğan’ı cumhurbaşkanı adaylığından vazgeçirmek için, ‘AKP’yi zayıf düşürmemesi, başbakanlıkta kalması’ gibi bir gerekçeye de dayanıldığından, parlamento seçimleri konusu cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkarılmayıp hükümet sorunu cumhurbaşkanlığı seçimi sonrasına bırakılmıştı.
Öte yandan, Genelkurmay Başkanı Büyükanıt ise, cumhurbaşkanlığı seçimlerinden tam üç ay önce, Washington’da “düğmeye bastığını” ilan etmişti. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin başlamasının öngünlerinde gerginlik daha da tırmandı. Ankara’daki Cumhuriyet mitinginden iki gün önce düzenlediği basın toplantısında Büyükanıt, Irak’a operasyon yapılmasını savunurken, PKK gazetecisi istemediğini vurgulayarak, Kürt hareketini hedef gösteriyor ve AB müktesebatının uygulanmasının Türkiye’yi parçalayacağını iddia ediyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin olarak ise, “Cumhuriyetin temel değerlerine sözde değil özde sahip olan bir kişi” istemekle birlikte, kararın Meclis’e ait olduğunu ileri sürüyordu. Bu sırada, Genelkurmay ‘andıç’ı ve darbe girişimlerini yayınlayan Nokta Dergisi, askeri savcılık talimatıyla basıldı. ‘Darbeci paşanın’ başkanlığındaki ADD’nin başını çektiği Ankara mitingine de, ellerinde Türk bayraklarıyla yüz binler toplandı.
Tandoğan mitinginin ertesinde TÜSİAD Başkanı Yalçındağ, Cumhuriyet mitingine işaret ederek, ‘kendi düşüncesi’ adına –aksi durumda “azami dikkat harcaması gerekeceğini” söyleyip– Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına aday olmamasını bir kere daha tekrarladı. TÜSİAD, ordu ve yönlendirdiği yığınsal hareketin basıncını kullanıp AKP’yi kendi istediği tutumu almaya zorluyordu. Ayrıca seçim ekonomisi uygulanmasına karşı uyarmanın yanısıra, koalisyonun olabilirliği ve kabul edilebilirliği söz konusu ediliyordu.
Bu gelişmeler dönüm noktasını oluşturarak yaklaşık bir yıldır emperyalizm ve oligarşinin çeşitli temsilcileri tarafından dile getirilen, ancak meclis aritmetiği içerisinde gerçekleşmesi olanaklı görülmeyen Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmaması talebinin hayata geçmesini sağlıyordu. Seçimleri ve iktidar koltuklarını kaybetme tehdidi, AKP’yi aniden tutum değiştirmeye zorladı. MKYK çoğunluğu, Erdoğan’ın adaylığını istemedi. Erdoğan cumhurbaşkanlığı isteminden vazgeçmek zorunda kaldı, yerine Gül aday oldu. Gül’ün adaylığı ise ilk anda aralarında Sabancı, Lagendijk da bulunan emperyalizmin ve oligarşinin çeşitli sözcülerinin desteğini aldı.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turuna, AKP’lilerin dışında CHP’li Esat Canan ve iki DYP’li milletvekili katıldı. CHP ise, önceden açıkladığı gibi, 367’ye ulaşılamadığı gerekçesiyle, ilk turu iptal ettirmek ve cumhurbaşkanlığı seçimlerini engellemek için Anayasa Mahkemesine başvurdu.
Aynı gece Genelkurmay Başkanlığı internetten, “gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacağını” söyleyerek cumhurbaşkanlığı seçiminde ‘laiklikten yana taraf’ olduğunu açıkladı. ‘Cumhuriyetin temel niteliklerini koruma’ görevine işaret edilirken, “‘Ne mutlu Tük’üm diyene’ anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyetinin düşmanıdır” sözleriyle hedef ve düşman gösteriliyordu. Ertesi gün hükümet, genelkurmay muhtırasını (durumun “1-1” olarak nitelenmesine yol açan) bir karşı açıklamayla cevapladı. Anayasa Mahkemesi kararının etkilenmek istendiği vurgulanıp ‘Genelkurmayın Başbakanlığa bağlı bir kurum olduğu’ belirtildi.
Gelişmeler karşısında,. AB Genişleme Komiseri Rehn, –‘Türkiye’nin kaybedilmesi’ tartışması içerisinde– ordunun demokrasiye saygı göstermesini istedi. Buna karşılık ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Fried, ordunun seçilmiş hükümete verdiği muhtıra karşısında, ‘taraf olmadıklarını’ açıklayarak tarafını belli ediyordu.
Yine genelkurmay açıklamasından iki gün sonra gerçekleştirilen Çağlayan mitingine, Ankara, Burhaniye, Datça mitinglerinin ardından milyonların katıldığı ileri sürülmekteydi. Katılımcıları arasında Veli Küçük ile Muzaffer Tekin’in, öte yandan DİSK ve Petrol-İş’in de bulunduğu mitingin ‘darbeye de şeriata de karşı’ olduğu ileri sürülüyordu. Ama mitingin düzenleyicilerinden ADD Genel Başkan Yardımcısı Serter, “şanlı ordumuzun önünde saygı ile eğiliyoruz”, ÇYDD Genel Başkanı Saylan “Ordumuz laik cumhuriyetin korunmasında taraftır” sözleriyle kürsüden sesleniyordu.
Yeni durumda TÜSİAD, genelkurmay muhtırasının demokratik teamüllere uygun olmadığını belirtmekle birlikte, ‘yaratılan fiili durumda’, erken seçim isteyenlere katıldı. Bu sırada AB Komisyonu gibi, Avrupa Konseyinden de ordunun siyasete karışmaması, demokrasinin demokratik yollarla seçilmiş hükümete bırakılması yönünde çağrılar geliyordu..
Tandoğan mitingine katılmamakla doğru bir pozisyon almış DİSK, tam da 1 Mayıs öncesine denk gelen Çağlayan mitingine katılım kararı çıkartmamakla birlikte, destek sunduğunu açıklamıştı. Bu açıklamayı hem tabandan gelen basınca bağlamak, hem de Taksim kararı karşısında devletin tepesindeki kavgada çatlaklara oynamak ve müdahale karşısında destek bulma çabası olarak yorumlamak mümkün. Fakat DİSK her ne kadar bütün olumsuzlukları ile birlikte 77 1 Mayıs’ının otuzuncu yıldönümünde yaklaşık 1500 kişilik bir kitleyle Taksim’e çıkmışsa da, polisle birlikte askerleri de alandaki yerlerini almış şekilde karşısında buldu.
1 Mayıs karşısında hükümetin vahşice saldırgan tavrı, belki darbecilere koz vermeme çabası olarak değerlendirilebilirse de, burada daha önemli olan, milliyetçilikle islamcılık saflaşmasının yerini, bir günlüğüne de olsa, başka bir saflaşmanın, işçi sınıfı hareketi ile bütün temsilcileriyle birlikte düzen arasındaki saflaşmanın almasıdır. Çağlayan mitingine yönelik olarak “iktidarın değil, devletin polisi” olduğu için teşekkür edilen polis, iki gün sonra 1 Mayıs göstericilerine karşı da devletin ve düzenin polisi olduğunu gösterirken aynı zamanda milliyetçiler ve islamcılar arasındaki taraflaşmanın devlet içindeki bir iktidar kavgası, buna karşılık 1 Mayıs’ın sembolize ettiği işçi sınıfı hareketinin bu düzenin karşısında konumlandığını ve gerçek toplumsal seçeneği temsil ettiğini bir kere daha gösteriyordu. Polisin yetmediği yerde askerin devreye gireceği, sınıf hareketi karşısında aralarındaki kavganın hemen bir kenara bırakılacağının bir örneğini daha yaşamıştık. Güvenlik güçlerinin Taksim’e yürüyen on binlere karşı giriştikleri her türlü saldırılarına, engellemelerine karşın, “İşte 1 Mayıs, İşte Taksim” sloganlarıyla Taksim 1 Mayıs alanına giren işçiler, emekçiler, 1 Mayıs göstericileri ise, oligarşinin 79’dan beri uyguladığı Taksim’de 1 Mayıs yasağını kırarak işçi sınıfının gelecek yıllarda üzerine basarak mücadelesini yükselteceği bir başarı, oligarşiye karşı bir zafer kazanmışlardır.
Askeriyle, polisiyle güvenlik kuvvetlerinin on binlerce göstericiye vahşice saldırarak kime karşı kimi savunduklarını gösterdikleri 1 Mayıs günü, Anayasa Mahkemesi, AKP hükümetinin karşıtlarının talebini kabul ederek cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunu iptal etti. Buna karşı AKP hükümeti ve Erdoğan ise, cumhurbaşkanının halkın oylarıyla seçilmesi için anayasa değişikliği önerisiyle erken seçim istediklerini açıkladı. Anayasa Mahkemesi kararı karşısındaki manevrasıyla AKP, hem ‘millet iradesini’ saymayanlar karşısında halkçı bir görüntü kazanıyor, hem de aslında yürütmenin yığınlardan daha da uzaklaştırılması, kopartılması doğrultusunda egemen sınıfların politikalarına uygunluk taşıyan başkanlık sistemi yönünde bir adımı, bu görüntü altında, ileri sürüyordu.
Hamle ve karşı hamle, politik dengeleri yeniden oluşturdu; deyim yerindeyse skor ‘2-2’ oldu. Ordunun yönlendiriciliğinde ‘Cumhuriyet Mitinglerine’ katılan yığınlar, daha önce AKP’nin geri adım atmasına, tutum değiştirmesine yol açmıştı. Cumhurbaşkanlığı seçiminde meclis çoğunluğuna rağmen önü kesilen AKP’nin cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi önerisiyle seçmene, yığınlara seslenmesi ise bu defa, parlamento seçimlerinde yeniden seçilme şansını artırdı, büyük ölçüde seçenek olmaktan çıkmış AKP’yi tekrar seçenek haline getirerek bir anlamda ‘ölüyü diriltti’.
Genelkurmay muhtırasına ABD, “taraf değiliz” diye karşı çıkmazken AB, Türkiye’nin adaylık süreciyle de bağlantılı olarak, ordunun müdahalesine karşı bir tutum savunmuştu. AKP’nin Anayasa Mahkemesi kararına karşı hamlesi, bu durumda, ABD’yi AB’ye göre dezavantajlı bir pozisyona düşürdü. Bu da ABD’yi –AB içerisinde ordunun müdahalesi gerekçesiyle Türkiye’nin dışlanması tartışması temelinde– AB’nin (darbecilerin dizginlenmesi anlamında) baskısına açık hale getirdi. Bu durumda, ABD aniden tutum değiştirme telaşına düştü. Dışişleri Bakanı Rice, ABD’nin tutumunun AB’den farklı olmadığını anlatmaya çalışırken ABD Büyükelçisi Wilson, Genelkurmayın muhtırasını önceden bilmediklerini ileri sürerek anayasal sürece saygı gösterdiklerini savunuyordu.
Egemen sınıfların politik tercihleri arasındaki iktidar mücadelesi bu mücadelenin aracı olarak kitleleri harekete geçirirken, neden olduğu politik kriz bu egemenliğin kitlelerin gözünde teşhir olmasına yol açtığı, dolayısıyla egemen sınıfın çıkarlarına zarar verdiği ölçüde, çatışmayı sisteme daha fazla zarar vermeyecek sınırlar içine çekme, çatışan politik güçleri nispeten uzlaştırma çabaları da egemen sınıf açısından gündeme gelmek durumundadır. Erdoğan ile Büyükanıt arasında tam bu sırada gerçekleştirilen görüşme de bu çerçevede değerlendirilebilir. Öte yandan yine egemen sınıf açısından yeni politik seçenek yaratma çabaları sürerken DYP ve Anavatan Partisi, Demokrat Parti olarak birleşme yoluna girdi. Öne alınan seçim süreci ilerlerken, Manisa, Çanakkale, İzmir’de Cumhuriyet mitingleri birbirini izliyor, buna karşılık, mecliste de, 367 engelini aşamayan Gül adaylıktan çekiliyor, diğer taraftan cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi doğrultusundaki anayasa değişiklikleri kabul ediliyordu.
Üzerinden çeyrek asır geçtikten sonra da olsa, 12 Eylül askeri diktatörlüğünün hazırlattığı 82 Anayasası TBMM’nin ayaklarına dolandı! Hem de öyle bir dolandı ki, bütün bir parlamenter sistemin, burjuvazimizin ‘demokrasisinin’ olduğu gibi, çeliğinden çeperine devletin bütün kurumlarının sarmaş dolaş yuvarlanmasına ve kavgasına şahit olundu. Bu seferki, Anayasa maddelerinin Meclis’i, Meclis’in de bütün bir rejimi içine çektiği, yani politik sistemi neredeyse ‘tepe taklak’ eden bir krizdi.
82 Anayasası, özel olarak Evren için hazırlanmıştı. Meclis iradesini sınırlamak, kontrol altına alabilmek için devlet başkanına sayısız yetkiler getirilmişti. Ancak bu antidemokratik düzenlemelerin ve yetkilerin istemediklerinin ellerine geçmesi ihtimali belirince, militarist cephe, AKP’li bir cumhurbaşkanının seçilmesini engellemek için her türlü yolu aramaya girişti. Bu sırada 12 Eylül’le oluşturmuş oldukları devlet düzeninin de krize girmesine yol açtı.
Gün be gün anayasanın muhtelif maddeleri üzerinde verilen yorum kavgaları; sadece politik hesaplar nedeniyle değil, anayasa maddeleri açısından da seçimin hangi tarihte yapılacağının saptanmasında son ana kadar anlaşamayan bir meclis; giderayak anayasanın temel maddelerini bir hamlede değiştirme telaşındaki hükümet; bu telaşlı hükümetin başında anayasa kılıcını sallayan her daim muktedir genelkurmay; ve genelkurmayın kılıcının çıkardığı rüzgarla burjuva politik arenasının sağında ve solundaki partilerin birlik arayışları... Kısacası 12 Eylül rejiminin politik iflası!
Sistemin bu seferki politik krizi, burjuvazinin çeşitli kesimleri ve sözcülerinin, yeni siyasi başlangıçlar ve oluşumlar için üstüne bastığı zemini yeniden oluşturuyor. TSK muhtırası, belli ki ABD’nin Ortadoğu politikalarında olası rollerin göz önüne alınmasının bir sonucu olarak şekillendirilmiş. Egemen sınıfın bir kararsızlık ve denge anında, askeri bir irade ile oldu bitti yapmayı göz önüne alan ve oligarşiye, şu anda başat olmamakla birlikte gelecekte olası politikalarından birini servis eden bu oldu bitti, hem öncesinde hem de sonrasında bir toplum mühendisliği çabasını da gerekli kılıyor. ABD’nin, gece yarısı muhtırasından ancak beş gün sonra kerhen bir açıklama yapması, genelkurmayın uluslararası dengeleri nasıl da yerinde gözlediğini ortaya koyuyor. Kuşkusuz NATO’nun ikinci büyük ordusunun vereceği bir muhtıra için, dengeleri kollamaktan öte araçlara sahip olduğunu, bu yönde ilişkiler içinde bulunduğunu söylemek kehanet olmaz! Türkiye’deki bu politik kriz, neredeyse Fransa Cumhurbaşkanlığı seçiminin de merkezine oturdu. Genelkurmay’ın muhtırası, Sarkozy’nin seçilmesi açısından, “Paşaya kelle yetiştirmek” deyimini anımsattı. Birlik içinde Türkiye’nin katılımına karşı olanlar, dışlamak için eline böyle bir koz geçirmiş olmayı sevinçle karşılamış olmalı. Böylece AB’nin muhtıraya verdiği tepkinin de ne kadar samimi olduğu tartışmalı bir hal alıyor.
En sonunda 27 Nisan’dan beş gün sonra ABD, “Türkiye’nin laik demokrasisine ve kurumlarına güveniyoruz” diye bir açıklama yapmak zorunda kaldı. Bu kriz Türk oligarşisinin uluslararası ilişkileri ile özellikle AB üzerinden geliştirdiği müdahaleleriyle, şimdilik denetim altına alınmış olsa da, seçimlerden sonra şiddetini artırıp artırmayacağının bir garantisi yok. Sonuçta TÜSİAD da dahil, hemen herkes erken seçim kararını desteklemek zorunda kaldı. Oysa ki CHP’nin erken seçim önerisini patronlar klubüne destekletmek çabası sonuçsuz kalmış ve TÜSİAD erken seçim talebine sırtını çevirmişti. En sonunda kendisine askerler tarafından dayatılan erken seçimi, politik krizden tek çıkış yolu olarak kabul etmek zorunda kaldı. Patronlar, “laiklik ve demokrasiyi korumak için erken seçim zorunludur” açıklamasında bulundular. CHP’nin ve askerlerin çabası TÜSİAD’a böylece dayatılmış oldu. Her ne kadar muhtıra sonrasında AKP, kendisinden beklenmedik bir şekilde karşı bildiri yayınlasa da, cepheden çarpışmadan ama ‘zevahiri kurtarıp’ dağılmadan erken seçime doğru geri çekilme kararı almış oldu. Kuşkusuz kiAKP kurmayları erken seçim sonucundan ümitliler ve bu noktadan sonra geri çekilmeyi durdurup hamlelerini sürdürmeyi düşünüyorlar. TÜSİAD’ın genelkurmaya, ‘açıklama ile oluşan durum demokratik teamüllere uygun değildir’ şeklinde serzenişte bulunması ise, artık bu noktadan, erken seçim kararını tanımasından sonra, çok da bir şey ifade etmiyordu.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, “Ülkenin temel değerlerine askerin sahip çıkmasını yadırgamamak gerekir” diyor ve böylece, CHP’nin süngü desteği olmadan politika yapamayacağını teslim ediyordu. Daha önce Kürtlerin ittifak yapmaya çalıştığı SHP Genel Başkanı Murat Karayalçın, “siyasal yaşama sivil ya da asker... müdahaleyi doğru bulmadığı” şeklindeki sözlerine, “Türk Silahlı Kuvvetlerinin duyarlılığını anlıyor ve paylaşıyorum” garabetini ekliyor, ‘ne şiş yansın ne de kebap’ politikası güdüyordu. Ama yardımcısı ve partisinin tek milletvekili Ahmet Güryüz Ketenci, “Genelkurmay açıklamasının Anayasa’nın verdiği yetkiler çerçevesinde olduğunu” beyan ediyordu! Biz de bundan, Anayasa’nın Kürtleri ve onların haklarını savunanları toptan Cumhuriyet düşmanı ilan etme yetkisini Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verdiği gerçeğini anlamış oluyorduk!
DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi “gerekçesi ne olursa olsun askeri müdahaleleri doğru bulmuyoruz” açıklamasını krizden çıkışın yolunun bir erken seçim olduğu saptaması ile tamamlıyordu. Sonuçta bütün herkes erken seçimi, yani genelkurmayın dayatmasını kabul etmiş olmaktaydı. Üstelik AKP de bir tarafı olduğu bu krizi ertelemek ya da şimdilik içinden çıkmak için erken seçim dışında bir yol bulamamıştı.
Krizin tepe noktası, genelkurmayın (27 Nisan) gece yarısı muhtırasını verdiği geceydi. Muhtıranın gece yarısı verilmesini, genelkurmayın borsa ve piyasa hassasiyetleri ile açıklayanlar olduğu gibi, Anayasa Mahkemesine acil görüş yetiştirmek kaygısıyla açıklayanlar da vardı! Ama nasıl açıklanmış olursa olsun toplum, darbe yapacak generallerin, kendilerini önce ABD’ye sonra da piyasaya bakmak zorunda hissettiklerini, Nokta Dergisi’nin daha önceki yayınlarından öğrenmiş ve içinde yaşadığımız post-modern zamanların bir özelliği olarak idrak etmiş bulunuyordu. Tabii, toplum bunu idrak ederken, aynı zamanda Genelkurmay da başka bir şeyi çoktan test etmişti bile. Şemdinli soruşturmasının savcısının açığa alınmasından ölçü alarak, her koşulda iç tüzüğün “koruma ve kollama” maddelerini ifade etmeye yönelmiş emekli paşalar, Susurluk artığı muhtelif çetelerle kol kola ortada dolaşıyorken, hükümetin geçmiş bir darbe tefrikası üzerinde efelenmeyi seçerek, tabiri caizse yel değirmenlerine saldırması, siyasi iradesinin kalibresi hakkında toplumun her kesimine bir fikir vermişti.
Anayasa Mahkemesinin kararlarının siyasi yönünün de bulunduğu doğrultusunda zaten her kesimin ortakça zikrettiği açıklamalar, Türk siyasi yaşamının belki de en önemli aktörü olarak TSK’nın kendi tavrını belirtme gereği hissetmesine, yani muhtıraya, çelişkili bir şekilde de olsa meşruiyet kazandırıyordu! Herkes TSK’yı bir siyasi aktör olarak görünce, elbette ki muhtıra da neredeyse ‘demokratik’ bir nitelik kazanacaktı! Zaten, ordunun bu fazla mesaisi, İç Hizmet Yönetmeliği’nin bir türlü değiştirilemeyen maddesinin gereği değil miydi? Nasıl olup da askerlerin siyasi aktör olarak davranabildikleri ve bunun demokrasi ile ilgisi sorgulanmadan, bu muhtıranın gerçek niteliğini algılamak kuşkusuz ki mümkün değil! Küsuratlarıyla birlikte beş darbe geçirmiş Türkiye toplumu, bir de darbeler tarafından biçimlendirilebilmişse, darbelere meyletmek gibi bir temayül de kendiliğinden anlaşılırlık kazanıyor...
Çeyrek asır önceki darbeyle topluma onaylatıp dayattığı anayasa maddeleri bu sefer ayaklarına dolandığında TSK, arkasına aldığı kitle desteğinin sunduğu meşruiyet ve bu meşruiyetin verdiği fazladan bir rahatlıkla davranmış, Anayasa Mahkemesi kararının verdiği onay ile muhtırasını tahkim etmiş ve böylece Meclis’in iradesini hiçe saymaktan çekinmemiştir.
Toplumun önemli bir kesimi, daha çok da orta sınıflara mensup batıcı laik kesim, bu muhtıra sonrası kendi korkularını hafiflemiş hissediyorsa, biz bunlara “mezardan geçerken ıslık çalmayın” desek de fayda etmeyecektir! Üstelik muhtıra, bu sefer alanlara sürülen geniş kitlelerin taleplerine kendini kalkan yapmayı başarmıştır. Kısacası, tam bir ‘şıracının şahidi bozacı’ durumu ile karşı karşıyayız.
Alanlara çıkan kitleler, ‘ordu son tercihtir, biz demokratik tepkilerimizi dile getiriyoruz’, “silahsız kuvvetler görev başına” diyordu. Böyle demekle de aslında AKP’ye, ‘bak sonra kötü olur, bu şansını kullan, benim ikazlarımı kulak arkası etme’ demiş oluyordu. Muhtıradan önce kimi yazarlar, ‘şimdilerde demokratik tepkiler dışında elimizde başka araç kalmadı’ diye hayıflanıyorlardı! Askerler demokratik tepkiye katılmanın başka yolunu bulamadıklarından olsa gerek, tepkileri desteklediklerini bildiren ve bu arada namlunun ucunu Kürtlere ve onların imhasına karşı çıkacaklara doğrultan bir açıklama yapıverdi. O kadar rahatlar ki, bu rahatlığı yalnızca ellerindeki silahlardan ne de alanlara çıkan kitlelerin desteğinden bulmaları mümkün gözükmüyor. Tabii bu arada, laiklik savunusu diye yola çıkanlar, ister istemez geçmişte ‘bölücü, ayrılıkçı düşmanların’ üzerine yürüyen Hamidiye alaylarını canlandırmak yolunda bir adım daha atmış oluyorlar.
12 Eylül askeri diktatörlüğünün gerekçelerinden birisi, parlamentonun aylar süren sayısız turlarla cumhurbaşkanı seçemeyerek kilitlenmiş olmasıydı. Bu yüzden hazırladığı yeni anayasaya, cumhurbaşkanı seçiminin bir ay içinde en fazla dört turla sonuçlandırılması yönünde düzenlemeler yerleştirmişti. Genelkurmay muhtırasının ve ordunun namlularının gölgesi altında Anayasa Mahkemesi, varolan hukuki gerçekliğe rağmen aksi yönde karar aldı. Bu hukuki olmak yerine politik nitelikteki karar ise, 12 Eylül’ün ürünü 82 Anayasasından sonra bir politik iflasa daha, hukuk devleti kavramından öteye, –bağımsız yüksek yargının yasama ve yürütmenin karar ve uygulamalarını denetlemesi, böylece politikanın hukuka uygun bir çerçevede tutulması gerekçesine dayandırılarak– ‘hukukun üstünlüğü’ diye nitelenen devlet modelinin de iflasına karşılık geliyordu.
Bu ise, aynı zamanda, anayasasında, diğer nitelemelerin yanısıra, kendisini ‘demokratik’ olarak tanımlayan TC devletinin gerçek niteliğini gözler önüne sermektedir. Milletin egemenliğinin Meclis’inde somutlandığı iddiasıyla onun duvarında “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazmaktadır. Ama on yılda bir gelenekselleşen askeri müdahale ve darbeler, askerlerin gelecek krize kadar ‘geçici olarak’ yönetimi sivillere bıraktıkları ve bu anlamda rejime müdahalenin araçlarının kendi içine taşındığı bir devlet yapısını ortaya koymaktadır. Bu oligarşik diktatörlük örtülü bir diktatörlüktür ama örtünün bir kenara atılmasının mekanizmalarını, aygıtlarını içselleştirdiği gibi, kriz anında egemenlerin temsilcileri birbirleriyle mücadele ederlerken, tepişirlerken örtü kaymakta, altından çıplak biçimde egemenlik ve diktatörlük gözükmektedir. Ama unutulmamalıdır ki, en saldırgan ve baskıcı rejimler, açık diktatörlükler dahi toplumu ikna ve kitle desteği kazanma çabalarından vazgeçmezler. Askeri taktiklerin bir parçası haline gelen ‘psikolojik operasyonlar’, orduya ‘iliştirilmiş’ basın-yayın, emekli askerlerin yönettiği partiler ve ‘sivil’ toplum örgütleri, geçmiş dönemlere göre giderek daha fazla ağırlık verilerek öne çıkartılmakta, her dönem müdahale farklı bir biçimde sunularak topluma kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Gelinen nokta, namluyu dayayarak ama mümkün olduğu kadar tetiği çekmeden, tehditle istediğini yaptırma dönemidir. Dolayısıyla müdahale ve muhtıra savunucuları ve sahipleri, aynı zamanda en hızlı ‘darbe karşıtları’ olmaktadır. Bu anlamda, son krizde de, ‘milletin egemenliğini’ Meclis’in elinden alan, daha öncekiler gibi ordu değil, bu defa Anayasa Mahkemesi olmuş, böylece darbe de (şimdilik) ‘askeri’ değil ‘sivil’ nitelik taşımıştır!
İşler ‘birilerinin’ (gerçek egemenlerin) istediği gibi gitmediğinde, ‘milletin egemenliğini’ Meclis’in elinden almayı içselleştiren, yasallaştıran bu devlet yapısının içyüzü, antidemokratik niteliği, kriz anında, örtü üzeriden kaydığında açıkça ortaya çıkmaktadır. Öte yandan, işlevleri diktatörlüğü örtmekten öteye gitmeyen oligarşinin Meclis’teki temsilcileri, partiler ise, bu devlet yapısını veri almakta, 82 Anayasasını ve çeşitli antidemokratik kısıtlamaları, düzenlemeleri değiştirmeye kalkmadıkları gibi, ‘gerçekçilik’ adına Meclis’in iradesini ortadan kaldıran müdahaleleri görmezden gelmeye çalışmaktadırlar. Aynı şekilde, yüzde on barajları ile muhalif toplumsal kesimlerin örgütlülüklerinin meclise yansımasını ve böylece muhalefetin demokratik bir hakkını çalan, Kürt halkından ise iradesinin mecliste temsil hakkını külliyen gasp etmeye çalışan bu siyasal aktörler bundan beis duymamaktadırlar. Bu ortamda bile ‘demokrasi’ adına elbirliği ile bu hırsızlıkta ortaklaşmaya devam etmekte, barajı tartışma gündemine bile almamaktadırlar. Galiba bu krizin içinde sessizce anlaşabildikleri tek konu da bu baraj meselesi olarak kalmıştır.
Bu noktadan sonra politik krizin nasıl yönetileceğine dair, literatüre geçecek gelişmeler yaşanmıştır. Bu gelişmeler, devletin ve ‘demokrasinin’ niteliğini, sistemin nasıl işlemekte olduğunu ve bu işleyişin, çoğunca ‘demokrasi’ adına nasıl örtüldüğünü yeterince göstermiştir. Aslında onlarca yıl boyunca gelişmesi muhtemel olayların birkaç güne sığması, politik krizin şiddeti ile her tür demokratik kaygının unutulması, oligarşinin temsilcilerinin ‘demokrasi’den anladığının nasıl bir şey olduğunu ve bunun neyi gizlediğini de ortaya koydu. Olaylar o kadar hızlı yaşandı ki, sokaktaki vatandaş durup da üzerinde sakince düşünmedikçe nasıl geliştiğini, sebep - sonuç ilişkilerini izleyemeyecek, gerçeğe yaklaşamayıp süreç içinde kafasında oluşan çelişkileri unutmayı tercih edecektir. Gelişmeler ve sistemin çelişkileri hakkında bir fikri olmayanların ise politik krizi açıklayabilmeleri pek mümkün görülmüyor. Bu doğrultuda krizin, politik aktörlerin basiretsizliğinden kaynaklandığı ileri sürülmekte, böylece sistemin en diplerindeki çatlakların bir kez daha üstü örtülmeye çalışılmaktadır. Burjuva politik aktörler krizin oluşmasını, AKP’nin cumhurbaşkanlığı seçim sürecini kötü yönetmesine bağlayıp işin içinden sıyrılmayı deniyor.
Yazılırken bu kadar tartışılmayan ve yüzde doksan küsurla onaylattırılan darbe anayasası, bugün toplumu neredeyse tam da ortasından ikiye bölmüş bir tartışma ve saflaşmanın gerekçesi olarak gösteriliyor. Anayasa tartışmalarının, aynası olduğu kavganın yansısında egemenliğin mantığını sunması, sistemin teşhiri açısından hiç de yabana atılacak bir imkan olmamakla birlikte, ellerinde salladıkları Türk bayrakları ile, politik krizin taraflarından birinin, yani tankların arkasına dizilen toplumun önemli bir kesimi, kendi geçmişini ve 12 Eylül rejimini sorgulamayı değil, korkularının esiri olup, militarizmin neferi olma yolunu seçmiş gözüküyor.
Politik kriz tepe noktasına ulaştığında toplumun yakın siyasi tarihini yeniden yorumlamasını ve sistemin teşhirini mümkün kılan malzeme, sorumsuzca öylece ortaya saçılıp dökülmüştü. İşte bu nedenle, sistemin yıpranmasını önlemek için burjuvazinin siyasi aktörlerinin arasında cereyan eden bu politik kavganın yumuşatılması gerekiyordu. Ama yaklaşan seçimler, bütün siyasi aktörleri, kavganın şiddetini artırmaya zorladı. Kavga öyle şiddetlendi ki, bir süre sonra aktörler gerilimi değil, gerilim aktörleri yönetmeye başladı. Politik ikballeri gereği kendi tabanlarını derlemek telaşındaki siyasi partilerin, sistemin bekası için acil bir ‘uzlaşmayı’ ertelemeyi göze almaları ölçüsünde kriz öyle zarar verici boyutlara ulaştı ki, sonunda uluslararası müdahalelerle kavganın taraflarının yumuşatılması gündeme geldi.
Kuşkusuz bu politik kriz boşlukta oluşmadığı gibi, yine en iyi açıklama zeminini, uluslararası gelişmelerin ve bölgemizin dinamikleri ekseninde bulmaktadır. Bu açıdan krizin gelişiminde kaydedilmesi gereken en manidar an, tarafların uzlaşmasının, Dolmabahçe Sarayında perçinlenmesidir. Başbakan Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Büyükanıt İstanbul’daki bu sarayda yaklaşık 3 saat görüştü. Osmanlı’nın bu şatafat timsali sarayı, bütün bir cumhuriyet ideolojisinin savurganlık ve halktan kopukluk örneğini oluşturuyordu. Çankaya’daki Cumhurbaşkanlarına halktan kopuk ve asık suratlı diyen AKP’liler, hiç çekinmeden Dolmabahçe’ye Başbakanlık bürosu açmışlardı. Şimdi tarafların uzlaşma mekanı olarak öne çıkan bu sarayda, ta Ankaralardan gelip Atatürkçülüğün ve laikliğin koruyucusu sıfatıyla Erdoğan’la görüşen Genelkurmay Başkanının neler konuştuğu, daha bir merak konusu olmaktadır!
Aslında oligarşiye telkin edilmeye çalışılan ve üzerinde giderek daha çok durulan, ABD’nin bölge politikalarına taşeronluk anlamına gelmekte olup bu eksende devletin yeniden düzenlenmesini gerektiren ‘Yeni-Osmanlıcı’ açılımlardır. Bu açılım bazı siyasi aktörler (örneğin DYP-ANAP) açısından giderek tercih edilir bir seçenek olarak görülmekte ve bu yönde politikalar oluşturmaktadırlar. Cemaatçi bir demokrasiyi, TÜSİAD’ın demokrasi programı ile uyumlulaştırmak, Kürtlerle Türklerin, ABD’nin İran operasyonunda kullanacağı bindirilmiş kıtalar olarak düzenlenmesine hizmet edebilir. Cumhurbaşkanlığı krizinde şimdilik son sözü söyleyen Genelkurmay’ın süngünün ucunu alanlara çıkan kitlelerin korkulu rüyası şeriata değil de Kürtlere çevirmesi, gelişmelerin yönünün Ortadoğu ve İran olduğunu göstermektedir. Hrant Dink cinayeti karşısında gelişen toplumsal duyarlılıktan rahatsız olan çevreler Cumhuriyet mitingine katılan kitlelere özel olarak ‘Hepimiz Türk’üz sloganını attırdılar. Azınlıklar, ezilenler ve haklarının korunması gerekenlerle, haksızlığa uğrayanlarla empati kurma ifadesi olarak şekillenmiş bu slogan, ezen ulus bireyleri tarafından kullanıldığında, sömürgeciliğin hazırlamakta olduğu yeni baskı dalgalarının habercisi olmak dışında bir şey ifade etmiyor! Bu milliyetçi slogan şeriatın ve gericiliğin kaynağı olarak gösterilen İran’a karşı girişilecek savaş yolunun, Kürtlerin çiğnenmesi üzerinden açılmak isteneceği anlamına gelmektedir. İki noktayı, yani şeriatı ve kendine Türk demeyenleri birleştirdiğimizde, ortaya çıkan doğru, ABD’nin Ortadoğu projesine eklenmeye uzanıyor.
Hem ordunun öncülük yaptığı milliyetçi kanadın, hem de hükümet ettiği dönem boyunca ezilenlerin muhalefetini başarıyla denetlemiş ve bastırmış AKP’nin şimdilik öncülüğünü yaptığı siyasal İslam’ın, egemen sınıfa kendini dayatmak, egemen sınıfın kendi iktidarını seçmesi için kendi imkanları ile baskı yapmak gibi çabaları olmuştur. Bu açıdan oligarşinin temsilcilerinden, hem AKP’nin hem de TSK’nin uluslararası bağlantılarla doğrudan ilişki kurması, işbirlikçi sermayenin emperyalist merkezlerle olan ilişkisine replikler sokuşturma çalışmaları bir çelişki gibi durmaktadır. Ama burada tarafların, tekelci burjuvazi ile emperyalist merkezler arasındaki ilişkinin taşıdığı çelişkilerden haberdarlıkları, farkındalıkları, sürecin içinde oynayabilecekleri rolleri, Türk oligarşisinin onlara verdiği repliklerden farklılaştırabilmektedir. Sonuçta işbirlikçilik ilişkisi içinde bulunanlar, daha önceki sayılarımızda belirttiğimiz gibi, güç dengeleri ve içinde bulunulan konjonktüre göre kârlı ya da zararlı çıkarlar.
“... oligarşinin, yani işbirlikçi tekelci burjuvazinin, emperyalist merkezlerle ilişkisi de çelişkiler taşır. Bu çelişkilerin ortaya çıktığı her tekil durumda sorun, içinde bulunulan güç ilişkileri açısından bir çözüme bağlanmakta, hangi konjonktürde çözüldüğüne bağlı olarak bir taraf, nispeten daha kârlı çıkmaktadır. Bu mümkün olmadığında çözüm ertelenmekte, yeni oluşan güç ilişkileri içinde sorun tekrar masaya yatırıldığında ise, yine bir taraf zararlı bir taraf kârlı çıkmaktadır. Ama bu kâr ve zarar tanımları mutlak olmaktan çok görelidir ve her iki taraf ve özellikle işbirlikçi oligarşi açısından geçerli olan esas çıkar, ilişkinin sürmesi olarak baştan tanımlanmıştır. Bu kapsam ölçüsünde çıkar birliğinin çelişkili niteliği düşünüldüğünde, her sorun açısından bir önceki dengede uzun ya da kısa süre için tanımlanmış çıkarlar, bir takım ideolojik karşılıklara denk gelecektir. İşbirlikçi ilişkisinin yeni niteliğine ters düşen önceki süreçlerden devralınmış hiçbir kavram ya da ideolojik şekillenme, burjuvazi açısından mutlak olarak tanımlanmaz. Bu nedenle, karşı çıksa, dirense ve hayati olarak tanımlasa da, çıkarların farklılaşması, politik, askeri, ekonomik stratejilerin çelişmesi durumunda gerçekleşecek olan şudur: İlişkide güçlü olan egemen taraf, emperyalist güç, karşı tarafa başının ne kadar çok ağrıdığı ile doğru orantılı bir baskı yapacak, zayıf olan taraf ise içinde bulunduğu zaafın derinliğiyle orantılı tavizler vermek zorunda kalacaktır.” (Kurtuluş Sosyalist Dergi 11, s. 25)
ABD’nin ekonomik ve politik sorunları açısından başının ağrısı ve bugüne kadar bölgede atmış olduğu adımların arkasını bırakmayıp peşini getirmek zorunda olması, Türkiye oligarşisinin giderek daha çok ABD - AB makası arasında kalması sonucunu vermektedir. Tarif edilen bu ilişki içinde, TÜSİAD’ın hem siyasi temsilcilerine, hem de işbirlikçiliğini yaptığı uluslararası sermayeye söyleyecek sözleri giderek azalıyor.
ABD - AB rekabeti, hâlâ ABD’nin öncülüğünde ve AB’nin onu gönüllü ya da gönülsüz izlemesi şeklinde gelişiyor. Bu nedenle Türk oligarşisinin AB ile birlik planları boşa çıktığı ölçüde, İran seferinde uygun bir rol almak dışındaki seçenekleri zayıflıyor, bu seçenek (ya da dayatma) giderek diğerlerinin arasında öne çıkıyor. Bu operasyon, içinde bulunduğu çelişkiler (emperyalist tekelci rekabet ve savaşlar) açısından anlaşılabilir olmakla birlikte ABD için bile, çılgınca bir girişimken, onun, Türk oligarşisinin boyunu haydi haydi aşacağı ortadadır.
Oligarşi, kendi ekonomik sorunlarını çözemediği gibi, işbirlikçi ilişkinin esasen kaybeden tarafı olmuş, bir yandan da geniş kitlelerin ekonomik sorunları katlanarak büyümüştür. Türkiye son beş yıldır dünya finans piyasalarındaki canlılığın ve bolluğun semeresinden dünyada en az nemalanan ülkelerden biri olarak değerlendirilmektedir. Buna rağmen finans piyasaları açısından bir krizin yaşanmamış olması, oligarşinin işbirlikçi ilişkide giderek daralmasını, köşeye sıkışmasını ve mal varlıklarının sermaye bileşiminin yabancılaşmasını gölgeleyemedi. Devletin bütün büyük sermaye yatırımları tek tek özelleşti ve yabancı sermaye ağırlıklı pozisyonlar kazandı. Kitlelerin ise, AB hayalleri ile avutulması artık giderek daha fazla zorlaşıyor ve bunun karşısında oligarşinin manevra yeteneği daralıyor; emperyalistlerin önüne koyduğu projelere yüksek sesle itiraz etme koşulları böylece güçleşiyor.
Ekonomik krizlerin gerekçeleri, kapitalist üretimin niteliğinde saklıdır. Bir ekonomik kriz, eski sürecin sonucu olarak, yeni dönemin başlangıç verilerini de oluşturur. Mağluplarla galiplerin yolları ayrılır ve sermaye yeniden yapılanır. Arka plandaki işleyiş ve birikim göz önüne alınmadığında, ekonomik krizlerin nedeni ya bir anayasa kitapçığına ya da densiz bir politikacının, örneğin borsa seansının açılışı öncesindeki talihsiz bir demecine bağlanır. Ama ne hikmetse, bir anayasa kitapçığının fırlatılması ekonomik bir kriz yaratır da, koca askeriyenin verdiği muhtıra piyasaları öyle ürkütmez; kriz falan da çıkmaz!
Burjuva politikacıları ve iktisatçılar, piyasa denen algılayıcıların neyi algıladığını, aslında böylece itiraf etmiş olurlar. Birincisinde bir kitapçığın sertçe fırlatılması kriz nedeni olurken, ikincisinde askeri muhtıra verilmesi bile kriz nedeni olmuyor. Açıklamalar bir noktada birleşiyor; “ekonomik yapı sağlam temellere oturmuştur”! Aslında iki durumda da olan, düzenlemelerin para sermayenin, spekülatif sermayenin lehine mi aleyhine mi olduğuna bakılmasıdır. Kur düzeylerinin ayarlaması, içerde Türk Lirası cinsinden varlıkların hızla yabancı paralara çevrilmesini gerektirdiğinde kaçış, krize neden olmuştur. İkincisinde ise, muhtırayı verenler bile gece yarısı borsalar kapalıyken harekete geçerek, aslında kendilerinin de bu talan ekonomisinin bekçisi olacaklarını belirtmiş oluyorlar. Bu nedenle tehlikeli bir durum oluşmuyor. Oysa ki ne bir anayasa kitapçığı ne de bir demeç, fabrikaları, işlikleri, atölyeleri, tarlaları, kısacası üretim araç ve gereçlerini, sermayeyi yerinden kaldırıp başka bir yerlere götürmez. Ekonomik krizlerin arka planındaki süreçler incelenirse, ekonomik yapının, ne türden krizler üretebileceği ortaya konabilir.
Politik krizlerde ise, kuşkusuz en altta yatan sebepler yine ekonomik süreçlerdir. Ama ekonomik süreçlerle politik süreçler bire bir çakışarak ve birbirini izleyerek değil, bir yandan birbirini beslerken diğer yandan gölgeleyip massederek gelişirler. Bu nedenle politik krizlerin kendine özgülükleri ve farklılıkları içinde incelenmesi, bu düzeylerin birbirlerine değdikleri noktaların ve geçişlerinin göz ününe alınmasını da gerektirir. Örneğin, 12 Eylül öncesindeki politik karmaşa, faşist saldırganlık ve antifaşist mücadelenin çıkardığı gürültünün toplumu bezdirmesi, olduğu kadarıyla sınıf hareketinin patronların taşıyamayacağı bir yük haline gelmesi, bütün bunlar politik gelişmeleri oluştururken, uluslararası ilişkileri açısından sermayenin yeni bir birikim rejimine geçmek zorunda olması ekonomik nedeni oluşturmaktadır.
Üstünden çeyrek asır geçtikten sonra toplum, gözlerini kapatıp, nedenlerini idrak edemediği 12 Eylül askeri diktatörlüğü gerçeğini bir şekliyle de olsa tartışmak zorunda kalıyorsa, çözemediği sorunlar büyüyerek her seferinde karşısına dikilecek demektir. Yakın geçmişi sayılabilecek 12 Eylül darbesinin onca olumsuzluğuna gözlerini yummuş, bu darbenin üstüne temellendiği sorunları çözmek için mücadele etmeyi değil de uzlaşmayı, uyumlulaşmayı seçmiş ve bu uzlaşmasını unutmak için faturalar ödemeyi tercih etmiş Türk toplumu, bütün sınıfları ile birlikte gözlerini yumduğu geçmişinin sorunlarını tekrar karşısında bulmuş ve arayıp arayıp durduğu istikrarını bir kez daha yitirmiştir. Yıllar sonra nasıl olup da Ermeni meselesinin tozlu tarih raflarından tekrar gündemine indiğini anlayamayan toplum, ne yazık ki daha yakın geçmişinin sorunlarına da vakıf olmaktan uzak bir bilinç bulanıklığı içindedir. Böyle kaldığı sürece, ne yakın geçmişin politik olgularını ne de geçmişinden çıkıp da önüne hayalet gibi dikilen, ama ne yazık ki hiç anlamadığı sorunların çözüm yolunu bulması mümkün olmayacak, her seferinde daha çok korkularının esiri olacaktır. Ve bugün Türkiye’de korku dağları beklemektedir!
Bu politik kriz açısından da sorunların bir dahaki hesaplaşmaya ertelenmesi, baskı ve şiddet yoluyla çelişkinin üstünden atlanarak aşılması yolu tercih edilmiştir. Bütün bu gelişmeler, bir yanda sınıf temeli giderek daralmakla birlikte alanlarda çoğalan laik, batıcı cephe, diğer yanda ise giderek genişleyen mülksüz, işsiz ve sefalet içindeki alt sınıfların islami ideolojinin etkisi altında örgütlenmesi ekseninde olmaktadır. Şimdi öne alınan seçimler sonrası AKP’nin rövanşı alacağı ve kendini olduğu gibi TSK’yı referanduma sokmuş olacağı düşünülmektedir. Mülksüzlerin, işsizlerin, ezilen sınıfların kendi öncülük ve bağımsız politik örgütlerinden yoksun girdiği süreçlerde, diğer sınıfların, burjuvazinin çeşitli örgütlerinin peşine takılması anlaşılabilir bir olgudur. Oligarşinin politikalarından aslında zarar gören geniş kesimleri ve peşine taktığı bütün ezilenleri, AB’ye katılım hayalleri ile oligarşinin yedeğine ekleyen AKP örneğinde, ezilenlerin taleplerini işçi sınıfının ve onun partisinin dışında kimsenin, başka sınıf temsilcilerinin tutarlı bir şekilde savunamayacağı, muhalefeti egemenlerin iktidarına ekleyeceği, bir kez daha görülüyor.
Toplum, bir yanda ‘laikliği ve cumhuriyeti korumayı’ görev bilen silahlı ve silahsız kuvvetler birliği, diğer yanda ise ‘demokrasiyi korumak’ rolündeki ve öncülüğünü islami muhalefetin yaptığı iki kampa bölünmüş bulunuyor. Bir tarafın elindeki paravan ‘laiklik’, diğerininki ise ‘demokrasi’dir. Bu durumda ne laikliğin, ne de demokrasinin savunulmasının söz konusu olmadığını belirtmek gerekir. Bu cephelerin öncülüğünü yapanlar için, laiklik de demokrasi de esas amaçların gölgesinde kalıyor. Ama bu öncülüklerin peşine takılanlar için gerçekten durum böyle midir?
Laiklik savunusu temelindeki cephenin öncüsü askerler hep Türkiye’deki gericiliğin baş destekçisi olmuştur. Erbakan’a Milli Selamet Partisi’ni kurduran da, Ecevit’le ittifak yaptırıp imam hatipleri yükselen sol muhalefetin alternatifi olarak gençliğin bilincini bulandırmak için devlet düzeyinde politika olarak öne süren de hep askerler olmuştur. Dönemin asker kökenli Cumhurbaşkanı, imam hatipler için, “devlet yönetimini solcu gençlere bırakmamak için, dinine ve geleneklerine, milliyetine bağlı nesiller yetiştirmek zorundayız” açıklamasını yapıyordu. 12 Eylül darbesi ise bir elinde bayrak bir elinde Kuran’la anımsanmaktadır. Türk-İslam sentezi ve imam hatiplerin en ücra köşelere kadar yaygınlaştırılması Türk Silahlı Kuvvetlerinin özel tercihi olmuştur. Eğer, 12 Eylül’ün paşalarının yargılanmaması, muhalefetin ve sivillerin güçsüzlüğünden ise, TSK darbecileri koruduğu ve özel olarak da İç Hizmet Yönetmeliği’ne sahip çıktığı sürece Evren’in ve diğer darbecilerin yargılanamayacağı ortadadır. Öyleyse laiklikten kasıt, bir devlet düzenidir. Bu düzende askerlerin ayrıcalıkları, sistem içindeki ağırlıkları, hem bütçede tuttukları hacimden, hem yönetmek ayrıcalığının önemli bir oranda askerlere ait olmasından çıkarılabilir.
Ayrıca bağımsızlık ve anti-emperyalizm söylemleri de, gerçeklerle taban tabana zıttır! Avrupa sermayesi ile girdikleri ilişkiler, OYAK nezdinde iyice deşifre olmuştur. OYAK, Avrupa emperyalizminin, Türk devleti düzeyinde etkinlik kazanmaya yönelik olarak Türkiye’deki ayrıcalıklı bürokrasiyi temsil eden TSK ile birlikte özel olarak bu amaçla giriştiği ekonomik bir yatırım olarak düşünülürse, bu ekonomik yatırımın politik olarak da ne kadar isabetli olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Artık ekonomi programlarında Ermeni yasa tasarısı karşısında Fransa malları ve firmalarının boykotunun Türk ekonomisine zararları anlatılmaktadır. “Protesto etmek istiyorsanız, daha fazla alışveriş yapın” önerileri ileri sürülmektedir. Çünkü böylece Fransız patronlar Türkiye’nin ne kadar önemli olduğunu idrak edeceklermiş! Fransız kapitalistlere çıkarlarının nerde olduğunu göstermek de bizim liberal ekonomistlerimizin başarısı olsun! Bu holdinge, silahlı bürokrasinin ortaklığının kazandırdığı vergi ayrıcalıkları ve imtiyazlar, askerlere verilen kâr paylarını fazlasıyla karşılamaktadır. Bu sayede ekonomik liberalizm ile demokrasi arasında varolduğu ileri sürülen bağlantı da yerle bir edilmiş olmaktadır. Bu açıdan demokrasi ile bu cephenin kurduğu ilişki, kendi lügatları açısından bile göstermelik kalmaktadır.
Laik cephe, hem şeriatı hem de kendine Türk demeyen herkesi düşman ilan etmiştir. Birinci nokta kendi ayrıcalıklarından olacakları yeni bir düzenlemeye direnişlerini, ikincisi ise, emperyalizmin açılımlarına eklemlenmek ve görev almak için ne kadar hazır olduklarını ifade etmektedir. Irak tezkeresine aktif destek sunmayan paşaların bu sefer göreve hazır olma durumuna geçmeleri ise, yanı başımızdaki Kürt federe bölgesinden ve daha da ötesi, kaçırıldığını söyledikleri fırsatlardan ileri gelmektedir.
Laik-batıcı cephe, demokrasinin laiklik olmadan bir anlamı olmayacağını ileri sürmekte, laiklik oturana, toplumda benimsenene kadar demokrasinin kesintiye uğrayabileceğini, çünkü laikliğin içselleştirilmemesi durumunda demokrasinin sonuçlarının pek de iyi olmayabileceğini anlatmaktadır. Batıda, bilimsel düşünün dinsel düşünden ayrılması ve aklın özgürleşmesinin tarihi olarak laiklik, burjuva devrimlerinin felsefesini ve demokrasinin düşünsel temellerini atmıştır. Ama tek başına laiklik, aklın ve bilimin egemenliği üzerinden demokrasiyi dışlayabilecek bir nitelik de taşımaktadır. Din ve devlet işlerinin ayrılması, devletin üzerindeki ayrıcalıklı feodal otoritelerin egemenliğini kırmak için bir zorunluluktu. Türkiye’de ise laiklik, azınlık egemen sınıfın ve uzun yıllar onun temsilcisi olmuş silahlı bürokrasinin ayrıcalıklarını toplumda egemen kılmak, her türlü muhalefeti bastırmak için kullanılmış resmi ideoloji olmuştur. Bu nedenle, işçi sınıfının mücadelesinin gerilediği, sosyalizmin yenilgi dönemini yaşadığı bugün, burjuvazinin çeşitli kanatlarının olduğu gibi, ezilenlerin farklı kesimlerinin de demokrasi aracılığı ile ve demokrasi adına gelişen muhalefet hareketlerinin kendi söylemlerini oluştururken laikliği de karşılarına almaları şaşırtıcı sayılmaz.
Sosyalist muhalefetin ezilmesi ve işçi sınıfına komünistlerin öncülüğünün tesis edilemediği koşullarda ezilenlerin muhalefeti, özellikle 12 Eylül sonrasında siyasal İslam’ın kanalına akmış, akıtılmıştır. Bu durumda demokratik biçimler ve araçları da kullanarak iktidar mücadelesi veren çeşitli burjuva kanatların etki ve yönlendiriciliğine giren sınıf hareketi ve muhalefet, demokratik biçimleri sonuna kadar istismar ederek –ki sistem muhalefet kanalı olarak demokratik biçimleri şöyle ya da böyle kısmen açık tutmuştur. egemen sınıfa ve onun iktidarına karşı mücadele ederken, aslında demokrasi ve laiklik karşıtı bir mücadeleyi geliştirme yoluna girmiştir. İşçi sınıfının ve sosyalistlerin dışında gelişen muhalefet, egemen sınıfın batıcı-laik kemalist ideolojisini karşısına alıp kendisini demokrasi mücadelesi eksenine oturturken seküler devlet yapısına karşı bir konum kazanmıştır.
Siyasal İslam, geniş kitlelerin ve şu ya da bu oranda nüfuz ettiği sınıf hareketinin taleplerini, burjuvazinin çeşitli muhalif kanatlarının öncülüğüne tabi kılarak, egemen sınıfa karşı geliştirdikleri muhalefeti bir demokrasi mücadelesi olarak sunmakta, kitlelerin dinamizmini, muhalefetini sisteme akıtmakta, ezilenlerin muhalefetini yumuşatmaktadır. AKP, baştaki söylemleri ne olursa olsun, cemaatçi bir küreselleşmenin en ateşli savunucusu olmuş, uluslararası sermayenin programını harfiyen uygulayarak ve egemen sınıfın, oligarşinin bütün taleplerini yerine getirerek her açıdan kritik bir dönemi sıkıntısız atlatmasını sağlamıştır. Tezkere kazası bile, oligarşinin “hayırlı oldu” diye düşündüğü bir olay olarak tarihe geçerken, ABD ile AKP arasındaki ilk çatlağı oluşturmuştur. Ama TÜSİAD ile arasındaki ilk çatlak, Merkez Bankası Başkanlığına Durmuş Yılmaz’ın getirilmesiyle oluşacaktır. Bu tarihe kadar oligarşi ile AKP’nin hemen hiçbir sorunu olmamıştır. Bu noktadan sonra anlaşmazlıklar başlamış, AKP’ye bir sınır çizgisi çekilmiştir.
AKP, işçi sınıfı ve ezilenler açısından ise, bütün çalışma koşullarını, kazanılmış hakları ve örgütlenmeleri hiçe sayan, neo-liberal düzenlemeleri bir bir yürürlüğe koyan bir parti olarak, ‘demokrasi’ ile ilişkisini kurmuştur. Onun için ‘demokrasi’, iktidar mücadelesinde kullanacağı, kitleleri kandırıp taleplerini boşa çıkaracağı bir araçtan başka bir şey değildir.
Bu durumda toplumsal saflaşmanın, taraflaşmanın iki kutbunun kendilerini nitelerken kullandıkları ‘laiklik’ ve ‘demokrasi’ kavramları, kendi gerçek yüzlerini örtmeye yarayan birer paravandan başka bir şey değildir. İşçi sınıfı kendi bağımsız örgütlenmesi olan partisi ile toplumsal muhalefete öncülük yapmadığı sürece demokrasi, gerçek dinamiklerine kavuşamayacaktır. Laiklik, tek başına demokrasinin güvencesi olmayacağı gibi, antidemokratik sistemlere kaynaklık eden bir gerekçe oluşturabilmektedir. Oysa ki işçi sınıfının omuzlarında yükselecek demokrasi mücadelesi dışında hiçbir şey, laikliğin güvencesi değildir. Laikliğin olduğu gibi, inanç özgürlüğünün de güvencesi işçi sınıfının sahiplendiği ve geliştirdiği demokrasidir. İşçi sınıfının haklarına, özgürlüklerine saldırıp toplumsal yaşamın her alanında neo-liberal düzenlemelere öncülük edenler, tek kıstas olarak sermayenin kârlılık ve verimliliği kavramlarına bakanlar, demokrasiyi, yani bütün toplumda, herkes için geçerli olacak bir eşitlik ve özgürlüğü değil, sömürü sisteminin katmerlisini, sonuç olarak varolan her türden eşitsizliğinin daha da artırılmasını savunmaktadırlar. Bu ise artan muhalefetin islami kanallara yönlendirildiği sürece yine her seferinde artan bir baskı ile dizginlenmesine ideolojik kılıf bulunması ve baskıcı rejimin kitle tabanının tahkimi anlamına gelecek, kısacası özgürlüklerin rafa kaldırılması ile kendini tamamlayacaktır.
Bugünkü toplumsal saflaşmada, işçi sınıfının yararına, demokrasi yararına hiçbir taraf olmadığı gibi, taraflar oligarşinin seçeneklerinden başka bir şey değildir; oligarşi bu seçeneklerinden hangisini seçerse seçsin, emekçi sınıflar için bu gerçek değişmez. Oligarşinin tercihini belirleyecek olan, ezilenlerin muhalefetinin kendi iktidarına tabi kılınmasında, sömürü sisteminin devam etmesinde, önümüzdeki dönemde stratejisinin ne olacağına bağlı olarak seçilecek sermaye birikim rejiminin niteliğidir. Oligarşinin temsilcilerinin kavgası da laiklik ve demokrasi saflaşması temelinde değil, bu açılardan anlaşılabilir olmaktadır.
Bu durumda, AKP, askerlerin muhtırası öncesinde oligarşinin politik tercihi anlamında desteğini almak bakımından hangi konuma düşmüş olursa olsun, genelkurmayın bütün dengeleri zorlayan hamlesi karşısında yeni bir şans yakalamış gözükmektedir. Eğer durumdan vazife çıkarıp kitleler nezdinde ön plana çıkarılabilecek yeni bir seçenek ya da seçenekler yaratılamazsa, AKP, tekrar hükümet olma imkanına sahip olabilir.
Sınıf çıkarlarının savunusu ve mücadele koşulları açısından gelişmelerin yönünü ve şeklini tayin eden egemenliğin sürdürülüş biçimidir. TÜSİAD, 28 Şubat sürecini desteklerken, 27 Nisan muhtırasına eleştirel bir açıklama ile yaklaşmış ve oluşan fiili durumu kabul etmeyi tercih etmiştir. Bu iki çelişik gözüken tavrın arkasında da, temel belirleyen olarak, TÜSİAD’ın demokratikleşme paketi ile somutlanan programı bulunmaktadır. 28 Şubat bu programın yönelimi ile uyumlu bulunmuştur. Bu paketin uygulanmasının bir sonucu olarak şekillenen askerlerin siyaset sahnesinden çekilmesi süreci sonuçlarını vereceği noktada TSK’nın uluslararası dengelere oynayarak tekrar devreye girmesini ve statükoyu savunmaya çalışmasını ise, TÜSİAD benimsememektedir. Kısacası TÜSİAD’ın demokrasi kalibresi de bu örnekte ortaya çıkmaktadır. İşine gelen darbeye evet, gelmeyene ise hayır! Kuşkusuz ki bu noktada TÜSİAD’ın derdi demokrasi değil, kendi programıdır. Programını belirleyen ise, sermaye birikimi, kârlılık ve sömürü sisteminin bekasıdır.
Türkiye Cumhuriyetinin politik hatları, sınıf hareketinin denetlenmesi, sermaye birikimi ve kârlılık kaygıları üzerinden komünistleri; sömürgecilik temelinde Kürtleri; burjuvazinin batıcılığı, işbirlikçiliğinin yönü temelinde de siyasal islamı tehdit olarak algılayan bir çerçeve oluşturmuştur. Kemalizmin, yani resmi ideolojinin bu temelleri, aynı zamanda politik gerilimlerin parametrelerini de oluşturur. Bu sorun alanlarının kendisi, aynı zamanda sömürü sisteminin bileşenleridir. Bugün yaşadığımız politik kriz, ortaya çıkan gerilim, bu parametrelerin yeniden tanımlanması zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. Oligarşi komünistleri toptan yok sayabilir ve önemsiz (!) hacimleri nedeniyle üstünden atlayabilir. Ama aynı kararı Kürtler için vermesi, toptan yok saymak ve imha etmek üzere yola çıkması, politikalarını ABD’nin ve AB’nin planlarına endekslemiş oligarşi için ne kadar mümkündür? Aynı soru, yönünü tamamen AB ile birliğe endekslemiş bütün bir Cumhuriyet döneminin hayalinin sönmesi üzerine, Ortadoğu’ya yoğunlaşmış Türkiye’nin siyasal İslam’a yaklaşımı için de geçerlilik kazanır. Ilımlı İslam tartışması, tıpkı 12 Eylül sonrasının Türk-İslam sentezi gibi ele alınmakta, kemalizmin yeniden düzenlenmesi, oligarşinin sömürü sisteminin yeniden düzenlenmesinde sunduğu imkanlar açısından yeniden tasnif edilmektedir.
Bu durumda toplumsal taraflaşmada bir tarafın laiklik diğerinin ise demokrasiyi savunduğu iddiaları gerçeğe aykırı olduğu gibi, işçi sınıfı ve komünistlerin yeri de, bu tarafların ikisinin de karşısında olmak durumundadır. Bir yanda başını ordunun çektiği diğer yanda başını AKP’nin çektiği saflaşmadaki alternatifler, egemen sınıfın, oligarşinin alternatifleridir. Burada eksik olan, işçi sınıfının, emekçilerin, ezilenlerin, sömürülenlerin alternatifidir. İşçi sınıfının politik alternatifinin, işçi sınıfının komünist hareketinin yokluğu, politik saflaşma ve çatışmanın oligarşinin alternatifleri arasında gerçekleşip keskin boyutlara ulaşabilmesinin temel nedeni ve koşulunu oluşturmaktadır. İşçi sınıfı komünist politikasıyla toplumsal mücadelelere damgasını vuramadığı sürece de karşıt saflar ve politik seçenekler, egemen sınıfın temsilcileri arasında olmaktan çıkamayacaktır.
Yaşanılan süreçteki ve aynı zamanda bütün toplumsal gelişmeleri belirleyen en temel –ve yaratılıncaya kadar da değişmeyecek olan– politik gerçek, işçi sınıfının komünist partisinin bulunmamasıdır. Bu yüzden bütün toplumsal gelişmelere müdahale edebilmek, bunları egemen sınıfın seçeneklerinin dışına çıkartabilmek, komünist işçi partisinin inşasından geçmektedir. Şeriat tehlikesinin de darbe tehditlerinin de bertaraf edilmesi, militarizmin, şovenizmin, saldırganlığın ve bütün antidemokratik yapı ve uygulamaların temizlenmesi de buna bağlıdır.
1 Mayıs’ta Taksim’e yürüyen işçilerin, emekçilerin yükselttiği kızıl bayraklar, komünizmin işçi sınıfı hareketi ile birleşmesini, onun ellerinde yükselmesini temsil ettiği ölçüde, toplumun, –Türk milliyetçiliğinin bayrağını yükseltenleri de Osmanlı ya da şeriatı bayrak edinenleri de gölgede bırakarak– darbe ya da şeriat tehditleri olsun, bütün antidemokratik saldırılardan gerçek kurtuluşunun yolunu göstermektedir.
HAZİRAN 2007
12
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com