Burjuva ekonomisinin görüntü ile gerçeği ayırmadaki isteksizliği, ekonomi politikten devraldığı bir gelenektir. Kapitalist üretim tarzının, hem yalın üretim süreci içinde hem de onu sarıp sarmalayan toplumsal üretim ilişkileri boyutunda, bir yeniden üretim süreci olduğu gerçeği, aynı zamanda, artıkdeğer ve sömürünün, toplumsal dolayımlar arasında gizlenmesi olgusundan başka bir şey anlatmaz.
HACI YILDIZ
Dünyayı değiştirme eyleminin ideolojisi olarak marksizm, hem burjuva yazında hem de Marksistler arasında, uzunca bir süredir, kapitalizm eleştirisi olarak algılanmaktadır. Bu algının oluşmasında, sol tandanslı burjuva ideolojilerinin etkisi önemli bir yer tutar. Kapitalizmin köklü bir eleştirisini yapabilmiş olan marksizmin, doğallığı ile krizlerin kaynağını ve nasıl gerçekleşiyor olduğunu da açıklayabileceği ve kapitalistlere bu yönde önemli bir savunma silahı verdiği açıktır. Ama marksizm, krizleri açıklamaktan ve bir sonraki krizi haber vermekten öte bir bilgi bütünü olarak değerlendirilmediğinde, bu eksik değerlendirmenin, sahibini, soldan da olsa kapitalizm tarafına fırlatıp atacağı hemen görülebilir. Marksizm bilgisinin kapitalizmi iyileştirmek yönünde kullanımı, farklı kapitalizm anlayışlarından öte, bu anlayışa temel oluşturan sosyalizm kavrayışından kaynaklanmıştır. Hilferding’e[1] kadar dayandırabileceğimiz ve onda bulabileceğimiz “örgütlü kapitalizm”den sosyalizme sancısız, krizsiz ve savaşsız geçiş imkanı, kapitalizmin krizleri engelleyebilecek bir sistem olarak görülmesi anlamına gelir. Sosyal demokrasinin, ücretlerle karların yükselişindeki oranın kaynağına ücret artışlarının karları yükselttiğine yönelik olarak öncelik vermesine kadar varan bu anlayış, mantığını, bunalımları, ‘işçi sınıfının ücretlerinin düşüklüğü ile açıklamaya’ dayandırır. Marx’a göre ise
“Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir....Bir kimse, eğer, işçi-sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa, bunalımların, daima ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi-sınıfının, yıllık ürünün tüketime ayrılan kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek yeterli olacaktır.” (Marx, Kapital, c. 2, s. 366-7)
Burjuva ekonomisinin görüntü ile gerçeği ayırmadaki isteksizliği, ekonomi politikten devraldığı bir gelenektir. Kapitalist üretim tarzının, hem yalın üretim süreci içinde hem de onu sarıp sarmalayan toplumsal üretim ilişkileri boyutunda, bir yeniden üretim süreci olduğu gerçeği, aynı zamanda, artıkdeğer ve sömürünün, toplumsal dolayımlar arasında gizlenmesi olgusundan başka bir şey anlatmaz. Krizlerin, yeniden üretim sürecinin bize sunduğu çerçeve içinde gerçekleşmesi nedeniyle, yine bu çerçevede açıklanması, yanılsamaların ardına gitmeyi gerektirir.
Klasik ekonomi politik ve bu ekolün önemli isimlerinden Smith, Ricardo vb için Marx, bilimsel ekonomi politik tanımı yapar. 1830 sonrası için bayağı iktisat tanımını kullanmaya başlar. Marx’ın bayağı iktisatçılar dediği grup için hangi teoremin doğru olduğu değil, burjuvazi için neyin yararlı olduğu, bu iktisatçıların çalışmalarının temel eksenini oluşturur. Bu durumda bayağı iktisadın, yanılsamaları gidermek değil, onları kullanmak, daha çok işine gelecektir. Marx’ın aşağılayarak, bayağı tanımını yaptığı bu iktisatçılar, burjuvazinin muhasebe müdürlerinden başka bir şey değildirler.
Oysa ki bu iktisatçılar karşısında Marx’ın amacı, bireysel çıkar peşindeki etkinliğin kolektif bir rasyonaliteye, ya da kamu çıkarına değil, yinelenen bunalımlara yol açacağını göstermektir. Bayağı iktisatla ve klasik ekonomi okuluyla daha doğru ve eksiksiz bir karşılaştırma yaparsak, Marx, kapitalizmin krizler üretmek zorunda olan bir sistem olduğunu ve yeni bir toplumsal sisteme yerini bırakması gerektiğini
“Kapitalist topluma özgü çelişkiler, içinde büyük sanayinin yaşadığı ve doruk noktası genel bunalımlar olan dönemsel çevrim değişiklikleri içerisinde, en çarpıcı biçimde, deneyimli burjuvayı etkiler. Henüz başlangıç aşamasında olsa da, böyle bir bunalım bir kez daha yaklaşıyor; alanının evrenselliği ve hareketinin yoğunluğu, diyalektiği, yeni, kutsal Prusya-Alman İmparatorluğunun başındaki türedi asalaklarının kafalarına bile sokacaktır. (Marx, Kapital, c. 1, “Almanca İkinci Baskıya Sonsöz”, 1873)
diye ifade etmiş, aynı şekilde Engels, bekledikleri bu altüst oluşta yerlerinin işçi sınıfının yanı olduğunu büyük bir heyecanla belirtmiştir.
Özlemle beklenen gönenç dönemi gelmeyecek; bunu haber veren belirtileri görmemizle bunların ufukta kaybolmaları bir oluyor. Bu arada, birbirini izleyen her kış, “bu işsizleri ne yapmalı?” büyük sorununu yeniden ortaya çıkarıyor, ama işsizlerin sayısı yıldan yıla kabarırken, bu soruyu yanıtlayacak kimse yok; ve biz, sabırları tükenen işsizlerin, yazgılarını kendi ellerine alacakları anı neredeyse hesap edecek hale geldik.” (Engels, Kapital c1, “İngilizce Baskıya Önsöz”, 1886)
Bu durumda Marx ve Engels’in birer iktisatçı olmaktan çok, bugüne denk düşebilecek bir tanımla önce politik sonra iktisatçı; kısacası politik iktisatçı olduklarını söylemek doğru olacaktır.
Hegel’den devraldığı biçimiyle yabancılaşma kavramı, Marx’ın söyleminde, 1844 El Yazmaları’nda olsun nisbeten Grundrisse’de olsun önemli bir yer tutar. Marx yabancılaşma kavramını, toplumsal ilişkiler içinde kişinin anlam dünyasının oluşması ve bu ilişkiler içine yerleştirilmesindeki güçlükten, topluma yabancılaşmadan; kişi ve şey eksenli tariften farklı bir çerçeveye oturtmuştur. Üretim sürecinde kişinin anlamsızlaşması, bu sürecin ürününü denetleyememesi, ürününün tahakkümü altına girmesi, kişisel ve toplumsal ilişkilerini bu ürün dolayısıyla kurması şeklinde daha somut karşılıkları olan, psikolojiden çok toplumbilim alanına ait bir kavram ortaya çıkmaya başlamıştır. Hegel’den etkilenildiği biçimiyle devralınan kavram, geçmişte kalmış altın çağın; doğayla dolaysız, algılanabilir bir doğrudanlıkla kurulan ilişkinin yerine, üretim sürecinde tutulan yerin ve bu yerin üzerinden sahip olunan ürünlerin ilişkisini anlatmaya bırakmıştır. Aslında bu durum lümpen proletarya söz konusu olduğunda, üretim süreciyle negatif ilişki söz konusu olduğundan, bir ürüne sahip olunamayacağı için, ürüne yabancılaşma bile olmayacaktır! Yabancılaşma konusu, kapitalist toplumda yabancılaşma şeklini aldığında, bu toplumun üretim tarzı ve sınıfsal konumlanışı, her düzeyde toplumsallığı önceleyen bir içeriğe ulaşmaktadır. Kişi, yerini işçi sınıfının üyesi olarak işçiye, şey ise ürüne bıraktığı ölçüde Marx için, işçinin ve burjuvazinin içinde hareket ettikleri çerçeveyi oluşturan sermaye toplumunu ve bu toplumun iki karşıt ucunu temsil eden bu sınıfların en temel özelliklerini; ücretli emek ve sermayeyi açıklamak zorunlu olmuştu.
Felsefeden, ekonomi politiğe ve oradan da ekonomi politiğin eleştirisine varan süreç,
“...bir sınıf adına yapılacaksa, bu, ancak, tarihsel görevi, kapitalist üretim tarzını yıkmak ve bütün sınıfları büsbütün ortadan kaldırmak olan sınıf, yani proletarya adına yapılabilir” (Marx, Kapital, c. 1, s. 24)
bir görev olarak değerlendiriyordu ve Marx öyle de yaptı. Büyük bir yoğunlukla, gelmesini beklediği kriz ve devrimci kabarışta, işçi sınıfının eyleminde kılavuz olsun diye, ‘program’ (bu program elimizdeki Kapital’lerden oluşmaktadır) hazırlamaya koyuldu. Yeni kurulacak toplumun hareket yasaları, filozofların kafalarından çıkmayıp, bugünkü toplumun hareket yasalarından çıkacağı için, bugünkü toplumun hareket yasaları bilince çıkarılmalı ve yeni toplum, eskisinin sağladığı imkanlarla, onun inkarı üzerinden kurulmalıydı.
Yabancılaşma sorununun kaynağına inmek, ekonomi politiğin eleştirisiyle mümkün olmuş, eleştirinin kendisi ise yeni toplumun imkanlarını açığa ve bilince çıkarmaya olanak sağlamıştı. Artık, yabancılaşma yerine, meta fetişizmi kavramı kullanılır olmuştu. Meta ve meta üretiminin toplumsal koşullarında ifadesini bulan sermaye kavramı, bugünkü yaygın ve günlük kullanımında ön plana çıkan ve parayı çağrıştıran her tür anlamının ötesinde, meta üretiminin ve meta üretimi dolayımında genelleşerek gerçekleşen toplumsal ilişkilerin her iki ucunun; birbirine kopmaz zincirlerle bağlı işçi ve kapitalistin; işçi sınıfı ve kapitalist sınıfın her ikisini ve her ikisinin yeniden üretimini eksiksiz anlatmaktadır.
“Sermaye kavramını tanımlarken, para kavramında bulunmayan bir takım zorluklarla karşılaşılır; sermaye, zorunlu olarak kapitalisti getirir; öte yandan, aynı zamanda sermayenin, kapitalistten ayrı olan öğesi, ya da genelde üretim de yine sermayedir. Sermayenin, sermaye kavramıyla ilgisi yokmuş gibi görünen birçok şeyi daha içerdiğini de ileride göreceğiz...” (Marx, Grundrisse, s. 587)
Bu durumda sermaye kavramını, kriz tartışmasının eksenine almak zorunludur. Çünkü kapitalist üretim tarzı, sermaye ve ücretli emek ilişkisini, biri olmadan diğeri olamayacak kadar birbiriyle ilişkili ve tarihsel süreç içinde oluşmuş tek kavram olarak temsil etmektedir.
“Bu başkalaşım biçiminin (metaların başkalaşımı) içinde yer alan genel bunalım olasılığı –alım ve satımın birbirinden ayrı düşmesi– demek ki, sermayenin de meta olması ve metadan başka bir şey olmaması koşuluyla, sermayenin içinde mevcuttur” (Marx, Artıkdeğer Teorileri c. 2, s. 490) Ve “...tıpkı paranın –hem metaların doğal biçimlerinden bütün bütün farklı bir biçimi temsil edişi ölçüsünde, hem ödeme aracı biçimiyle– incelenmesi, nasıl ki, bunalım olasılığını içinde taşıdığını gösterdiyse, sermayenin genel yapısının –hatta gerçek üretim sürecinin önkoşulları olan fili ilişkilere bile dalmaksızın– incelenmesi, bunu daha da açıklıkla ortaya koyar. (Marx, Artıkdeğer Teorileri c. 2, s. 474). Ancak
“...potansiyel bunalımın gelişme adımları –gerçek bunalım, ancak kapitalist üretimin gerçek hareketinden, rekabet ve krediden çıkarılabilir– bunalımlar sermayenin, sermayeye özgü özel yönlerinden çıktığı ölçüde o yönlere geri giderek izlenmelidir, yalnızca meta ve para olarak varlığında değil.” (Marx, Artıkdeğer Teorileri, c. 2, s. 492)
Artıkemeğin sınırsız sömürüsü, genel zenginliğin artışını ve bununla ters orantılı bir şekilde, geniş kesimlerin sonsuz yoksullaşmasını yaratır. Bu ise sermayenin çelişkisidir. Şöyle ki:
“Sermayenin artık-değer üretme çabası, üretilen ürünün değerinin, başlangıçta sermaye tarafından piyasaya sürülen paraya (özellikle işçi ücretlerine) oranla artmasını gerektirir. Artık-değer dinamiği uyarınca, bir yandan piyasanın toplam alım gücü görece azalırken, bir yandan piyasaya satılmak üzere sunulan toplam ürün değeri artacaktır. Bu nedenle, artık-değer sömürüsünü giderek artırdığı her ‘istikrar’ döneminin sonunda, sermaye, kendi eliyle daralttığı piyasa tarafından boğulmak ve aşırı üretim krizine düşmek tehlikesiyle karşı karşıyadır. (Marx, Grundrisse, s. 434-5)
Elden geldiğince fazla artıkdeğer üretmek üzerine kuluru kapitalist üretim, sermayenin kendini sürekli genişletme zorunluluğudur. Artıkdeğerin önemli bölümü sürekli sermayeye dönüştürülmelidir. Amaç olarak kapitalistin zenginleşmesi olarak görülen ve ‘kapitalist üretimin genel eğiliminde bulunan birikim’, ‘geniş ölçekli üretim’, giderek kapitalistin kişisel zenginlik görüntüsünün ötesinde bir anlam ve zorunluluğa bürünür. Sermaye sürekli büyümek zorundadır ve bu sermaye olarak kalmasının koşulu olmuştur.
Üretim sürecinde toplam sermayenin içinde, değişmeyen sermayenin, makinelerin artması, emek dışı birim maliyetlerin yükselmesi demektir. Üretkenliğin yükselmesi, değişen sermayenin düşmesi; birim emek maliyetlerinin düşmesini getirir. Üretim sürecinde teknoloji ve bilgi, ortalama olarak yükseldikçe, yeni artışların birim üretim maliyetlerinde neden olduğu azalışlar gittikçe küçülür. Sermayenin organik bileşiminin[2] yükselmesinin artıkdeğer oranının artışından daha hızlı olduğunu ve bunun da genel kar oranını düşürdüğünü söyleyebiliriz.
Kapitalist üretimin amacı, insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, daha fazla sermaye birikimi yaratmaktır ve bunun için de pazarda daha fazla pay elde etme zorunluluğu tarafından belirlenmektedir. Farklı üretim alanlarındaki ürünlerin maliyet fiyatları, yatırılmış bulunan sermaye büyüklükleri tarafından belirlenir ve bu büyüklükler eşit ise sermayelerin organik bileşimleri farklı olsa da yine eşit olacaktır. Ortalama karın oluşmasında rol oynayan rekabet bu temel üzerinde işler. Bütün bir kesim açısından bir dönem için yaratılmış bulunan toplam toplumsal ürün, bununla orantılı bir artıkdeğeri içerir ve kimin bu yeni değerde ne kadar payı olduğundan bağımsız olarak, hangi sermaye grubunun daha fazla kar edeceği, teknik bileşimin ve üretkenliğin bir ifadesi olarak sermayelerinin organik bileşimlerince belirlenir.
Piyasa fiyatlarının ortalama olarak oluşması ve teknik bileşimi ve organik bileşimi yüksek olan sermayenin üretim maliyetlerinin bu ortalamanın altında oluşması, ortalama maliyet fiyatlarının altında bir fiyata metaları satabilmesi, hem daha çok meta üretebilmesi, hem de ürettiği her bir metada daha az değişen sermaye payı bulunması ölçüsünde, diğer sermayeleri de aynı yola girmeye iter. Böylece, diğer sermayelerin de organik bileşimlerini, daha fazla kar elde etmelerini sağlayacak olan ortalamanın üstüne çıkarma faaliyeti süreklilik kazanır. Bu süreklilik bir yandan da bazı sermayelerin farklı düzeylerde organik bileşimlere sahip olmalarından ötürü mutlak olarak eşitlenememesi demektir.
Sermayenin toplam miktarı büyürken, organik bileşim yükselmektedir. Aynı zamanda kar oranı düşmektedir. Kar oranları düştüğünde yatırımlar azalır. Mevcut yatırımların sahipleri, kar oranlarındaki düşme sonucu, sabit yatırımlarını bile karşılayamaz olurlar ve peşi sıra iflaslar gelir. Böylece durgunluk evresine girilir.
Bileşimleri yüksek olan sermayelerin bu nedenle ortalamanın üstünde kar etmesini sağlayan sermayenin bu hareketi, kapitalist üretimin amacının birikim olmasını anlatır. Bu, aynı zamanda sermayenin değersizleşmesinin, kar oranlarının düşme eğiliminin etkisiyle gelişen bu sonucun da kaçınılmaz olmasını beraberinde getirir.
Kapitalizmde gelişme, sermayenin organik bileşiminin sürekli yükselmesiyle teknolojik yeniliklerle eş anlamlı kullanılır. Bu nedenle de kar oranlarındaki düşüş bir eğilim olarak sürekli vardır. Ama bu eğilimi dengeleyen başka etmenler vardır. Sermayenin organik bileşimi, artıkdeğer oranı (artıkdeğerin değişen sermayeye oranı) ve sermayenin devir hızı, bu eğilimin gerçekleşme yönlü olacağını ya da dengeleneceğini belirleyen etmenlerdir. Bu üç etmen birbirini dengeleyebileceği gibi aynı yönde hareketi kar oranlarındaki düşüşü hızlandırabilir. Azalan kar oranı, kar kitlesi üzerindeki etkisi dolayısıyla, genelleşmiş bir bunalıma yol açar.
Krizin kaynağını ararken, sermaye kavramının taşıdığı çelişkiler ve bu çelişkilerin toplumsal düzeyde ifade ettiklerini açıklamak gerekir. Kapitalist üretim kar amaçlıdır ve karın kaynağı açısından artıkdeğer sömürüsü dışında bir olgu söz konusu değildir. Üretim sürecinde gerçekleşen artıkdeğer, sermayenin ilk kez tarih sahnesinde kendini var ettiği koşullardan[3] bağımsız olarak, artık, kendi yasalarını sürekli toplumun bütününe doğru genişleterek yürürlüğe koyan sermayenin yeniden üretiminin temelini oluşturur. Toplam olarak üretilen artıkdeğerin, toplumsal ürünün sınıflar arasında nasıl bölüşüldüğü sorunu, sınıf mücadelesinin bir düzeyde (günlük ve kendiliğinden) konusunu oluştururken, kapitalistler arasında nasıl bölüşüldüğü ise, sermayeler arası rekabet ve bunun sonucu olarak merkezileşme konusunu oluşturur. Metanın değerini belirleyen, ‘üretilmesi için toplumsal bakımdan gerekli emek zamanı’, bu tanımda içkin olan sınıf mücadelesi dolayımıyla, ücretlerin belirlenmesinde ‘toplumsal bakımdan gereklilik’ kıstasını, her toplum ve tarih için farklılaştırır. Bu nedenle genel olarak bunalımlar veya diğer bir deyişle krizler, ücretlerdeki yükseklikten değil, kapitalistler arası rekabetten, sermayenin varoluş tarzından kaynaklanan çelişkilerden kalkarak şekillenir. Daha çok, artıkdeğerin paylaşılması noktasında rekabetin yıkım ve peşi sıra merkezileşme ile son bulması ve bütün bunların krizlerle içiçe gerçekleşmesi gözlenen bir olgu olmanın ötesinde, mantık olarak da birbirinin içinden çıkarılabilir sonuçlardır. Bu nedenle sermayenin rekabet temelinde, kendini de yadsıyarak, merkezileşmesi sürecine girmesi, hareketini yönlendirişi bu nedenle, karmaşık bir etkileşimin sonucu gerçekleşir.
“... Sermaye ancak çok sayıda sermaye biçiminde varolabilir ve dolayısıyla sermayenin kendi kendini yönlendirişi, bu çok sayıda sermayenin karşılıklı etkileşimi şeklinde gözükür.” (Marx, Grundrisse, s. 455)
Ücretler, olsa olsa metaların üretim maliyetlerinden sayıldığı ölçüde, bu genel çerçevede, tek tek sermayelerin içinde hareket ettikleri ortak çerçevece tanımlanır ve rekabetin esas belirleyeni değildir. Aksine sermayeler arası rekabetin kendisi ücretleri farklılaştırabilir. Farklı uluslar ve pazarların her biri için ortak olan ücret malları toplamı, dünya pazarı söz konusu olduğunda yine de (teorik düzeyde ve son tahlilde) ortaklaşacaktır.
Krizlerin, üretim sürecinin niteliği gereği açıklanması açısından bazı zorlukları ve yanılsamaya temel oluşturan bir niteliği vardır. Krizin önce dolaşım alanında, örneğin parasal krizler olarak görülmesi, sermayenin hareket yasalarının sonucudur. Buna göre sermayenin devir hareketinde bir aksaklık olarak görülenin, dolaşım sürecindeki herhangi bir aksamadan mı (kısmi krizler) yoksa genel olarak üretim sürecinin taşıdığı çelişkinin belli bir düzeye ulaşıp, dolaşım sürecini tıkamasından mı (genel kriz) kaynaklandığı birbirinden ayırt edilmelidir.
“... Genel kural olarak, devir mekanizması konusunda söyleyecek bir şeyleri bulunmayan iktisatçılar bu ana noktayı, yani üretim sürecinin kesintisiz olarak devam edebilmesi için, sanayi sermayesinin ancak bir kısmının üretim sürecine fiilen katılabileceğini görmezlikten gelirler. Bu sermayenin bir kısmı üretim döneminde iken, diğer kısmının daima dolaşım döneminde olması gerekir. Ya da bir başka deyişle, bir kısmının asıl üretim sürecinden meta-sermaye ya da para-sermaye biçiminde çekilmiş olması koşuluna bağlıdır. Bunu dikkate almamakla, para-sermayenin özelliği ve oynadığı rol tümüyle gözden kaçırılmış olur.” (Marx, Kapital, c. 2, s. 242)
Üstelik, genel olarak refah dönemlerinin, yine bu dönemin sonucu olarak hazırlamakta olduğu genel bir bunalımın dışavurumunun belirtileri olabilecek dolaşım alanındaki aksaklıklar meselesi, geriye bir etkide bulunarak üretim alanında maddi temelleri zaten varolan çelişkileri harekete geçirebilir.
Sermayeyi canlı bir çelişki olarak gören Marx, üretici güçler konusunda da aynı tanımı yapar. O halde sermaye,
“zorunlu emek süresini, canlı emek kapasitesinin mübadele değerinin ayak bağı olarak; artık-emek süresini zorunlu emek süresinin ayak bağı olarak; artık-değeri artık-emek süresinin ayak bağı olarak vazeder.” (Marx, Grundrisse, s. 466)
Artıkdeğer - değişim - sermaye bağıntısı, bir toplumsal ilişkiyi oluşturur ve üretim ilişkisi olarak sermaye, hareketinin bütünlüğü içinde, bütün bu toplumsal ilişkileri, bunların üstüne damgasını vurarak ve her şeyi metalaştırarak tahakkümü altına alır. Tahakküme aldıkları, bir yanda sürekli olarak yoksullaşan geniş kitlelerdir. Ama aynı zamanda, sermayenin üretim tarzı, ayakta kalabilmek için sürekli olarak birikim yapmak, birikim için üretim yapmak zorundadır.
“Kapitalist toplum, mevcut yıllık emeğinin çoğunu, ücretler ya da artıkdeğer biçiminde, gelire ayrışmayacak, ama ancak sermaye olarak işlev yapabilecek üretim araçlarının (dolayısıyla değişmeyen sermayenin) üretiminde kullanır.” (Marx, Kapital c. 2, s. 463)
Kapitalist üretimin amacı birikimdir ve bu sermaye birikiminden başka bir şey değildir. Öyle ki, sadece bugünün ücretli emekçileri değil, içinde bulunulan anın sermaye sahipleri de, kapitalist üretimin yapısı gereği, mülksüzler sınıfına her an dahil olabilirler.
Kapitalist üretim, esas olarak yeniden üretimdir; üretim ve dolaşım olmak üzere iki aşamadan oluşur ve toplam olarak sermayenin devri, bu iki aşama arasında sürekli bir yer değiştirme şeklinde gerçekleşir. Bu hareketin gerçekleşmesinin her aşamasında olası aksaklıklar, her türden kriz teorisinin kendisine kaynaklık etmiştir. Krizi sermayenin hareketinin herhangi bir aşamasına özgü ve bu noktadan kaynaklı olarak değerlendiren burjuva iktisat yazınında bu nedenle krizlerin nedeni ve krizlerin çeşitliliği üzerine sonsuz bir genişlik bulunmaktadır.
“...burjuva bunalım teorilerinin değişik varyantlarının sayısı, neredeyse bunalım, konjonktür ve bunalım arasındaki düzenli iniş çıkıştaki tek tek görüngüler kadardır.” (Otto Reinhold, “Burjuva Bunalım Teorilerinin Eleştirisi Üzerine”, İktisat Dergisi 269, Nisan 1987)
Kar amacıyla üretim, kapitalist üretimin planlanamamasına, düzensiz, karmaşık bir yapıda sürmesine neden olur. Kapitalizmin üretim anarşisi sonucunda yarattığı krizlerin bir çok sermayenin sahneden çekilmesinin sonucu olarak merkezileşmeye neden olması, çözüm olarak da merkezileşme dışında bir yolun bulunamaması, çelişkilerin giderilmesi değil daha da keskinleşmesine yol açmaktadır. Krizin sonucu oluşan tablo, yeni ve daha büyük krizlerin de hazırlayıcısı olarak sahnede belirmektedir. Sermaye merkezileştikçe, üretimin toplumsal karakteri ile özel mülkiyet çelişkisi daha büyük krizlerin maddi zeminini hazırlıyor demektir.
Değişim sermayenin dolaşımında bir andır. Değişimin önemini kavramak için dayandığı sınıf ilişkilerinin gösterilmesi gerekir. Değişimin her anını gözlemek, değişime ve değişim ilişkilerine temel oluşturan sermaye ve ücretli emek ilişkisini genişleterek yeniden üreten kapitalizmin çözümsüzlüğünü izlemekten başka bir sonuç vermez. Bu konuda en iyi örneği, 1929 bunalımı sürerken, ne olup bittiği üzerine kafa yoran ve anlamaya çalışan burjuva iktisatçıların durumu ortaya koymuştur.
“Elektronun devinim hızı üzerine paranın devinim hızı üzerine bildiklerimizden daha çok şey biliyoruz. Dünyanın güneş çevresinde, güneşin evren çevresinde dolanımı üzerine bildiklerimiz sanayi çevrimi üzerine bildiklerimizden daha çok. Görünmeyen ve akla sığmaz uzaklıktaki gök cisimlerinin hareketlerini, çöküntünün sonunu kestirişimizdekiyle kıyaslanamayacak bir doğrulukla kestirebiliyoruz.” (Aktaran Otto Reinhold, agm.)
Bütün bunlara rağmen bir bütün olarak sermayenin hareketi izlenerek, toplumun üretici güçlerinin ve toplam zenginliğinin, nasıl kullanıldığı, bireysel mülkiyet ile toplumsal üretim koşulları arasında varolan çelişkinin, kendini her an, bu hareketin hangi noktasında olursa olsun açığa çıkarabileceği, krizi anlamak açısından önemlidir. Sermaye genişletilmiş yeniden üretim sürecinde para sermaye, üretken sermaye, meta sermaye şeklinde başkalaşım geçirir. Bu süreçler birbirinden bağımsız değildir. Art arda gelmezler ve daha çok iç içedirler.
“...para piyasasında bir bunalım gibi görünen şey, aslında, bizzat üretim ve yeniden-üretim sürecindeki anormal koşulların bir ifadesidir.” (Marx, Kapital, c. 2, s. 286)
saptamalarından çıkarılabileceği gibi, Marx açısından esas olan, sermayenin tanımının toplumsal yeniden üretim ölçeğinde yapılması ve kapitalist üretimin çelişkilerinin kaynağı olarak, sermayenin farklı varoluş biçimlerinin değil, sermayenin kendisinin varoluş tarzının gösterilmesidir.
Bu durumda incelemesi gereken şey, sermaye kavramında varolan bu çelişkinin, kendisini nasıl gerçekleştirdiği ve ne biçimlerde açığa vurduğu olmalıdır. Bunu yaparken, kapitalist üretimin anarşik yapısının nereden geldiğini saptayabilir ve kapitalist üretimin geçici toparlanmalarının kendisini bir sonraki krize hazırlamak anlamına geleceğini baştan söylenebilir. Bu konuyu geçerken önemli bir nokta ise şudur: İlk sermaye birikiminin tarihsel özgül koşullarının, sermayenin ortaya çıkması açısından önemli olması ama bugün bu koşulları sermayenin kendisinin belirliyor olmasında olduğu gibi, bugünkü krizler açısından da, üretim sürecinin kendisinden kaynaklanan çelişkiler, dolaşım alanında gerçekleşmekte ve dönüp ekonomiyle hiç ilgisi olmayan yerler ve konulardan maddi zemini olan bunalımları tetikleyebilmektedir. Bu nedenle günümüzde her kriz siyasallık (dolayımıyla) üzerinden yaşanmaktadır.
Kapitalizmin çelişkilerine ve bunlar üzerinde gelişen krizlerine çare bulmak ya da akıl hocalığı yapmak, devrimci siyaset açısından tehlikeli ve sakatlayıcı bir durumdur. Kapitalizmin krizlerinin idare edilmesi, krizlerin süreç içinde küçükleri yutacak daha büyük kapitalistler yararına çözümlenmesi, geçici dengelere ulaşılması, kısacası, sermayenin merkezileşmesi ayrı ve kaçınılmaz bir şey; bütün bunların dışında, kapitalizmin ücretleri yükseltebileceği ve bu yolla eksik talep yönlü kriz tanımı açısından sorunun giderilebileceğini düşünmek başka bir şeydir. Bugünkü gerçeklik açısından ilki çok uluslu şirket danışmanlığına, ikincisi ise sarı sendikaların eğitim uzmanlığına denk gelmektedir. Oysa ki kapitalizmin çelişkileri gittikçe büyüyerek, kendini daha büyük toplumsal ölçeklerde, bir genel bunalım olarak ifade etmektedir ve bu çelişkiler, iktisatçılar onları anlayamadıkları ve çözemedikleri için değil, çözümsüz olup, her çözüm denemesinde, daha büyük bir soruna neden oldukları için çözülemezler. Lenin’den aktarırsak;
“Üretimin (ve dolayısıyla iç pazarın) esas olarak üretim araçlarından dolayı gelişmesi yanılsamalı görünür ve kuşkusuz bir çelişki teşkil eder. Bu, ‘bizzat kendisi amaç olan’ gerçek ‘üretimdir’ ... tüketimde buna tekabül eden bir genişleme olmaksızın üretimin genişlemesidir. Ama bu, doktrine ilişkin bir çelişki değil, gerçek hayatın çelişkisidir; tam da kapitalizmin yapısına ve bu toplumsal ekonomi düzeninin öteki çelişkilerine uygun düşen türden bir çelişkidir. Tüketimde buna tekabül eden bir genişleme olmaksızın üretimin genişlemesi, kapitalizmin tarihi misyonuna ve özgül toplumsal yapısına uygun düşmektedir; birincisi, toplumun üretici güçlerinin geliştirilmesinden ibarettir; ikincisi, bu teknik başarılardan nüfusun çoğunluğunun yararlanmasını engeller.” (Lenin, Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, s. 41, Aktaran Fügen Eryılmaz)
Lenin’in anlattığı çerçevede kapitalizmin krizlerini açıklamak mümkündür ve bunun için, kar oranlarının eşitlenmesinden, azalması eğilimine, bunun nedeni olarak da, kapitalist üretimin gerçekleşme biçimine bakmak gerekir.
Marx, aynı zamanda krizleri hazırlayan başka bir faktör olarak sabit sermayenin dönemsel olarak yenilenmesini gösterir. Sanayi çevrimi dediği, bir sektördeki teknolojinin, sermayenin organik bileşiminin, ortalama olarak on yılda bir değiştiğini, modern sanayinin böyle bir eğilim içinde olduğunu söyler. Bu ise dönemsel bunalımlara maddi zemin hazırlamaktadır. Birikim sorununun krizlere yol açmasında her on yılda bir makinelerin yenilenmesi gereğinin, hatta bundan da önce kısa periyotlarla sabit sermaye yenileme gereğinin ortaya çıkması, dönemsel bunalımlara zemin hazırlar.
Marksizmde bunalımlar devresel olarak açıklanır. Toplam sabit sermayenin ömrü, yenilenmesi gereken süre, çevrim süresini verir. Sanayi çevrimler ekseninde incelenebilir. Sabit sermayenin devir süresi, fiziken tükenme süresi ile gerçekleşir. Bu durum çeşitli sabit sermayeler için değişiktir. Ama ortalama bir süre hesaplamak mümkündür. Sabit sermayenin fiziken iş göremez duruma düşmesini beklemek yerine, amortisman hesaplarıyla, karşılığında para-sermaye ayırılarak, toplam sabit sermayenin ömrü hesaplanır. Toplam olarak üretken sermayenin yenilenmesi gereken süre, bir sanayi çevriminin süresini verir. Bu nedenle birbiriyle bağıntılı devirler, devresel bunalımlara maddi bir zemin hazırlar. Sermayenin toplam devir süresi, üretken sermayenin devir süresi ile dolaşımın devir süresinin toplamıdır.
“Kullanılan sabit sermayenin değer büyüklüğü ile dayanıklılığı, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte geliştiğine göre, sanayi ile sanayi sermayesinin ömrü her belirli yatırım alanında, birçok yılı, diyelim ortalama on yılı kapsayacak şekilde uzar. Sabit sermayenin gelişmesi bir yanda bu ömrü uzattığı halde, öte yandan da, bu ömür, kapitalist üretim tarzının gelişmesiyle aynı şekilde devamlı olarak hız kazanan üretim araçlarındaki sürekli devrimler ile kısalır. Bu, üretim araçlarında bir değişiklik ve bunlar fiziki olarak tükenmeden çok önce manevi değer kaybı nedeniyle, sürekli yenilenmeleri zorunluluğunu getirir. Modern sanayinin temel dallarında bu yaşam çevriminin ortalama on yıl olduğu varsayılabilir. Ne var ki, biz burada, kesin rakamlar ile ilgili değiliz. Şu kadarı açıktır: bu süre içerisinde sermayenin sabit kısmı tarafından hareketsiz tutulduğu birkaç yılı kapsayan birbiriyle bağıntılı devirler çevrimi, devresel bunalımlara maddi bir temel sağlar. Bu çevrim sırasında, işler, birbirini izleyen durgunluk, orta derecede faaliyet, hızlanma ve bunalım dönemlerinden geçer. Sermayenin yatırılmış olduğu dönemlerin birbirlerinden çok farklı olduğu ve zaman bakımından çakışmaktan çok uzak bulundukları doğrudur. Ama bir bunalım, daima geniş yeni yatırımların çıkış noktasını oluşturur. Bu nedenle, bir bütün olarak toplumun bakış açısından, bir sonraki devir çevrimine az çok yeni bir maddi temeli sağlarlar.” (Marx, Kapital, c. 2, s. 170)
Marx toplumsal üretimi, üretim araçları ve tüketim nesneleri olmak üzere iki ana kesime ayırarak incelemiştir. Birincisi sermaye tarafından tüketilen malların üretimi; ikincisi, tüketim nesnelerinin üretimi. Üretim ve üretim artışı bu iki kesim arasındaki değişimi gerekli kılar ve iki kesim arasında karşılıklı ilişkiyi, her kesimin kendi içinde devinimi olmaktan çıkarır. Yeniden üretim, farklı kullanım değerleri bulunan, biçimleri farklı olan toplumsal ürünün tümünün yerine konması anlamına gelir. Bunun gerçekleşmesi basit yeniden üretimde şöyle olur:
Basit yeniden üretimde artıkdeğer biriktirilmeyip harcanmaktadır ve birinci sektörün değişen sermayesi ve artıkdeğer toplamı ikinci sektörün değişmeyen sermayesine eşit olmalıdır. Bu üretimin aynı ölçekte gerçekleşmesi için gereklidir.
Üretim araçları üreten sektör, tüketim araçları üreten sektöre iş makineleri ve girdi sağlar. Bunun çıktılarının ikinci sektör tarafından emilmesi için değişen sermaye ve artıkdeğerinin, ikinci sektörde değişmeyen sermaye haline gelmesi gerekir. Birinci sektörün gerçekleşme sorunu böylece yerine gelir. İkinci sektör için tüketim maddeleri tüketimi, kapitalistler ve işçiler tarafından tüketilerek gerçekleştirilmiş olur.
Genişletilmiş yeniden üretimin gerçekleşmesi şöyle olur: Birinci sektördeki artıkdeğerin örneğin yarısı sermaye olarak üretimin genişlemesine ayrılır. Genişletilmiş yeniden üretimde birinci sektörün değişen sermaye ve artıkdeğer toplamı, ikinci sektörün değişmeyen sermayesinden büyük olmalıdır. Üretimin genişleyebilmesi için bu şarttır.
Genişletilmiş yeniden üretimin seyrine baktığımızda şunu görürüz. Tüketim nesnelerinin toplam değeri, birinci sektör ve ikinci sektördeki değişen sermaye toplamına eşit değil, daha büyüktür. Birinci ve ikinci sektörlerin toplam değişen sermayelerindeki artıştan, tüketim nesnelerinin toplam değerinin daha hızlı bir artışının karşılık geldiğini görürüz.
İkinci sektörün değişmeyen sermayesi, birinci sektörün değişen sermayesi ile artı değerinin toplamından küçüktür. Birinci sektörün ürünlerine olan talep ise, işçiler tarafından karşılanamaz.
Toplam sermaye büyük oranda birinci sektörde birikir. Bu durumda emek üretkenliği artırılmalı, işsiz kesim büyümeli ve canlı emeğe duyulan ihtiyaç sınırlanmalıdır. Bu da, işgücünün yeniden üretimi için gerekli mal ve hizmetlerin ucuzlamasına, işgücünün değerinin düşmesine, bütün bunlar kısır döngüye yol açar. Bu durumda aşırı birikim, hem kriz nedenidir, hem de çaresi kriz olan bir sorun oluşturmaktadır. Krizlerin nedeni birinci ve ikinci sektörler arasındaki dengesizlikle açıklanamaz ama krizin gerçekleştiği çerçeveyi bu sektörler sunar. Krizi krizle, dengesizliğin nedenini dengesizlikle açıklamak bize hiç bir şey kazandırmaz.
Üretimin yenilenmesinde söz konusu olan, tek tek sermayeler değil, tüm toplumsal ürünün nasıl üretildiğidir. Birinci sektörün değişen sermaye ve artıkdeğer tutarı ile ikinci sektörün değişmeyen sermayesi arasında, tüm toplumsal ürünün yeniden nasıl üretildiği ile ilgili bir oran vardır. Birinci sektörün değişmeyen sermayesi ile ikinci sektörün değişen sermayesi ve artıkdeğeri arasında bir gerçekleşme ilişkisi olmadığı halde, birinci sektörün değişen sermayesi ve artıkdeğeri tüketim nesneleriyle, ikinci sektörün değişmeyen sermayesi, üretim araçlarıyla değişmeksizin yerine konulamaz. Bu nedenle, birinci sektörün değişen sermayesi ve artıkdeğeri ile ikinci sektörün değişmeyen sermayesi arasındaki değişim, yeniden üretim için zorunludur. Üretimin genişleyebilmesi için birinci sektörün değişen sermaye ve artıkdeğer toplamının, ikinci sektörün değişmeyen sermayesinden büyük olması gerekir. Bu üretimin genişleyebilmesi için elde fazladan üretim araçları bulunması demektir. Üretim araçları üretiminin gelişmesi, bir ölçüde, tüketim nesneleri üretiminden bağımsızdır. Çünkü birinci sektörün değişmeyen sermayesi ikinci sektör ile değişime girmemektedir. Ya ayni olarak aynı kesim içinde ya da yine aynı kesimde karşılıklı değişim yoluyla karşılanmaktadır.
“Bu nedenle kapitalizmde pazar, esas olarak üretim araçları üretimindeki gelişmeden ötürü büyür. Bireysel tüketimdeki gelişme, üretken üretime oranla pazarın gelişmesinde küçük bir yer tutar.” (Fügen Eryılmaz, age., s. 67)
Sermayenin sürekli üretim ve birikim için üretim niteliği, tüketim kalıplarını sürekli genişletme zorunluluğudur.
Toplam meta miktarı, üretimin boyutlarınca belirlenir. Bu boyutlar ise insanın ya da toplumun gereksinimlerince değil, sermayenin üretilmiş olan toplam artıkdeğerden daha fazla pay almak için daha fazla sermayeye sahip olma zorunluluğunca kışkırtılıp duran sermaye birikimine bağlıdır. Oysa metaların üretilmeleri için tüketilmiş olmaları gerekmemektedir. Yani metaların tüketimi, doğmuş bulundukları sermaye devresine dahil değildir. Sermaye devresi harekete devam ettiği, süreç genişlediği sürece sorun yoktur. (Marx, Kapital, c. 2, s. 72) Sürecin genişlemesi tüketimden bağımsız olarak “üretim araçlarının artan üretken tüketimini” içerir. İşçilerin tüketiminin artması ya da azalması esas olarak bu süreçte belirleyici değildir. Metalar stoklarda birikmektedir. Üst üste yığılan metalar, pazarda rekabete girerler ve artık satışların taleple hiç bir bağı kalmaz. Bu yalnızca ödeme talebi ile, metaları paraya dönüştürme zorunluluğu ile ilişkilidir. Ve ardından
“bir bunalım patlak verir. Bu, yalnız, tüketici talebindeki, bireysel tüketim talebindeki doğrudan azalmayla değil, sermayenin sermayeyle değişilmesindeki, sermayenin yeniden üretkenlik sürecindeki azalmayla da görülür duruma gelir.” (Marx, Kapital, c. 2, s. 74)
Krizler incelenirken, esas olarak sorunun eksik talep sorunu olduğu söylenir. Bunun ise tersinden bir arz fazlalığına denk düşeceği hemen görülür. Ama bu fazla, metaların pazarda yığılması, ancak değişen sermayeyi gerçekleştirecek kadar tüketebilen, tüketim maddeleri alıcıları olan işçilerin talepleri ile emilemez. İki nedenden ötürü bu böyledir. Birincisi, geçim araçlarının üretimi sürekli artarak, bunların içerdiği değer düşürülür ve böylece işgücü ucuzlatılır ve değişen sermayenin değeri düşer. İkincisi üretim araçları üreten kesime ait olan bu fazla, sermayenin sermaye ile değişiminin konusu olan ve birinci sektörün kendi içinde emmesi gereken bir fazlalıktır. Metaların tüketimi emekçilerin talebi ile sınırlanır ama bütün metalar için zaten emekçiler talepte bulunmazlar ve sermaye birikimine konu olan metalar topluluğu büyük ölçüde üretim araçları üretimi alanına aittir. Emekçi ücretini geçim araçlarına yatırdığında, kapitalistin değişen sermayesini karşılamış olur. Bir kısım değişmeyen sermaye de ayni olarak karşılanır ki bunun da tüketicilerle bir ilişkisi yoktur. Bu alanda ise alıcı ve satıcılar, farklı kapitalistler olarak birbirleriyle ilişkiye geçerler.
Kapitalistler arası ilişkiler söz konusu olduğunda, sermaye rekabet halindeki varoluşu dışında bir başka biçim tanımaz.
“Değişmeyen sermayeyi oluşturan ürünlerin bir kısmı ayni olarak, ya da değişmeyen sermayenin üreticilerinin kendi aralarındaki değişimi ile yerine konmuştur. Bu tüketiciler ile hiçbir ilişkisi bulunmayan bir süreçtir. Bu, görmezden gelinirse, tüketicilerin gelirinin, tüm ürünü, yani değerin değişmeyen kısmını yerine koyduğu izlenimi yaratılmış olur” (Marx, Kapital, c. 3, s. 744) “İşçiler herhangi bir hammadde, herhangi bir iş araç gereci satın almazlar; yalnızca geçim araçları, doğrudan bireysel tüketime giren metalar satın alırlar. (Marx, Artıkdeğer Teorileri, c. 2, s. 497) “Sermaye birikiminin, geliri ücretlere dönüştürmekle özdeş olduğu, başka bir deyişle, değişen sermayenin birikimiyle aynı anlama geldiği anlayışı tek yanlıdır, yani doğru değildir” (age., s. 453)
Üretim araçları üretiminin sermaye birikiminde kilit önem oluşturması, kapitalist üretimin rekabet temelinde gerçekleşiyor olmasının sonucudur. Birikim sorunu, genel bir tıkanıklık oluşturduğunda, krizler oluşmakta ve bu durumda oluşan, genel tablo içinde gerçekleşen bunalımın kendisi, birikim sorununu yıkıcı bir şekilde aşma imkanını da vermektedir. Marx, hem değişmeyen sermayenin yerine konması, gerçekleşmesi sorununu, ‘tüketicilerle hiçbir ilişkisi bulunmayan bir süreç’ olarak ele almış, hem de farklı bir düzeyde bu sorunu, ‘değişen sermayenin birikimiyle aynı anlama geldiği anlayışı tek yanlıdır, yani doğru değildir’ diye tanımlamıştır.
Üretim araçları üreticilerinin ürettikleri ürünler, sermayenin değişmeyen kısmı olarak, öteki üretim alanlarına girmektedir ve karşılıklı değişim söz konusudur.
“Üreticiler birbirinin karşısına yalnızca meta sahipleri olarak değil, kapitalistler olarak çıkmaktadırlar” (Marx, Artıkdeğer Teorileri, c. 2, s. 480) Ve “kapitalistler işçilerin duyduklarından daha geniş bir pazara gerek duyar.” (age., s. 498)
Kapitalistlerin pazardaki davranışları, tam bir kargaşalık oluşturur. Bu karmaşa içinde “üretimin toplumsal iç ilişkileri” her düzeyde kendini dayatır. Bu durum bunalım dönemlerinde, refah ve genişleme dönemlerinde birlikte paylaştıkları mutluluğun tersine, tam bir düşmanlığa bürünür. Kapitalistler arası sınıf mücadelesi düzeyinde bir düşmanlıktır söz konusu olan. Bu durumda, kapitalist yeniden üretim sürecinin birbirinden ayrı hale gelmiş ve birbirini tamamlamayan evrelerinin birliği zorla kurulmak zorundadır ve bu zorunluluk kendini dayattığında, bunalım ortamına girmek kaçınılmaz olmuş, çelişki bir bunalım şeklinde kendini dayatmış demektir. Üstelik çelişkinin aşılması için bunalım dışında bir düzenleyici de kapitalizm koşullarında söz konusu değildir.
“Fakat bütün bu ilerleme, ülke çapında yöresel eşitsizlikler, tarım ve sanayi, üretimin belirli kollarıyla diğerleri arasındaki eşitsizlikler ve orantısız gelişmelerle bir arada olur ve istikrarsızlık, kasınmalar ve bunalımlar içeren bu gelişme sürecinde doğru oranlara ancak bunalımlar, yıkım ve üretici güçlerin tahribi yoluyla ulaşılabiliyor. (Fügen Eryılmaz, Kapitalizm ve Ulusal Ekonominin Dönüşümü, s. 103)
Bu birbirinden bağımsız evreler, alım ve satımın birbirinden ayrılması durumu ve normal durumda evrelerin birbirini destekleyen birliğinin kurulamaması, bunalım durumunun kendisini yaratır. Bu durumda kapitalist üretim için bunalım, alım ve satımın, üretimin sürmesinin zorunlu koşulu olan bu iki evrenin birleştirilmesinin şiddetli, sancılı bir yoludur. Yeniden üretim süreci tıkandığında, sabit sermaye atıl kalır, işten çıkarmalar artar ve kar oranları düşer. Daha önce oluşmuş kar oranlarına göre sabit giderler bile karşılanamaz.
“...Demek ki, bu, değişmeyen sermayenin, ürün değerinden karşılanarak yenilenecek olan parçasının değerindeki artıştan ötürü, yeniden üretim sürecinde meydana gelen altüst oluştur.” (Marx, Artıkdeğer Teorileri, c. 2, s. 495)
Bu altüst oluştan, işlerin yeniden açıldığı, alım satımın, üretimi dolaşım sürecinde desteklediği yeni bir evreye geçildiğinde, toz duman ortadan kalktığında, görülen şudur: Bazı sermaye grupları diğerlerini kendilerine katmış, sermayenin merkezileşmesi bir üst düzeyde gerçekleşmiştir. Kapitalistlerin kapitalistlerle karşı karşıya geldiği rekabet pazarı, bir kez daha işlemeye başlayabilir.
Üretimin fabrika içindeki toplumsal örgütlenmesinin, bu örgütlenme yanında ve üstünde varlığını sürdüren toplumdaki üretim anarşisi ile bağdaşmaz duruma gelecek derecede gelişmesi olgusu, bunalımlar sırasında birçok büyük kapitalist ile daha da çok küçük kapitalistin yıkımı pahasına gerçekleşen sermayelerin güçlü yoğunlaşması aracıyla, kapitalistler için de elle tutulabilir bir duruma gelir. Kapitalist üretim biçimi mekanizmasının tümü, kendi yarattığı üretici güçlerin baskısı altında işlemez olur. (F. Engels, Anti-Duhring)
Sermaye birikimi sorunu, yeniden tıkanacağı ana kadar çözülmüştür. Artık bu evrede, hızlı büyüme, üretim artışı, bir sonraki tıkanıklığa kadar her şeyin birbirini olumlu yönde desteklediği bir sürece girer. Ama kapitalist üretim tarzı, “meta alıcıları olarak emekçilerin, pazar için önemli olmalarına rağmen, kapitalist toplumun onları sadece kendi metalarının satıcıları olarak, asgari fiyatla sınırlandırmak eğiliminde olmasından kaynaklanan çelişkili bir niteliğe sahiptir. Bunun sonucunda kapitalist üretimin bütün gücüyle üretime yüklendiği aşırı üretim dönemlerinden sonra, meta değerlerin ve artıkdeğerin gerçekleşmesinin, toplumun tüketim gereksinimlerince değil, son tahlilde, büyük çoğunluğu yoksul olan ve yoksul kalması gereken toplumun tüketim gücü tarafından belirlenmesi beklenemez.” (Kapital, c. 2, s. 284, 32 no.lu dipnota bkz.) Bunun anlamı ise çok açıktır. Her üretim aracı ve üretim aracı üreten üretim araçlarının hepsi, sonul amacı tüketim araçları, geçim araçları kapsamına giren metaların üretimi için vardır. Sermaye yoğunlaşması, birikim, üretim araçları üreten sektördeki aşırı yığılma vb nedenlerle artan üretim kapasitesini karşılayacak bir talep, geniş kitlelerin içinde bulunduğu bu durum nedeniyle asla gerçekleşemez. Bu durumda ise krizlerin maddi olarak engellenmesi imkansız olmaktadır.
Bu tablo içinde birikim sorununu aşmak için, mutlak nüfus artışının ve yoksullaşmanın, işsiz yığınların mutlak artışının yanında, çalışan nüfusun göreli artışı sözkonusudur. Emek sömürüsü, göreli artış göstermiş bu kesim üzerinde yoğunlaştırılır. Artan ve yoksullaşarak artan nüfus, sermaye birikiminin hem sonucu hem de birikimin zorunlu koşuludur. Nüfusun mutlak artışının yanında, daha önce birikimin (emek sömürüsünün) konusu olmayan alanlar da, sermaye yatırımın konusunu oluşturacaktır. Bu ise, aynı zamanda, toplumsal ürünün bir bütün olarak yeniden üretilmesinin, gerçekleşme sorununun, mutlak nüfus artışı ile birlikte, meta ekonomisinin ve meta ilişkilerinin her alana yaygınlaştırılması zorunluluğunu dayattığını gösterir.
Kapitalistlerin birbirlerinin karşısına alıcı ve satıcılar olarak çıkıp oluşturdukları rekabet pazarının, gerçekleşme sorununa verdiği yanıt, daha zayıf olanların tasfiyesi, büyükler tarafından yutulmasıyla iyice kötüye giden işleri bir düzeyde iyileştirmek olmuştur. Aslında iflas eden batan kapitalist kendi şahsında, sahip olduğu sermayeyi, bu sermayenin denk düştüğü pazarı ve istihdam ettiği işçileri sömürme hakkını ayakta kalan diğer kapitaliste terk etmiş, mülksüzler sınıfına katılmıştır.
“...bu çelişkiler emeğin aniden durduğu ve sermayenin büyük bir kısmının tahrip edildiği patlamalara, çalkantılara, bunalımlara yol açar ve bu yolla sermaye, varlığını sürdürebileceği bir düzeye zorla geri götürülür.” (Marx, Grundrisse, s. 684)
Sermayenin kendi dışındaki ilişkiler, zorlayıcı faktörlerle değil, kendi varlığını sürdürmesinin koşulu olarak, bunalımlar yoluyla kendini düzenlemesi, tahrip etmesi, sermaye birikiminin gerçekleşme yönlü olması açısından zorunludur. Ve bu yüzden krizsiz bir kapitalizm, ücretli emek olmadan sermaye olabileceğini söylemek kadar saçmadır.
Bir sistem olarak kapitalizmin Avrupa’da ortaya çıktığından bu yana dünya sistemi olma potansiyelini gerçekleştirme aşamalarında, çevre ülkelerle (üçüncü dünya) arasında bugüne kadar kurduğu ilişkileri şu başlıklar altında sıralayabiliriz. İlkel birikim (eski sömürgecilik), dış ticaret (serbest ticaret), para-sermaye yatırımları ve çok uluslu şirketlerce üretken sermayeye yapılan dolaysız yatırımlar. Kapitalizmin ilkel birikimiyle birlikte, iç pazarda emek gücünün satın alınması için gerekli paraya kavuşan burjuvalar, çözülmekte olan feodalizmin hazırladığı ortamda ücretli emek sermaye ilişkisinin tesis edilmesini sağladılar. Bunun ikinci etkisi ise, sömürgelerle kurulan eşitsiz ticari ilişki açısından buralarda üretici güçlerin gelişmesinin önünde bir engel teşkil edilmesi oldu ve bu ülkeler hammadde kaynağı ve metalar için pazar olmak durumunda kaldılar. Sömürgelerle yapılan serbest ticaret, meta ekonomisini bu coğrafyalarda bir şekliyle geliştirerek, merkeze yönelik değer transferini sağlayan alanlarda kapitalist üretimi yerleştirdi. Eşitsiz ticaret sadece hammadde düzeyinde kalmayıp işgücünün yarattığı yeni değerlerin (artıkdeğer) transferini esas alan bir dış ticaret ilişkisi şeklini aldı. Sonralarda, bağımlılık, üçüncü dünya, azgelişmişlik kavramlarıyla ifade edilen ve hepsinin ortak özelliği olarak bir dönem sol literatürde çok kullanılan çarpık kapitalizm kavramına zemin hazırlayan bu aşamadan sonra, yeni sömürgecilik dönemine girildi.
Sermaye birikimin ulaştığı düzey ve bu düzeyde uluslararası alanda sınıf savaşımlarının oluşturduğu dengeler, birikim için uygulanan politikaları doğrudan belirledi. Bütün bir yeni sömürgecilik dönemi boyunca görece özerk siyasi devlet yapılanmaları, iki kutuplu dünyadaki kapitalizmin birikim sorununu, bir dünya sistemi olarak düşman karşısında oluşturmak zorunda oldukları birlik görüntüsün altında yürüttükleri rekabet ortamına hapsetti. Yine de sosyalizmlerin yıkılmasından çok önce, merkez kapitalist ülkelerin birikim sorunlarının çözümü için doğrudan üretken sermaye yatırımları başlamış ve önemli gelişme göstermişti. Para ve üretken sermaye akımlarının uluslararasılaşması ölçüsünde, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi süreçleri bütün dünya üzerinde dolaysız yaşanan rekabet halini aldı. Bu ise eşit olmayan uluslararası işbölümü anlamına gelmekteydi. Üstelik sosyalizmlerin yıkılmasıyla söz konusu siyasi ve psikolojik engeller de kalkmış oldu. Uluslararası düzeyde, merkez kapitalist ülkelerdeki karlılık ve birikim sorunu ekseninde geliştirilen politikalar, çevre ülkelerin kalkınma ya da sanayileşme sorunlarını öncelemiş oldu. Krizlerden mümkün olduğunca az zararlı çıkmak isteyen sermaye, krizin faturasını geniş yığınlara ve çevre ülkelere yüklerken sınıf çatışmalarını olabildiğince sınıfsal oluşumlarını daha netleştirmemiş, tam olarak gerçekleştirmemiş topraklara, başka görüntülerle transfer etmekteydi.
1970’lerin askeri diktatörlükleri, petrol krizi diye tanımlanan borç krizinin çözümü için üçüncü dünyaya biçilen siyasal yapı olarak şekillendi. 80’lerin ortalarına gelindiğinde bütün dünyaya başka bir gömlek giydirilmeye başlandı. Ucuz işgücüne dayalı artıkdeğer transferi yoluyla borç ödemelerinin devamlılığı sağlanmış ve bu anlamda askeri diktatörlükler üstüne düşeni yapmıştı. Sermayenin birikim sorunu olarak yaşadığı kriz çözülmüş ama bu geçici çözüm, doğrudan bir sonraki adımı beraberinde getirmişti. 90’lara gelindiğinde özelleştirme politikaları bütün dünyada çoktan uygulamaya başlanmıştı. Özelleştirmenin ilk adımları, daha sonrasında, bütün bir kalkınmacılık döneminde yaratılmış ulusal/kamusal mal varlıklarını kapitalist merkezlere, büyük sermayenin bünyesine katacak olan sonraki adımlara zemin hazırladı.
Sosyalizmlerin yıkılmasının üstünden on yıldan fazla zaman geçti ve sermaye sistemi hala ayakta. Üstelik onu yıkacak ve yerine yeni ve daha üstün bir toplumu geçirecek siyasal irade şekillenmiş değil. Kapitalist birikim sorunu, hammadde ve enerji kaynakları üzerinde mutlak hakimiyet kurmanın aciliyeti üzerinden, merkez ülkeler arasında şiddetli gerilimleri davet ediyor. Şimdiki, bölgesel savaşlar üzerinden taraflaşma hali, giderek, bölgesel savaşlarda farklı taraflarda yer alma haline dönüşecek gözüküyor. Birikim sorununun, hammadde ve enerji, kaynaklarına sahip olmak (yani maliyet unsurlarını hafifletme) üzerine şekillenmesinin kaçınılmaz kıldığı savaşlar, üretici güçlerin ve birikmiş sermayenin tahribiyle esas olarak sermayenin değersizleşmesi sorununa da bir çözüm olanağı sağlıyor. Sosyalizmlerin yıkılması ile büyük bir telaşla kendi doğal haline dönen ve bütün yıkıcılığını gösteren kapitalizm, Paris Komünü ya da Ekim Devrimi öngünlerinden çok daha fazla sosyalizmin maddi koşullarını hazırlamış gözüküyor. Bir eksikle kuşkusuz! O da, krizleri tanımlarken Marx’ın ifade ettiği, büyük kitleler için yokluk, sefalet ve düşkünlük halinin, yoksunluk ve çürümüşlüğü yaratmış olması... Büyük kitlelerin ideolojik ve kültürel dünyalarındaki sefalet, başka bir dünya için mücadele etmeyi bir yana bırakın, başka bir dünya düşünme eylemini, Allahın cennetiyle sınırlandırıyor. Yığınların içine düştüğü bu acz durumu Marx, Engels ve diğerleri tarafından öngörülmüş şeylerdi. Onların öngöremedikleri ise, komünistlerin ve bu komünizm iddiasına sahip olanların da aynı duruma düşebilecek olmaları olsa gerek!
Aşırı sermaye üretimi, bunalımların nedenini oluşturur. Çok sayıda iktisadi bunalım bir para ve kredi bunalımı şeklinde ortaya çıkar ve ilk olarak bu şekilde görülür. Bu nedenle de giderilmesi para ve kredi politikalarıyla mümkünmüş gibi gözükür. Bu yönde oluşturulan iktisat politikaları, krizsiz bir kapitalizmin mümkün olduğunu hala kanıtlayamadıkları gibi, kapitalizmin krizlerinin faturasını ödeyen işçi sınıfı ve halkların çektiği yoksulluğu önemsiyor da değiller. Halklar üzerinde iktisat deneyleri yapmaya kadar varan kriz reçeteleri, krizi güçlüler lehine yönetmek şekline bürünmüş bulunuyor. Bu da kuşkusuz kapitalist merkezler arasındaki çıkar çatışmasını körüklüyor. Kapitalist dünyanın rekabeti içinden çıkılamayan kriz nedeniyle krizin kime fatura edileceği noktasında düğümleniyor. Artık sadece işçi sınıfı ve sadece çevre ülkeler halklarına fatura edilebilecek bir kriz değil söz konusu olan. Ve, kriz konusundaki burjuva iktisat yazını, tıpkı Kuran’ın bilmedikleri efsunlu dilini anlamayan ama yine de dinleyen insanların inanmışlığını taklit edercesine, geniş yığınların anlamadığı, para ve maliye politikalarının kavramları ile konuşmayı tercih ediyor. Kapitalistlerin anladığı bu dil sol içinde kullanıldığı ölçüde, krizlerin idare edilebileceği ve yönetilebileceği yönlü söylem etkinlik kazanıyor. Bu ise burjuva ideolojilere sol içinde yeni kapılar açıyor.
Tekelci devlet kapitalizminin, kriz karşısındaki politikalarında bu devletlerin para ve kredi politikalarını, krizlerin yönetilmesi açısından çevre ülkeler aleyhine birer silah olarak kullandığı ve bunda da başarılı olduğu söylenebilir. Ama bu durumda krizin aşılması değil, günün kurtarılmasıdır söz konusu olan. Parasal ve mali politikalarla uluslararası bir bütün oluşturmuş sistemde bu alanda kalarak krizi geçiştirmeye onu kendinden uzak tutmaya çalışmak ne kadar başarılı olabilir? Bugünkü kriz açısından yapılmaya çalışılan tam da budur. Geniş daireler çizerek çevrede dolaşan kriz, hem daireyi daraltarak hem de şiddetlenerek merkeze yaklaştıkça, merkezden çevreye doğru yapılan basınç artırılmak yoluna gidilecektir. Bu da uluslararası gerilimlerin artmasından başka sonuç vermeyecektir. Bugünkü bölgesel gerilimler bu çerçeveye oturmaktadır.
Ekonomik düzeyde kar oranlarına ilişkin olarak açıklanabilecek kriz, aynı zamanda kapitalist ekonominin kendini yeniden üretmesinin imkanlarını da vermektedir. Kuşkusuz bu, kapitalistler açısından böyledir. Bu imkan, geniş yığınlar için açlık, yokluk ve sefalet koşullarının genelleşerek yayılması anlamına gelmektedir. Kapitalizmin bundan başka da çözümü yoktur. Kar oranlarına ilişkin olarak kapitalistlerin beklenti ve gözlemleri, özel olarak sermaye birikimine ilişkin politikalarının saptanmasına zemin hazırlar. Bu politikalar devlet örgütlenmesinden, uluslararası ilişkiler alanına, sınıfsal olanla toplumsalın bağıntısına kadar uzanır ve bu çerçevede uygulanır. Yani salt iktisat politikası diye bir şey yoktur. İdeolojisi ve kültürü ile, sınıf mücadelesinin taraflarına müdahale eden ve onları şekillendirmeye çalışan ve bu dolayımda, krizlerin faturasını işçi sınıfına ve halklara kesip, sömürünün devamını sağlayan bir bütün olarak burjuva politikalar vardır.
Kapitalistlerin dışında, sınıf mücadelesini yokluk ve sefaletin en diplerinde bir yerinde kitlelerin, bıçak kemiğe dayandığı için harekete geçeceği ana endeksleyen anlayışlar, hep ertelemeci olacaklardır. Kar oranlarındaki düşüşü, mutlak olarak algılayıp, kapitalizmin kendini yeniden üretme imkanlarını küçümsemek, her an yıkılması beklenen bu sistemi ‘kağıttan kaplan’ olarak tanımlayarak, sonuç olarak sol sapma diye niteleyebileceğimiz siyasal stratejilere zemin hazırlayacaktır. Tersi durumda ise, kapitalizmin kendini yeniden üretme imkanlarını, sınıf mücadelesini dıştalayarak mutlaklaştıranlar, sistemin güçlü olduğunu vazedip, o günkü koşullarda devrimlerin mümkün olamayacağını, bu nedenle de reformist, demokrasi mücadelesini esas alan siyasal stratejileri temel almayı savunacaklardır. Bu açıdan,
“Bernstein revizyonizminin, 1890’lı yıllardaki genişleme evresine, Keynesci kaynak dağılımına dayalı refah devletine endeksli sendikacılık, ikinci savaş sonrası genişleme döneminin ‘nesnelliğini’ fazlasıyla içselleştirmeye” (Murad Akıncılar, Özgür Üniversite Forumu 6)
dayandığını tarihsel örnek olarak verebiliriz.
Bugün, bir çok iktisatçı, 70’lerin ortalarında içine girilen daralmanın, kapitalizmin içinde bulunduğu kriz ve daralmasının bir türlü bitmediği, kapitalist ekonominin toparlanamadığı noktasındaki görüşte anlaşmaktadırlar. Bu durumun, genel aşırı üretim olgusu şeklinde, pazar ve hammadde (enerji) rekabetini esas aldığı bilinmektedir. Aşırı üretim olgusu ise
“..işçilerin karşılıklı bağımlılıklarından değil,... birbirlerinin ürünlerinin öğelerini, değişmeyen sermayelerinin çeşitli aşamalarını üreten tüm bu sanayi dallarının karşılıklı bağımlılıklarından çıkar. Arkadan gelen sanayi dallarında aşırı üretim bir sonuçtur.” (Marx, Artıkdeğer Teorileri, c. 2, s. 502)
Kapitalizm, içine girdiği rekabetten, geçmiş dönemin onu zorunlu kıldığı birlik görüntüsünü parçalayarak çıkıyor ve tek tek kapitalist ülkeler, rekabeti düşmanlık düzeyine sürüklüyorlar. Bu şartlarda Engels’in daha o tarihlerde (1886 tarihli “İngilizce Baskıya Önsöz”) ipuçlarını verdiği görüntü, kapitalizm açısından, yetmiş yıllık sosyalizmin oluşturduğu tarihin olağanüstü koşullarının ortadan kalkmasıyla bir kez daha gerçekleşiyor
“...Üretici güç, geometrik oranla arttığı halde, pazarlar olsa olsa aritmetik oranla büyüyor. 1825’ten 1867’ye kadar durmadan yinelene gelen onar yıllık durgunluk, gönenç, aşırı üretim ve bunalım dönemleri, gerçekten ömrünü tamamlamış gibi görünüyor; ama yalnızca bizi devamlı ve süreğen bir depresyonun bataklığına bırakmak için.”
Karl Marx, Kapital c. 1, Sol Yayınları, Altıncı baskı, 2000 Ankara
Karl Marx, Kapital c. 2, Sol Yayınları, Üçüncü baskı, Kasım 1992 Ank.
Karl Marx, Kapital c. 3, Sol Yayınları, İkinci baskı, Şubat 1990 Ank.
Karl Marx, Grundrisse, Belge Yayınları, Birinci baskı, Ekim 1979, İst.
Karl Marx, Artıkdeğer Teorileri, Sol Yayınları, Birinci baskı, 1999. Ank
F. Eryılmaz, Kapitalizm ve Ulusal Ekonominin Dönüşümü, Belge Yayınları, Haziran 1993, İst.
Özgür Üniversite Forumu, Kriz Özel Sayısı, 1999, Ank.
[1] Hilferding, krizi, dolaşım süreçlerinde bir aksama olarak ele almaktadır.
[2] Herhangi bir meta üretmek için kullanılan toplam sermayenin ne kadarının makinelere, hammaddelere vb’ne, ne kadarının ise işgücüne ait olduğuna dair orana, sermayenin organik bileşimi denmektedir. Bu durumda, makineler, hammaddeler vb, üretilen metaya sadece kendi değerlerini, eşdeğerlerini aktarırlar. Yaratılan metada içerilmiş bulunan değerin bir kısmı bunlara aittir. Ama bu kısım eşdeğeri ödenmiş olan kısımdır ve bu anlamıyla yeni değer yaratılmasında ve yaratılan yeni değerde payı yoktur. Bu nedenle biz bunlara değişmeyen sermaye demekteyiz.
Yaratılan yeni değer ise hem işgücünün ödenmiş kısmını hem de karşılığı ödenmemiş kısmını içerir.. Artıkdeğerin kaynağı bu nedenle işgücüdür ve biz işgücüne değişen sermaye demekteyiz. Çünkü ancak işgücü, üretim sürecinde, eşdeğerinin ötesinde bir değer yaratmaktadır.
[3] “Sermayenin ilk oluşumu sanıldığı gibi, sermayenin ihtiyaç maddelerini, iş araçlarını, hammaddeleri, kısacası emeğin topraktan bağımsızlaşmış ve zaten insan emeğiyle ruh kazanmış olan nesnel koşullarını üstüste koymasıyla olmaz. Sermaye emeğin nesnel koşullarını yaratmaz. Sermayenin ilk oluşumu, salt parasal servet biçiminde hazır bulunan değerin, eski üretim tarzının tarihsel çözülme süreci sayesinde, bir yandan emeğin nesnel koşullarını satın alabilme, bir yandan da özgürleşen işçilerden para karşılığı canlı emek mübadelesine girebilme imkanına kavuşmasından ibarettir.” (Marx, Grundrisse, s. 575)
KASIM 2002
5
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com