Ana sayfa

Yönetişim

GÖLGELER İMPARATORLUĞU

“İktisatçılar nasıl burjuva sınıfının bilimsel temsilcileriyseler, sosyalistler ve komünistler de proleter sınıfın teorisyenleridirler. Proletarya bir sınıf olarak kendisini oluşturacak ölçüde henüz yeterince geliştirmediği sürece ve bunun sonucu proletaryanın burjuvaziyle olan savaşımı henüz politik bir nitelik almadığı sürece ve üretici güçler, proletaryanın kurtuluşu ve yeni toplumun kurulması için gerekli maddi koşulları bir an için görmemizi sağlayacak ölçüde burjuvazinin bağrında henüz gelişmediği sürece, bu teorisyenler, ezilen sınıfların isteklerini karşılamak üzere sistemler uyduran ve can alıcı bir bilim bulmaya çalışan ütopyacılardır ancak. Ama tarih ilerledikçe ve onunla birlikte proletarya savaşımının çizgileri daha da belirginleştikçe, bunların kafalarının içinde bilim aramalarına artık gerek kalmaz; gözlerinin önünde olup bitenleri saptamaları ve bunun sözcüsü durumuna gelmeleri yeterlidir. Bilim aradıkları ve sistemler kurmakla kaldıkları sefaletin içinde sefaletten başka bir şey bulamazlar, sefaletin içinde eski toplumu alaşağı edecek devrimci, yıkıcı yönü göremezler. Tarihsel hareketin bir ürünü olan bilim, bu andan sonra kendisini bilinçli olarak tarihsel hareketle birleştirmiş, doktriner olmaktan çıkmış ve artık devrimci olmuştur.”*

* Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, s. 133

İREM YALINPALA

 

Son yıllarda kapitalizmin küresel ölçekte yürütülen restorasyon sürecine bağlı olarak bu sürecin yapı taşlarını tanımlayan pek çok kavram dile yerleşmiştir. Küreselleşme bu kavramların en meşhur ve en çok tartışılanıdır. Yönetişim ise son dönemde üzerinde başlatılan tartışmalara karşın yeterli analizi yapılabilmiş ve bu analizlere bağlı teşhiri gerçekleştirilebilmiş bir kavram değildir. Ancak küreselleşmeyi bir durumun adlandırmasından ziyade burjuvazinin kapitalizmin restorasyonu sürecindeki ereğinin tarifi olarak kabul edersek, bu ereğin yaratılması sürecini yönetişim kavramını analize tabi tutmadan kavramak mümkün görünmemektedir. Ve bu analiz küreselleşme sermayenin bir projesi olarak değerlendirildiğinde politik düzey içerisinde ele alınmasını zorunlu kılar. Çünkü bu projenin bağlı olduğu edim sınıfsaldır ve diğer sınıflara yöneliktir. İşte küreselleşmenin politik çerçevesini oluşturan eylemin ve bu eylemin sonucu olarak küreselden yerele yayılan burjuvazinin iktidarının aldığı/alması ön görülen biçimin adıdır yönetişim. Taşıdığı bu merkezi anlam ve burjuvazinin küresel planlarının içerisinde taşıdığı rol nedeniyle yönetişim kavramı işçi sınıfı tarafından daha geniş tartışılmayı hak etmektedir. Dünden bugüne burjuvazinin sınıf iktidarı konusundaki deneyim ve birikimlerinin gelinen konjonktürde aldığı biçim ve özeti gibi görünen yönetişim kavramı, kapitalizmin tarihsel gelişimi ve kapitalizmin bütünselliği içerisine oturtularak değerlendirilmediğinde burjuvazinin iktidarında üstlendiği/üstleneceği temel rol anlaşılabilir olmayacaktır. Bu nedenle yönetişim bir yandan dünden bugüne iktidar ve devlet kavramlarının kapitalizm içerisinde geçirdiği evrimin aldığı son biçim olarak gözler önüne serilmeli, diğer yandan ise kapitalist bir üretim tarzının (üretim ilişkileri ve üretici güçlerin diyalektik bütünlüğü) günümüzde geldiği noktanın bir sonucu ve yarına taşıyıcısı olarak analiz edilmelidir. Bu kendi sınıfsal kurtuluşunu tarihsel olarak aynı zamanda insanlığın kurtuluşu çatısı altında kurmak zorunda olan işçi sınıfı için mutlak zorunlu bir eylemdir. Aşağıdaki metin bu eylemin parçası olma çabasındadır.

YÖNETİŞİM: TEMEL ÇERÇEVE

Yönetişim kavramının etimolojik ve epistemolojik kaynakları hakkında yeterli veriyi bizlere Birgül Ayman Güler sunmaktadır.[1] Tıpkı Türkçe’de olduğu gibi İngilizce’de de kavram, türetme bir kelime ile imlenmektedir: Yönetmekten türetilen yönetişim, governmentten türetilen governance sözcüğün ilk karşılaşıldığı metin Dünya Bankası (DB) çıkışlı, 1989 tarihli ve Afrika’yla ilişkilidir. Metin Afrika’daki ‘governance krizi’nden söz etmektedir. Avrupa Birliği kaynaklarında ise kavram ‘subsidiarité’ kelimesiyle imlenmiştir. Sıklıkla Good Governance (İyi Yönetişim) şeklinde kullanılmaktadır. Başlangıçta Government terimine eş anlamlı kullanılan kelimeye zamanla farklı anlamlarda yüklenmeye başlamıştır. Kelimeye DB tarafından yüklenen anlamlar farklı düzlemlerde yer alsa da hep aynı olguya yönelir: Burjuvazinin küresel iktidarı, ya da kapitalizmin bekası. İlk düzlem sistemdir. “Hem iç hem dış siyasal ve ekonomik iktidarın gevşek ve geniş bölüşümü sistemi”, “yenidünya düzeninin bir parçası olan ve minimal devletin nezaret ettiği demokratik kapitalist yapı”...

İkinci anlamı klasik burjuva demokrasisini tanımlamaktadır: Yasama, yürütme ve yargının kuvvetler ayrılığına bağlı klasik burjuva demokrasisi kurumlarına sahip Batı tipi siyasal rejim. Üçüncü anlamı yönetseldir. “Sağlıklı kalkınma yönetimi ile eş anlamlıdır”. Buna göre yönetimler, hesap verebilirlik, saydamlık ve kalkınmanın yasal çerçevesi başlıkları altında toplanan ilkelere uygun davranmalıdır. Bugün AKP iktidarı ve burjuvazinin sözcüleri tarafından da sıklıkla kullanılan bu ilkelerden kastedilenler ise şunlardır.

Hesap verebilirlik; kamu görevlileri eylemlerinden sorumludur. Makro düzeyde etkili mali yönetim, harcamalarda dışsal kontrolörlük sistemi, kontrolör denetimi sonuçlarını değerlendirme mekanizmaları yaratılmalıdır; mikro düzeyde rekabet ve katılımın (STK katılımı) yaygınlaştırılması desteklenmelidir; yerelleştirme politikaları üzerinde çalışılmalı ve yerel hizmetlerin fiyatlandırılması sağlanmalıdır.

Kalkınmanın yasal çerçevesi; özel sektör için açık, öngörülebilen ve istikrarlı, herkese yansız ve adil biçimde uygulanan bir kurallar ve hukuk yapısı ile bağımsız bir yargı sistemi var olmalıdır.

Bilgilendirme; Özel sektör hesapları için yaşamsal öneme sahip olan türden ekonomik koşulla, bütçe, piyasalar ve hükümet tasarımları herkes için güvenilir ve ulaşılır olmalıdır.

Saydamlık; açık yönetim, hesap verebilirliğin genişletilmesi, yolsuzluğun sınırlandırılması, politika yapımında kamu ve özel sektör arasında danışma süreçlerinin desteklenmesi”[2]

Dördüncü düzey kamu sektörü işletmeciliğidir, “özel sektör öncülüğünde büyüme için uygun çerçeveyi yaratabilecek profesyonel, hesap veren bir bürokrasi ile donatılmış daha küçük devlet”... Sayılan bu ilkeler aynı zamanda Yeni Liberal Ekonomi[3] teorisinin gündeme getirdiği iktidar anlayışı ve devlete biçtiği rol ile de ilgilidir. Şimdiden söyleyebiliriz ki kapitalizmin Dünya Bankası ve diğer küresel saldırı araçlarının bugün sahip çıktığı politik tutum daha çok Yeni Liberal Ekonomi modelinin izlerini taşımaktadır. Hesap verebilirlikle gerçekleştirilmeye çalışılan şey bürokrasinin denetiminin yasal denetim mekanizmalarına bağlı olarak devlet içi süreçlerin ürünü olmaktan çıkartılarak dışsal denetim mekanizmalarına bağlı hale getirilmesidir. Ülkemizde Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı tartışmalarında da en sık üzerinde durulan konulardan birisini bu konu oluşturmaktadır. İçsel denetim mekanizmalarının, hukuksal denetim mekanizmalarının zayıflatıldığı ya da tümüyle yok edildiği yeni devlet yapılanmasında denetim mikro veya makro düzeyde tümüyle dışsal mekanizmalara bırakılmaktadır. Mikro düzeyde daha çok özel denetim şirketleri sisteme eklemlenirken makro düzeyde Uluslararası Tahkim’den IMF’ye, Dünya Bankasına, Kredi Değerlendirme Kuruluşlarına değin geniş bir skalada emperyalizmin saldırı araçları sistemin artık yalnızca fiili değil aynı zamanda da meşru ve yasal parçaları haline dönüşmektedir. Saydamlık ve Bilgilendirme de keza yine hâkim ekonomik politikalarla birebir ilişkilidir ve sermayenin küresel düzeyde serbest dolaşımını ve sermaye yatırımlarının gerçekleşebilmesi için burjuvazinin ihtiyaç duyduğu veri akışının güvenlik altına alınmasını; hızlı, zamanında ve yeterli düzeyde sağlanmasını temel alır. Kalkınmanın yasal çerçevesi herkese eşit ve adil bir yasal çerçeveden söz ederken rekabetin koşullarının yaratılmasını güvence altına almaya çalışır. Rekabet ise genel kullanıldığı biçimden farklı olarak katılım kavramı ile bağlantılanır.

“Rekabet işlerde deregülasyon, hizmetin ihale-sözleşme ile özel sektöre gördürülmesi ve kamu- özel ya da kamu- kamu rekabeti yaratılması demektir; buna kamu yönetimi açısından bakılırsa özelleştirmeden başka anlamı yoktur. Katılım, bir hizmetin gördürülmesine ilişkin olarak tercih ve taleplerin bir biçimde dile getirilmesini sağlama mekanizmasıdır; böylece hizmetin niteliği ve hacmi halk[4] tarafından belirlenecektir. Hizmet kullanıcılarının karar organlarına ya da düzenleyici kurumlara katılımı, bunların temsilcilerinin hizmeti veren kurumun encümenine atanması ya da kullanıcılara hisse verilmesi, kullanıcıların karar süreçlerine böyle doğrudan katılımı zor ise türlü danışma süreçleri geliştirilmesi, tanımlanan katılım yolları olarak örneklendirilmektedir.”[5]

Bir yandan rekabetin koşulları güvence altına alınırken diğer yandan oluşan talep bilgisinin üretim öncesi oluşturulması öngörülmekte, üretim anarşisine engel olunmaya çalışılmaktadır.

DB tarafından ortaya atılan kavramı geliştiren OECD raporlarında Yönetişimin tarafları net olarak tanımlanmaktadır: Bireyler, kurumlar, kamu ve özel sektör unsurları. Daha sonra çerçeve daha da sadeleştirilerek Sermaye, Bürokrasi ve STK’lar halini almıştır. Bu netlik en çıplak haliyle 1997 Birleşmiş Milletler Kalkınma Programında karşımıza çıkmaktadır. Program Yönetişimi şöyle tanımlamaktadır: “Governance, bir ülkenin işlerinin yönetimi için her kademede kullanılan ekonomik, siyasal ve yönetsel yetkilerin uygulanışıdır. Governance devleti kuşatır, ama devleti aşarak özel sektör ile sivil toplumu da kapsar.” Artık siyasal alanı tek başına devletin doldurmasının dışında yeni bir durum tarif edilmektedir. Bu durum iktidarın ne olduğu ile değil ama iktidarın nasıl işlediği, araçları ve biçimleriyle ilgili bir tartışmanın bundan sonraki süreçte gündemimizi daha fazla işgal edeceğinin ipuçlarını sunmaktadır. Sonradan söyleyeceğimiz sözü başa alıp şimdi söyleyebiliriz. Yönetişim ile birlikte devlet bir baskı ve onay kurumu olarak varlığını devam ettirirken yönetmek edimi dünden daha fazla devlet dışı alanlara kaymaktadır.

Türkiye yönetişim kavramı ile 1996 yılında Habitat II Konferansı ile tanışmıştır. Bu tanışıklık zaman kaybetmeksizin pratiğe dönüşmüş ve Kamunun Yeniden Yapılandırılması, Reform ve Avrupa Birliği ile ilişkili ideolojik bir maskenin ardına gizlenerek uygulamaya yönelik adımlar atılmıştır. Adını Rio de Janerio’da yapılan ‘Birleşmiş Milletler Yeryüzü Zirvesi’nin 21. Gündem maddesinden alan Yerel Gündem 21 programı ‘Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin geliştirilmesi ve teşviki’ projesi ile başlamıştır.

“BMKP’nin desteğiyle, Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı’nın (IULA-EMME) koordinatörlüğünde yürütülen proje, başlangıçta Türkiye’nin coğrafyasına ve belediyelerin siyasal konumlarına göre dengeli olarak belirlenen 9 kenti kapsamıştır. Birinci yılsonunda bu uygulamanın başarılı sonuçları görüldüğü için, proje BMKP tarafından revize edilmiş ve kent sayısı 23’e çıkarılmıştır.

Bu projenin Türkiye’de uygulanması amacıyla hazırlanan Proje Dokümanı, 6 Mart 1998 Tarih ve 23278 sayılı Resmi Gazete’nin mükerrer sayısında yayımlanmıştır. Proje ortağı kentlerin sayısını artıran Proje Revizyonu ise 8 Şubat 1999 tarih ve 23605 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.”[6]

Projenin amaçları yönetişim ilkeleriyle hemen tümüyle örtüşmektedir.

“Programın ana hedefi, sivil toplumun karar alma süreçlerine katılması ve yerel yatırımları etkilemesi yoluyla (abç), yerel yönetişimin güçlenmesini sağlamaktır.”[7]

Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi Ulusal Raporunda yukarda saydığımız yönetişim ilkeleri sayılarak uygulamada kaydedilen ilerlemelerden söz edilmesi de, keza kalkınma düşleri ile bezeli bir siyasal sistem değişikliğinin nasıl hazmedildiğini görmek açısından oldukça ilginçtir. Benzer biçimde Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı Genel Gerekçeler kısmında da bu yönetim anlayışı değişikliği devlette yeniden yapılanmanın gerekçesi olarak sunulmaktadır. Gerekçe o denli açık bir dille yazılmıştır ki yorumlamada yanlışa düşmeye olanak tanımamaktadır.

“Dünyada yaşanan hızlı ve çok yönlü değişim özellikle yönetim anlayışında ve klasik bürokratik yapılarda köklü bir yeniden yapılanmayı gündeme getirmiştir. Dünyada yönetim anlayışını ve yapılarını köklü bir şekilde etkileyen veya uyaran değişim faktörleri dört ana başlık altında özetlenebilir:

• Ekonomi teorisinde değişim,

• Yönetim teorisinde değişim,

• Özel sektörün rekabetçi yapısı ve kaydettiği ilerlemeler,

• Toplumsal eleştiri ve değişim talebi ile sivil toplumun gelişimi.

Bütün bu teorik ve reel değişimler doğrultusunda kamu yönetiminin toplumsal rolü ve işlevleri ile bunları yerine getirirken uygulayacağı yöntemler ve oluşturacağı kurumsal yapılar tartışma konusu haline gelmiştir. Genel olarak ifade edilecek olursa, toplumun taleplerine karşı daha duyarlı, katılımcılığa önem veren, hedef ve önceliklerini netleştirmiş, hesap veren, şeffaf, daha küçük ancak daha etkin bir kamu talebi dile getirilmiştir. Kamunun üretimden çekilmesi, düzenleyici işlevinin güçlendirilmesi, özel sektör ve toplum ile paydaşlık ilişkisi geliştirmesi öngörülmüştür.

Yaşanan bu değişimler kısaca küreselleşme ve bilgi toplumuna geçiş çerçevesinde açıklanabilir. İç ve dış arasındaki ayrımın göreli olarak kolay çizilebildiği bir dünyanın yerini, sınırların gittikçe belirsizleştiği ve etkileşimin yoğunlaştığı bir ortamda dışarısı ile içerisinin kaynaşması almıştır. Üretim faktörleri içinde bilginin ve teknolojik gelişmenin katkısı belirleyici hale gelmiştir. Sonuç olarak; iç pazar ağırlıklı ve sanayi toplumuna özgü kurumlarda köklü bir değişim ihtiyacı ortaya çıkmıştır.

Kamunun rolünü yeniden tanımlama ihtiyacı doğuran bu değişimler özellikle özelleştirme, sivilleşme ve yerelleşme şeklinde gelişen eğilimleri desteklemektedir. Kamu kuruluşları özel sektörün daha verimli üretim yaptığı alanları terk etmekte, eskiden ‘doğal tekel’ olarak düşünülerek devletin kontrolüne bırakılan alanlar dahi düzenleyici yapılar kurulmak suretiyle özel kesime açılmakta, bazı kamu hizmetleri sivil toplum kuruluşlarına devredilmekte, merkezi yapılar yerine yerinden yönetim anlayışı hâkim hale gelmektedir.” [8]

Yasa tasarısından yaptığımız bu uzun alıntı üzerine söylenebilecek ilk şey metnin hukuk yazınında görmeye alışık olunmayan bir açıklıkla kaleme alınmış olmasıdır. Bu açıklık neredeyse devletin sınıflar üstü görüntüsünü bile ortadan kaldıran bir çıplaklıktadır. Bu açıklığın birkaç nedeni olabilir. Öncelikle iktidar işçi sınıfının tavrının artık denklem dışı olduğunu düşündüğü, geniş yığınların içinde bulunduğu felç durumu nedeniyle tepkisizliğinin garanti görüldüğü noktada devletin eril yapısını gizlemek ihtiyacı duymamaktadır. Diğer bir neden AKP iktidarına yönelik kimi sermaye gruplarında ve bürokraside süre giden takiye kuşkularına yasanın hangi saiklerde hazırlandığının en açık dille anlatılması yoluyla güvence verilmektedir. Ve üçüncü olarak artık iktidarın bu yeni görünümünün yasanın uygulamasında sorun yaratmaması için tüm herkesçe nedenleriyle birlikte bilinmesi istenmektedir.

Yasanının genel gerekçeler kısmı sermayenin geldiği noktanın, tercihlerinin ve nedenlerinin çok iyi bir özetini sunmaktadır. Temel gerekçe kapitalizmin küresel ölçekte yaşadığı dönüşümdür. Bu dönüşüme bağlı olarak ekonomi teorileri, yönetim teorileri değişmiştir ve devlet eliyle sermaye yaratılmasına gerek kalmamış, rekabetçi yapısıyla gelişen sermayenin önünde devlet ekonomik aktör olarak engel haline gelmiştir. Aynı zamanda ‘toplumsal eleştiri ve değişim talebi’ ile kitleler sisteme bağlıdırlar. Ayrıntısına sonra girmek üzere ekonomi teorisindeki değişimin liberal tercihleri, yönetim teorisindeki değişimin DB orijinli yönetişimi kastettiğini şimdiden söylemekle yetinelim.

Yönetişim daha yasanın hazırlanış sürecinde sermayenin yeni yönetim biçimi olarak egemen tarzdır. Yasa metninin başlangıcında katkı sunan örgütlenmeler sıralanırken yarın iktidarın hangi bileşenler üzerinden (dolayımsız olarak)ikame edileceğinin görüntüsünü sunmaktadır.

“Ayrıca bu Kanun Tasarısının hazırlanmasında; Başbakanlık, TODAİE, Bilgi Üniversitesi, TESEV, TOBB, TÜSİAD, IULA, Ak Parti ve CHP tarafından yapılan atölye çalışmaları ile bu çalışmalara katılan çok sayıda bilim adamı, bürokrat, yönetici, işadamı, belediye başkanı, vali ve uzmanın katkısı ve emeği bulunmaktadır.”[9]

Aynı sermaye örgütlerini Kamu Mali Yönetim ve Kontrol Kanunu Tasarısı’nın hazırlanmasında da görmek şaşırtıcı değildir. Bu konuda AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden Yrd. Doç. Dr. Ahmet Alpay Dikmen şu tespitlerde bulunmaktadır:

“Kamu mali yönetiminin ve denetiminin yeniden yapılandırılması çalışmasını başlatan AKP Hükümeti değildir. 10 yıla yakın zamandır çeşitli kurum ve kuruluşlar içerisinde buna yönelik çalışmalar yürütülmektedir. Bu çalışmaları sürükleyen kuruluşlar da son zamanda hemen her taşın altında görmeye alıştığımız kuruluşlardır:

1) 11.10.1995 tarihinde Maliye bakanlığı ve Dünya Bankası (DB) arasında ‘Kamu Mali Yönetim Projesi’nin ‘Harcama Yönetimi’ sistemini çözümlemeye yönelik bir proje anlaşması imzalanmış ve bu proje yardımıyla Türk elit ve entelektüellerine ‘nasıl bir kamu mali yönetimi sistemine sahip olmaları gerektiği öğretmiştir’,

2) IMF İcra Direktörleri Kurulu’nun 6. gözden geçirmeyi onaylayabilmesi için Kamu Mali Yönetimi ve Denetimi Yasa Tasarısının yasalaştırılması ön şart olarak ileri sürülmüştür,

3) Avrupa Birliği Uyum Şartları da yasayı bize ‘şart’ koşmaktadır. Yasa tasarısı Maliye Bakanlığı tarafından ‘Avrupa Birliği ve uluslararası standartlarla uyumlu bir kamu iç kontrol sistemi oluşturulması’ amacıyla, 3 Ağustos 2002 tarihinde T.B.M.M.’ne sunmuştur. Seçim döneminde kadük olan tasarı, 58. Hükümet Acil Eylem Planında da ilk altı aylık tedbirler arasında yer almış ve AKP hükümetince tekrar Meclis’e sunulmuştur.

4) Alışageldiğimiz ‘yönetişim’ uygulamaları çerçevesinde, yasanın hazırlanmasında yine büyük sermaye ve uluslararası kuruluşlar aktif görev almıştır. Yönetişim toplantılarında TESEV, TOBB, TÜSİAD ve Uluslararası Yerel Yönetim Birliği (IULA) (abç) hazır bulunmuştur.”[10]

Türkiye’de Yönetişim ilkelerinin karşılandığı ve ilk uygulamaya geçtiği alanlardan bir tanesi de Üst Kurullardır. Popülist politikalardan uzaklaşma, ekonomi yönetimini özerk kılma, politikanın ekonomi yönetimi üzerindeki kirletici etkisini ortadan kaldırarak ekonomide serbest piyasa kurallarını işler kılma gerekçeleriyle oluşturulan üst kurullar, gittikçe ekonomik hayatın yönetilme alanını işgal etmektedir. Merkez bankasının özerkleştirilmesi ve idari yapısının yenilenmesi ile başlayan süreç BDDK, Enerji Piyasası Üst Kurulu gibi örneklerle geliştirilmiştir. Bugün Üst kurulların sayısı on beşin üzerine çıkmıştır ve yenileri sırasını beklemektedir. Üst Kurulların oluşturulmasında hangi sürecin yaşandığına dair AÜ SBF Öğretim Üyesi ve CHP Milletvekili Prof. Dr. Oğuz Oyan’ın tanıklığı ilginçtir.

“2000 yılı şubat ayı başındayız. Ankara’da Sheraton Oteli girişinde Dünya Bankası uzmanı Bay Lorenz Pohlmeier bana ve yanımdaki iki arkadaşa tarım satış kooperatifleri birliklerinin tepesinde oluşturmayı düşündükleri ‘Yeniden Yapılandırma Kurulu’na üyelik teklifinde bulunuyor. 7 kişilik kurulun 4 üyesinin kendileri tarafından belirleneceğini söylüyor. Hangi sıfatla Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kurulması planlanan bir üst kurula üye önerebildiklerini soruyoruz. ‘Eğer parayı biz veriyorsak, kararları da veririz’ yanıtını veriyor.”[11]

Aynı konuyla ilgili bir itiraf Türkiye İhracatçılar Meclisi Yayın Organı Turkishtime’da yer alıyor. Sabancı Üniversitesi Öğretim üyelerinden İzzet Atiyas ile yapılan Röportajda Atiyas “Üst kurullarla ilgili, ortaya atılan bir görüş var: Bunlara, İMF ve Dünya Bankası gibi güçlerin, Türkiye’deki ekonomik yapıyı denetlemek, yönetmek için getirdikleri bir sistem deniyor. Siyasi iktidarlar sürekli değiştiğinden onlar aracılığıyla yapılan müdahaleler yetersiz kalıyor. Özerk kurumlar kurdurup, kendi seçtikleri insanlarla Türkiye ekonomisine yön veriyorlar. Bu saptamanın gerçeklikle ilişkisi var mı?”[12] şeklindeki soruya şöyle yanıt veriyor:

“Bu teori, Türkiye’yi dünyadan tamamen kopuk bir varlık gibi ele alıyor; çünkü sonuçta üst kurullar sayesinde Türkiye dünyaya daha fazla ayak uyduruyor. Gerek rekabet ve doğal tekellerin yaygın olduğu alanlarda, gerekse mali piyasalarda denetim ve regülasyonun özerk kurumlar tarafından hayata geçirilmesi, Türkiye’de uydurulmuş bir şey değil. Tam tersi, AB’deki genel norm bu. Ancak birçok konuda olduğu gibi, Türkiye’nin bu alanlarda gerekli reformları uzun süre kendi başına yapmaması da göz ardı edilmemeli. Rekabet kurumunun oluşturulması, Gümrük Birliği sürecinin zorunluluğu olarak ortaya çıktı. Telekomünikasyon ve enerji alanlarında üst kurulların kurulması, bir yandan IMF tarafından dayatıldı, bir taraftan da Türkiye’nin AB’ye tam üyelik sürecinin bir gereğiydi. (abç) BDDK’nın oluşturulması ise, istikrar programının hayata geçirilmesinin ön şartlarındandı. Ama tüm dış faktörlere rağmen, Türkiye piyasa ekonomisini hayata geçirmek istiyorsa ve bu piyasa ekonomisi vahşi kapitalizm değil denetlenebilir bir kapitalizm olacaksa, bu tür müdahalelerin yapılması lazım.”[13]

Şimdilerde (istimin arkadan geldiği) Üst Kurullara Dair Yasa Tasarısı son şeklini aldı ve önümüzdeki günlerde meclise sevki bekleniyor. Yasa tasarısı ile özellikle 8 üst kurul[14] yasa kapsamına alınıyor. Tasarıya göre üst kurul başkan ve yardımcısı bakanlar kurulu tarafından atandıktan sonra altı yıl hiçbir gerekçe ile görevden alınamıyor. Geri kalan üyelerin atanma yetkisi ise kurul başkanına bırakılıyor. Yasa meclisten çıkana değin nasıl bir şekle bürüneceğini ise ancak sermaye bilir.

Üst kurullar gibi yönetişimin karakteristik bir diğer yapısı da, sıkça duymaya alışık olduğumuz Sivil Toplum Kuruluşları dır (STK). Günümüzden on, on beş yıl öncesine değin devletin boş bıraktığı alanlarda örgütlenme olarak Demokratik Kitle Örgütleri görülürdü ve bu örgütler kitlelerin talepleri doğrultusunda, devlete karşı muhalefet yürütürlerdi. Bugün sermaye devlet dışı alanları daha çok STK’larla işgal etmeye çalışıyor. Bu bir rastlantı değildir. Aksine ortaya çıkan yeni durum Yönetişim anlayışının bir zorunluluğudur. Konunun aktörlerinin iddiası STK’lar aracılığı ile devlet - toplum karşıtlığının yerini, devlet - toplum birlikteliğinin alacağıdır. Ancak Avrupa Birliği’nin örgüt şemasında da açığa çıkan yönetsel yapılanma, yaratılan birliktelik yanılsamasının neyin yerine ikame edildiğini göstermektedir. Avrupa Birliği tüm demokrasi söylemlerine karşın genel oya, toplum iradesine yalnızca Avrupa Parlamentosunun oluşturulması sürecinde başvurmaktadır. Avrupa Parlamentosu dışındaki tüm AB organları atanmışlar üzerinden yürütülmektedir. Avrupa Parlamentosunun erk alanının sınırlı olmasına bağlı olarak demokratikliğe ve katılıma yönelik getirilen eleştirilere STK’lar üzerinden yanıt geliştirilmektedir Genel oy yerine (STK’lar üzerinden) katılım AB’de yönetişim anlayışının sonucu olarak inşa edilmektedir. AB’deki yönetişim anlayışı aynı biçimde Türkiye’ye transfer edilmektedir. Türkiye’ye müzakere süreci öncesinde AB Komisyonu raporunda da yer alan STK’larınızı geliştirin tavsiyesi böyle bir arka plana yaslanmaktadır. Peki, ama AB’nin bu denli önemsediği ve toplumsal onay mekanizması olarak genel oyun yerine ikame ettiği STK’lar nasıl örgütlenmelerdir? Bu konuya açıklık getirmek için İktisadi Kalkınma Vakfı’nı mercek altına alan AÜ SBF Araş. Görevlisi Esra Ergüzeloğlu’nun aktardığı bilgilere başvurmak anlamlı olacaktır.

“İKV, özel sektör örgütlerini ve sermaye tabanlı sivil toplum kuruluşlarını[15]bünyesinde toplayan bir şemsiye örgüt niteliğindedir. Sermaye sınıfı dışındaki kitleleri temsil eden üyesi bulunmamaktadır. Üyelerin belirlenmesinde oldukça seçici davrandığı görülmektedir. Genel Kurul ya da yönetim kurulunca belirli bazı kriterlere sahip olmadığı belirtilen özel sektör kuruluşlarının ‘gönüllü’ olması, üyelik için yeter sebep oluşturmamaktadır.”[16]

İKV geçtiğimiz günlerde imzalanan AB Anayasasının hazırlandığı Konvansiyon toplantılarına katılarak 6 dakikalık bir konuşma hakkı elde eden, böylece AB’nin katılım mekanizmalarını işler kılan bir STK’dır. Konvansiyon delegesi 105 kişinin tümünün atanmışlardan oluştuğu ve geri kalan katılım ve onay sorununun İKV benzeri STK’lar üzerinden sağlandığı düşünüldüğünde STK’ların devlet - toplum birliği sorununun aşılmasında ne gibi bir işlevinin olduğu açığa çıkmaktadır. Politika alanının alışa geldiğimiz araçlarından farklı olarak İKV ne bir parti ne bir sendikadır. Yalnızca sermayenin seçkinlerini kapsayan bir örgüt olmasına karşın tüm toplumu temsil etme iddiasıyla devlet aygıtının yerine getirmesine alışık olduğumuz faaliyetleri yerine getirmektedir. İKV özelinde STK’ların yegâne işlevi, katılım başlığı altında sermaye çıkışlı politikalara diğer sınıf ve katmanlarda onay sağlaması değildir. STK’lara tek başına hegemonya araçları misyonu yüklemek STK’ların gerçekte kapladığı alanı daraltarak kavramak anlamına gelir. STK’lar aynı zamanda devlete ait kurumsal bir yapıymışçasına devletin yönetsel ve fonksiyonel alanlarını işgal etmektedir. Bugün AB ve benzeri konularda çalışmalar yapıp devlete raporlar sunan, kurumsal bazda girişimlerde bulunan pek çok STK mevcuttur. Yalnızca İKV’yi konu edinmiş olmamız STK’ların bugün yalnızca bu alanda boy gösterdiği anlamına gelmemektedir. Eğitimden sağlığa, yasa hazırlanmasından dış politikaya değin pek çok alanda faaliyet gösteren ve gün geçtikçe yaşamın daha geniş alanlarını işgal edeceği belli olan pek çok STK mevcuttur. Bu nedenle yukarıda Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı gerekçelerinde de söylendiği gibi “Toplumsal eleştiri ve değişim talebi ile sivil toplumun gelişimi” yönetişim anlayışının garantisi olarak görülmektedir. Ancak bu yeterli olmasa gerekir ki AKP iktidarı dernekler yasasında yaptığı değişiklikle STK’ların önündeki engelleri kaldırma yoluna gitmektedir. Geçtiğimiz günlerde köşkten dönen dernekler kanununa göre:

“MADDE 10. - Dernekler, tüzüklerinde gösterilen amaçları gerçekleştirmek üzere, benzer amaçlı derneklerden, siyasi partilerden, işçi ve işveren sendikalarından ve mesleki kuruluşlardan maddi yardım alabilir ve adı geçen kurumlara maddi yardımda bulunabilirler.

5072 sayılı Dernek ve Vakıfların Kamu Kurum ve Kuruluşları ile İlişkilerine Dair Kanun hükümleri saklı kalmak üzere, dernekler kamu kurum ve kuruluşları ile görev alanlarına giren konularda ortak projeler yürütebilirler. Bu projelerde kamu kurum ve kuruluşları, proje maliyetlerinin en fazla yüzde ellisi oranında ayni veya nakdi katkı sağlayabilirler.”[17]

denilerek bir yandan STK’ların sermaye ile maddi ilişki kurmasının önü açılırken diğer yandan da devlet ile STK’ların yönetim alanının paylaşımına olanak sağlanmakta, böylece yönetişimin bir ayağına daha hukuki meşruluk sağlanmış olmaktadır.

Yönetişim hakkında genel bir bilgilenme düzeyi sağlayabilecek bu aktarımdan sonra temel bir soruyu gündemimize alabiliriz. Sermayeyi bugüne değin alışık olduğumuz iktidar biçiminden yeni bir forma yönlendiren nedenler nelerdir? Ya da Kamu Yönetimi Temel Kanunu’nun Genel Gerekçeler kısmında sözü edilen Ekonomi Teorisinde ve Yönetim Teorisinde değişikliğe gidilmesinden ne kastedilmektedir ve bu değişiklikleri yaratan süreç nedir. Küresel planın yerel parçaları olarak dile getirilen bu başlıkları açıklayabilmek için yine konuyu küresel düzeye taşımak faydalı olacaktır.

KAPİTALİZMİN KÜRESEL KRİZİ

Bugün kapitalizm hakkında birbiriyle taban tabana zıt görüşler çatışma içindedir. Bir yanda reel sosyalizmin çözülüşünün ardından rakipsiz kalan kapitalizme alternatifsiz bir sistem olarak tapınan anlayışlar, diğer yanda çürüyen kapitalizmin çöküşünü büyük bir huşu içinde bekleyen ama yalnızca bekleyen anlayışlar. Oysaki bu iki uç yaklaşımın dışında sistemin yasalarını bilerek sistemi nesnel bir analize tabi kılmak gerekmektedir. Marksizm’in her defasında yeniden sınanan ve her sınamadan doğrulanarak çıkan devrevi kriz yaklaşımı geçerliliğini sürdürmektedir. Ancak her kriz peşi sıra sermeyenin politik müdahale araçlarını da peşi sıra sürüklemektedir. Tıpkı bugün de 1929’da olduğu gibi (ki o zamanda savaş politik bir araç olarak ortaya çıkmıştı) benzer bir biçimde belki de daha fazla yıkıma neden olacak politik araçlar devreye sokulmaktadır. Bu nedenle kapitalizmi ve krizini anlamak tek boyutlu ele alındığında her zaman yanıltıcı sonuçlar verecektir. Bu nedenle siyasal düzeye ilişkin bir analiz bu düzeydeki değişiklikleri doğuran alt yapıya ait nedenleri ortaya koymakla mümkün olabilir. Üst yapıda kurumsal dönüşümlerin böyle dramatik hal aldığı dönemlerde yüzeyin altında daha büyük çalkantılar yaşandığını düşünmek mantıksal bir akıl yürütmedir ama yanlış da değildir. O zaman yüzeyin daha derinliklerine inmek gerekir.

İkinci dünya savaşının ardından yaşanan yıkımla birlikte daralan ekonomi, ortaya çıkan talep artışını karşılmak için hızlı bir genişleme sürecine girmiştir. Kapitalizmin bu genişlemeye bağlı refah dönemi kimilerince altın çağ olarak adlandırılmış ve savaşın ardından başlayıp 1973 yılına değin sürmüştür. Ancak bu tarihten itibaren dünya ekonomisi genişlemenin sınırlarına gelmiş, büyüme temposu yavaşlamış, 1990’lara gelindiğinde ise neredeyse bir yıkıma dönüşmüştür. Gerilemede başat rol merkez kapitalist ülkelerdedir. Değişim şu şekildedir:[18]

TABLO I[19] Dünya Ekonomisinde Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYİH) Artışları, 1970-2001 (yıllık ortalamalar)

ÜLKE GRUPLARI / BÖLGELER1970-791980-891990-992000-01
Dünya4,13,33,13,6
ABD3,32,92,62,5
AB3,22,22,12,5
Japonya5,23,81,80,9
Diğer3,24,5a4,1a3,6
Gelişmekte olan ülkeler5,6b4,35,44,8
Dönüşüm geçiren ülkeler5,5c2,9-4,15,8
a Dört gelişmiş Doğu Asya ekonomisi (Kaplanları) içerir
b Çin Hariç, “Kaplanlar”
c Eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa Ülkeleri

Benzer bir durum Dünya imalat sanayi katma değer (İSKD) artış hızında da görülmektedir.

TABLO II[20] Ülke Grupları İtibariyle İmalat Sanayii Katma Değeri Artış Hızları, 1970-2000a

ÜLKE GRUPLARI / BÖLGELER1970-19801980-19901990-2000
Dünya3,63,12,8
Gelişmiş Ülkeler2,82,81,9
Kuzey Amerika2,33,14,4
Batı Avrupa2,61,81,5
Japonya5,24,80,6
Doğu Avrupa ve Eski SSCB7,12,6-3,4
Gelişmekte olan ülkeler6,95,16,4

Dünya İSKD artış hızının dönemler itibariyle Dünya GSYİH Artışının altında kalması dikkat çekicidir. Dünya İmalat Sanayii Katma Değerinin GSYİH içindeki oranı da benzer biçimde kapitalizmin küresel seyrini izlemek için anlamlı veriler sunar. Ancak bu tabloya geçmeden önce tartışmanın ilerleyen bölümlerine kaynaklık sağlayacak bir diğer tabloyu önce ele almak gerekebilir. Bu tablo Dünya İmalat Sanayii Katma Değerinin teknolojik yapısına ilişkindir. 1970 ile 2000 yılları arasındaki yüzdelik paylar itibariyle değişimi veren göstergelerde Orta ve İleri teknoloji kullanımına bağlı sektörlere bir kayma yaşanmaktadır Özellikle makine imalatında belirgin bir artış söz konusudur.

TABLO III[21] Dünya imalat Sanayii Katma Değerinin Teknolojik Yapısı, 1970-2000 (Yüzdelik Paylar)

SEKTÖRLER19701980199019952000
Doğal kaynağa dayanan + Düşük teknoloji kullanan57,254,949,748,340,5
Orta ve İleri teknoloji kullanan40,143,648,950,358,1
Makine imalatı20,922,524,226,135,4
Ulaşım araçları8,39,110,09,28,7
Kimya sanayii11,812,014,715,014,0
Diğer İmalat1,81,61,41,41,4

Şimdi bu tablonun ardı sıra İSKD’nin GSYİH içindeki payını gösteren tabloya bakarsak genel bir değerlendirme şansına sahip olabiliriz.

TABLO IV[22] İmalat Sanayii Katma Değerinin GSYİH İçindeki Payı 1970-99 (yüzde)

ÜLKE GRUPLARI / BÖLGELER1970198019901995b1999
Dünya28,325,823,021,922,1
Gelişmiş Ülkeler30,628,123,721,521,3
Kuzey Amerika24,821,518,517,516,3
Batı Avrupa30,527,123,921,720,6
Japonya36,029,229,122,120,7
Doğu Avrupa ve Eski SSCB41,343,936,627,729,2
Gelişmekte Olan Ülkeler20,220,921,922,522,0
Türkiye15,317,218,022,622,9

Kapitalizmin küresel krizi bir efsane değildir. El yakan, can acıtan gerçekliği içinde olanca somutluğu ile gözler önündedir. Savaş yıllarının ardından gelen daralmış ekonominin genişleme eğilimi 1970’lerle birlikte son bulmuş, sistemi zorlar hale gelmiştir. Görünen odur ki emperyalist ülkeleri sıkıştıran cendere ileri teknoloji kullanımına dönük çözüm arayışlarına karşın küresel sermayenin canını acıtmaya devam etmektedir. Tüm emperyalist ülkelerde GSYİH büyüme oranları düşme eğilimindedir ve bu eğilim eldeki verilerin gösterdiği tarihler içerisinde tutarlı bir çizgi izlemektedir. Benzer bir şekilde aynı eğilim imalat sanayii katma değer oranları içinde söz konusudur. Tarihlerin kapsadığı dilim bilişim çağı adı verilen üretimde teknolojinin yeni biçimlerinin kullanılmasına karşın böyledir. Bu zaman dilimi içerisinde bilgi ve iletişim teknolojilerinde yaşanan devrim niteliğindeki gelişmeler, bu gelişmelerin üretim sürecinde yarattığı yapısal değişim görünen odur ki kapitalizmi küresel krizinden kurtarmaya yetmemiştir. Hem de bu teknolojik değişimin üretim sürecinde en yoğun kullanıldığı ülkelerde kriz en çarpıcı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Bir dönemin örnek modeli olarak gösterilen ve teknolojik gelişmesini toyotizm olarak adlandırılan üretim biçimiyle örtüştüren, yüksek büyüme rakamları yakalayan Japonya’nın içine düştüğü durum ilginçtir. İSKD artış hızı 1970–80 arasında 5,2 iken bu rakam 1990–2000 arasında 0,6’ya gerilemiştir. Aynı dönemde GSYİH artış hızı 5,2’den, 0,9’a gerilemiştir Bu gerilemeyi belki de çöküş olarak adlandırmak daha olasıdır. Tüm dünyada imalat sanayiinde orta ve ileri teknoloji kullanımı 1970 ile 2000 arasında yüzde 40’lardan yüzde 60’lara artmışken aynı dönemde imalat sanayinin GSYİH içindeki payı yüzde 28’lerden yüzde 22’lere gerilemiştir. Aynı gerileme yine aynı tarihselleme içinde GSYİH ve İSKD artışı içinde söz konusudur. Krizin zorladığı teknoloji kullanımı, sabit sermaye yatırımlarındaki artış, soruna ilaç olmuş gibi görünmemektedir. Üretime dönemeyen sermaye artı değer üretmekten uzaklaştığı oranda ya basit servet kimliğine geri döner ya da spekülatif nitelik kazanır. Bugün olan da budur. Aşağıdaki tablo üretim alanında kendisine yer bulamayan sermayenin nasıl spekülatif nitelik kazandığını göstermektedir.

TABLO V[23] Günlük Finans İşlemleri Miktarı ve Yıllık İhracat Miktarı (milyar dolar olarak)

YIL A
Borsadaki Günlük İşlem Miktarı
 B
Yıllık Dünya İhracat Miktarı
B/A (yüzde)
1979 75 1546 20.6
1984 150 1800 12.0
1986 300 1998 6.7
1990 500 3429 6.9
1994 1200 4269 3.6

Borsa verilerinin günlük değerleri içerdiği yıllık dünya ihracat rakamlarının ise yıllık miktarlardan oluştuğuna dikkat edilirse rakamlar arasındaki çatışma daha belirgin hale gelecektir. 1994 rakamlarıyla dört günlük borsa işlem miktarı bir yıl içinde tüm dünyada gerçekleştirilen ihracat rakamlarından fazla tutmaktadır. Borsalarda gerçekleşen işlemlerinde özünde yatırımla ilişkilenmediği bilinmektedir. “Borsalarda gerçekleşen işlem miktarının yüzde 95’i mal ve hizmet operasyonlarından bağımsız finans hareketlerine tekabül etmektedir.”[24] Keza benzer biçimde meta ticareti günlük işlem hacmi 1996 rakamları ile 1.400 milyar doları bulan döviz hacminin ancak yüzde 10’unu tutmaktadır. Aynı durumu finansal alandaki atıl büyümede de görmek olasıdır.

TABLO VI[25] 1980’den 1992’ye Finansal Aktif Stokların büyümesi (milyar dolar ve yüzde olarak)

AKTİF TÜRÜ19801991-92Gerçek rakamla yıllık ortalama büyüme oranı
Döviz4839%4311288%32 1
Uluslararası tahvil207 %121465 %41 3
Kamu tahvilleri1934 %188707 %25 9
Şirket tahvilleri- %9- %10 7
Banka tahvilleri487 -1856 --
Banka dışında tahviller489 -1844 --
Hisse senetleri2750 %2810323%29 6
TOPLAM10706%10035483%100 5

Kapitalizmin krizini ve kriz sonucunda sistemin aldığı görünümü ayrıntılandıracak daha pek çok veriyi sıralamak mümkündür. Ancak yukarıda sıraladığımız rakamlar resmi çizmek görmek için yeterli ışığı bize sağlamaktadır.

Üretim araçlarındaki gelişmenin, üretim sürecindeki başkalaşımın tüketimi canlandırmadığı, yeni pazarlar yaratmadığı, yani krize çözüm olmadığı koşullarda sistem içine düştüğü bataktan çıkmak için iki şey yapmaktadır. Bunlardan ilki rekabet koşullarının güçlüden yana yeniden tarifi, ikincisi ise pazarın yapısına müdahaledir. Bugün küresel ölçekte yaşadığımız baş döndürücü gelişmelerin arka planında yatan temel politik yönelim bunlardır. Bir yanda pazar ülkeler, bağımlı ülkeler üzerinden yürütülen adı konmamış bir ‘üçüncü dünya savaşı’ yaşanırken diğer yandan küresel ölçekte pazar yeniden dizayn edilmektedir. Pazar paylaşımı, pazarın genişletilmesi ve pazarın derinleştirilmesi işte kapitalizmin dönemsel politikalarının özeti bu üç başlıkta özetlenebilir. Bu zemin üzerine yapbozun tüm parçaları yerleştirilebilir ve her parça kendisine uygun bir yer bulur. Ancak yapbozun yan yana getirilebilmesi, işler hale gelebilmesi için bir müdahaleye, politik dolayıma ihtiyaç vardır. İşte bu müdahalenin parçalarını yapıştıran birleştiricinin adı yönetişimdir. Yönetişimin krizdeki rolünü anlamak için neleri yan yana getirdiği, yapbozun hangi parçalarını birleştirdiğini anlamak gerekir. Yani günümüzün tüm moda kavramlarını esnek üretimi, post-fordizmi, işçi sınıfının sonunu vb. görünür kılmak gerekir.

FORD, TAYLOR VE KEYNES

Kapitalizmin kriz içerisinde olması kapitalizmin yıkılması için gerek şarttır[26], ancak yeter şart değildir. Bu nedenle politik müdahale biçimlerinin var olmadığı koşullarda kapitalizmin krizi kapitalizm dışı çözümleri yaratmaz. Böylesi bir ortamda kriz ya 1929 bunalımında olduğu gibi kimi yıkımlara yol açarak sistem içi aşılır ya da 1970 sonrası gözlemlediğimiz gibi kronikleşip ard arda gelen ve birbirinin üzerine eklenen krizler halini alır. Burada artık devresel ve sinüzoidal bir kriz durumundan söz edemeyiz. Kriz artık fasikülasyonlar halini almıştır.[27] Bu tablo belki de özel şartların sonucu olarak oluşmuş bir durum olarak değerlendirilebilir. Kapitalizm dışı alternatif bir sistem olarak reel sosyalizmin var olduğu koşullarda krizin emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmasını 1929 benzeri boyutlarda ısıtması söz konusu olmayabilir. Krizin sistem içi aşılmasının olanaklarının bulunmadığı şartlarda sermaye, krizle birlikte yaşama ve krizi yönetme kavramlarını gündeme getirmiştir. Bu aynı zamanda krizin kapitalizme içkin bir durum olduğunun da itirafıdır. Yapısal nedenlerden kaynaklanan[28] ve aşılma olanakları ortadan kalkan (en azından dönemsel krizleri engelleyememe anlamında) krizle birlikte yaşama ve krizin yönetilmesi krize uyum sağlayan bir sistemin inşasını zorunlu kılar. Bugün diyebiliriz ki kapitalizmin giriştiği restorasyon hareketini belirleyen temel etken sermayenin bu yaklaşımıdır. 2001 krizi sırasında dönemin (DB’dan devşirme) Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş’in söylemine hâkim olan ve her halde sermayenin genel eğilimini yansıtan yaklaşım da budur. Dervişe göre krizleri yönetmek gerekir ve krizlere her zaman olumsuz şeyler olarak bakmamak lazımdır. Ona göre krizler değişimin olanaklarını sunar. ‘Her kriz doğru yaklaşılırsa sistemin bağışıklığını artırır, sistemi güçlü kılar.’ Sermaye bulduğu bu yaklaşımı adım adım inşa etmeye başlar. Emeği silahsızlandır, sömürüyü artır, rekabetin koşullarını güçlüden yana düzenle, krizle birlikte oluşan dalgalara anında yanıt ver ya da birlikte dalgalan: İşte bulunan sihirli formül... Bu onlarca yıl süren paradigmanın terk edilmesi, her şeyin sil baştan yeniden inşa edilmesi demektir. Bu ekonomi politikalarında liberalizm, üretimin örgütlenmesinde post-fordizm (ya da esnek üretim), iktidar biçiminde yönetişim ve emeğe saldırıda despotizm ve savaştır. Bir paradigmadan diğerine geçiş, iradi müdahalelere sağlansa bile yalnızca bir tercihin ürünü değildir. Kapitalist ekonomik paradigma değişiklikleri tarihsel pek çok sürecin koşullaması ve ortaya çıkan yeni koşulların zorlamasıyla gerçekleşir. Tüm dünyanın kapitalizmle eklemlenmiş tek bir ekonomik sistem haline gelişi ve paylaşımı demek olan emperyalizm ortaya çıkan krizlerle birlikte dünyanın sömürü ve hegemonya alanları olarak yeniden paylaşımını zorunlu kılar. Elde edilen artı değeri sermaye haline dönüştürme güdüsü aynı zamanda sermayenin yayılmacı tavrının da belirleyicisidir. Oysa yer kürenin sınırlarının olması, sınırsız bir iştahın önünde engel olarak dikilir. Doğanın doğrudan sömürülmesinin sınırlarına ulaşıldığında, doğanın dönüştürülmesi süreci başlar. Doğa ürünlerinin geçim malzemesi olmasının bir adım ötesine taşılarak, doğa ürünleri makinelerin işleyeceği ham maddeler haline gelir. Ancak makinelerin doğayı sermayenin uzantısı haline getirmesinin de bir sonu vardır. Yeni sınırlar yeni durumları yaratır. Artık makine yapımında kullanılan ham maddeler ya da makinelerin işlediği hammaddeler değil, makine üretimi ham maddeler ve makine ürünü doğadır söz konusu olan. Sermayenin yatay yayılımı sınırlarına dayandığında dikey yayılma başat görünüm kazanır. Teknolojik gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkan çılgınlaşmış üretim düzeyi kapitalizmin önüne çıkan tüm fırsatlara karşın yatay genişlemenin sınırları olduğunu ona her gün ve her gün yeniden hatırlatmaktadır. Çözülen SSCB’nin ardından ortaya çıkan ekonomilerin kapitalizm tercihleri, Çin’in kapitalist pazara eklemlenmesi yatay yayılmayla krizin aşılmasının yeterli olanaklarını sunmamıştır; tıpkı gözü dönmüşlükle Irak, İran, Kuzey Kore gibi sermaye dolaşımına engel çıkartan ülkelere saldırmanın yetmeyeceği gibi. Üretim artışını karşılayamayan tüketim, yeni tüketim kalıplarının yaratılmasını zorunlu kılar. Piyasada var olabilmenin yolu ürün çeşitliliği ve anlık tüketici talebinin karşılanmasıdır. Bu geçmiş üretim biçiminin büyük miktarda, standart, kütlesel tüketime dayalı kalıplarının değişmesi anlamına gelir. Fordist üretimden post-fordist esnek üretime geçiş kendisini bir zorunluluk olarak dayatır.

1930’larda ortaya çıkan ve ikinci dünya savaşı sonrasında yaygınlaşan fordist üretim ve birikim biçimi kapitalizmin altın çağı olarak adlandırılan döneme damgasını vurmuştur. Fordizm, Ford’un bütün Amerikalıları araba sahibi yapma sloganında kendisini bulan kitlesel üretim, kitlesel tüketimi olanaklı kılan ücret artışı, merkezi kontrol- toplu pazarlık, üretime ve ürüne yabancılaşma ve üretim dışı alanları da şekillendiren disiplin anlayışıyla karakterize edilir. Bant tipi seri üretimin parçaladığı iş, işi gören işgücünün niteliklerini sıradanlaştırıp standardize ederken, kitlesel üretimle ucuzlayan ürüne, toplu sözleşmenin olanaklarıyla artan gelir düzeyi sayesinde ulaşmak daha da kolaylaşır. Devletin kolektif sermaye olarak bir ekonomik aktör kimliğinde sürece dahil olması ile üretimin koşullarının üretimi sermayenin maliyet hanesinden çıkartılır ve birikimin önünde dönemsel olarak hemen hiçbir engel kalmaz. Artık altın çağ başlamıştır. Açıktır ki, fordist üretim modeli, Keynesyen ekonomi anlayışı ile birebir ilişkilidir. Keynesyen ekonomi tam da 1929 bunalımının ürünüdür. Kapitalizmin doğal yasası olarak kabul edilen Say Kanunu’nun geçerliliğini yitirmesi, geçerli olan ekonomi teorilerinin iflası anlamına gelir. Her arzın kendi talebini yaratması sonucu görünmez bir elin ekonominin dengelerini kuracağına yönelik inanç büyük buhranın gelip geçici olmadığının görülmesi ve gittikçe derinleşmesi ile uçup gider. Keynes bu durumdan temel bir ders çıkartır: müdahale. Laissez faire, laissez passer (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) ideolojisinin[29] dışına adım atış, yeni bir burjuva ekonomi teorisinin inşasına yol açar. Teorisinin üzerinde yükseldiği bir diğer ekseni bunalımdan çıkarttığı ikinci ders oluşturur: İşçi sınıfı.

Keynes Klasik İktisadın temel kavramlarından tam bir kopuş içinde değildir. Marjinal verim düzeyini doğuran beklentiler nosyonuna sadıktır. Ancak beklentilerin değer oluşturabilecek bir ilişkiler bütününü harekete geçirebilmesi için güven ortamının sağlanmış olması gerekir. Bu ise kriz ortamının risklerle dolu dünyasında en son bulunabilecek şeydir. Öyle ise iki şey yapmak gerekir. Bunlardan ilki kendisini sınıf tavrının tüm çeşitliliği ile ortaya koyan ve dünyanın doğusunda kendi iktidarını kuran işçi sınıfının denklem içine dâhil edilmesi ve ikincisi ekonomiye devletin müdahalesi. Bu gerçekliğin görülmesi ve geçmiş efsanelere rağmen itiraf edilmesi: işte Keynesyen İktisadın temelleri bunlardır. Böylece işçi sınıfının denkleme, “iktisadın hukukiye dahil olması”[30] sağlanır. Ancak devletin üstlenmesi gereken rol bu kadarla sınırlı değildir. General Theory’de Keynes “Yatırımların doğrudan düzenlenmesi hususunda... daha büyük bir sorumluluk alan devlet istiyorum” der. Böylece devlete yeni bir rol daha biçilmiş olur. Artık devlet yalnızca ekonominin kurallarının koyucusu ve takipçisi değildir. Devlet ekonomiye üretken sermaye kimliği ile dâhil olur. Böylece İtalyan ve Alman faşizminin devlete biçtiği rol Keynesyen teoride yerini bulur. Sıklıkla Keynes’in teorilerinden ilhamını alan devlet; Sosyal Hukuk Devleti, Sosyal Refah Devleti ya da yalnızca Refah Devleti olarak adlandırılır. Bu adlandırmalar bir yandan sınıf bilincinde yanılsamaya yol açan çağrışımları tetiklerken diğer yandan ise Keynes’in vardığı sonucun bir zorunluluk olduğunu maskeleyip onu bir tercih olarak sunar. Oysaki o “Çamuru balığa tercih eden, kaba ve görgüsüz proletaryayı- tüm hatalarına rağmen hayata nitelik kazandıran ve tüm insani ilerlemenin özünü içinde taşıyan- burjuvaziye ve entelijensiyanın üstünde tutan [komünist ve marksist] amentüye nasıl evet diyebilirim?”[31] diyecek kadar işçi sınıfına düşman ve “[işçi partisi] bir sınıf partisidir ve söz konusu olan sınıf benim sınıfım değildir. Eğer savunacaksam, kendi çıkarlarımı savunacağım... Bana adalet ve iyi niyet olarak görünecek şeylerden etkilenebilirim; ancak sınıf savaşı beni eğitimli burjuvazinin tarafında bulacaktır”[32] diyecek kadar da burjuva sınıf bilincine sahiptir. İşte bu sınıf bilincidir ki onu işçi sınıfının her gün yükselen eylemliliği karşısında dehşete düşürür[33] ve çözüm yolları aramaya iter. İşçi sınıfının denkleme dâhil olması eski dengelerin artık söz konusu olamayacağı anlamına gelir. Öyle ise işçi sınıfının da dâhil olduğu yeni dengeler kurulmalıdır. Say yasasının arz - talep dengesinin artık işlemiyor oluşunun arkasında yatan neden denkleme yeni bilinmeyenlerin eklenmiş olmasıdır. Öyle ise çözüm denklemi yeniden tanımlamak değil midir? Krizin nedeni sermaye haline dönüşemeyen artı değer, yani arz fazlasıdır. Arz fazlası yatırım düzeyinin gerilemesine, bu da marjinal verim programında değerlerin düşmesine neden olmaktadır. Arz merkezli çözüm yolları aramak yerine, talep merkezli çözümleri işçi sınıfının denkleme dâhil edilmesiyle yeniden kurmak tek çıkar yol olarak görünmektedir. Oysa o güne kadar uygulanan “ücretleri düşürerek maliyeti azaltıp arzı artırmak ve düşen fiyatların piyasayı canlandırmasını beklemek veya faiz hadlerinde meydana gelecek değişimlerle tasarruf - yatırım dengesinin düzelmesini ve yatırımların yeniden canlanmasını beklemek ya da talebi artırmak için ücret politikalarıyla oynamak”[34] şeklindeki politikalar sonuç vermemektedir. Öyle ise talep artışını istihdam artışı üzerine kurmak, istihdam artışının sağlandığı yerde işsizlik oranlarını azaltarak işçi sınıfının sisteme dair umutlarını artırmak bir yandan ekonominin ihtiyaç duyduğu güven sorununu çözebilecek bir yandan da arz fazlası nedeniyle tıkanan çarkları tekrar işler kılabilecektir.

Keynes’in yer aldığı madalyonun diğer yüzünde iki kişinin sureti görülür: Frederick Winslow Taylor ve Henry Ford. Hemen hemen eş zamanlı olarak sahne alan bu iki isim kapitalizm tarihinin en belirleyici şahsiyetleri arasında yer almayı işçi sınıfının öfkesine karşın hak ederler. En az Keynes kadar işçi sınıfı düşmanı ve kendi sınıflarının hizmetkârdırlar. İşçilerin doğuştan günahkâr, aptal ve aynı zamanda tembel[35] olduğu ön kabulünden hareket eden Taylor bunun çözüm yollarını ‘bilimsel’ yöntemlerle aramaya girişir. 1911 yılında yazdığı Bilimsel Yönetimin İlkeleri adlı kitabıyla işin örgütlenişine ve yönetimine ilişkin yeni ilkeler getirir. İşin yönetiminde doğasında kaytarma bulunan emek gücünün inisiyatifi devam ettiği müddetçe gerçek kâra ulaşmak mümkün olmayacaktır. Ona göre işçiler kasıtlı olarak işin temposunu yavaş tutar ve işin gerçek bilgisini burjuvaziye vermezler. Öyle ise Bilimsel Yönetim anlayışı ile işin yönetiminden işgücünün uzaklaştırılması gerekmektedir. Böylece üretim sürecini işçilerin becerilerinden tümüyle arındırmak ve üretim sürecinde tasarımı üretimden ayırarak onları zihinsel faaliyetlerden uzaklaştırmak zorunluluk haline gelmektedir. Ancak bunun sonucunda üretimin bilgisi yönetimde toplanabilecektir. Böylece işçi onu insan yapan tüm özelliklerinden arındırılır. İşin bilgisine sahip olamadığı için işe yabancılaşması üründen üretim sürecinin kendisine yönelik hale gelir ve derinleşir. Taylorist yönetim ve organizasyon anlayışı kısa sürede yaygınlık kazanmıştır. İşçi sınıfı zihinsel faaliyetlerden ve beceriden uzaklaştırılmış ve böylece sıradan, standart vasıfsız emek haline getirilmiştir. Emek-gücünün tüm vasıflarından arındırılması bir yandan değerini düşürürken aynı zamanda onun pazarlık gücünü de elinden alır. Parça başı iş, performansa göre ücret hep Taylorizmin ürettiği kavramlar olarak üretim sürecine girmiştir. Teori dünyasından çıkıp vücut bulması ise Henry Ford’un akar band teknolojisiyle gerçekleşir. Bu iki isim ilişkilerini belki kendi öznellikleri üzerinden kurmamışlardır ama zorunluluklar onların tarih sahnesine birlikte doğmalarına neden olur. Böylece sacayağı tamamlanıp işçi sınıfı sisteme dâhil edilir. Üretime yabancılaşmış, pazarlık gücünü yitirmiş, işle ücret arasında kurulan performansa dayalı ilişkiye bağlı olarak yoğun bir tempoda posası çıkana kadar çalışan işçi sınıfından artık korkmak gerekmez.

FORDİZMDEN ESNEK ÜRETİME, SOSYAL SERMAYE DEVLETİNDEN YÖNETİŞİME

“Bir insanı bölümlere ayırmak, eğer hak etmişse onu ölüme mahkûm etmek, eğer hak etmemişse onu katletmektir... Emeğin bölümlere ayrılması, bir halkın katledilmesidir.”[36] Bu katliam dürtüsü kapitalizmin doğasında vardır. Marx Kapital’in işbölümü ve manüfaktür bölümünde şöyle yazar:

“Basit elbirliğinde olduğu gibi manüfaktürde de kolektif çalışma organizması, sermayenin bir var oluş biçimidir. Çok sayıda parça-işçiden oluşan işleyiş, kapitaliste aittir. Bunun için de, emeğin bir birleşiminden doğan üretken güç de, sermayenin üretken gücüymüş gibi görünür. Tam anlamıyla manüfaktür, daha önce bağımsız olan işçileri sermayenin emir ve komutası altına sokmakla kalmaz, ayrıca işçilerin de kendi aralarında kademeli bir derecelenmesine yol açar. Basit elbirliği, bireylerin çalışma biçimini büyük ölçüde değişikliğe uğratmadığı halde, manüfaktür, bunu, baştan sona altüst eder, emek-gücünü ta kökünden kavrar. İşçinin tek bir işteki becerisini, bir yığın üretici yetenekleri ve içgüdüleri aleyhine zorlayarak, onu, çoğu organlarından yoksun, garip bir yaratık haline getirir; bu, tıpkı La Plata devletlerinde, salt derisi ya da yağı için koca hayvanın boğazlanmasına benzer. Yalnızca parça işler farklı bireyler arasında dağıtılmakla kalmaz, bireyin kendisi de, bir parça-işlemin otomatik motoru haline getirilir.”[37]

“Kolektif işçiyi ve onun aracılığı ile sermayeyi toplumsal üretme gücü bakımından zenginleştirmek için, manüfaktürde her işçinin bireysel üretme gücü bakımından yoksullaşması gerekir.”[38]

Ancak bunun gerçekleşmesi önsel olarak belirli bir sermaye yoğunluğuna ihtiyaç duyar. Toplam sermaye miktarı artar. Kapitalist örneğin on günde bir arabanın yapımı için gerekli ham maddeyi elinde bulundurmak yerine on arabanın bir günde yapımı için gerekli ham maddeyi satın almak zorundadır. Benzer biçimde iş ne kadar çok bölümlere ayrılırsa o denli fazla işgücüne ihtiyaç duyulur. Bu o işçilerin işgünü karşılıklarının kapitalistte var olmasını gerektirir. Bütün bunlara işin gereksinim duyduğu maddi koşulların yaratılması, işin denetiminin kendisinin de bir iş haline gelmesi, tasarımın üretimden ayrılması gibi faktörler eklendiğinde işin yeni örgütlenme biçiminin ihtiyaç duyduğu sermaye yoğunluğundaki artma ortaya çıkar. Paradoksal olarak diyebiliriz ki kapitalizmi krize sürükleyen sermaye yoğunluğu aynı zamanda üretimin bir üst örgütlenme biçiminin koşullarını da yaratır. Bu işin yeni örgütlenme biçimi krize burjuvazinin politik müdahalesinin olmadığı koşullarda krizi derinleştirecek bir faktör halinde iken politik müdahale sonrası (savaş, sosyal sermaye devleti, faşizm vb) krizin aşılmasına bağlı olarak birikimi sıçratacak bir faktör haline gelir. Ancak kapitalizmin temel çelişkisi var olduğu sürece yeni koşullar yeni olanakları yaratır. Sermayenin emeği boyunduruk altına almak için attığı her adım emeğin elinde bir silaha dönüşür.1970’lere gelindiğinde fordist üretim modeli iflas bayrağını çekmiştir. İkinci dünya savaşı ile üretim fazlasının tüketilmesi ve yeni talep alanlarının yaratılmasıyla oluşan büyüme eğilimi sınırlarına dayanmış, ucuz ve standart mala yönelik talep azalmış, kitlesel üretimin sonucu üretim fazlasına pazar yaratılamamış, Taylorist iş örgütlenmesinin yarattığı yabancılaşma emek verimliliğini düşüren bir etken halini almıştır. Ayrıca üretim biçimi işçi sınıfının mücadelesini etkin kılabilecek olanakları da dezavantajlarıyla birlikte içinde barındırmıştır. Bant sistemi ile üretim sürecinin küçük parçalara bölünerek birbirine bağlanması küçük bir işçi grubunun bile üretim sürecini engellemesine olanak sağlamış, işe yabancılaşan, bu yabancılaşma sonucunda hata oranı artan işçiler kayıplara neden olmuşlardır. Sosyal taleplerin kurumsallaşması, sendikal mücadelenin sınıfın kitlesel talep arayışlarının yaygın aracı haline dönüşmesi sınıf mücadelesinde dengeleri yeniden zorlar hale gelmiştir. Yeni dönem yine kriz içinde doğmuştur.

YADSINMANIN YADSINMASI: ESNEK ÜRETİM

Bugün esnek üretim modeli iki ayrı düzeyin tek bir görüngü halinde ortaya çıkmasının adlandırmasıdır. Ekonomik düzey ve politik düzey tek bir kavram içerisine oturtulmaya çalışılmaktadır. Bir yanda yeni iş örgütlenmesi anlamında esnek üretim ekonomik düzeyde bir değişim olarak sunulurken, diğer yanda sermaye ile çatışma halindeki emeğin yaşanan değişimde alması arzulanan rol egemenler tarafından tarihsel gereklilik gibi sunulmaktadır. Oysa yeni yapılanma sürecine işçi sınıfının vereceği yanıt henüz netleşmemiştir. İşçi sınıfının süreç karşısındaki duruşunu burjuvazinin tarif ettiği biçimiyle (üretimin organizasyonunun ürünü olarak) baştan kabul etmek teorik olduğu kadar pratik sonuçları itibariyle de yanlıştır. Esnek iş organizasyonu karşısında arzuladığı emek tavrını işçi sınıfının bilincinde hakim kılmaya çalışmak burjuvazi için doğru bir adımdır. Ancak emeğin alacağı tutumun emeğin kendi dinamiklerinden bağımsızlaştırılarak kavrama dâhil edilmesi, emeğin bağımsız sınıf tavrının reddi anlamına gelmektedir. Emeğe biçilen bu yeni rolün kabulü; yani esnek üretim sürecinin olanaklı hale gelmesinin nedeni yerine sonucu olarak bu yeni rolün kabulü sınıf dışı pozisyon alışların kapısını aralamak anlamına gelmektedir. Bu nedenle esnek üretim ve emeğe saldırı birbiriyle alakalı ama ayrı olgular olarak değerlendirilmelidir. Emeğe saldırı şu başlıklar altında yürütülmektedir.

Sayısal esneklik: Her işletmenin işçi alımı ve çıkarımı konusunda tek belirleyeninin işletmenin karlarının temel alınması, işçi çıkarmada herhangi bir müeyyide ile karşılaşmaması savunulmaktadır. Çağrı ile çalışma, kısmi süreli çalışma, deneme süreli çalışma, ödünç iş ilişkisi gibi uygulamalarla sayısal esneklik sağlanmaktadır. Yeni iş yasası ile özel sektörde iş güvencesi tümüyle ortadan kaldırılmıştır. Benzer bir süreç kamuda da sürdürülmektedir.

Zamana göre esneklik: Çalışma sürelerinin işletmenin karlılığını gözetecek tarzda ele alınmasını öngörmektedir. Kayan iş süreleri, telafi edici çalışma, yoğunlaştırılmış iş haftası gibi kavramlar bu çerçevede üretilmiştir. Yeni iş yasası ile 8 saatlik iş günü kavramı kalkmıştır. Yeni İş Kanunu 65. Maddede “Tarafların anlaşması ile haftalık normal çalışma süresi, işyerlerinde haftanın çalışılan günlerine, günde on bir saati aşmamak koşulu ile farklı şekilde dağıtılabilir. Bu halde, iki aylık süre içinde işçinin haftalık ortalama çalışma süresi, normal haftalık çalışma süresini aşamaz. Denkleştirme süresi toplu iş sözleşmeleri ile dört aya kadar artırılabilir”[39] denmektedir. Böylece günlük 8 saat, haftalık 45 saat çalışma süreleri işçi sınıfının yeni bir mücadele dalgasına kadar tarihe karışmaktadır.

Fonksiyonel esneklik: İşçinin iş yerinde görev tanımının esnekleştirilmesi anlamına gelmektedir.

Ücret esnekliği: Sendikal mücadelenin yok farz edildiği koşullarda emek-gücünün değerinin serbestleşmiş emek piyasası ortamı göz önüne alınarak belirlenmesini ön görmektedir.[40]

Temel dört başlık altında toplanan ve esneklik kavramı içine sığdırılan hak gaspları özünde sermayenin her dönemki saldırı planlarının içinde yer alan şeylerdir ve konjonktürsel değildir. Konjonktürsel olan sermayenin saldırısında ne denli başarılı olabileceğidir. Ve bu başarının düzeyi ölçüsünde esnek üretim modeli uygulama alanı bulabilecektir. Yukarıda tariflenen sınıflar arası ilişkilenme biçimi burjuvazinin her zaman rüyalarını süsleyen ve gerçekleşebileceğini hayal bile edemeyeceği bir sömürü ortamını yaratır. Ve bugün bu cennete kavuştuklarını düşünmektedirler. Saldırılarını da bu yanılsama üzerine inşa etmektedirler. Burjuvazinin yarattığı bu yanılsama güncel marksist yazını ve söylemleri de derinden etkilemiştir. Değişmeyen bir nakarat sıkça tekrarlanır olmuştur: İşçi sınıfı ortadan kalkmıştır, işçi sınıfı form değiştirmiştir ya da işçi sınıfının karakteri değişmiştir. Böylece kapitalizm ötesi bir süreç, işçi sınıfı dışında bir tarihsel özne tarifi olanaklı hale gelir. Oysaki Ekim Devrimi ve peşi sıra gelen Avrupa işçi ayaklanmaları, bunalımı derinleştiren grev dalgaları nasıl ki sınıfın burjuvazi tarafından denkleme dâhil edilmesini zorunlu kılmış ve bu zorunluluk yeni bir üretim biçiminin genelleşmesinin olanaklarını yaratmışsa, şimdi de gerçekleşen şey aynı dinamikler üzerinden yürümektedir. İşçi sınıfının ideolojik krizi, bu krizi derinleştiren reel sosyalizmin çözülüşü sınıf hareketlerini dönemsel olarak tarih sahnesinin gerilerine itmiştir. Ortaya çıkan realite sermayenin artık denklem içine sınıfı dâhil etmediği krizi aşma modellerini uygulamayı mümkün görmesidir. Ancak görüngü iddia edilenin tam aksine hala ve ısrarla işçi sınıfının –mücadele halinde veya değil– üretim sürecinin temel belirleyeni olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. Bu durumun kabulü esnek üretim modelli bir birikim sürecinin yaşandığı kapitalist bir dünyada verilecek mücadelenin karakterini belirleyecektir. Bir tarafta dönemsel yenilgisinin ardından sınıfsal mücadelesini kazandığı deneyimler ve dönemin olanaklarıyla zenginleştiren işçi sınıfının yanında saf tutanlar diğer tarafta kaybettikleri tarihin öznesini boş sözcükler arasında arayanlar. Tarih haklı olanı tayin etmek için fazla gecikmeyecektir. Üretimin yeni örgütlenmesi anlamında, yani gerçek anlamıyla esnek üretime gelince...

Kapitalizmin otuz yıldır içinden çıkamadığı bunalım yatırıma dönemeyen, böylece sermaye niteliği kazanamayan artı değer birikiminin devasa boyutlara ulaşmasına neden olurken patolojik bir olgu olarak ekonominin aynı zamanda küresel bir talan ekonomisine dönüşmesine neden olmuştur. Üretimle bağları zayıflayan mali sermaye üretimi finanse etmek yerine borsa ve mali piyasalar aracılığı ile ekonomilerin talanına girişmiştir. Her geçen gün kendisini yiyerek büyüyen bir canavara dönüşen mali sermaye aynı zamanda kendi var oluş koşullarını da yok etmektedir. Bu durum farklı pek çok yönü ve sonuçlarıyla tartışılmayı hak eder. Ancak konumuz çerçevesinde diyebiliriz ki mali sermayenin yapısında başat hale gelen bu niteliksel dönüşüm aynı zamanda kapitalist dünya pazarındaki tıkanmanın da göstergesidir. Bilişim ve iletişimdeki yaşanan tüm gelişmelere karşın üretim karlı bir alan olmaktan hızla uzaklaşmış, mali sermayenin saldırıları çılgın bir hal almıştır. Artı değer ancak emek sömürüsü sonucu elde edilebilen, emek sömürüsü ise üretim süreci sonucu gerçekleşen bir olgudur. Oysa keskinleşmiş rekabet koşullarında eski tarz üretim mali sermayenin vaat ettiği kolay para kazanma yolları karşısında burjuvazi için hiçte cazip bulunmamaktadır. Öyle ise üretim sürecinde karı maksimize eden, riskleri azaltan ve sömürüyü artıran bir üretim sürecine gidilmesi gerekmektedir. Sermayenin karını maksimize edilebilmesi için bir yandan emek-gücü ucuzlamalı, diğer yandan da pazarın ihtiyaçlarına anlık olarak yanıt geliştirebilecek reflekslere sahip olunmalıdır. Bu ise fordist-taylorist üretim modelinin terk edilmesi anlamına gelir. Kriz üreten eski paradigmaların yerine ‘0’ hatalı üretim, toplam kalite yönetimi, kalite çemberleri, çekirdek işletme, çevre işletme vb. kavramlarla işlerlik kazanan esnek üretim modelinin yeni üretim biçimi paradigması olarak belirginleşmesi, yerel bir uygulama olmaktan çıkıp genel bir sistem haline dönüşmesi gecikmez. Stoka dayalı, standart ürün hedefli, işçi hatalarının kar kaybına neden olduğu bant tipi kitlesel üretimin yerini; anlık tüketici taleplerine yanıt verebilen, ürün çeşitliliği ve hatasız üretimi temel alan üretim modeli almıştır. Esnek üretim ile birlikte işletme içinde işin parçalara bölünmesi işletmeler arası parçalanmaya dönüşmüş; üretim merkezde yer alan büyük-çekirdek işletmeler ve çevresinde ana işletmeye girdi sağlayan tedarikçi küçük firmalardan oluşan bir organizasyonun konusu haline gelmiştir. Böylece fason üretim yaygınlaşmış, taşeron işletme yeni üretim biçimi için vazgeçilmez bir kurum halini almıştır. Emeğin iş üzerinden değil, iş bölümü yapmış işletmeler üzerinden gerçekleşen parçalanması sayesinde merkezde işin bütününün bilgisine sahip ayrıcalıklı bir işçi sınıfının yaratılması sakıncasız hale gelmiştir. Böylece ileri teknolojinin kullanımı, bu teknolojiyi kullanma yeterliliğinde bilgi ve beceriye sahip işçilerin üretim sürecinde konumlandırılması olanaklı olmuştur. Yaygınlaştırılan öğretim kurumları, bilgiye ulaşma yollarının ve üretim bilgisinin basitleştirilmesi ile işsiz kalifiye yığınlar yaratarak yedek işgücü ordusu nitelik değiştirmiştir. Dışarıda her işçinin yerini almaya hazır bir diğerinin yaratılmasıyla karmaşıklaşmış üretim sürecinin ihtiyacı olan vasıflı emek sıradan emeğe dönüştürülmüş, böylece sermayenin emeğe bağımlılığı azaltılmaya çalışılmıştır. İşçinin (işletme içi) işin bütününün bilgisine sahip olması sayesinde işe yabancılaşmanın yarattığı sorunların giderilmesi yeni üretim modelinin taylorizmin alternatifi olarak yaygınlaşması sonucunu doğurmuştur. İşçiler işletmenin başarısının (kârlılığının) sağlanması için sorumlu kılınmış aynı zamanda bir birileriyle tek tek veya ekipler halinde rekabete sokulmuşlardır. Böylece işletme ile yanılsamalı bir aidiyet ilişkisi kuran işçinin sınıfsal kimliğine yabancılaşması farklı bir tarzda yeniden üretilmiştir. Artık tek amaç müşteri memnuniyeti, hatasız ve kaliteli üretim olmuştur. Fordist üretim modelinde ayrışmış ürün kontrol departmanlarının yerini özdenetim sorumluluğuna sahip işçiler almıştır. Stoka yönelik üretim, tam zamanında ve talebe yönelik üretim anlayışıyla yer değiştirirken bu durum değişen anlık pazar dalgalanmalarına yanıt verecek yönetim anlayışına gereksinim duymuştur. Bürokratik yapıların anlık refleksi geciktirdiği bir üretim ve pazarlama sürecinde hiyerarşik örgütlenme modeli terkedilmiş yönetime bağlı yatay ilişkiler öncelenir olmuştur. Bütün bunlar fordist-taylorist üretim modelinin yadsınmasıdır. Ancak fordist üretim modelinin kendi tarih öncesinin yadsınması üzerine inşa olduğu göz önüne alındığında karşımıza diyalektiğin o büyülü yasası çıkar: yadsınmanın yadsınması. Beceriye sahip işçinin üretimine dayalı modelin yadsınmasıyla ortaya vasıfsız emeğe dayalı üretim yeniden yadsınarak başlangıcın özelliklerine sahip ama onu aşan bu nedenle de artık o olmayan, üretim bilgisine sahip ancak bu bilginin sıradanlaştığı işçiye dayalı üretim modeline ulaşılmıştır. Yadsınmanın yadsınması ile ulaşılan sonuç kendisini ekonomi teorilerinde de üretir. Esneklik kendisine dair sözcükleri Yeni Klasik İktisat (New Classical Economics) kuramında bulur.

Keynes’in iktisada müdahalesi devrim olarak adlandırılırsa monetaristlerin ve bunların içinden ayrışan ‘yeni klasik iktisatçıların’ müdahalesini de karşı devrim olarak adlandırmak gerekir. Yeni Klasik İktisat (YKİ) Okulu genel denge düşüncesine geri dönüştür. Kuramın ana iskeletini iki kavram oluşturur; bunlardan biri rasyonel beklentiler önermesi diğeri de ‘market clearing’ denilen denge tezidir. Bu okulun klasik iktisat anlayışının devamı olarak görülmesinin nedenlerinden biri budur. Market clearing tezine göre etkin ve rekabetçi koşullar altında çalışan piyasalarda alıcıların belirli bir fiyat üzerinden almayı istedikleri meta miktarı ile satıcıların buna razı olmaları sonucu ortaya çıkan arz birbirini dengeler. Ancak bu dengenin sağlanması için mal ve hizmet fiyatlarının ve ücretlerin esnekliğine ihtiyaç vardır. Çünkü dengeyi sağlayan rasyonel beklentiler ancak bu esnekliğin yarattığı atmosferde gerçekleşebilir. Okulun ikinci temel argümanını oluşturan rasyonel beklentiler kavramı kaynağını Keynes’in de kullandığı beklentiler nosyonundan alır. Ancak burada beklentiler uzun vadeli öngörü ve tahminlerden ayrı olarak bilgiye dayalı anlık davranışlardır. Keynes’te beklenti kavramı sermayenin yatırım kararı alırken ileriye dönük beklentilerin bu karar üzerinde etkin olmasını anlatır. Ancak bu beklentiler sermayedarların kafalarında tasarladıkları, planladıkları tahminlerden öteye gitmez. Ancak YKİ kuramında rasyonel beklentiler kavramı iktisadi oyuncuların (üretici ve tüketiciler) her türlü veri tabanını kullanarak ileriye yönelik kestirimlerde bulunmaları anlamına gelir. Bu kestirimler veri tabanı, bilgi kaynakları yeterli olduğu ölçüde rasyonel ve doğrudurlar. Hiçbir iktisadi oyuncu karar alırken rasyonalite dışı davranmaz ve sistematik hata yapmaz. İşte ücret ve fiyat esnekliğinin sağlandığı bir ortamda yeterli ve doğru veriye sahip olarak karşı karşıya gelen arz ve talep sahiplerinin ekonomik dengeyi anlık olarak sağlamalarının Yeni Klasik İktisatçılara göre gerekçesi budur. Bu bakış çerçevesinde saydamlık, bilgiye ulaşım kanallarının açık olması ve esneklik temel öneme sahiptir. İşgücü esnekliğinin sağlanabilmesi için ise belirli bir oranda istihdam fazlası işgücünün bulunması gerekir. Önemli olan işsizlik değil, işsizliğin denge içinde olmasıdır. Bu dengeyi oluşturacak olan şey ise yine serbest piyasa koşullarıdır. Oluşturulan bu kurguda devletin rolü de hem Klasik İktisatçılardan hem de Keynesyen anlayıştan farklıdır. Devlet ekonomik bir aktör olarak kolektif sermaye kimliği ile sürece dâhil değildir. Ancak oyunun kurallarını devlet koyar ve bu kuralların işleyişinden sorumludur. Ücret ve fiyat esnekliğinin takipçisi ve kollayıcısı devlettir. Piyasa tarafından sağlanmayan, toplu pazarlık yöntemi ile emekle sermayenin oluşturduğu denge serbest piyasa şartlarında sağlanacak dengenin yerine ikame edilemez. Bir yandan rekabetin koşullarını oluştururken diğer yandan işçi sınıfını silahsızlandırır. Bunu gerçekleştirebilmek için ise istikrarlı bir siyasi ortama ve güçlü iktidarlara ihtiyaç duyar. İşte bu noktada yapbozun parçaları resmi gösterecek bütünlüğe artık sahiptir.

YÖNETİŞİM VE DEVLET

Yönetişim kavramının nasıl bir arka plan üzerinde geliştiğini, işlevini ve işleyişini yukarıdaki satırlardan çıkarsamak artık okuyucu için kolaydır. Ancak yazının bu noktasında yönetişimin Marksist devlet teorisinin içindeki yerini kısaca tarif etmek gerekmektedir. Rivayet muhtelif; bir tarafta küçülen hatta sınırları belirsizleşip yok olan devlet, diğer tarafta güçlenen yetkinleşen devlet. Bir tarafta ulusallık vurgusu diğer tarafta küreselleşme. Peki, ama yönetişim nedir? Bu soruya yanıt verebilmek için devlet üzerine tekrar birkaç söz söylemek gerekir. Üçüncü sayıda açtığımız tartışmanın tazelenmesi belki de yönetişimin devlet teorisi içindeki yerini bulmamızda bize yön gösterebilir. Sözünü ettiğimiz tartışmanın sorusu şuydu: devlet ve sınıf iktidarı aynı şey midir? Soruyu Althusser’in cümlesi ile de sorabiliriz: “Üretim ilişkilerinin (yani sömürü ilişkilerinin)[41] yeniden-üretimi nasıl sağlanır?”[42] Althusser bu soruyla bir yandan sınıf iktidarının işlevine açıklık getirirken diğer yandan bu işlevin yerine getirilmesinde yapıların tekilleştirilmesinin de önüne geçer. Ve devleti ayrıştırır: baskı aygıtı olarak devlet ve devlet iktidarı. Bu ayrıştırma bir yandan ardı sıra gelen topografik sorunlara neden olurken; aynı zamanda sınıf iktidarının tek aracının baskı aygıtı olmadığının aynı zamanda ideolojik aygıtlar aracılığı ile de üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin sağlandığının gösterilmesi açısından önemlidir. Öyle ise sınıf iktidarı baskı aygıtı olarak devletin sağladığı siyasal koşulların yarattığı kalkanın ardında üç düzeyin[43] diyalektik birliğine dayalı işleyişi ile sağlanır. Bu düzeylerin birbirleriyle kurduğu ilişki ya da devlet iktidarı anlamında devletle olan bağları bu yazının tartışma konusu değildir. Ancak şunu söyleyebiliriz ki herhangi bir sınıf iktidarını yani sömürü ilişkilerinin yeniden üretimini üç düzey üzerinden de gerçekleştirir. Ülkemiz marksist çevrelerinde genellikle sınıf iktidarı ile devlet eş anlamlarda kullanılıp bu iki kavramda baskı aygıtı olarak devlete indirgenerek tartışıldığı için soru dönüp dolaşıp devlette meydana gelen değişikliklerde kilitlenmektedir. Böylece devlet biçiminin ne olduğu sorusuna yanıt devletin yasama, yürütme ve yargı kurumlarının birbirine karşı konumları ya da iktidar bloğunun yapısına ilişkin tahlillerde aranır. Oysaki yönetişim kavramının tartışılmasına ayırdığımız bu yazıda gördük ki değişim tek başına devletin baskıcı karakterinin kurumsal biçimlenişinin çok ötesinde üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin yani sömürü ilişkilerinin yeniden üretiminin yapısında genel bir farklılaşma ile sağlanmaktadır. Yönetişim kavramı ile burjuvazi bir yandan yönetim aygıtlarında bir farklılaşma yaratırken diğer yandan yönetici elitin yapısını değiştirmekte ve aynı zamanda yönetimde mekânsal bir kaymaya yol açmaktadır. Öncelikle devlet ekonomik aktör olarak üretim ilişkilerine müdahale rolünden sıyrılmaktadır. Böylece geriye ekonominin kurallarını koyan ve koyduğu kuralları gözeten devlet kalmaktadır. Diğer yandan ekonominin yönetimini yerelleşme başlığı altında parçalara ayrıştırmakta böylece anlık değişimlere kolay yanıt verebilen bir yapıya dönüşmektedir. Üretimin örgütlenmesinde olduğu gibi bu parçalanmış yapıyla yatay bir ilişki kurarak hantal hiyerarşik yapıdan uzaklaşmaktadır. Ansal değişimlere yanıtı ilk elden sağlamak için yönetim sektörlerin üzerine inşa edilmekte ve doğrudan sermayenin temsilcileriyle ilişkilendirmektedir. İktidarın onay mekanizmalarında genel oyun rolü zayıflatılıp baskıcı karakteri güçlendirilmektedir. Ve tüm bu mekanizmalar aracılığı ile bir yandan ekonomilerin küresel serbest pazara eklemlenmesinin önündeki engeller kaldırılırken aynı zamanda ulus ötesi sermayenin müdahale kanallarını genişletilmektedir. İşçi sınıfının bu sürece vereceği yanıt henüz tam anlamıyla netleşmemiştir. Ancak bir yandan yeni sürecin kapitalizmin temel çelişkisini ortadan kaldırmadığı aksine daha belirgin hale getirdiği diğer yandan ise esnek üretim modelinin umulanın aksine kırılganlıklar taşıyor oluşu göz önüne alınırsa sınıfın tavrı gecikmeyecektir. Tam zamanında üretim arzusu stokların ortadan kaldırılması ile birleştiğinde ve işin işletmeler arasında bölünmesi bu faktörlere eklendiğinde çarklar tümüyle işçi sınıfının tavrına bağlı olarak dönebilir hale gelmiştir. İşin bütünü karşısında etkin bir konuma yükselen vasıflı emeğin kendisine bağımlı hale gelmiş sermaye karşısında artan sömürü oranlarına karşı vereceği yanıt sitemin kaderini belirler önemdedir. Bugün kimi yazarlarca çekirdek ve perifer olarak bölümlenmiş olarak görünen işçi sınıfının sömürü koşullarının sertliğine bağlı olarak birbirinin içinde eriyeceğini öngörmek kehanet olmasa gerektir. Sınıfın aynı kaderi paylaşan katmanlarının aynı bilinçte buluşması, ortak sınıfsal kimliklerini yeniden keşfetmeleri mücadele tarihinin sıkça gösterdiği bir durumdur. Ülkemizde hızla vasıflı emek işsizliği artmaktadır. Bu işsizlik oranı bir yandan vasıflı emeğin standartlaşmasına ve rekabete neden olurken aynı zamanda işsiz kalma korkusunu da peşi sıra getirerek elit ruh halinde çözülmeye neden olmakta ortak sınıfsal reflekslere olanak sağlamaktadır. Japonya örneğinde olduğu gibi yüksek teknolojiye dayalı esnek üretimin krizleri aşmada çözüm olmadığı bir olgu olarak ortada durmaktadır. Sömürünün gittikçe yoğunlaştığı, sınıfsal çelişkilerin keskinleştiği bir dünyada işleyişi sınıfın tavrına bunca bağlı bir sistemin kapitalizmin geleceğini nasıl aydınlatacağı yanıtı belirsiz bir soru değildir. Bu nedenle yönetişim işçi sınıfının baskı altında tutulması açısından kilit öneme sahip bir projedir. Projenin sahipleri var ve bellidir. Projenin amacı var ve bellidir. Kelime oyunlarının arasında ne denli gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın.

GÖLGELER İMPARATORLUĞU

Yönetişim kelime olarak öznesiz bir yükleme sahiptir. Kimin yönetişeceği, kime karşı yönetişeceği dilbilgisi kurallarıyla yanıtlanamaz. Bu anlamda kelime bilinçle ve özenle seçilmiş bir kavramı imlemektedir. Kelimenin bu yapısı temsil ettiği olgunun böyle olduğu anlamına gelmez. Oysaki bugün teori dünyamız bu yanılsamanın yeniden üreticileri ile doludur. İmparatorluk kitabıyla teorik anlamda çığır açtıkları iddia edilen Hardt ve Negri öznesi belli olmayan bir sisteme karşı öznesi belli olmayan bir sınıf savaşını pazarlamaktadır. İşçi sınıfının yerini alan ‘çokluk’la hangi sınıfın iktidarını temsil ettiği belirsiz imparatorluğa karşı enternasyonalist olmayan ama küresel bir savaş verilmelidir. Ve savaş verilecek şey bir barış sistemidir.

“İmparatorluk ancak evrensel bir cumhuriyet, kapsayıcı ve sınırsız bir mimariyle tasarlanmış bir iktidar yapıları ve karşıt dengeler ağı olarak görülebilir. İmparatorluğun yayılmasının emperyalist yayılmayla hiçbir ortaklığı yoktur ve fetih, yağmalama, katliam, halkları köleleştirerek sömürgeleştirme eğilimindeki ulus devletlere dayanmamaktadır. Bu emperyalizmden farklı olarak İmparatorluk, iktidar yapısını genişletir ve pekiştirir [...] Son olarak, bir barış fikrinin İmparatorluğun gelişimi ve yayılmasının temelinde yattığını unutmamamız gerekiyor. Bu, aşkın barış fikriyle, yani yalnızca aşkın egemenin (niteliği savaş tarafından belirlenen) bir topluma dayatabileceği barışla taban tabana zıt olan içkin bir barış fikridir.”[44]

Oysaki mesele ne devletlerin ortadan kalktığı barışçı bir imparatorlukla ilgilidir, ne küreselleşmeyle ne de yerelleşmeyle. Belki de egemenlerin kendi sözleri bizden görünenlerin sözlerinden daha yalın ve daha açıktır. Onlar alternatifsiz olmanın sarhoşluğuyla çok net konuşuyorlar. Kamu Yönetimi Temel Yasa Tasarısı’ndan ilk bölümde aktardığımız gibi değişen sermayenin rekabetçi yapısıdır, değişen ekonomi anlayışıdır, değişen yönetim anlayışıdır. Ve onlar en saldırgan iktidar biçimini gölgeler imparatorluğu olarak gizleyebilmek için her şeye sahipler. Bir tek ihtiyaçları var: uysal bir işçi sınıfı. Ölümü ilan edilmiş, mezarı kazılmış, kimliksizleşmiş, çaresiz bir işçi sınıfına. Her şeye sahipler ama yinede korkuyorlar. Çünkü sahip olamadıkları, teslim alamadıkları bir tek şey var: Tarih bilinci. O bilinç bize sömürü var oldukça sömürüye karşı mücadelenin de var olacağını öğretiyor. Ta ki yeni bir dünya kurulana dek.


[1] Her ne kadar B.Ayman Güler ayrı bir paradigmanın içinde hareket etmesi nedeniyle çalışmalarının sonucunu ulusal ölçekli çözüm biçimlerine ulaştırsa da sözünü ettiğimiz Praksis Dergisinin 9. Sayısında yer alan “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye” başlıklı çalışmasıyla kavramın epistemolojik ve etimolojik yapısı hakkında geniş bir bilgi birikimini bizlere sunmaktadır.

[2] Praksis 3 Aylık Sosyal Bilimler Dergisi 9, s. 102–3

[3] Yeni Liberal Ekonomi ile kastedilen şey Neo-Liberal Ekonomiden farklı bir şeydir ve kelime karşılığı olarak aynı şeyi işaret etmekle birlikte kavram olarak farklı anlamlar içermektedir. Konunun ayrıntıları ilerleyen bölümlerde yer alacaktır.

[4] Ya da tüketici diyebiliriz.

[5] Praksis 9, s. 104

[6] Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi Ulusal Raporu (Taslak)

[7] http://www.youthforhab.org.tr

[8] Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı (http://www.basbakanlik.gov.tr)

[9] Kamu Yönetimi Temel Kanunu Tasarısı (http://www.basbakanlik.gov.tr)

[10] Cumhuriyet Gazetesi 7 Kasım 2003

[11] www.inadina.com

[12] http://www.turkishtime.org/21/24_4_tr.asp

[13] http://www.turkishtime.org/21/24_4_tr.asp

[14] (Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu [BDDK], Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu [EPDK], Kamu İhale Kurulu [KİK], Radyo ve Televizyon Üst Kurulu [RTÜK], Rekabet Kurumu [RK], Sermaye Piyasası Kurulu [SPK], Telekomünikasyon Kurumu [TK], Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu [TAPDK] )

[15] Türkiye Ticaret, Sanayi, Deniz Ticaret Odaları ve Ticaret Borsaları Birliği (TOBB), İstanbul Sanayi Odası (İSO), İstanbul Ticaret Odası (İTO), İstanbul Ticaret Borsası (İTB), Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO), İstanbul Hazır Giyim ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri (İHKİB), İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB), İzmir Ticaret Borsası (İZTB), İzmir Ticaret Odası (İZTO), Türkiye bankalar Birliği (TBB), Türkiye İhracatçılar Meclisi (TİM), Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK), Türk sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD), Türkiye Ziraat Odaları Birliği (TZOB), Türkiye Sigorta ve Reasürans Şirketleri Birliği.

[16] Esra Ergüzeloğlu, İktisat Dergisi 441–444, s. 80

[17] TBMM tutanakları 17/7/2004

[18] Burjuva iktisadının kendisine kaynak edindiği veriler ve kavramlarla sorunlara yaklaşmak büyük ölçüde yanıltıcıdır. GSYİH, Katma Değer vb... Tüm bu kavramların ciddi bir eleştiri süzgecinden geçirilmesi gerekir. Burjuva ideolojik yüklemle bozuşmuş gerçeklikten doğru sonuçlar üretmek her zaman mümkün olmaz. Ancak eğilimsel kaba bir görüntü elde edilebilir. Marksizmin şu an kullanabileceği net bilimsel verilerin söz konusu olmadığı bir ortamda iki şey yapmak zorunluluktur:Birincisi eleştiri gözlüğümüzü takmayı unutmamak ikincisi ihtiyatlı olmak. İhtiyatlı yaklaşımı elden bırakmayanlar için aşağıdaki veriler yeterli olmayabilir. Doğrudur da. Ancak amacın ifası için bu veriler bile yeterlidir.

[19] İktisat Üzerine Yazılar I Adlı derlemede Oktay Türel’e ait “Dünyada Sanayileşme Deneyimi: Geçmiş Çeyrek Yüzyıl ve Gelecek İçin Beklentiler” başlıklı makaleden alınmıştır. Tablodaki veriler: IMF (2002, 2000, 1998, 1988a, 1988b)

[20] agm Tablodaki veriler: UNIDO (2002a, 1996b:21;1992,52)

[21] agm Tablodaki veriler: UNIDO (2002a:55–7, 1996b:25)

[22] agm Tablodaki veriler: UNIDO (2002a:39–43, 1997, 1996a:21)

[23] Kaynak: Piont’un (1995, s. 38–39) kitabındaki verilere dayanılarak bu tablo Robert Went tarafından oluşturulmuştur.

[24] Eric Toussaint, Ya Paranı Ya Canını, s. 89

[25] Mc. Kinsey, 1994, in Chesnais, 1996

[26] Kapitalizmin krizinden her zaman tek başına ekonomik krizi anlamak doğru değildir. Kapitalizmin krizi aynı zamanda ideolojik ve politik krizi anlamına da gelir. Kapitalizmin krizi dediğimizde anladığımız bu üç düzeyin devrimci dönüşüm açısından anlamı ve karşılıklı ilişkileri bir başka yazının konusu olabilir. Ancak yazının sınırları dâhilinde şu kadarını söyleyebiliriz. Bu üç düzey kendi özerk alanları olan ve bu özerklik dahilinde bir birini ivmelendiren bir role sahiptir.

[27] Geçmiş yazında sözü edilen on yıllık devrevi krizleri artık görmemekteyiz. Bunun yerine kapitalizm neredeyse bir krizden çıkarken yeni birisine girmektedir.

[28] Daha fazla bilgi için Kurtuluş Sosyalist Dergi 5.

[29] “Bireylerin ekonomik etkinliklerini yerine getirirken kendilerine bir yazgı gibi baştan verilmiş bir ‘doğal serbestlik’e sahip oldukları kesinlikle doğru değildir. Mal mülk sahiplerine ve zamanla sahibi olanlara ezeli haklar veren hiçbir ‘pakt’ yoktur. Dünyada özel çıkar ile genel çıkarı her seferinde denk getirecek şekilde ilahi güç tarafından kesinlikle yönetilmemektedir. Ve bu dünyada, pratikte bu ikisin sonunda bağdaştıracak bir düzen kesinlikle kurulmamıştır. Ekonomi Politiğin ilkelerinden iyi anlaşılmış kişisel çıkarın her zaman lehinde işleyeceği sonucunu çıkarmak kesinlikle doğru olmaz. Ve kişisel çıkarın genelde iyi bilindiği de kesinlikle doğru sayılmaz.” (Keynes, aktaran: Nazım Güvenç, Keynesizm, s. 29

[30] Michael Hardt - Antonio Negri, Dionysos’un Emeği - Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi, s. 68

[31] Eassays in Persuasion, s. 258, aktaran: Micheal Hardt - Antonio Negri, Dionysos’un Emeği s. 80–81

[32] Aktaran Robert Skidelsky, Düşüncenin Ustaları, Keynes, s. 75

[33] “Eğer bilerek ve isteyerek Orta Avrupa’yı güçten düşürmek, yoksullaştırmak istiyorsak, iddia ediyorum ki, bunun intikamı fazla gecikmeyecektir. O zaman, reaksiyoner güçlerle ümitsiz devrim nöbetleri arasında patlak verecek son iç savaşı ki son Alman savaşının dehşeti onun yanında hiç kalacaktır, kazanan kim olursa olsun uygarlığı ve kuşağımızın ilerlemesini yerle bir edecek bir iç savaşı hiçbir güç fazla geciktirmeyecektir.” (Keynes, The Economic Consequences of the Peace, s 170, aktaran: Michael Hardt - Antonio Negri, Dionysos’un Emeği - Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi, s. 54)

[34] Nazım Güvenç, İZM’ler serisi Keynes, s. 41

[35] İşçi sınıfına uygun görülen bu sıfatlar bizzat Taylor’un metinlerinde geçer.

[36] D. Urquhart, Familiar Words, s. 119, aktaran: Karl Marx, Kapital, c. 1, s. 377

[37] Karl Marx, Kapital, c. 1, s. 377

[38] Karl Marx, Kapital, c. 1, s. 376

[39] Resmi Gazete Yayım Tarih ve Sayısı: 10.6.2003 – 25134

[40] Daha geniş bilgi için: http://ksd.eu5.org/ksd/10/05.shtml#_ftn40

[41] Ben ekledim.

[42] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 38

[43] Ekonomik, siyasal ve ideolojik düzeyler.

[44] M. Hardt - A. Negri, İmparatorluk, s. 183

OCAK 2005

10

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ