Bugün Kürt sorununda hem Türk hem de Kürt işçileri başta olmak üzere bütün toplumlar taraf olmaya çağrılmakta ama taraflaşmaların hiçbirinde ne Kürt ulusal sorununu, ne de Türk halkının emperyalist bağımlılık zincirini kıracak bir çözüm bulunmamaktadır.
Emperyalist kamp içindeki ilişki ve çelişkilerin koşullarını belirleyen bir çok faktör vardır. 1917 Ekim Devriminin sonucu olarak şekillenen sosyalizm, yıkımına kadar geçen süre içinde, işçi sınıfı hareketinin gelişiminde hem başlı başına bir olumluluk oluşturmuş, hem de hareketin diğer koşullarını olumlu yönde etkilemiştir. Sosyalizmin varlığı, emperyalistler arası rekabetin belirli bir denetim altında tutulmasına yol açan en önemli etmenlerinden biri olarak göz önüne alınmak zorunda kalınmıştır. Sosyalizmlerin yıkılması ise, sınıf hareketinin yenilgi koşullarının oluşmasında önemli faktörlerden birisini oluşturur. Sosyalizmler sonrası dönemin, başta işçi sınıfı olmak üzere kitleler için ağır, son derece kötü koşullar içinde yaşanmasında, sosyal, siyasal, ekonomik hak kayıplarının oluşmasında belirleyici olan faktör, sosyalizmin yıkılmasının etkisiyle de ilişkili olan sınıf hareketinin yenilgisi olmuştur.
1989’da sosyalizmlerin yıkılmasıyla birlikte değişen uluslararası koşullarda dizginlerinden boşanmış emperyalist rekabet, bir durumda karşıt grupların karşılıklı husumet ve silahlı konumlanmalarına çıkabilecek, diğer bir durumda emperyalist ülkelerin güç oranları ve etkinlikleri ölçüsünde işbirliğine giriştikleri bir paylaşım süreci olarak şekillenmeye başlamıştır. Eski Sovyetler Birliği ve müttefiki rejimlerin yıkılmasından sonra süreç, bu bölgelerin kapitalist pazar ilişkilerine eklemlenmesi doğrultusunda ilerlemekte, hammadde ve pazar alanları olarak düzenlenmesini hedeflediği ve bu hedef gerçekleştiği ölçüde, emperyalist kamp içindeki tarafların çıkarları ortaklaşmaktadır. Ama, daha bu ilk adım tamamlanmadan gelişen olaylar, bu bölge ve ülkelerden hangi güç merkezinin ne kadar yararlanacağı ve nüfuz edeceği üzerinde bir anlaşmazlığı ve bu doğrultuda bir rekabeti beraberinde getirmektedir. Emperyalist ülkeler sömürge ve bağımlı ülkelerin bağımlılıklarının artırılması üzerinde anlaştıkları kadar kolayca, bu bağımlılıktan kimin ne ölçüde yararlanacağı üzerinde anlaşamamaktadırlar. Eğer böyle bir uzlaşma noktası bulunmuşsa da taraflar, bu uzlaşmanın, karşılıklı güçler arasındaki dengenin değişmesi ile bozulmak üzere tarif edildiğini bütün açıklığı ile bilirler. Esasında bu, emperyalist güç ilişkilerinin her dönem değişmeyen karakteridir. Emperyalistler arası anlaşmalar herhangi bir yere kayıt düşülmese de bozulmak üzere ve bozulacağı bile bile yapılır. Bunun için savaş da gerekse, geçerli kural budur.
Emperyalist kampın hesaplarının giderek düşman kamplara evrilebilecek kadar farklılaşabilmesinin nesnel temellerini ve özellikle AB ve ABD ilişkileri açısından rekabetin değişen karakterini bu yeni dönemin, yani sosyalizmler sonrası bütün dünyada değişen dengelerin yeniden kurulması mücadelesi döneminin içinde bulabiliriz. Kuşkusuz komünizm tehlikesinin ortadan kalkması ABD’nin kapitalist dünya jandarmalığının temellerinin yok olması anlamına gelmekteydi. Dünyanın geri kalanının, doların merkezi konumu üzerinden ABD dış ticaret açıklarını karşılıksız olarak finanse etmekteki isteksizliği böylece iyice su yüzüne çıktı. Zaten uzun süredir genel bir durgunluğu aşamamış olan dünya kapitalizmi, kendi içindeki bu eşitsiz ilişkinin sürdürülmesi durumunda, ortaya çıkacak olan yeni imkanlardan, ABD lehine baştan feragat etmiş olacaktı ki bunu kabul etmeye istekli birilerini bulmak eşyanın tabiatına aykırıydı.
Bir bütün olarak emperyalistler, işçi sınıfı ve sosyalistlere barış ve kardeşlik ninnileri söylerken, el altından hızla kendi savaşımlarına, tekelci rekabetlerine odaklandılar. Bu rekabette, hepsinin aynı anda kazanması mümkün değildi. Bunu biliyorlardı ama bilinmeyen, yeni durumda kimin daha çok, kimin ise daha az alacağı, kimin kime ve ne kadar bağımlı politikalar izleyeceğiydi. O andan sonra değişmeyecek, durağan kalacak mutlak hiçbir şey olamazdı! Özellikle bu durum ABD için böyleydi çünkü, uzun bir süredir, kendi ekonomik durgunluk ve zaaflarını kapitalist kampın jandarmalığı sayesinde kendi lehine döndürebilmekteydi. Birliğini kurmuş, ekonomik bütünleşmesini, askeri açıdan desteklemiş ve hatta istikrarlı bir para birimi yaratmış Avrupa Birliği, ABD emperyalizminin hegemonyasına bir tehdit oluşturacağından, sürecin ilerlemesi, buna karşı ABD’nin müdahalesini gerektiriyordu. Avrupa Birliği ise, Birliği oluşturan ülkelerin her birinin kendi iç çelişkileri ne kadar sert olursa olsun, esas olarak ABD ile rekabetin başka bir yolu bulunamadığı ölçüde birlik sürecini derinleştirmek, bu zor hedefi gerçekleştirmek zorunda olduğunun bilincindeydi. Bu süreç katılımcı ülkeler açısından hiç de öyle seve seve gerçekleşmedi ve hâlâ da öyle gerçekleşmiyor.
Sosyalist saflarda da Avrupa’nın bir demokrasi adacığı olarak algılanabilmiş olması, burjuva devrimler çağından bugüne işçi sınıfının mücadelesinin ürünü olarak demokratik hakların bir yansımasıdır ve bu ölçüde bir gerçeklik payı da vardır. Ama bu haklar işçi sınıfı sahip çıktığı, koruduğu ve geliştirebildiği ölçüde yürürlükte kalmıştır. Bu anlamda Avrupa’da bir demokrasiden söz edilecekse eğer, bu, burjuvazinin değil, işçi sınıfının tercihi olarak şekillenmiştir. ABD karşısında rekabet edebilmenin olmazsa olmazı olarak şekillenen Avrupa Birliğinin, önce birer birer demokratik hakları ve daha sonrasında ise bir bütün olarak demokrasiyi güverteden atmadan, bu rekabette galip gelmesi beklenmemelidir. ABD’de federal birlik, nasıl demokrasi aleyhine kurulmuşsa, Avrupa Birliği projesinin de demokrasi dışlanarak gerçekleştirilmesi şaşırtıcı değildir. Birliğin etki alanına giren Türkiye gibi ülkelerde ve kendi işçi sınıflarına yönelik olarak gerçekleştirdikleri propagandalarda, demokrasi adına ne söyleniyor olursa olsun, Birliğin kendisi, demokrasinin, demokratik hak ve özgürlüklerin gerilediği ölçüde mümkün olacaktır. Şiddetli rekabet ortamı eğer denizdeki bir fırtınaya benzetilecek olursa, işçi hakları ve örgütlülüklerinin en gereksiz yükler olarak değerlendirilip güverteden ilk denize boca edilecekler arasında olması baştan bellidir ve zaten Birlik süreci de bunun kanıtlarıyla doludur. Bu gerçek, sınıf hareketi tarafından anlaşılıp deşifre edildiği ölçüde, küreselleşme karşıtı eylemlere yansımış, işçi sınıfı bu hareket içinde etkin bir rol üstlenmiştir. Ama aynı ortam içinde yabancı düşmanlığına da, milliyetçiliğe de ve hatta faşist hareketlere de destek veren yine işçi sınıfının belli bölümleri olabilmektedir.
Soğuk savaş dönemi boyunca dünyanın çeşitli bölgelerinde güç ilişkileri temelinde kurulmuş olan dengelerin bozulmuş olduğunu belirtmiştik. Bu durumda kapitalizm, içinde bulunduğu ekonomik bunalım ortamından çıkışı, tekelci rekabetin şiddetleneceği ve giderek militarizmin devreye gireceği bir süreç içinde aramaya başlamıştır. Sosyalizmlerin yıkılması öncesine uzanan bir süreçte, şiddetli rekabetin altyapısı olmasına rağmen, ne kadar çürümüş ve bozulmuş olursa olsun, kapitalizm dışında bir sistemin varoluşu, bu rekabeti nispeten uzlaşmacı zeminlere kaydırmış, bu da her bir emperyalist devletin genel olarak kapitalizmin içinde bulunduğu durgunluktan payına düşen sıkıntılara tekil müdahalelerle çözüm bulmasının önünü nispeten tıkamıştır. Bu ortamda ekonomik sorunlar müzminleşmiştir. İşçi sınıfına barış ve demokrasi söylemini şırınga ederek kendi savaşımına hazırlanan emperyalizm, bunu başardığı ölçüde işçi sınıfını alt etmenin imkanlarını da oluşturmuştur. Kapitalistler açısından çok net olan bu gelecek tablosu, uzun süredir reformizmin ve sınıf uzlaşmacılığının sözcülüğünü yapan her türden sosyalizm anlayışı tarafından, sosyalist sistemin yıkıntıları arasından yükselen toz bulutları ile bilinçli olarak örtülmüş ve artık barışın, demokrasinin egemen olacağına dair bir söylem hızla yayılmıştır. Sınıf uzlaşmacılığını esas alan ve işçi sınıfı örgütlerini iğdiş eden bu uzlaşmacılık, bütün bu süreci teşhir ederek karşı koyabilecek tek güç olan işçi sınıfına telkin edildiğinde, zaten yenilmiş olup geri çekilen işçi sınıfı, ideolojik silahlarından da yoksun kalmıştır. Bir kez ideolojik silahlarından arındırıldığında, politik ve örgütsel olarak yenilgi, her alanda kaçınılmazlaştı. Süreç içinde Avrupa’da ve bütün dünyada milliyetçiliğin yükselmesinin sınıfsal temelleri ile küreselleşme karşıtı muhalefetin sınıfsal temelleri büyük ölçüde çakışırken, işçi sınıfı üzerindeki uzlaşmacı etkinlik, komünist siyasal bilincin yeterince örgütlü ifade edilememesi yüzünden, işçi sınıfının, onun kesimlerinin kısmi ve anlık çıkarlarının genel ve nihai çıkarlarına tabi kılınması sağlanamamakta, sınıfın parçaları milliyetçilik, şovenizm temelinde birbirinin karşısına dikilebilmektedir.
Yeni durumda bölgeler, ülkeler kaçınılmaz olarak yeniden paylaşılacaktı ve bu da sınırların yeniden tanımlanması, milliyetçiliğin pompalanması, iç çatışmaların körüklenmesi ile mümkündü. Bu dönemde her etnik gruba bir devletçik düşecek şekilde, ulusal meselelere hassasiyet arttırıldı. Küçük güzeldir övgüleri, sosyalizmin etki alanlarının önce parçalanması, buralarda gelişecek düzenlemelere karşı koyabilecek güç ve yetenekte devletlerin bertaraf edilmesi olarak gelişti. Sovyet etkisinin kalktığı ve halkların özgürlüklerine kavuştuğu söylemi, zaten etnik çatışmalar ve bölünmeler için bir temel sağlıyordu. İlk olarak, Sovyet sisteminin Avrupa’nın ve kapitalist merkezin en yakınına sokulmuş olan parçası Demokratik Almanya ilhak edildi. Bu süreçten Almanya politik olarak güçlenmiş çıktı. Daha sonra ise Yugoslavya bir iç savaşla parçalandı. Bu noktada hem Almanya hem de ABD, Sovyet etki alanına yönelik ilk müdahalelerde ortaklaştılar.
Öte yandan, bu dönemde, dünya enerji kaynakları açısından en stratejik bölge olan Ortadoğu gündeme alındı. Eski dost Saddam Kuveyt’e yönlendirildikten sonra, kurtarıcı rolünde ABD sahneye çıktı. Kuveyt üzerinden Ortadoğu’ya kalıcı olarak yerleşti. Bu süreç boyunca Avrupalı kapitalistler artık, ABD’nin jandarmalığının dünya kapitalizminin bütününün çıkarlarına pek de öyle istedikleri ya da kabul edebilecekleri gibi hizmet etmeyeceğini bildiklerinden, Ortadoğu politikaları üzerinden farklılaşmaya başladılar. ABD’nin buna yanıtı, Ortadoğu politikasındaki tutumlar açısından eski Avrupa ile yeni Avrupa’yı, İngiltere üzerinden ayırma denemesi oldu. Tabii önce, kendi etkinliğine rağmen ABD, Birleşmiş Milletlerin üstünden atlamak gereği hissetti. O kadarcık bir ayak bağını bile ciddi zaman engeli olarak görüyordu. Kuşkusuz ki AB, müttefik rakibi olarak ABD’nin kendilerine aslan payı ayırmayacağını da biliyordu ama ABD’nin bilmesini istediği şey de, artık kırıntı sayılabilecek emperyalist bölüşüm oranlarına razı olamayacaklarıydı. İstemekle hiçbir şeyin elde edilemeyeceğini bilen AB’li müttefikler, bu amaçla, yani önemlice bir pay talep edebilecek bir güç oluşturmak üzere hazırlıklarını yoğunlaştırdılar. Birliğin esas gücü olan Almanya ve Fransa, ortak para birimi Euro’nun süngü gücü ile desteklenmediğinde istikrarı yakalayamayacağını bildiklerinden, ortak Avrupa Ordu’su oluşturmak yönünde bir yönüyle gizli bir yönüyle de açıktan hazırlıklar, çalışmalar yürütüyorlardı. AB’nin bu yöndeki hazırlıklarından haberdar olan ABD, rakiplerinin siyasi, ekonomik ve askeri olarak kuvvetlendiği oranda, ileride aslan payını da talep edeceği ve hatta talep etmeyip almaya kalkışacağını bildiğinden, hamlelerini çabuklaştırdı. Atacağı adımların BM engeline takılıp gecikmesi ise, sürmekte olan hazırlıklarında AB’ye zaman kazandıracaktı.
Bu durumda ABD, kendi politikalarını AB’ye ve olası emperyalist rakiplerine dayatmakta gecikmedi. Mesaj, Afganistan ve Irak üzerinden kapitalist rakiplere verilmiş, hegemonyanın tesisine girişilmişti. 11 Eylül saldırıları bahane edildi ve BM atlanarak önce Afganistan ve sonrasında Irak işgal edildi. Ortadoğu’ya yönelik emperyalist hesaplar işlemeye başlamıştı. Bu noktadan başlayan süreç, turuncu vb. devrimlerle Rusya’yı hedefleyen bir yönelim kazanmış ve böylece başlangıçta “Büyük Ortadoğu Projesi” olarak ifade edilen operasyon bütün boyutları ve hedefleri ile şekillenmeye başladıkça, “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” olarak anılmaya başlanmış oldu. Çin, Rusya ve hatta Japonya gibi büyük politik ve ekonomik aktörlerin etkinlik alanlarını kapsayan bu geniş coğrafya abluka altına alındı. Gelinen noktada, eskiden Sovyetlerin etki alanında bulunan ve kendi bağımsız devletçiklerini oluşturmak için ABD desteğine kendilerini açan devletler, ABD’nin ne türden bir sorun olabileceği üzerine bir fikir elde etmeye de başladılar. Bazı ülkeler ABD üslerinin sökülmesi talebini ileri sürmeye başladılarsa da, ABD emperyalizmi esas olarak bu geniş coğrafyada askeri olarak yerleşmiş oldu. Emperyalistler için, bölgenin yeni bir kapitalist odak oluşmadan ve mümkün olduğunca bağımlılık ilişkileri içine sokularak yeniden düzenlenmesi, öncelikli politikalarıydı ve bölge bu amaçla pazar ve hammadde alanları olarak düzenlenmeye başlandı.
Bu süreç içinde, emperyalist rekabetin aktörleri açısından bakılırsa, siyaseten değişen bir çok faktöre rağmen, zaten eski dönemde de varolan ABD hegemonyasının devam ettiği görülecektir. Giderek nesnel temelleri zayıflayan ABD hegemonyası, yine ABD’nin erken müdahaleleri ile yeniden ve şimdilik tesis edilmiştir. Buna rağmen AB açısından bir prestij kaybı, ya da ABD’nin sopasının başına inmesi gibi bir durumdan söz etmek ise, yerinde bir tanım olmaz. Çünkü, bütün bir soğuk savaş dönemi boyunca Avrupa, zaten kendi rızası ile kapitalist dünyanın lideri olarak ABD’yi kabul etmişti. Bu nedenle, duvar yıkılır yıkılmaz kazan kaldırmasını beklemek de, hem gerekli hem de mümkün değildi. Üstelik ABD, Rusya’nın merkezine doğru her paylaşım hamlesinde zayıflayacak, yayıldıkça sorunlarla karşılaşacak ve her hamlede, başlangıçta kendi gerçeği hakkında oluşturup dünyaya pazarladığı imajı biraz daha yıpranacaktı. Bu açıdan, hemen ABD’nin ardından bu alanlara sokulan AB, hem değneğin pis ucuna fazlaca dokunmadan dünya halklarına sopa sallayacak hem de çoktan kıçı açıkta kalmış demokrasi söylemini, ABD’nin tersine ağzında biraz daha sakız etme şansını yakalayacaktı. Sürecin bu noktasında ABD’nin dümen suyunda giden İngiltere’nin AB ortaklığında yarattığı pürüzler ve ABD ile neredeyse tam bir uyuşma içinde olması, Birlik sürecini aksatmasından ve Birliğin diğer üyelerinin eleştirilerine, şikayetlerine yol açmaktan öteye, ABD politikalarına eklemlenmek için fırsat da sağlamaktadır.
Gürcistan’da başlayıp Ukrayna ile devam eden ve aynı doğrultuda Kırgızistan, Özbekistan, Kazakistan gibi Orta Asya ülkelerinde sürdürülmeye çalışılan, sosyalizm sonrası bağımlılık ilişkilerinin kurulması süreci, bilindiği gibi ‘turuncu vb. renkli devrimler’ olarak kendini açığa vurmuştur. Uluslararası mali spekülatörlerin finanse ettiği bu rengarenk hükümet değişikliklerinin Irak ve Afganistan’daki doğrudan müdahalelerden farkı, hem eski Sovyet çevresi, etki alanları olması açısından Rusya ile ekonomik ve kültürel ilişkilerinden hem de kapitalist üretim ilişkilerinin bu bölgelere, mafyöz-liberal kırması bir özelleştirmecilikle harmanlanarak yerleştiriliyor olmasından kaynaklanıyor. Kuşkusuz bir de göz önüne alınması gereken faktör, emperyalizmin gücünün sonsuz olmadığıdır. Dünyanın birkaç alanına birden askeri operasyon düzenleyecek gücünün olup olmadığının tartışması yapılabilir. Ortadoğu’ya yığdığı güçler nedeniyle Güney Amerika daha bir rahatlamış gözüküyor. Emperyalizm Genişletilmiş Ortadoğu Projesini bir noktada tamamladığında, önemli ölçüde hammadde potansiyeli barındıran eski Sovyet etkinlik alanları üzerinde gelişecek daha şiddetli paylaşım mücadelelerini gözlemlemek mümkün olacaktır. Emperyalist güçler, pazar potansiyeli içeren bu ülkeleri, bir bütün olarak kapitalizmin talep sorununu mümkün olduğunca çözmek üzere düzenlemek istiyorlar.
Bu aşamada bölgedeki hükümet değişiklikleri, yani ‘renkli devrimler’ açısından esas hedefin Rusya olduğunu belirtmek yanlış olmaz. Bölge üzerinde egemenlik mücadelesine girişen güçlerin, doludizgin girdikleri bu yarışta her bir taraf için şimdilik ortak ve önemli olan yan, emperyalist hegemonyanın kurulması, bunun dışında bağımsız başka bir güç merkezinin oluşmamasıdır. Bu doğrultuda Rusya’nın kapitalist bile olsa, hangi kimlikle olursa olsun, ayağa kalkmasını engellemek gerekmekte, bu amaçla da turuncu devrimlerin yönünü Rusya’nın merkezine yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Ama bu süreç çelişkili bir süreçtir. Rusya hem kendi zayıflığından hem de uzun bir süredir etkin olduğu bu bölgelerde kendisine yönelik birikmiş tepkinin boşalmasını beklediği için, bir çok durumda zaten engel olamayacağı ABD etkinliğinin artışına cepheden karşı çıkmamayı tercih ediyor. Süreç içinde oluşacak bir anti-Amerikan tepki, bu süreci kendi sorunlarını çözerek geçirmiş Rusya’nın bölgede yeniden etkinlik kurmasının temellerini de yaratmış olacaktır. Rusya’nın beklentisi bu yöndedir. Emperyalizm açısından ise, turuncu devrimlerin bu noktada durmaması gerekmekte, hedef olarak Rusya’da gerçekleşmesi gereken bir demokrasi darbesi amaçlanmaktadır. Bu ülkede gerçekleşecek böyle bir müdahale, zaten kapitalizme geçiş yapan Rusya’nın emperyalist Batıyla bağımlılık ilişkileri çerçevesinde mahkumiyetini kalıcılaştıracak ve böylece, çevre ülkelerdeki etkinliği daha da kırılacaktır.
Esas olarak Rusya’nın ve etki alanlarının kapitalist düzenlenmesinin, kapitalizmin pazar sorununu bir süre için erteleyebileceği ve bunun kapitalizmin ekonomik durgunluk sorununa bir çare olacağı öngörülebilir. Hatta nispi bir refah dönemi bile hayal edilebilir. Ama bunun gerçekleşmesi, kapitalizmin uzun süredir soluklanma şansı bulamadığı bir refah ve genişleme adacığına ulaşması için, Rusya’nın ya da bölgede oluşacak bir ittifakın ekonomik bir güç oluşturmaması şarttır. Ancak bu sayede, tekelci rekabet açısından zaten varolan merkezlere, bir yenisinin daha eklenmesi engellenebilecektir. Emperyalistler, sosyalizmler sonrası geliştirilen ve içinden geçmekte olduğumuz süreci belirleyen politikalar sonucunda, bu süreci bir ara sonuca bağlayabilmeyi düşlemektedirler. Hem Rusya’da hem de genel olarak bu geniş bölgelerde, ciddi bir burjuva birikim, gelenekleri, tecrübesi ve uluslararası ilişkileri ile bir burjuva sınıf oluşmadığı gibi, kamu mülkiyetinin talanı üzerine oluşan yeni kapitalist sınıf, yeni ve bağımsız bir güç merkezi oluşturmadan önce emperyalist merkezlerle işbirliği eğilimi içindedir. Bu da emperyalist merkezlerin avantajlarından biridir.
Ancak yeniden belirtilmelidir ki, bu süreç çelişkileri ile birlikte yaşanmaktadır. Sınıf hareketinin hiç hesap dahiline alınmadığı ve mutlak yenilgisinin sürdüğü koşullarda, öngörülebilir olarak şekillendirilmek istenen süreçler ve masa başı strateji hesapları içinde bir sonraki adımlar planlanmaya çalışılmakta; sürecin mümkün olduğunca öngörülebilir olması tercih edilmektedir. Bunun bir tek şartı, sınıf hareketinin ve sosyalizmin yenilgisinin sürmesidir. Bu nedenle de hangi çelişkiler içinde olursa olsun, bütün emperyalist tarafların her zaman için birinci gündemleri, sınıf hareketinin ivme kazanmaması, bastırılması ve kontrol edilmesidir. Ama bu durumda bile, evdeki hesabın çarşıya uymaması misali, bu geniş rekabet alanında, yeni bir kapitalist merkezin oluşması ihtimalini tamamen olasılık dışı bırakamayız. Bu olasılık, tekelci rekabetin yeniden ve farklı bir boyutta üretilmesi demektir ki kapitalizm, bir süre için bile çözmüş göründüğü pazar sorunu üzerinden muhtemelen elde edeceği refahı giderek daralan kesimler üzerinden paylaştıracaktır.
İdeolojik olarak giderek daralan bir kesime pazarlamak zorunda kalacağı, kapitalizmin refaha dair söylenceleri, bir sonraki krizde daha da daralması kesin bir ölçekte geçerli olacaktır. Ama şimdiden bu ölçek, her haliyle demokrasi kavramının yürürlükten kaldırılmasını şart koşmaktadır. Demokrasi kavramının bu kadar kamburunun çıkmasının nedeni de budur. Her kriz sonrası için geniş kitlelerin sistemle olan ilişkileri onarılamaz derecede yıpranmaktadır. Mülksüzleşme sürecinin farklı aşamalarında bulunan kitleler, gerçek çıkarlarının işçi sınıfının çıkarlarına bağlı olduğunu çıplak gözle göremeseler de bu algının maddi temelleri neredeyse her gün biraz daha açığa çıkmakta, her türden eşitsizlik ve gelir dağılımındaki adaletsizlik artmakta, kitleleri ilgilendiren sosyal haklar giderek yok edilmektedir. Örneğin Katrina kasırgası sonrası, buradaki yoksul siyah kitleyi, Irak’a demokrasi götürüyoruz diye kandırmak ne kadar mümkün olabilir? Irkçı ve sınıfsal tercihleri çıplak gözle görülen ABD emperyalizminin politikaları, sokaklarda dolaşan cesetlerle birlikte iyice su yüzüne çıkmıştır. Kasırga sonrası manzaraları tarafsız olarak veren BBC, Tony Blair tarafından ABD düşmanlığıyla suçlanabilmiştir
Dünya nüfusunun neredeyse yüzde sekseninin durumu, ABD’nin felaket bölgesinde yüzen cesetlerden sadece biraz farklıdır. Dünya ticaretinin yüzde sekseninin, nüfusunun yüzde yirmisi arasında gerçekleştirilmesi, doğrudan olmasa da son tahlilde burjuva demokrasisinin geçerlilik alanını da tanımlamış olmaktadır. Her metada olduğu gibi insanların da ekonomik bir değeri olması için emek-güçlerinin alınıp satılabilmesi, alıp satabilmeleri gerekmektedir. Üstelik emperyalist merkezler içindeki bu alıp satabilen mutlu azınlık da mutlak değildir. Kapitalizmin gelişmiş olduğu ülkelerdeki alıp satabilen kitle ile bunun dışında kalan emekçi sınıflar ve işsizler, sömürge ve bağımlı ülkelerdeki kadar net sınıfsal ayrımlarla birbirinden ayrılmaktadır. Kapitalizmin merkez ülkelerinde gelir dağılımındaki eşitsizlik, üçüncü dünya ülkelerindekini defalarca geçer. Dünya ticaretini gerçekleştiren nüfusun yüzde yirmisine, örneğin kasırganın silip süpürdüğü bölgelerdeki siyah ve işsiz kitle de dahildir, New York’taki evsiz milyonlarca insan da...
Bu manzarada emperyalizm, gelir bölüşümünde adalet ve bölgesel denge gibi planlamalar yerine, açgözlü bir şiddetle, bu yüzde yirmilik dilim içindeki gerçek alıcıları hedeflemekte, bu hedefe yönelik politikalar oluşturmaktadır. Alım gücü olan bu kitlenin üyeleri kişi olarak tanımlanmakta, kişi ve kişilik hakları esas, bırakalım sınıf temelli hak tanımlarını, insan merkezli düşünüşler bile tali olarak değerlendirilmektedir. Bu durumda insan haklarından anlaşılan da “kişi”, alıp satmak anlamında tüketici olan kişi’nin haklarıdır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin bu sınıfsal özü, belki de hiç olmadığı kadar net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Üstelik dünya ticaretinin önemli bir bölümünün çok uluslu şirketler ve bunun da ağırlıklı bölümünün kendi şirketler grubu içinde gerçekleştiği düşünülürse, bu kişi kavramının, giderek şirket ve çalışanları-hisse sahipleri olarak daraltılması da gerekecektir. Ekonomik durgunluğun sürdüğü, yoksul insan kitlesinin artıp, tüketici kişi kitlesinin giderek azaldığı bu süreç ister istemez, burjuva iktisat safsatalarının alıcı kitlesinin azalması anlamına gelmektedir.
Bu durumda bütün dünyada süreç, rıza’ya, onay’a dayanan yönetme stratejilerinin nesnel, sınıfsal temellerinin daralması ölçüsünde şiddeti ve açık baskıyı temel alan politikalara doğru evrilmektedir. Olgunun bu açıdan yansıması, bütün dünya düzeyinde demokrasinin tasfiyesi ve baskıcı anti-demokratik gelişmelerin giderek daha da artması anlamına gelir. Bu nesnel sınıfsal olgu nedeniyledir ki, emperyalistler, terörü ve siyasal islamı bahane ederek demokrasiyi tasfiye etmektedirler. Çünkü artık kendi çelişkilerini yönetmek için daha kesin yöntemlere ihtiyaç duyacakları bir döneme girilmiştir. Emperyalist rekabetin şiddetlenmesi, demokrasi yükünden kurtulmak zorunluluğunu dayatmaktadır. Bu rekabet ilişkisi, hangi aşamada olacağı ya da hangi tekil olaylar sonunda tetikleneceği şimdilik bilinemez bir noktada gelişecek açık çatışma olasılıklarını besleyip durmaktadır.
Sınıf hareketinin dışında her türden toplumsal muhalefet, şu ya da bu ölçüde nesne ile değil de gölgesiyle uğraşan niteliği ile kapitalizmin tercih edip yönlendirebildiği unsurlar olarak, komünizm tehlikesi yerine ikame edilmiş ve bu muhalefetin özneleri, hür dünyanın koruyuculuğuna ABD’nin yeniden soyunmasına imkan veren terör muammasının ete kemiğe bürünmesi olarak tarif edilmeye ve böyle algılanmaya başlanmıştır. Bu sayede ABD’ye ve hatta dünyanın geri kalanına göre daha demokratik görülen Avrupa, fırsat bulmuşken demokrasi adına uzun bir süredir ağzında geveleyip durduğu hakları, işçi sınıfının yüzüne tükürmeyi ihmal etmiyor. Bir bir gerici yasalar çıkarılarak demokrasinin rafa kaldırılması girişimleri sürüyor. Bin Ladin gibi tekil teröristler ve terör olaylarından kalkılarak, zaten medeniyet dışı kalmış bölgeler olarak gösterilen İslam dünyasının, barbarlığın esiri olduğu ve dolayısıyla terörün kaynağını oluşturduğu; geniş bir coğrafyadaki halkların da, ehilleştirilmesi ve artık ne kadar mümkünse medenileştirilmesi gereken kitleler olarak görülmesi gerektiği yargısı sadece dünya halklarını birbirinden ayırmaya yarayan ideolojik bir sav olarak görülmemeli. Bu aynı zamanda, bu tehlikeden korunmak gerekçesiyle kapitalist Batının kendi içindeki güvenlik duvarlarının, özgürlükler yani demokrasi aleyhine yükseltilmesi ve bu duvarlarla demokratik hakların yalıtılmasının aracı olarak algılanmalı.
Bu amaçla şimdiden hayli yol alındı bile. Yeni paradigma böyle ilkel bir noktada kurulmaya çalışıldı. Avrupalı bir çok aydın bu görüşe destek olabildi. Örneğin, Oriana Fallaci gibi kadın haklarına duyarlı yazarlar açıktan İslam’ı ve İslam dünyasını hedef gösterebildi ve böylece çıkarılmak istenen geri yasaları güvenlik adına savunabildi. Avrupa demokrasisinin “yüksek değerlerinin” böylesi ilkel bir şekilde bertaraf edilmesi için, karşısındaki gücün ilkel ve barbar olarak tarif edilmesi ve bu açıdan bir korkunun egemen olması gerekirdi. Bu paradigma, İslam adına vahşete varan saldırganlıklarla yine radikal dinci kesimlerce desteklenmedikçe kabul göremezdi. İslami terör, gerçekleştirdiği her eylemde, Batının demokrasiyi rafa kaldırmak doğrultusundaki yeni terör tanımını belirginleştiriyor, ona destek oluyor. Geniş biçimde kabul ettirilmeye çalışılan medeniyetler çatışması paradigması Avrupa ve Amerikan kamuoyunun uygulanan politikaları desteklemeleri için oluşturulmuştu. Ve işlevsiz olduğunu söylemek kısa vadede hiç de mümkün görünmüyor. Ama özünde geçerli olanın medeniyetler çatışması değil, emperyalist rekabet ve sınıf savaşımı olarak deşifre edilmesi gerekiyor. Sınıf mücadelesi yükseltilip sınıf bilinci komünist siyasal düzeye ulaştırılmadıkça, özellikle sınıf hareketinin yenilgisinin sürdüğü koşullarda, bu yargının daha bir süre iş göreceğini belirtmek zorundayız.
Kitlelerin içinde bulunduğu düşünsel ve psikolojik sefalet, ne yazık ki, onların gerçeği kendiliğinden görmelerini mümkün kılmıyor. Sınıf hareketi ideolojik ve politik düzeyde yükselmediği ve siyasi bilinç kazanmadığı sürece, bireylerin ve onlardan oluşan kitlelerin sapkın ideolojiler, mistizm, (hem İslam dünyasında hem de Hıristiyanlık dünyasında etkinlikleri artan) tarikatlar, uyuşturucu, cinsel yozlaşma gibi etkenlerle kapitalizm için zararsız, hastalıklı kişilikler haline sokulması hiç de zor olmayacaktır. Emperyalistler böyle bir saflaşma üzerinden geniş kitlelerin çürümesini tercih etmektedirler. Ne de olsa bu kitleler, tüketici kimliğe sahip değildir ve bu yüzden kişilik hakları tartışmalıdır. Üstelik ne tesadüf ki geniş hammadde ve enerji havzalarının üstünde konumlanmış bulunan bu insanların, işçi sınıfı hareketi üzerinden muhalif bir kimlik edinmelerindense, nasıl olursa olsun çürüyüp gitmeleri yeğdir! Bu süreçte nesnel temelleri daralmakla birlikte yine de etkili olan burjuva ideolojilerin, ideolojik aygıtlar tarafından pazarlanmasındaki etkinlikleri göz ardı edilmemelidir. Bilmeliyiz ki bugün hala Irak’ta bile Amerika’nın özgürlük getirdiğine inananlar çıkabilmektedir. Üstelik bu inanış burjuva önderlik altındaki Kürtlerin şahsında geniş bir temele de kavuşmuştur. Kürtlerin bu yanılgısı, aynı zamanda nesnel çıkarlara karşılık geldiği düşünülen bir tercih olarak şekillenmektedir.
Dünyada sosyalizm sonrası yaşanan bu gelişmelere paralel olarak, Türkiye’de başlamış ve sürmekte olan gelişmeler, dünyanın değişmekte olan dengeleri ile, giderek daha fazla birleşecektir. Bu buluşma, Türkiye siyasetinin içinde bulunduğu ve üretip durduğu gerilimleri beslemeye devam ediyor. Bu nedenle, seksenli yıllardan bu yana ne tür gelişmeler olduğunu, bu buluşmanın tanımı ve oluşturduğu gerilimlerin anlaşılabilmesi için kısaca anımsamaya çalışalım.
12 Eylül, görece yüksek sınıf muhalefeti koşullarında yeni sermaye birikim stratejilerine yönelmek, uluslararası sermaye ile işbirlikçiliğin yeni bir düzeyinde bütünleşmek isteyen oligarşinin siyasi programını yürürlüğe koymuştur. Diğer yandan darbenin yerine getirdiği görev, merkez kapitalizmin bunalımı çerçevesinde çevre ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi olmuştur. Borç sorununun aşılması için, bağımlı ülkelere dayatılan ihracata dönük kalkınma politikaları, ülke içinde ucuz emek maliyetleri ile üretilen ürünlerin merkez ülkeler için baştan eşitsizlik yaratan döviz kurları üzerinden aktarılmasına dayanıyordu. Böylece çevreden merkeze değer transferi devam ediyor, borç ödemelerindeki tıkanıklık, metalar şeklinde değer transferinin devamını sağlamak yoluyla gideriliyordu. Aynı zamanda, bir önceki dönemde baskın olan ithal ikameci ekonomi politikaları yerine, uluslararası sermayenin kârlılık arayışlarına çare olmak üzere, uluslararası sermayenin yatırım engellerinin, sermaye ihracının önündeki engellerin kaldırılması, bu yönde yasal ve toplumsal düzenlemelerin gerçekleştirilmesi, darbenin yerine getireceği görevler arasındaydı. Bunu gerçekleştirmek ise, bağımlı ülkelerdeki bütün örgütlülük ve hakların tasfiyesi ile mümkün olduğu ölçüde, baskıcı rejimlerin yürürlüğe girmesi anlamına geliyordu. Eşzamanlı olmasa da aynı dönem içinde dünya üzerinde bir çok bağımlı ülkede askeri diktatörlüklerin görevi, bu ekonomik politikaların uygulanabilmesinin siyasi koşullarını yaratmak olmuştur.
Oligarşinin uluslararası sermaye ile işbirlikçilik ilişkisi çerçevesinde yürürlüğe sokulan bu ekonomik politikaların sosyal ve siyasal koşullarının ancak bir darbeyle oluşturulabileceğine kanaat getirildiğinden, bu görev orduya havale edildi. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana ‘kurucu unsur’ olarak iş görmüş olan askeri bürokrasi, bu sayede bir kez daha burjuvazinin adına siyasete müdahale ediyor, bu ise, sistem içinde askeri bürokrasinin tuttuğu ağırlık konusunda hem askerlerde hem de toplumda oluşmuş, askerlerin yönettiğine dair bir yargıyı neredeyse kesinleştiriyordu. İçine girilen bu süreç sayesindedir ki seksenlerin sonuna doğru oligarşi, işçi sınıfının kayıpları, sosyal devletin tasfiyesi ve gelir dağılımındaki korkunç uçurum eşliğinde, ülke sınırları dışında da yatırımlar peşinde koşabilen, sermaye ihracı ve yurtdışında geçerli kârlılık oranlarından yatırımları düşünebilen bir güç haline geldi.
Askeri bürokrasi hakkında, burjuvazi ile iktidarı paylaştığı ve oligarşik güçlerden biri olduğu şeklindeki yargıyı besleyecek bir çok faktör sayılabilir ve bunların belli bir geçerlilik çerçevesi de vardır. Ama bürokrasinin çıkarları doğrudan burjuvaziye bağımlıdır. Bu konuda kendi hakkındaki görüşü ve yanılgısı ne olursa olsun, nesnel gerçek hem siyasi hem de ekonomik olarak Türkiye’de egemen olanın burjuvazi olduğudur. Egemenlerin iktidar olma ve yönetme mekanizmalarında askeri bürokrasinin önemlice bir yer tutması, seksenli yıllara kadar yürürlükte olan ve büyük ölçüde askeri bürokrasi tarafından sahiplenilip savunulan (üniter) ulus devlet, ulusallık ve devletçilik uygulamalarının resmi ideoloji olarak tanımlandığı bütün bu süreçte, resmi ideoloji ile askerlerin çakışmasını getirdi. Kuşkusuz bu konumları üzerinden askerlerin bir çok alanda ayrıcalıkları da oluştu. 12 Eylül sonrası işbirlikçi tekelci burjuvazinin uluslararası sermaye ile ilişkileri çerçevesinde sermaye birikiminin belli bir noktaya varması, emperyalizmle girdiği ilişkilerin ulusalcı ve devletçi uygulamalarla sürdürülmesinin güçleşmesi, hem yürürlükte olan resmi ideolojinin reforma tabi tutulmasını, hem de bu yeni politikalardan rahatsız olan burjuva kesimlerle çakışması muhtemel olan askeri bürokrasinin dizginlenip denetlenmesi zorunluluğunu beraberinde getirdi. Bu noktaya kadar oluşmuş dengeler ve ideolojik yapılanmalar, büyük burjuvazinin bu yönelimine ayak bağı olduğu ölçüde, ideolojik planda yeniden yapılanma, siyaset düzleminde de oligarşinin yönetim süreçlerinde-işlerinde askeri bürokrasinin ağırlığının azaltılması, askerlerin siyasetten kontrollü geri çekilmesi süreci, resmi ideolojideki vurguların değişmesiyle birlikte ilerledi.
Öte yandan oligarşinin, yani işbirlikçi tekelci burjuvazinin, emperyalist merkezlerle ilişkisi de çelişkiler taşır. Bu çelişkilerin ortaya çıktığı her tekil durumda sorun, içinde bulunulan güç ilişkileri açısından bir çözüme bağlanmakta, hangi konjonktürde çözüldüğüne bağlı olarak bir taraf, nispeten daha kârlı çıkmaktadır. Bu mümkün olmadığında çözüm ertelenmekte, yeni oluşan güç ilişkileri içinde sorun tekrar masaya yatırıldığında ise, yine bir taraf zararlı bir taraf kârlı çıkmaktadır. Ama bu kâr ve zarar tanımları mutlak olmaktan çok görelidir ve her iki taraf ve özellikle işbirlikçi oligarşi açısından geçerli olan esas çıkar, ilişkinin sürmesi olarak baştan tanımlanmıştır. Bu kapsam ölçüsünde çıkar birliğinin çelişkili niteliği düşünüldüğünde, her sorun açısından bir önceki dengede uzun ya da kısa süre için tanımlanmış çıkarlar, bir takım ideolojik karşılıklara denk gelecektir. İşbirliği ilişkisinin yeni niteliğine ters düşen önceki süreçlerden devralınmış hiçbir kavram ya da ideolojik şekillenme, burjuvazi açısından mutlak olarak algılanmaz. Bu nedenle, karşı çıksa, dirense ve hayati olarak tanımlasa da, çıkarların farklılaşması, politik, askeri, ekonomik stratejilerin çelişmesi durumunda gerçekleşecek olan şudur: İlişkide güçlü olan egemen taraf, emperyalist güç, karşı tarafa başının ne kadar çok ağrıdığı ile doğru orantılı bir baskı yapacak, zayıf olan taraf ise içinde bulunduğu zaafın derinliğiyle orantılı tavizler vermek zorunda kalacaktır.
Bütün bu açıklamalarla beraber, Türk oligarşisinin emperyalist güç merkezleri ile, uluslararası sermaye ile ilişkisinde, iç siyaset ve yönetim açısından belirleyen taraf oligarşidir ve politikalar oligarşi tarafından oluşturulur. Ayrıca askerlerin, Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki özgün yerleri bir yana, sonuçta egemen sınıfın hizmetlileri olma genellemesi, Türk ordusu için de geçerlidir. Askerler, temsil ettikleri güç çerçevesinde politikaların oluşumu sürecine etkide bulunmak, yönlendirmek isterler. Buna bakarak, askeri bürokrasinin egemen sınıftan bağımsız ve ayrı tanımlanabilecek çıkarları olduğu sonucu çıkarılamaz. Ama iç siyasetin aktörlerinin gerçek güç ve temsiliyet ilişkilerinden kopuk davranabilmeleri de muhtemeldir. Ya da gerçek güç ve sınıfsal tekabüliyet ilişkilerinin bir takım yol kazalarından sonra daha bir kuvvetlice tesis edilebildiği, bu süreçler sonrasındadır ki herkesin rolüyle daha barışık davranabildiği de unutulmamalıdır. Bu noktada kesin konuşmak, iç siyasetin dengeleri açısından mümkün değildir.
Bu açıklamalar, Türkiye’de siyasetin, burjuva siyaset alanının çelişki ve gerilimlerini anlayabilmek açısından gereklidir. Uluslararası sermaye ile ilişkiler çerçevesinde atılan her politik adım, burjuvazinin geneline rağmen daha çok onun azınlığına hizmet etmektedir. Sınıf hareketinin kendi politik örgütlülükleri ve ayrı bağımsız çıkarları somut olarak tanımlanmadığı ve ortaya koyulmadığı sürece, oligarşinin politikalarına da burjuvazinin muhalif kesimlerine eklemlenerek, burjuvazinin kuyruğuna takılarak karşı çıkmak kaçınılmazlaşmaktadır. Geri konumu, yenilgisi koşullarında, sınıf hareketi, burjuva kesimlerin birbirleriyle olan rekabetinde bunlardan biri ya da diğerinin yanında taraf olmakta, dolayısıyla gerçek çıkarlarını ortaya koyup savunması mümkün olamamaktadır. Bugünkü toplumsal sorunlar ve bu eksendeki taraflaşmalarda işçi sınıfı burjuva tercih ve politikaların peşine takılmış durumdadır.
AB ile birlik politikaları burjuvazinin işbirlikçi kesiminin, tekelci burjuvazinin bir tercihi olarak şekillenmiştir. Bu tercihin ne kadar gerçekçi olduğu tartışması bir başka sorundur ve kuşkusuz oligarşinin bu rüyaya inandığını varsaymak, tahlil yapmayı kolaylaştırmaktan öte, şimdilik çok fazla bir geçerliliğe sahip değildir.
Daha çok emperyalist güç ilişkileri içinde sisteme dışarıdan dayatılan koşullar ekseninde tanımlanabilecek AB politikaları, iç dengeler ve resmi ideoloji açısından keskin politika değişikliklerini gerektirebilmektedir. Bu süreç, siyasetin aktörleri arasındaki dengeleri germeye devam etmektedir. Oligarşinin, siyaseti, devletin ideolojisini ve politikalarını yeniden belirlemeye dönük düzenlemeleri, onun sermaye birikimi ve işbirlikçi ilişkileri açısından daha fazla ertelenemez bir politik tercih olarak gündemindedir. Ama bu politikalardan burjuvazinin geniş kesimleri değil bir azınlığı olarak oligarşi kârlı çıkacaktır. Üstelik onun kârlılığı da tartışmalıdır. Bu nedenle, birlik sürecindeki politikalar oligarşi içinde de gerilimlere, ikirciklenmelere neden olabilmektedir. Askeri bürokrasinin temsil ettiği ideolojik ve politik şekillenme, emperyalist yönelimlerle, ekonomik temellerde esastan olmasa da, ideolojik düzeyde bir farklılaşma oluşturduğunda, oligarşinin manevra alanı daralmaktadır. Çünkü, işbirlikçi politikalara ve özellikle AB yönündeki uygulamalara yönelik olarak ulusalcılık ve ulus devlet konusunda itirazlar yükselmektedir. Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki taraflaşma ve fraksiyon kavgasında fazlaca kullanılmaya başlayan bölünme korkusu, aslında pazarını kaybetme, ulusal pazarın işbirlikçilerin aracılığıyla emperyalizmin tam denetimine girmesi ve kendi yaşam alanlarının daralması sonucuna karşı yükseltilen bir muhalefetten başka bir şey değildir. Kürt ulusal hareketine gösterilen nefret ve düşmanlığın gerçekteki karşılığı, işbirlikçi politikalarla bu politikalardan zarar görecek olan burjuva kesimler arasındaki pazar kavgasıdır. Bu açıdan bir dönem önce ve esasen hâlâ askeri bürokrasinin temsil ettiği resmi ideolojinin savunusu üzerinden, milliyetçi bir kamp oluşturulmaya çalışılmaktadır. İşçi sınıfının bu kamplaşma içinde, özellikle ulusal hassasiyetler bahanesi ile, yani milliyetçilik temelinde burjuva kesimlerden birine taraf yapılmaya çalışılması, ulusal sorun konusunun giderek politik gündemin merkezine oturması, konunun ele alınıp değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır.
Burjuva kamplaşmalar içinde işçi sınıfına milliyetçilik ve sınıf uzlaşmacılığı dışında bir rol kalmadığı sürece, kapitalizmin yasaları işlerliklerini sürdürecektir. Burjuvazinin bugün ulusalcı kesimleri, kendileri ne derece farkındadır bilinemez ama sadece tekelci olamadıkları için ulusalcıdırlar. Yoksa, en ulusalcı ve milliyetçi kesilen kapitalistin, bugün ‘vatanım’ diye üstünde tepindiği toprakları, yarın edineceği tekelci konumuyla, emperyalist ortaklarına peşkeş çekeceği aşikardır.
‘Bir karış toprak, çakıl taşı vermeyiz’ edebiyatı yapanların üstünde firesiz anlaştıkları en ortak konu, özelleştirmeler ve uzun vadeli toprak kiralamaları, hazine arazilerinin yerli ya da yabancı kim olursa olsun özel şahıslara satılmasıdır. Kamunun hiçbir zaman yeterince bilincinde olmadığı ama en azından yasal açıdan kamu malı olarak tanımlanan büyük işletmeler bir bir özelleştirilirken, milliyetçilik adına beş vakit ahkam kesenlerin bu satışlara karşı çıkışları, sadece ve sadece satışların yabancı uyruklu kişilere yapılmaması, Türk vatandaşlarına satılması istemi yönünde odaklanmaktadır. Bugüne kadar, bunun neyi değiştirdiğini ise açıklayabilen kimse çıkmamıştır ve zaten bu farklılık, özelleştirmelerin kendisine karşı çıkış açısından, bir anlam ifade etmez, ayrıntı sayılır! İşçi sınıfı da bu türden özelleştirmelere “vatan savunusu” ekseninde karşı çıkarak, burjuvazinin kurduğu tuzağa düşmektedir. Oysa ki, hem karşı çıkış kamu malı üzerinden bir toplumsal mülkiyet bilincinin gelişmesine uygun eylemlilik koşulları yarattığı hem de özelleştirmelerin esasında işçi sınıfının hakları ve örgütlülüğünün tasfiyesi amacıyla gerçekleştiriliyor olduğu bilinciyle özelleştirmelere karşı çıkılmalıdır. Burjuvazinin her kanadı, ister ulusalcı ister işbirlikçi ister yerli isterse yabancı olsun, özelleştirmeleri işçi sınıfına saldırının önemli bir silahı olarak gerçekleştirme noktasında hemfikirdirler. Burjuva kesimlerinin milliyetçiliği ise, bunların uluslararası sermaye ve onun işbirlikçisi oligarşi karşısındaki ekonomik ve siyasi güçsüzlüğünden kaynaklanmaktadır.
Yeniden yapılanma sürecinin belki de en önemli özelliği, askerlerin sistem içindeki yerlerinin normalleştirilmesi, sahnenin önünde durdukları durumda bile söylemleri giderek egemen sınıf olarak burjuvazinin belirlemeye başlaması oluşturmaktadır. Burjuvazinin bu yönelimi, resmi ideolojideki değişiklikler ve esnekliklerin yeni bir biçimlenmeye tabi tutulmak istenmesi ile doğru orantılı artan gerginlikler yaratmaktadır. Çok partili yaşama geçildikten sonra bütün sağ siyasetler tarafından şu ya da bu ölçüde dincilik ve milliyetçilik söylemleri üzerinden siyaset yapılmıştır. Askeri darbe sonrası devletin ve hükümetlerin siyasal islamın gelişmesine katkıları sonucunda, halk kitleleri dinci ideolojiler ekseninde şekillendirilmiştir. Bu durum, özellikle sınıf hareketinin yenilgisi koşullarında, her türden muhalefetin giderek ve daha çok islami söylemlere kaymasına neden olmuştur. Resmi ideolojide ve buna yönelik politikalardaki yeniden düzenlenmenin bir ayağının siyasal islama dayandırılması, laiklik söyleminin sahibi olarak askerlerin toplumun geniş islami kesimleri tarafından hedef alınması, burjuvazinin AKP şahsında yaptığı tercih üzerinden şekillenmektedir. Emperyalist güç merkezlerinin mutabakatı üzerinden hükümet olan AKP şahsında, geniş burjuva kesimlerle oligarşinin çıkarlarının aynı anda savunulamayacağı kesindir. Ama bu parti üzerinden kitlelerin gelecek ve refah umutları oligarşinin siyasi desteği haline getirilebilmiştir. Üstelik bu sefer burjuva kesimlerin büyük bölümü de AKP üzerinde yaşanacak bir mücadele içinden siyasi iktidar mücadelesine dahil olmak tercihini yapmışlardır. Bu tercihte yanılanın burjuvazinin geniş kesimleri olduğu ve kârlı çıkanın ise oligarşi olduğu giderek daha açık bir şekilde belirginleşmiştir.
Tabanının yansımaları ve başlangıçtaki kuşkular ne olursa olsun, AKP şahsında Türk oligarşisi iyi bir temsilci daha kazanmıştır. Yeniden yapılanma süreci içinde biraz da zorunlu kaldığı bu tercih, siyasi islamı referans alan bir parti üzerinden askerlerin sistem içindeki yerlerini normalleştirmesinde, kendisine yönelebilecek bütün eleştirileri siyasal islama havale etmesine yarıyor. Oligarşi, askerlerle doğrudan muhatap olmaktansa, siyasi islamcı parti ile askeri bürokrasiyi, temsil ettikleri güç ilişkileri ile karşı karşıya getirmeyi tercih etmiş, sistemin bu iki unsuru bu sayede törpülenmiş; sonuçta oligarşinin hareket alanı daha da genişlemiştir. Bu dönemde, askeri kaynaklı manipülasyonlarla, burjuvazinin soy kütüklerinin çıkarıldığı bir çok çalışma, neredeyse sipariş üzerine yayınlanır olmuştur. Askeri bürokrasinin belki doğrudan belki de dolaylı olarak siparişi üzerine yazılıp ortalığı kaplayan Sabetaycılık ve benzeri araştırmalar, ‘biz kimin ne olduğunu, hangi soydan ve hangi milliyetten geldiğini biliyoruz’ anlamına gelen tehdit mesajlarıdır ve büyük ölçüde yeni dengelerde askerler tarafından ellerini güçlendirmek için kamuoyu yaratmak üzere kullanılmaktadır.
ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesinin model ülkesi olarak gösterilen Türkiye, AKP iktidarı dışında düşünüldüğünde bu proje açısından oldukça problemli durmaktadır. Uluslararası sermayenin ve emperyalist devletlerin, özellikle de ABD’nin, AKP hükümetinin önünü açmış olmaları, bütün bu düzenleme için en uygun kitle desteğine sahip olmasından ve bu partinin ideolojik olarak yeniden yapılanmaya en uygun belirsiz dini söylemlerinden de kaynaklanmaktadır. Bu açıdan da dergimizin ilk sayılarından bu yana vurguladığımız ‘Yeni Osmanlıcılık’ tezi, kemalizmin karşısında konumlanarak, Türkiye’nin ABD’nin Ortadoğu maceralarına hesapsız katılması yönünden en uygun ideolojiyi oluşturmaktadır. Bu tez doğrultusundaki görüşler ve bakış açısı, daha çok sistemin içine şırınga edilmeye çalışılmakta, sisteme rağmen yürürlüğe koyulmaya çalışıldıkça da, yeni türden gerilimler oluşturmaktadır.
Türkiye’nin ABD ve AB ile ilişkileri çerçevesinde emperyalist bölgesel düzenlemelerden payına düşen gelişmelerin olması muhtemeldir. Burjuvazi, bölünme ve parçalanma korkularının somut kanıtları olarak zaman zaman hem AB’nin azınlık ve ulusal haklar politikalarını hem de ABD’nin bölgede Kürtlerle gerçekleştirdiği işbirliğini ima etmektedir. Türk burjuvazisinin Kürdistan’ı kaybetme korkusu, askeri bürokrasinin kendi konumuna yönelik saldırılara, siyasetteki ağırlıklarının azaltılması, geriye çekilmesi hamlelerine yanıt vereceği yeni mevzilere zemin hazırlamaktadır. Her iki taraf açısından şimdilik geniş bir çerçeveyi ifade etmese de son günlerde sıkça dile getirilen bir Kürt - Türk çatışmasının Türk tarafını, AB karşıtlığı ekseninde birleşmiş gözüken askerler, emniyet güçleri, “sol”cu geçinen milliyetçiler ve faşistlerin oluşturduğu gözükmektedir. Bu çatışmayı gündeme taşıyan olayların hiçbiri kendiliğinden gelişmemiştir ve bu noktada faşistlerle devletin planlı işbirliği söz konusudur. Bu noktada milliyetçi “sol” ve kızıl elma ittifakı ile faşistlerin sınır çizgileri de iyice belirsizleşmiştir. Diğer tarafta ise, 3 Ekim tarihine kadar egemen güçleri bir takım tavizler vermeye zorlamak için çabalarını artıran Kürt siyasal hareketi ön plana çıkmaktadır.
Kürt meselesi açısından koşullar, hem uzun süredir verilmekte olan ulusal kurtuluş savaşımı hem de ABD emperyalizminin bölgeye doğrudan müdahalesi, işgali ile kökten değişmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, burjuvazinin kendi içindeki çatışması, özellikle içine girilen AB politikaları üzerinden ulusalcılık temelinde tanımlandığı, toplumsal kamplaşma bu çizgi üzerinden oluşturulmaya çalışıldığı ölçüde, Türkiye’deki bölünme AB yandaşları ve karşıtları şeklinde oluşmaktadır. Ama böyle bir kamplaşma, nesneyi ismi ile tanımlamaktan uzaktır. Burada çatışan somut çıkarlardır ve burjuvaziyi, çıkarları giderek birbirleriyle sert bir şekilde çatışan taraflara ayırmaktadır. Burjuva fraksiyonlar arasındaki bu çatışma, uluslararası sermayenin istemleri doğrultusunda davranan oligarşinin karşısında geniş bir milliyetçi kamplaşmayı beraberinde getirmektedir. Bu açıdan belirtilmelidir ki, kamplaşmanın her iki tarafında da geçerli olan burjuvazinin çözümleridir.
Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi içinde uzunca bir süredir burjuvazinin artmakta olan etkinliği gözlemlendiğinden, oligarşi ile AB çerçevesinde bir uzlaşmaya yanaşılmış, sistemle bir ortaklık noktası aranmaya başlanmıştır. Bugün içinde bulunduğu kafa karışıklığı ve sürekli değişebilen politikaları ile Kürt siyasi hareketi burjuva etkilere açıktır ve bu etki alanında kaldığı sürece de, fiilen burjuvazinin sınıf çıkarlarını ifade etmek durumunda kalabilmektedir. Şimdilik düşman gibi dururken, AB’ci söylemler üzerinden, nesnel olarak oligarşinin tarafında saf tutmuş olmaktadır. Bu tercih Türk burjuvazisinin büyük ölçüde bölünme yaygaralarını yükseltmesine neden olmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Kürt siyasal önderliği tarafından ileri sürülen ‘demokratik cumhuriyet’ talebi, aslında Kürt burjuvazisinin devlet yönetimine katılma talebine denk gelmektedir ve sosyolojik karşılıkları ne olursa olsun, Kürt burjuvazisinin oligarşi içinde bir yer edinme meselesi olarak deşifre edilebilir. Burjuvazinin pazar sorunu üzerindeki kapışmasının bu biçimde, ulusallık ve Kürt demokratik hakları üzerinden tanımlanması, ‘Vatan - Millet - Sakarya’ edebiyatını temcit pilavı gibi kullanmaya izin vermektedir. Oysa ki kaygı başkadır. Bu arada işçi sınıfı milliyetçi bir boğazlaşmada taraf olmaya çağrılmakta, bu yolla hem ulusal hem sınıfsal her türden bağımlılık zincirinin sıkılaştırılması hedeflenmektedir.
Öncelikle, AB’nin Türkiye ile ilişkisi içinde (bu ilişkinin birlik hedefinin ne kadar gerçekçi olduğu ayrı bir tartışma konusudur) Kürt meselesini bir azınlık sorunu olarak koyması, ulusal sorunun niteliğinin üstünü örtmektedir. Geçtiğimiz günlerde liberal aydınların PKK’ye çağrı yapıp silahlı çatışmanın durmasını istemeleri, bu konuda sorumlu olarak Kürt tarafını ve PKK’yi suçlayıp askerlere operasyonların durdurulması için bir telkinde bile bulunmamaları, içinde bulundukları gafleti gözler önüne sermiştir. Bu aydınlar, küçük-burjuva temsiliyet ilişkisi ile, Türkiye’nin içine girdiği AB’ne katılım sürecinin sekteye uğramasından, hayal ettikleri demokrasiden uzak kalacaklarından korkmakta, bu korku ile kim haksız kim haklı, ezen kim ezilen kim, bütün bunları birbirine karıştırmakta, sorunun esasını gizlemeye yardım ederek, kafa karışıklıklarını, işçi sınıfına çözüm diye yutturmaya kalkmaktadırlar.
Kürt meselesi bir azınlık meselesi değildir ve ulus gerçeğinin yok sayılmasından kaynaklanmaktadır. Ve bu sorunun çözümü, ancak ayrılma hakkının da tanınması ile mümkün olabilir. Bu durumda egemenlerin önemli bir kesiminin AB politikalarının bizi böleceği, parçalayacağı yönlü demagojileri gerçekçi değildir. Üstelik AB, olası üyelerinden olan Türkiye’ye bu önemli sorununda arka çıkmış, sorunu azınlık çerçevesinde tanımlayarak, Türkiye’de merkezi devletin imkanlarını belirtmiştir. Buna rağmen Türk burjuvazisi, Birlik süreci içindeki yol kazaları ve sürekli önüne şartların koyulması, Avrupa devletlerinin isteksizliği ve büyük oranda bu birliğe karşı olmaları gerçeğini algıladıkça, içe dönük şiddeti, milliyetçiliği azdırmaktan yarar ummayı tercih etmektedir. Bu sorun, AB hedefi doğrultusunda üyelik için çırpınan Türkiye’nin bir iç sorunu olarak kalamayacağına göre, AB, kategorik olarak, tıpkı Kıbrıs meselesinde olduğu gibi Kürt meselesinde de, kendi alanındaki bir soruna müdahale etmiş sayılacaktır. TC’nin bundan önceki süreçte artık kalıtlaşmış olan üniter devlet kavrayışı, azınlıkları sadece gayrimüslimler temelinde algılaması, Kürt sorununu bırakın ulusal bir mesele olarak tanımlamayı, azınlık sorunu olarak tanımlamayı bile imkansız kılmaktadır.
Kürt siyasi hareketi de AB’nin bu tanımı çerçevesinde taraf olmuş, azınlık haklarının tanınmasının birlik için yeterli olacağı yönünde açılımlar geliştirmiştir. Kürt siyasi hareketinin hedefleri ve öncelikleri, buna yönelik stratejisi ne olursa olsun, bu nokta sorunu tanımlamaktan uzak bir uzlaşmayı ifade eder. Çözüm, kuşkusuz ki mutlaka ayrılmaktan geçmek zorunda olmadığı gibi, merkezi devlete en yakın çözüm üstünde karar kılındığında bile, böyle bir kararın oluşması sürecinde ayrılma hakkının dışlanmamış olması, kararın meşruiyeti, ulusal iradenin tecellisi sayılması için zorunludur. Bu nedenle, Kürt ulusal sorununun azınlık ve özerklik çerçevesinde daraltılarak sağlıklı bir tartışmasını yapmak mümkün değildir. Aynı şekilde çözümünün de, böyle bir tartışmanın sonucunda ortaya çıkması mümkün değildir. Böyle tanımlanabilmesinin ve çözüm olarak ulusun kendi kaderini tayin hakkı yerine azınlık haklarının ileri sürülebilmesinin, burjuvazinin ulusal hareket üzerindeki denetiminin giderek artması ile paralel gelişen süreçler olduğu bilinmektedir.
TC açısından, azınlık tanımına Kürtleri de dahil etmek bir türlü mümkün olamamaktadır. Türk oligarşisi, Kürt burjuvazisinin AB aracılığıyla kendisine uzattığı bu uzlaşma teklifini kapsayacak ideolojik esnekliğe sahip değildir. Bu uzlaşmayı kabul ettiğinde, peşi sıra, hedefi ayrılığa güdümlenmiş bir federalizm talebinin geleceğini düşünmektedir. Bugüne kadar sistemin en önemli ve katı noktası, resmi ideolojinin çimentosu olarak Kürt ulusunun toptan inkarı, eğer bir kez söylem düzeyinde bile gevşetilirse ve eğer resmi ideoloji buradan çatlarsa, ayrılığın kaçınılmaz olacağından korkulmaktadır. Resmi ideoloji bu noktadan çatladığında, ne olacağını kestirmek burjuvazi için güçtür. Herkesin bu çatlaktan beklentisi bir yerden sonra farklılaşmakta, sistemdeki çatlağın ne kadar su sızdıracağı ve neyi biriktireceği üzerine öngörüler farklılaşmaktadır. Öncelikle burjuvazi, kendisinin kontrol altında tutamayacağı ve ayrılık yönünde gelişmeleri teşvik edeceği gerekçesi üzerinden AB’nin özerkliğe yönelik önerilerine sıcak bakmamakta, reddetmektedir. Kuşkusuz burjuvazi, federalizmin uygun şartlarda birliğin güçlenmesinin biçimlerinden biri olduğunu bilmektedir. Ama bu uygun koşullar, kendisinin ekonomik olarak daha güçlü (bağımlılık ilişkisinde görece daha avantajlı) olmasını gerektirir. Sosyal adalet, bölgesel eşitlik gibi faktörleri gözetip sağlayacak politikaları tercih edebilir bir konum ve yönelimde bulunabilmelidir.
Şu andaki yönelimleri ve ekonomik dengeler açısından, bırakalım federalizmi, özerlik uygulamalarını bile gündeme alamamasının, kuşkusuz bu türden maddi nedenleri, kısıtları vardır. Ama öte yandan, Kürt siyasi hareketinin öncülük ettiği ulusal kurtuluş hareketi, artık açıkça kendi varlığını, siyasi, ekonomik, örgütsel kurumlarını geliştirmiş, eskisi gibi bir birliğin TC tarafından Kürt hareketine dayatılmasının daha ne kadar sürdürülebileceği tartışmalı bir hal almıştır. Bu nedenle AB’nin azınlık politikaları çerçevesinde önerdiği çözümler, Türk burjuvazisinin elini güçlendirebilecek, Kürt siyasi hareketinin ayrılık yönündeki birikimlerinin, bu yöndeki gelişmelerin önüne geçebilecekken, burjuvazi konunun sözünü bile etmeye cesaret edememektedir. Tam da bu noktada, iç siyaset aktörlerinden olan askerlerin daha ön plana çıkmasının koşulları artarak sürmektedir. Üstelik bu aşamada, geçmişte Ermeni meselesinde olduğu gibi toptan bir imhayı çağrıştırabilecek olan, Türk toplumunu göreve ve duyarlı olmaya çağırma girişimleri, gerçek anlamda bir savaşın, Kürt - Türk çatışmasının, milliyetler temelinde gelişmesini getirebilecektir. Bu aslında sadece ve öncelikli olarak Kürtlere açılmış bir savaş olmayacak, iç siyasetteki düğüm Kürtlerin üstüne vurulan kılıçla çözülmeye çalışılacaktır. Bu durumda ulusal düşmanlıklar temelinde kanlı bir çatışmanın yaşanması hiç de olasılık dışı değildir. Bu nedenle hem generallerin hem de siyasilerin toplumu göreve çağırmakla, gerçekten ileri sürdükleri gibi üstünde tepindikleri üniter devlete mi, yoksa kaçınılmaz olarak ayrılık yönünde bir basınca mı neden olacağı üzerinde ciddi bir soru işareti yaratmaktadır. Bu durumda bunun bir aymazlık mı, yoksa bilinçli bir provokasyon mu olduğu tartışma konusudur.
Faşist hareketin ve diktatöryal eğilimlerin bu dönemde hızla arttığını ve faşistlerin durumdan vazife çıkarıp eylemliliklerini hızlandırdıklarını görüyoruz. Eylemlilikleri arttıkça ses getirmekte, kendilerini bir gereklilik, bir ihtiyaç olarak kitlelere pazarlayabilmektedirler. Aynı şekilde, gerilla ve ulusal hareketle yalnızca devlet gücüyle baş etmenin mümkün olmadığı yönündeki kaygıları gelişen militarizmin toplumu göreve çağırmasıyla, şiddet ve terör temelinde örgütlenen yığınların seferber edilmesini istemesi ölçüsünde, faşizm tehlikesi artmakta, faşist hareket güçlenmektedir. Bu durumda olacak olan da, çatışma ortamının artması, zoraki birliğin daha fazla sürdürülmesinin giderek güçleşmesi olacaktır.
AB açısından tercih edilir olmayan ayrılık yönündeki bu türden gelişmelerin, ABD açısından tercih edilir olup olmayacağı oldukça tartışmalıdır. Ortadoğu’daki açılımlarını ağırlıklı olarak ve şimdilik Kürtler üzerinden yürüten ABD, AB ile nüfuz savaşım alanlarından olan Türkiye’nin içine gireceği bir Kürt - Türk çatışmasından doğacak olası her sonuca, AB’den daha yakın durmakta ve buna yönelik hazırlıklarını geliştirmektedir. Kürdistan’ın farklı parçalarındaki Kürt siyasi hareketlerinin, aralarındaki ayrımlar ne olursa olsun, esas olarak içinde bulundukları bütünün koşullarını göz önünde tutarak politika geliştirdikleri görülebilir. Talabani’nin Irak cumhurbaşkanı, Barzani’nin federe Kürt devletinin başkanı olmaları, PKK hareketinin Irak’ta bulunan bir bölümünün Talabani çizgisine geçip ABD yöneliminde politikalara teşne olması; bütün bu gelişmeler sadece ideolojik farklılıkların yarattığı gerilimler üzerinden yaşanan süreçler değildir. Bu gelişmeler aynı zamanda kısa ve orta vadeli nesnel çıkar ilişkilerinin ürünüdürler. Herkes bu dönemdeki kazanımları üzerinden uzun dönemde kalıcılaşabilecek kazanımların hesabı içindedir.
Geçmişteki koşullardan farklı olarak bugün, Kürtler arasındaki ilişki daha sıkıdır ve bu ilişkinin en azından maddi imkanlarının arttığı göz önüne alınmalıdır. Üstelik herkes için farklı anlamlara gelebilecek bir olanak olarak Ortadoğu’nun merkezinde kocaman bir nüfus oluşturan Kürt ulusu gerçeği, hem AB hem de ABD politikaları açısından her koşulda hesap edilmesi gereken bir faktör olarak, hiç olmadığı kadar politik stratejilerin içine dahil edilmektedir. Kürtler artık, uzun dönemde meyveleri toplanmak üzere üstüne yatırım yapılan bir halk değildir. Uzunca bir süredir gelişmeleri kollayan Kürt hareketi, koşulları kendi lehine kullanarak, hiç olmadığı kadar yüksek bir eylemlilikle kendini tarih sahnesine dahil etmiş, eylemli bir varoluş sergilemektedir. Eyleminin koşullarını ve hedefini beğenelim ya da beğenmeyelim, bu gerçek değişmemektedir.
Ne var ki, Kürt ulusal hareketi, önderliği burjuvaziyle çakıştığı ölçüde ve çakıştığı her parçasında, diğer ulusal azınlıkların haklarını çiğneyip yok sayan, onlara karşı kırıma girişebilen, bir uçta işkenceyi bile savunan konumlara savrulabilmektedir. Irak Kürdistan’ındaki Kürt liderliği en son olarak direnişe katılan Türkmenlere karşı işgalci güçlerle beraber katliama varan uygulamalara ortak olmuş, 1915 Ermeni katliamında İttihat Terakki’nin suçuna bulaşan Kürt aşiretleri misali, bugün emperyalizmin suç ortaklığına soyundurulmak istenmektedir. Ermenilerin tehcirinden Kürt aşiret reislerinin çıkarları, bölgede etkin olmak ve hatta egemenliği paylaşmaktı. Bugün de ABD ile birlikte giriştikleri suç ortaklığının temelinde aynı amaç yatmaktadır. Kürt burjuva önderliğinin bugünkü pragmatizmi, başka her milletten burjuvaların aynı koşullarda gerçekleştireceği benzer türden bir sınıf tavrından başka bir şey değildir. Marksizme göre, her ulusal sorunun çözümü, başka uluslara yönelik haksızlık ve eşitsizlikleri ürettiği gibi bunun yanısıra, emperyalist bağımlılık ilişkileri içinde şekillenen yeni ulus devlet için de geçerli olan, ulusal bağımlılık ve ezilmişliğin başka bir biçimde yeniden üretilmesidir. Kürdistan gerçekliği, bu saptamaların doğruluğunu kanıtlayan, yaşanan bir olgu olarak karşımızdadır.
ABD’nin İsrail’den sonra bölgedeki en önemli destekçisi olma özelliğine sahip Türkiye, bu özelliğini şimdi Kürtlere kaptırmaktan korkan bir duruma düşmüş gözükmektedir. Savaş süresince Kuzey Kürdistan ile Güney Kürdistan arasındaki sınırı kaldırarak askeri operasyonlarını buradan sürdürmek ve esas olarak da bütün lojistiğini TC’nin sınırlarına yığmak isteyen ABD, tezkere kazası sonrasında, ağırlıklı olarak Kuzey Irak’taki Kürt bölgesinden hareket etmek zorunda kalmıştır. Irak işgali öncesinde Türk televizyonlarında gerçekleşen bir canlı yayında, gazeteci Hüsnü Mahli’nin sorduğu, “tercih etmek zorunda kalsanız Türkiye’yi mi Kürtleri mi tercih ederdiniz?” sorusuna, ABD savunma bakan yardımcısı hiç ikirciklenmeden, “böyle bir tercih yapmak zorunda kalmak istemem” diye yanıt vermiş, bu yanıt karşısında emekli Washington büyükelçisi Şükrü Elekdağ, feryat figan karşı çıkmak suretiyle sadece kendisinin ruh halini değil, bütün bir Türk burjuvazinin duygularını ve şaşkınlığını ifade etmiştir. Oligarşinin tezkere kazası ile bu tercih zorunluluğu ABD’nin önüne koyulmuş ve ABD şimdilik tercihini yapmış, Irak’a hem kuzeyden hem de güneyden girip en güvenli bölge olarak Kürt bölgesinde yoğunlaşmıştır.
Türk burjuvazisinin sözcülerinden bazıları, tezkere geçip Amerikan askeri varlığı bölgeye konuşlandırıldığında, hemen ertesi gün sıkıyönetim ilanının gündemde olduğunu, tezkerenin geçmemesi üzerine sıkıyönetim ilanına gerek kalmadığını açıkladılar. Bu gizli kalması gereken bilginin basına açıklanmasından amaç, burjuvazinin bir kanadının ABD politikalarından rahatsızlığını göstermesi ve bu yönde duyarlı bir kamuoyu yaratmak istemesi olsa gerektir. Sıkıyönetim koşullarında sadece Amerikan karşıtı muhalefetin dizginlenmeyeceği, özelleştirmeler ve talan furyasına karşı olası her muhalefetin bahane edilerek terör yasalarının ve anti-demokratik gelişmelerin hızlandırılmak istenmiş olabileceği de öngörülebilir.
Ama ABD’nin bu süreç içinde, Türkiye’nin iç politikasının zikzaklarına, tezkere konusunda olduğu gibi sürprizlerine tahammülü yoktur ve bu yüzden bağımlılık ve işbirlikçilik konusunda tamamen teslim olmuş bir işbirliği talep etmektedir. Bu açıdan son dönem, tamamen kendisine bağımlı bir ilişkiyi garantilemeye çalışan ABD ile ikili görüşmeler sıklaşmıştır. Öte yandan bu sırada ABD’nin Kürt kartından vazgeçmesi de söz konusu değildir ve ABD, özellikle PKK’nin silahsızlandırılıp Talabani-Barzani örneğinde olduğu gibi, işbirlikçi çizgiye çekilmesi uğraşını sürdürmektedir. Bu durumda sistemin Kürt meselesi de ABD üzerinden düzenlenmiş olacaktır. Ancak Türkiye Kürdistan’ındaki siyasi önderliğin küçük-burjuva, köylü kitle tabanı ise, bu tip açılımların önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır.
ABD politikalarının ve bölgedeki askeri varlığının Kuzey Kürdistan ile Güneyi fiilen birleştireceği gözle görülür bir sonuçtur. Bundan sonrası için Ortadoğu’daki emperyalist rekabetin azalmayıp artacağı da göz önüne alınırsa, ABD’nin bölgeye geçici bir süre için gelmediği ve bir muhalefet onu söküp atmadıkça gitmeyeceği görülecektir. Bu durum, ABD’nin Kürtlere destek olacağı yönünde bir korku ve çekinceyi sürekli kılmakta, bu yöndeki kuşkular dağılmayıp sürekli artmaktadır. İşbirlikçi oligarşinin ABD tekelleri ve uluslararası sermaye ile ilişkisi ne olursa olsun, kendi egemenlik alanında böyle bir denetimsizliği ve oldu bittiyi isteyeceği de kuşku götürür. Onlar için Kürdistan öyle kolay feda edecekleri bir bölge değildir ve bunun şartları oluşmamıştır.
Oligarşinin ötesinde genel olarak burjuvazinin bu korku ve kaygı ile daha çok beslendiği de ortadadır. Bugün bazı limanların yasadışı olarak ve muhtemelen gizli anlaşmalar çerçevesinde ABD’nin denetimsiz hizmetine sunulduğuna yönelik haberler, bu açıdan oligarşinin bağımlılık ilişkilerindeki konumunu da ortaya koymaktadır. Oligarşi işbirliğini gerektiren bütün uygulamaları, ama yasal ama yasadışı yollarla, yerine getirmek zorundadır.
Türkiye’nin ABD’nin işbirlikçisi ve her dediğini yapan bir ortağı olduğu ve bu açıdan Kürt kartı ile Türkiye’nin işlerini karıştırmasına gerek duymayacağı üzerine yapılacak her spekülasyon, AB ile ABD rekabetinin savaş alanı olarak Türkiye ve Kürdistan realitesini olasılık hesapları içine dahil etmek zorundadır. Türk burjuvazisi için sahiciliği çok tartışmalı olmakla birlikte Avrupa Birliği hedef ve kavramı altındaki her gelişme, Türkiye ile AB’nin bağımlılık ilişkilerinin artmasını sağladığı ölçüde, Türkiye’nin Avrupa ile bağımlılık ilişkilerinin ABD’ye rağmen artması anlamına gelmektedir. Türkiye açısından Kürt meselesindeki bu farklılık, AB politikalarına oranla ABD politikalarının daha riskli tanımlanması sonucunu getirmektedir. AB’nin ABD ile rekabetinin niteliği, Türkiye - AB ilişkilerinin etkisiyle ABD’nin Türkiye üzerindeki etkinliğinin ne yönde değişeceği gibi sorunlar, Türkiye Kürdistan’ı üzerindeki olası emperyalist açılımları belirleyecek faktörlerden başlıcalarıdır. ABD aleyhine gelişmelerle AB yörüngesine oturmuş bir Türkiye, iki kutup arasında emperyalist çatışmanın artması durumunda, özellikle ABD tarafından Kürt kartı ile zayıflatılmaya çalışılabilir. Bunun dışında da neredeyse sonsuz sayılabilecek senaryolardan söz etmek mümkündür ama bunun yerine, bugün için emperyalist rekabetin Kürt meselesi üzerinden böyle bir farklılaşmaya gerek duymadığını belirtmek gerekir. Geleceğe yönelik bütün belirtiler uç vermiş olmakla birlikte, geçerli olan bugünkü durumdur.
Darbenin üzerinden 25 yıl geçtikten sonra bugün, toplumsal yapı, parlamento, sendikalar, partiler, çeşitli türden kurumlar ve bütün bir sistem, 12 Eylül’ün biçimlendirdiği haliyle ayakta duruyor. İşçi sınıfı, o günkü teslimiyetin ve yenilginin faturasını uzun bir süredir ödemeye devam ediyor. Türkiye’de yaşanan bu yenilgi, sınıf hareketinin zaman zaman yeni biçimlerde gelişen atılımları ve mücadelenin yükselmesine rağmen esas olarak devam etmiştir. Özellikle darbenin etkilerinin toplumsal sonuçlarıyla birlikte daha yeni anlaşılmaya başlandığı seksenlerin sonuna doğru, sosyalizmlerin çözülmesi sürecinin bir yıkımla tamamlanması, yenilginin iyice perçinlenmesine neden olmuştu. Sonrasında dünya işçi sınıfı açısından da bir bütün olarak geçerli olacak sınıf hareketinin yenilgisi, geri çekilmesi ölçüsünde, Türkiye’deki hak kayıplarının telafisi mümkün olmadı. Dünya çapındaki bu etken, sınıf örgütlülüklerin zayıflamasına bir çok durumda yıkımına ve dolayısıyla anti-demokratik gelişmelerin artmasına neden olduğu için, belki de içine girilmesi muhtemel bir 12 Eylül hesaplaşmasının maddi imkanlarını sekteye uğrattı. Bu olumsuzluk, hesaplaşmanın gerçekleşebilmesi için mutlak ölçüde gerekli olup önemli bir katkı yapacak olan uluslararası dayanak ve desteklerin yitimini getirmiş ve sonuç olarak bugüne kadar böyle bir imkanın, koşulların oluşmasını engellemiştir.
1984 sonrasında Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin gelişimi hızlanırken, yenilgi koşullarını yaşayan işçi sınıfı içinde şovenizm büyük oranda kök salmıştır. Bu zafiyette kuşkusuz ki, işçi sınıfı içerisinde komünist bir etkinliğin yokluğunun ve kendilerini sosyalist olarak niteleyenlerin, şovenizme karşı mücadele etmek yerine, sömürgecilik karşıtı söylemlerin ve bu yönde Kürt ulusunun demokratik taleplerini desteklemenin işçi sınıfı saflarında karşılık görmeyeceğini, milliyetçiliği yükselteceğini ileri sürmelerinin büyük payı vardır. Yükselen ulusal mücadeleye, faşist hareketin ve milliyetçi karşı tepkinin koşullarını yarattığı için karşı çıkılabilmiş, Kürt ulusunun demokratik talepleri sahiplenilmemiştir. Bugün işçi sınıfının her düzeyde yaşadığı sorunların, sınıf uzlaşmacılığının, faşist hareketin sınıf içinde kazandığı mevzilerin sorumlusu, ulusal hareketten çok, asıl işçi sınıfının komünist örgütlenmesinin gerektirdiği görevleri yerine getirmemelerine ek olarak ulusal hareket karşısında demokratik görevlerini de yerine getirmeyen sosyalistlerdir. İşçi sınıfının demokratik eğitimi açısından anti-şovenizm, Kürt ulusunun demokratik taleplerini sahiplenmekten geçer, bunun başkaca bir yolu yoktur. Bugünkü yenilgi, işçi sınıfının anti-sömürgeci ve anti-şovenist görevleri, bu yöndeki eğitimi eksik bırakılarak tersine çevrilemez, bu görevler yerine getirilmediğinde, yapılan her şey eksik ve o ölçüde de yanlış olacaktır.
Türkiye, Kürdistan ve bölge çapındaki gelişmeler ancak, sınıf hareketinin dünya çapında yenilgisi temelinde anlaşılabilecektir. Bu yenilgi ve geri çekilme süreci esasen devam etmektedir ve nesnel koşullar işçi sınıfının lehine bir birikimi ne kadar çok temsil ediyor olursa olsun, öznel olarak bir ileri atılımın ve kazanımın zorunlu koşulu olan ideolojik temeller yeniden üretilmeyi beklemektedir. Bu bakımdan, emperyalizmin milliyetçi söylemleri, ulusalcılık ve şovenizmin her türü karşıya alınmadan işçi sınıfının devrimci birliğini ve sınıf hareketinin yükselmesini gerçekleştirmek mümkün değildir.
2005 yılında bugün, 12 Eylül öncesi farklı siyasi hareketler içinde yer almış ve esas olarak yenilgi psikolojisince belirlenen bir kuşak, sınıfsal temellerini oluşturmadan, bir sınıf örgütü ve hareketi üzerinden değil de daha çok demokrasi söylemi ile (ve bu nedenle ancak haklı bir serzeniş düzeyinde kalarak) 12 Eylül’ü sorgulamaya girişiyor. Bu kuşağın temsilcilerinin çağrısını kabul eden DİSK, devlet ve devletin ilgili organları denetimindeki faşistlerce tırmandırılmış bulunan Kürt - Türk gerginliğini bahane ederek ‘alet olmayacağız’ gerekçesi ile, sonrasında, 12 Eylül’ü protesto mitingine katılmama ve iptali istemi yönünde görüş belirtiyor. Bunu gerekçe gösteren valilik mitingi bir ay erteliyor. Kuşkusuz bu durum, DİSK’in bu kararının neye veya nelere hizmet ettiği üzerine ciddi kuşkular doğurmaktadır. Sınıf adına kimin kimlerle ve ne tür ilişkiler içinde olduğu belirsiz bir tablo, bu vesile ile bir kez daha ortaya çıkmıştır. Bu kararın, bazı aklı evvel liberal “sol”cular tarafından, “12 Eylül’e muhalefetin seksen öncesi mantıklarla verilemeyeceğini DİSK’in kavramış olması”na bağlanması abesliği bir yana, tutarlı bir savunmasını bulmak oldukça güçtür. Oysa bilinmektedir ki, Kürt halkının temsilcilerinin, DEHAP’ın mitinge yoğun katılımı ve ‘Öcalan’a Özgürlük’ talebinin baskın geleceği düşünüldüğünden, böyle bir erteleme talep edilmiştir. Bugün Kürt siyasal hareketine ve onun önderliğine yöneltilecek bir çok eleştiri vardır. Bunlardan belki de en önemlisi, demokrasi mücadelesinin işçi sınıfının bütününün, genelinin taleplerine yaslanması, oradan güç alması ve dolayısıyla sınıfının birliğinin gözetilmesi gerektiği noktasındadır. Ama bu sahte temsilcileriyle birlikte işçi sınıfının önünde vurgulanması gereken, ezilen ulusun ulusal taleplerinin, haklarının savunulmasıdır.
AB süreci içine giren Türk oligarşisi, bu süreç içinde çıkan olası her gerginliği, milliyetçiliğe tahvil ederek aşmaya çalışmakta, belki de elindeki kozları güçlendirmeye çalışarak, Avrupa tekellerinden hoşgörü beklemeyi tercih etmektedir. 1915 yılının geçmiş bir tarih olması nedeniyle, Ermeni katliamına kanıt bulunamayacağı ve Türk milletinin asla böyle bir şey yapmadığını savunmaya çalışan taraflar, 2005 yılında, 6-7 Eylül olaylarının belgesel fotoğraflarının sergilendiği salonu basarak terör estirmekte ve böylece tarihte kanıt aramaya gerek bırakmadan, kimin sözcüleri olduklarını kendileri kanıtlamaktadırlar. Her zamanki gibi bu olayı münferit bir vaka olarak değerlendirme eğilimine karşı, çatışma ortamında generallerin toplumu göreve çağırmasını, aksine bir kanıt olarak gösterebiliriz. Üstelik sadece geçmişte nelerin yaşanmış olduğunun kalıntıları olmasından öte gelecekte nelerin yaşanabileceğinin canlı kanıtlarıdır bunlar. Son olarak idare mahkemesinin yetki alanına girmemekle birlikte, bir üniversitede gerçekleştirilecek olan Ermeni konferansının ikinci kez iptali benzer bir kanıt olarak gösterilebilir. Yetkisiz mahkemenin bu iptal kararına rağmen üniversitenin kendini savunamayıp, ister istemez kararı uygulamak zorunda hissetmesi, ortamın kavranabilmesi açısından zengin veriler sunmaktadır.
Kuşkusuz ayrılma ve ayrı devlet talebini gerçekleştirmek sürecinde olan bir ulusal kurtuluş hareketi için bu tip olaylar, toplumsal boyutta öngörülebilir ve kuvvetle muhtemel gelişmeler olacaktır. Başka türlüsünü beklemek temelsiz olur. Böyle bir durumda milliyetçilik artacak, etnik çatışmalar yaşanabilecektir. Ama bölünme histerisine kapılarak yapılanlar, ayrılık bile değil de özerklik, hatta azınlık talepleri ile kendini sınırlayan ve birlikte yaşamaktan yana irade belirten bir hareket karşısında gündeme getirilmektedir. Bugün Kürt siyasal hareketinin ileri sürdüğü talepler, Kürtçe eğitim, demokratik bir anayasa çerçevesinde Kürt gerçeğinin tanınması, seçim barajının indirilmesi ve siyasal katılım, köye dönüşlerin koşullarının oluşturulması ve Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarının düzeltilmesi temel başlıklarından oluşmaktadır. Bu taleplerin desteklenmesi asgari olarak demokrat olmanın gereklerindendir. Bu taleplerin AB’nin oluşturduğu gerilim içinde Kürt siyasi hareketi tarafından eylemlilikle savunulması, Türk ordusunun açıktan, faşistlerden öte toplumu taraf olmaya çağırması ile çatışma, toplumlar arası düzeye yükseltilmek istenmektedir.
Silahlı mücadelenin tek taraflı durdurulduğu ve Abdullah Öcalan’ın İmralı’da tutuklu bulunduğu bütün bir dönemi boşa harcadıktan sonra, gelinen durumda, gerilla ile Kürt halkı arasındaki çizgi hiç olmadığı kadar belirsizleştiği ölçüde, bölünme korkusu iyice artan burjuvazi, Avrupa Birliği’nin müdahalelerinin de etkisiyle tam bir bölünme psikozuna girmiş bulunuyor. Kürt siyasi hareketini hiç görmediği kadar gerçek bir bölünme tehdidi olarak algılıyor. AB yolunda otuz yıldır işgal ettiği Kıbrıs’tan kalıcı tavizlerle çekilmek zorunluluğu ile karşı karşıya kalan Türk oligarşisinin önde gelenlerinden Rahmi Koç, “Kıbrıs konusunda Avrupa Birliği bize dayatma yapmadan sorunu biz çözelim ve bunun için geniş bir uzlaşma sağlayalım” çağrısını yapıyor. CHP’nin de ordunun da katılması istenen bu çözüm, “AB’nin isteğini bütün burjuva fraksiyonlar olarak birlikte gerçekleştirelim ki halk bize vatanı sattınız suçlaması yapamasın” demeye geliyor. Kıbrıs’ta milliyetçiliği yatıştırmayı öneren bu kanat Kürdistan’da şahin olmaya çok yatkındır. Belki de burjuvazi Kıbrıs’ta attığı geri adımları Kürt savaşının gürültüsü ile örtmeyi, Kürt halkının üstüne yürüyerek telafi etmeyi düşünmektedir.
Bundan da öteye, silahlı mücadelenin ve terörün sorun olarak görülmediği, esas tehlikenin siyasi mücadeleden kaynaklandığı yönünde açıklamalar ortalığa dökülmeye başlamıştır. Bu söylem sadece orduyu bağlamamakta, Kürt sorununda demokrat rolüne soyunan Erdoğan da sıkıştırılınca aynı söylemi kullanmaktadır. Bütün bir geçmiş silahlı mücadele sürecinde, devlet kaynaklı temel bir tartışma savı olarak ileri sürülen, “silahlı mücadeleye ne gerek var, siyasi mücadele yapsınlar, taleplerini siyasi platformlarda dile getirsinler” yönlü manipülasyonlar bir anda unutulmuş, esas tehlikenin siyasi alandan geldiği ifade edilmeye başlanmıştır. Askerler sorunun dağdaki gerilladan kaynaklanmadığını ve dağdaki çatışma ile çözülmeyeceğini ileri sürmektedirler! Bu sosyolojik söylemin amacı, balığı değil denizi hedef göstermekten başka bir şey değildir!
Bugün, Kürt meselesi konusundaki kafa karışıklığına, ortamın iyice gerilmek istenmesine yönelik her türden spekülasyon, kuşkusuz emperyalizmin bölgesel planları göz önüne alınarak değerlendirilecektir. Ama bunun yanında, bir o kadar ve mutlaka ondan daha ağırlıklı olan faktör, bu sorunun değerlendirilmesinde kullanılacak ölçütün ve dolayısıyla tavrımızın temel belirleyeninin, sınıf hareketinin çıkarları, onun sosyalizm yönünde bir adım daha ileri götürülebilmesinin koşullarının oluşturulması olmak zorundadır. Emperyalizmin planları tehdidi, halkların ulusal kurtuluş mücadelesinin ninnisi gibi kullanıldığında, marksist analizin, yani sınıf hareketinin çıkarları perspektifinin dışına çıkılmış demektir. Her türden demokratik meselede olduğu gibi Kürt meselesinde de bizim tavrımızın temel belirleyeni bu ölçüt olmalıdır. Emperyalizmin sonu gelmez senaryolarına karşı çıkmak adına Kürt halkının en demokratik taleplerinin üstünün örtülmesi engellenmeli, Türk milliyetçiliğinin her türlüsüne karşı mücadele edilmelidir. Sömürgeciliği teşhir etmeden şovenizme karşı çıkmak, mümkün değildir. Bölünme umacısı ve emperyalizme yem olmama çağrısıyla, kendi işbirlikçi konumlarını unutarak Kürtlerin hamiliğine soyunan ulusalcı açılımların, söylemlerin, şovenizm dışında bir çözüm üretmeleri beklenemez.
Kürt siyasi hareketi, ulusal hareketin demokratik karakterine yönelik tasarruflarını ne yönde ve hangi çıkarlar doğrultusunda kullanmakta olursa olsun, bu demokratik hak önce teslim edilmeli, her koşulda ulusal hareketin ulusal baskının son bulması yönündeki taleplerinin demokratik olduğu ve desteklenmesi gerektiği belirtilmelidir. Ancak bundan sonradır ki, ulusal hareketin taleplerinin ne yönde ve hangi sınıfsal çıkarlar doğrultusunda, hatta hangi emperyalist güç ilişkilerinden fayda sağlanmak üzere ileri sürüldüğü tartışması, farklı bir boyutta sürdürülebilir. Ulusal hareketin temsilcisi konumunu alan siyasi hareket öncelikleri, strateji ve taktikleri ile sosyalizmden ve sınıf hareketinin çıkarlarından uzaklaştığı, onunla farklılaşmaya başladığı ölçüde eleştirilmeli, teşhir edilmelidir. Analiz düzeyinde iki farklı şeyin değerlendirildiği, ulusal kurtuluş hareketi ile onun siyasi önderliğini yapan hareketin, pratik olarak mutlak bir çakışma içinde göründüğü durumlarda bile, nitelik ve düzey olarak farklı olgulara karşılık geldiği bilinmelidir.
Kürt ulusal hareketi şöyle ya da böyle yüzyıldan uzun bir geçmişe sahiptir ama siyasi hareket olarak önderlik sürekli değişmiştir. Yetmişli yılların ikinci yarısında oluşmaya başlayan bugünkü siyasi hareket, önderlik açısından da, süreç içinde nitelik farklılığına varan değişimler yaşamıştır. Yetmişli yıllarda oluşan hareket seksenli ve doksanlı yıllar boyunca sınıfsal tekabüliyetleri açısından değişmiştir ve bu değişim devam etmektedir. Ancak bu değişim ne kadar olumsuz yönde de olsa, ayrıca siyasi hareketin hata ve zaafları ve hatta işbirlikçiliğe varabilecek tutumları hangi boyuta ulaşırsa ulaşsın, ulusal hareketin niteliğini belirleyen demokratik talepler görmezden gelinemez.
Komünistler her türden meselede olduğu gibi ulusal sorunda da sınıf hareketinin ve sosyalizmin çıkarlarını gözeterek politika oluştururlar. Başka bir ulusu ezen ulusun özgür olamayacağı, böyle bir durumda her türden ezme - ezilme ilişkisine karşı çıkıp kendi sınıf bilincini ve bu politikalar doğrultusunda eğitimini geliştirmeyen işçi sınıfının, burjuvaziye karşı tutarlı bir mücadele vermesinin; bundan öteye sosyalizmi kurmasının da mümkün olamayacağı belirtilmelidir. Bu, sosyalizmi kurmak için demokrasi eğitimini tamamlamanın yanısıra, aynı zamanda işçi sınıfının birliğinin olmazsa olmaz bir koşuludur.
Ulusal bağımlılık ve eşitsizlik üzerinden, burjuva devlet zoruyla aynı devlet içinde gerçekleşen zorunlu birlik, aynı gerici sendikalarda zorunlu olarak örgütlenmek, işçi sınıfının birliğini sağlamaz. Ezilen ulusun işçileri, zorla tutuldukları böyle bir birlik içinde, milliyetçilik temelinde bölünecek, ezen ulusun şovenizmi nedeniyle gerçek bir sınıf birliği mümkün olmayacaktır. Ezen ulusun işçileri bu sömürgeci ilişkinin ve şovenizmin, ezilen ulus işçilerine zorla kabul ettirilmesi temelindeki zorunlu birliği, sınıf birliği yerine ikame edemezler. Aksi durumda tutarlı demokrat olmaları ve sosyalizmi kuracak gerçek bir sınıf birliği ve hareketi yaratmaları mümkün değildir.
Türk ve Kürt işçileri, tek bir sınıfın, işçi sınıfının üyeleridir. Milliyetleri ne olursa olsun sınıf çıkarları birdir. Onları bölen ulusal baskının, ezme - ezilme ilişkisinin ortadan kalkması, Türk işçilerinin Kürt işçilere güven vermesi, Kürt ulusal hak ve taleplerinin desteklenmesi ile mümkündür. Bu haklara ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkı da dahildir. Bu açıdan yazının başından bu yana anlatılan çatışma tablosu ve olası sonuçlarının başka bir boyutta daha değerlendirilmesi gerekmektedir. Bu ise, eğer gerçekleşecek ve Kürt halkı bu yönde irade beyanı yapacaksa ayrılmanın, Türk burjuvazisi ve milliyetçi kamp tarafından öyle sessiz sedasız kabul edilmeyeceği, çatışmaların etnik boyutta yoğunlaşabileceği ve her iki tarafta da milliyetçiliğin uç noktalara kadar götürüleceğidir. Bu ortamın kimin yararına olduğu veya istenip istenmeyeceği başka bir konudur ama ayrılma hakkının kendisinden söz ederken, bu manzaraya, yüksek tansiyona bakıp, şikayette bulunmanın veya faşizm yükseliyor diye feryat etmenin bir anlamı olmayacaktır. Bu durumda, işçi sınıfı içinde yükselen milliyetçiliğin ve olası Kürt düşmanlığının sınıf hareketine zarar verdiği de söylenebilir ve bu iddia, gerçeğin bütününe değil ama bir tarafına tekabül eder. Bu durumda işçi sınıfına ve komünistlere düşen, şovenizme karşı mücadeleden, ayrılma hakkının savunulmasından başka bir şey olamaz. Biliyoruz ki, işçi sınıfının gerçek çıkarı, başka bir ulusu ezen ulusa dahil olmaktansa, sömürgeciliğin getirdiği şoven zincirlerden kurtulmayı ve bu sayede kurtuluşun nesnel temellerine kavuşmayı seçmektedir. Bu olasılık kısa vadede milliyetçiliği yükseltse de uzun vadede Kürt işçileri ile gerçek birliğin imkanlarının yaratılmış olması anlamına gelecektir. İşçi sınıfı için birlik zorunlu ve eşitsiz ilişkilerin bir ürünü olamaz. Sömürgeciliğin ortadan kalkması ve ulusların eşitliği için gereken ayrılıksa, işçi sınıfının gerçek birliğinin maddi zeminini oluşturacağından, komünistler bunu savunmalıdır.
Bütün bunları söylediğimizde, ayrılık ya da birlik yönünde ya da bunların biçimleri üzerine bir tavır belirtmiş olmuyoruz. Bunlar şartlara bağlıdır. Ayrılma hakkı, bu hakkın savunulması mutlak, ayrılmanın kendisinin desteklenmesi ise mutlak değildir. Biz ayrılma hakkını ve somut olarak ayrılmayı, ne kadar karşıt görülürse görülsün işçi sınıfının birliğini sağlamanın bir yolu olarak görürüz ve bu açıdan destekleriz. İşçi sınıfının mücadelesinin, sosyalizme dönük eyleminin koşullarının gelişmesini sağlayan ayrılma hakkının somut sonucu olarak oluşacak olan ulusal devlet, işçi sınıfı için, ulusal sorunun çözüme kavuşturulduğu noktayı ifade etmez. Burjuvazi tam bu noktada sorunun çözümünü bulmuş, ayrı devlet olmayı ve bu devlette kendi egemenliğini, ulusal sorunun çözümü olarak yeterli görmüştür. Burjuva önderlik altında bir ulusal devletin kurulması, işçi sınıfının yeni türden bir bağımlılık ilişkisi üzerinden ulusal eşitsizlik ve sömürünün yeni biçimleri ile karşılaşması sonucunu verecektir. Burjuva önderlikler altında ulusal sorunun tutarlı bir çözümü de beklenemez. Yığınların, işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesinden, yükselmesinden çekinen burjuva önderlikler, ulusal kurtuluş mücadelesini sonuna kadar götürmek yerine uzlaşmayı, sömürgecilerden koparttıkları küçük tavizler uğruna mücadeleyi yarım bırakmayı tercih edeceklerdir. Bu yüzden işçi sınıfı için sorun, burjuva önderlikler altında ayrı devlet kurmak veya bir ulusun kendi ulusal devletine kavuşmasıyla da sınırlı değildir.
Ayrılma sonucu oluşacak ulus devlet, ezilen ulus içindeki sınıf çelişkilerini artırdığı ölçüde sosyalizm yönündeki maddi, sınıfsal gelişmelerin önünü açar. Bu, aynı zamanda, ezen ulusun işçi sınıfı ile birliğin gelişmesinin önündeki engelleri de ortadan kaldırır. Bu noktada sorunun, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde, ayrı devlet kurma çerçevesinde ortaya koyulduğunu belirtelim. Yoksa, işçi sınıfının örgütlenmesi, onun komünist siyasal örgütlenmesi açısından, bunlar mutlak değildir. Yine komünistler, birliğin imkanlarının yaratılması ve emperyalizme karşı güçlü mevziler elde edilmesi açısından küçük devletler düzeyinde değil, merkezi ve olabildiğince büyük devletler temelinde bir araya gelmeyi, sınırsız bir sovyetler sistemini savunurlar.
Kürt ulusal hareketinin farklı parçalarındaki mücadele, burjuva önderlikler altında emperyalizmle işbirliğini ve diğer ulusal azınlık ve uluslarla baştan ihtilaflı bir devletleşme sürecini beraberinde getirmektedir. Bu, Kürt burjuvazisi için sorunun çözümü olarak görülmektedir ama ilk anda yeni bir devlete kavuşmanın heyecanı içinde olan Kürt emekçi sınıfları, ne türden yeni sömürü ve ezme - ezilme ilişkisi içine sokulduklarını anlayacaklardır. Bir Kürt devleti, sadece bu bilincin ortaya çıkmasına yaradığı için bile savunulabilir. Ama komünistler kendilerini, şu ya da bu burjuva seçeneğin desteklenmesi ya da desteklenmemesi ile sınırlamak durumunda olamazlar. Kürt meselesinde de her türden burjuva önderlik altındaki çözümün, işçi sınıfı ve emekçi halklar için bir çözüm olmayacağı bilinmelidir. Peki burjuva önderlik altındaki çözümler, işçi sınıfı hareketinin ve sosyalizmin yararına olmayacaksa, biz neden ulusların kaderlerini tayin hakkını, ayrılma ve ayrı devlet kurma şeklinde altını kalınca çizerek savunuyoruz? Biraz önce de belirttiğimiz gibi, öncelikle, sınıf içindeki şovenist önyargıların ve eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasının maddi zeminini oluşturacağı, ikinci olarak da ezilen ulus içindeki sınıf çelişkilerini artırıp sınıf savaşımını yükselteceği için; bu da kuşkusuz iki ulus işçi sınıflarının mücadele birliğine olumlu katkı yapacaktır.
Ezilen ulusun ayrılma ve ayrı devlet kurma hakkının savunulmasının ötesinde, ayrı devlet kurmasının desteklenmesi, belli şartlara bağlıdır. Öncelikle yukarıda belirtilen ve sınıfın birliğine, sınıf hareketinin yükselmesine ve bu sayede sosyalizme olumlu katkı yapması beklenen sonuçlar kendiliğinden gelişen süreçlerin ürünü olarak belirmezler, bilinçli politikaları gerektirirler. Sınıfın bu türden bilinçli politikalarının olabilmesi, öncelikle onun burjuvaziden ayrı, ideolojik ve politik olarak bağımsız bir partisinin varlığını gerektirir. Ulusal hareketin iradesinin emperyalizmden bağımsız oluşabilmesi, büyük ölçüde, ulusal hareketin öncülüğünü işçi sınıfının yapıyor olmasına bağlıdır. Komünistler, bir ulusun somut olarak ayrı devlet kurma talebini desteklerken her şeyden önce işçi sınıfının ve komünizmin özgürlüğü şartını ararlar, işçi sınıfının bağımsız mücadelesini yükseltmesini, önderliği elde etmesini savunurlar. Bu sayededir ki, ulusal hareket içinde komünistlerin, işçi sınıfının öncülüğü elde etme ve ulusal sorunu gerçek boyutları ile çözüme kavuşturma imkanı ortaya çıkar. Öncelikle, işçi sınıfının bağımsız komünist örgütsel varlığı, ayrı devlet kurma talebinin (hakkının değil!) desteklenmesi için gerekli olan bir ikinci koşulun oluşması için de gereklidir. Bu ikinci şart, ulusal hareketin, somut olarak emperyalizmin planlarıyla çakışmaması, onu güçlendirmemesi; somut olarak demokrasi mücadelesinin yükselmesinin, sosyalizmin maddi imkanlarını yükseltmesinin bir unsuru olması şartıdır. İşçi sınıfının ayrı bağımsız örgütsel varlığı ise, ezilen ulusun ayrı devlet olmasının, emperyalizme darbe vurmasının, demokrasinin ve sosyalizmin imkanlarını artırmasının en büyük güvencesidir. Bizim durumumuzda da, ortaya koyulduğunda, Kürt ulusunun ayrı devlet kurma talebine yaklaşımımız bu iki şarta bakarak karar verilecek bir sorundur. Ama çıplak gözle yapılacak bir gözlemden kabaca şu sonuçlar çıkmaktadır.
Kürt siyasi hareketi, Türkiye’de AB doğrultusundaki gelişmelerde sınıf hareketinin mücadelesinin içinde, uzlaşmacı bir kimlikle yer almakta, zaten yeterince zayıf olan sınıf bilincini körelten bir yerden müdahalelerde bulunmaktadır. Burjuvazi ulusal harekette etkinlik kazandığı ölçüde Kürt hareketi, özelleştirmelere, kamu yönetimi personel yasalarına ve bu türden gelişmelere karşı, AB’nin istemleri doğrultusunda destek olmakta, işçi sınıfının uzlaşmacı kanadına eklenmekte, onu beslemektedir. Ulusal hareket üzerinde burjuva etkinlik arttıkça, bu türden olumsuzlukların artması kaçınılmazlaşır. Kürt burjuvazisi bu sayede, kendi lehine düzenlemeler olarak gördüğü yasalar üzerinden, egemenlik haklarının hiç değilse bir bölümüne kavuşacağını hesap etmektedir.
Kürt burjuvazisi, ulusal demokratik talepler üzerinden, emperyalizmin istemleri doğrultusunda tasarrufta bulunarak işçi sınıfı hareketini denetlemek ve geri konumlara çekmek istemektedir. Burjuva etkinliğinden mutlak olarak ayrılamamış, bu etkilere açık olan Kürt işçi sınıfı ve komünistleri ise, burjuvazinin gündemine bağlanmaya engel olamamaktadır. İki ulusun burjuvaları birbirleri ile düşmanlıkları ne boyutta olursa olsun işçi sınıfı karşısındaki politikaları söz konusu olduğunda hemfikirdirler. Özelleştirmeler, yeni yönetim yasaları vb. konusunda, ulusal hareketin sınıf muhalefetini geri çekmeye başlaması, Kürt burjuvazisinin etkinliğinin artması ile paralel gelişmektedir. Kürt burjuvazisi, Kürt işçilerini sınıf uzlaşmacı ve teslimiyetçi politikalara sevk etmektedir.
Kuşkusuz ki ayrılık talebinin desteklenmesi için gerekli şartların oluşumu, kendiliğinden süreçlerin işi değildir. Komünistler, öncelikli olarak işçi sınıfının bağımsız siyasal örgütlenmesinin oluşturulması görevini yerine getirmelidirler. Bu görev, bugün için hâlâ, hem Kürdistan hem de Türkiye için boşluktadır. Ve yerine getirilmediği, işçi sınıfının her iki ülkede de komünist öncüsü yaratılmadığı sürece, toplumun önüne dayatılan her gündem, her acil sorunda, taraflardan birini desteklemek ve burjuva çözümlerden birine dahil olmak dışında bir çözüm imkanı kalmamaktadır. İşçi sınıfı kendi tarafını yaratmadığı, kendi bağımsız örgütsel varlığı ekseninde burjuvaziye dayattığı gündemler üzerinden demokratik haklar ve sosyalizm mücadelesini yükseltmediği sürece de, her zaman için acil olarak önüne koyulan sorunlar üzerinden burjuva saflaşmalarda taraf olmak zorunda kalacaktır. Bu, sınıf bilincinin ve bunun üzerinden bağımsız politikaların oluşmasının önündeki en önemli engeldir. Geniş kitleleri doğrudan ilgilendirmesi ve bir çok çatışmanın kesişim noktası olması nedeniyle en acil sorunların merkezinde duran Kürt sorunundaki durum, anlatmaya çalıştığımızdan farklı değildir. Bu sorunda da hem Türk hem de Kürt işçileri başta olmak üzere bütün toplumlar taraf olmaya çağrılmakta ama her iki tarafın önderliğini de burjuva politikalar ve burjuvazi oluşturmaktadır. Bu tarafları, AB yandaşları ve karşıtları diye tanımladığımızda bir tarafta Kürt burjuvazisi ve oligarşi, diğer tarafta ise milliyetçi burjuva kesimler durmaktadır. Eğer tarafları Kürtler ve Türkler olarak tanımlarsak, öncülüğü burjuvaların yaptığı bu taraflaşmada, AB potasında çıkarları uzlaştırılacak olan burjuvaların arkasında, birbirine düşman edilmiş halklar bulunacak demektir. Bu taraflaşmaların hiçbirinde ne Kürt ulusal sorununu, ne de Türk halkının emperyalist bağımlılık zincirini kıracak bir çözümü bulmak mümkün değildir. Çünkü bu saflaşmada, bağımsız bir taraf olarak işçi sınıfı yoktur, komünistler yoktur. Komünistler ve işçi sınıfının bağımsız politik tavrı yoksa, hiçbir sorunun işçi sınıfı ve emekçi halklar adına çözümü mümkün değildir.
Peki, toplumun önüne yakıcı olarak gelen ve özellikle Kürt halkını günlük hayatında doğrudan ilgilendiren bu sorun karşısında kayıtsız mı kalacağız. Kuşkusuz ki hayır! Biz Kürt halkının ayrı devlet kurma, ayrılma hakkını tanıyoruz. Onun bütün demokratik taleplerini olduğu gibi, ayrılma hakkını da savunuyoruz. Bundan öteye, somut olarak ayrılma talebinin bugün desteklenmesi için yukarıda sıraladığımız şartların oluşmasını zorunlu görüyoruz.
Bütün bunların gösterdiği tek ve en önemli şey, Türkiye ya da Kürdistan’da en önemli ve acil sorunun her zaman için işçi sınıfının bağımsız komünist örgütlenmesini yaratmak olduğu gerçeğidir. Bu acil komünist gündem, demokratik sorunların peşi sıra giderek ve bu meseleler üzerinden devşirilecek güçlerle yerine getirilemez. Bu görevin kendine ait bir düzeyi ve gereklilikleri vardır. Aksi durumda kendine komünistim diyenlerin demokratik meseleler karşısındaki davranış ve politikalarını, bir demokratın asgari tercihleri belirleyecektir ki, en radikal demokrat bile, burjuvazinin ufku dışına çıkabilmiş değildir. Bizim davranışlarımızı belirleyecek olan, komünist ilke ve tutumlarımızdır. Komünistler kendilerinden menkul ilke ve tutumlara sahip değildir. Bu ilke ve tutumların temeli sınıf hareketinin birliğidir ve güvencesi de ancak komünist bir işçi partisi olabilir.
EKİM 2005
11
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com