Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan ve Büyük Ortadoğu diye isimlendirilip üzerinde yoğunlaşılacağı açıklanan bölgenin, Türkiye, coğrafi, kültürel, siyasi, askeri, vb yönlerden tam merkezinde yer alıyor. Bu yüzden NATO zirvesinin İstanbul’da toplanması da tesadüf değil ve özel bir önem taşıyor.
Soğuk savaşın ardından tek kutuplu kalan dünyada başını ABD’nin çektiği emperyalist saldırganlık tırmanarak sürüyor. ABD, imparatorlukçu doğrultudaki emperyalist saldırıda kendisini güçlü hissettiği ölçüde müttefiklerini de kenara iterek, gerektiğinde karşısına alarak ilerliyor. Emperyalist saldırısında dirençle karşılaştığı, bu direnişin üstesinden gelecek gücü kendisinde bulamadığı ölçüde de bu defa ittifaklarını daraltmak yerine genişletmeye, hedefi doğrultusunda müttefikler kazanmaya, onların desteğini almaya çalışıyor.
Öncelikle ABD’nin imparatorlukçu doğrultuda dünyayı yeniden düzenleme hedefine yönelen emperyalist saldırı, doğrudan askeri müdahalelerden hükümet darbelerine, emperyalist işbirlikçisi akımlar yaratmaktan ekonomik ambargo ya da kredi musluğunu elinde tutma gibi parasal güç kullanmaya kadar çeşitli biçimler alıyor. Emperyalizme bağımlılığın daha doğrudan biçimler alması doğrultusundaki bir dizi saldırı, her birinde farklı ölçülerde başarılı ya da başarısız oluyor. Haiti Devlet Başkanı Aristide devrilip ABD askerleri tarafından ülkeden kaçırıldı. Venezüella’da ABD’nin bütün desteğine rağmen muhalefet, Devlet Başkanı Chavez’i devirmeyi başaramadı. Gürcistan’da, Şevardnadze’nin devrilmesini sağlayan, ABD ve Soros Vakfı destekli Ulusal Hareket Partisi lideri Saakaşvili, cumhurbaşkanlığını yüzde 95 oyla kazandıktan sonra, ABD, Gürcistan’daki 18 ay süreli “eğitim ve donatım programı” olarak adlandırılan askeri varlığını kalıcı hale getirdi. Buna karşılık Kıbrıs’ın birleşik olarak Ortadoğu’ya emperyalist saldırı üssü olması planı referandumdan döndü. İran’da seçimler sırasında Anayasayı Koruyucular Konseyi’nin milletvekili adaylarını veto etmesine karşı reformcuların mecliste başlattığı oturma eylemiyle tırmanan gerginlik, seçimlere katılımın yüzde 50’ye kadar düşmesine neden olsa da, ABD’nin istediği rejim değişikliğiyle sonuçlanmadı. Suriye’de Kürt isyanı da, yine emperyalist yeniden düzenleme hedefine yönelik olarak teşvik edildiği ileri sürülmekle birlikte, Irak’taki gibi bir sonuç yaratmadı.
Bütün bunların içerisinde, şu an ABD’nin emperyalist saldırısının odağını Irak’taki işgal oluşturuyor. Askeri müdahaleyle Irak ordusunun yenilmesi ve Irak’ın işgal edilmesi, ABD ve müttefikleri tarafından nispeten kısa sürede ve kendileri az kayıp vererek gerçekleştirilmişti. Buna karşılık aradan geçen sürede direniş bastırılıp güçlü bir işbirlikçi yönetim yerleştirilemediği gibi, işgal güçlerinin kayıpları da her geçen gün tırmanıyor. Çatışmanın keskinleşmesi, kayıpların artması, İspanya gibi koalisyon ortaklarının Irak’taki askeri varlıklarını gözden geçirmelerine, geri çekilmelerine neden oluyor.
Hedeflerine ulaşmada dirençle karşılaşması, hegemonyası altındaki koalisyonun zayıflaması, çatlaması, ABD’yi, politikalarını, stratejilerini gözden geçirmenin, yeni müttefikleri kendi tarafına çekme çabalarının yanısıra daha da saldırgan politikalar izlemeye itiyor. Bunun yine Ortadoğu’da bir göstergesi, Filistin sorununda ABD politikalarının giderek Şaron’un açık saldırgan, imhacı politikalarıyla çakışmasıdır. Buna bağlı olarak, Şaron’un İsrail’in Gazze’den çekilip Batı Şeria’nın bir bölümünü ilhak etmesine ve aynı zamanda da Filistinli mültecilerin vatanlarına dönmesine izin verilmemesine dayanan planını Bush ve Blair’in desteklemesinin hemen ardından İsrail, Şeyh Yasin’den sonra yeni Hamas lideri Rantissi’yi de füze saldırısıyla öldürmüş, ‘barış için yol haritası’ kenara atılarak uygulanan Filistin’e karşı uzlaşmazlık ve yok etme politikasına ABD desteği resmileşmiştir.
Irak’ta ise, emperyalist saldırı ve işgale karşı direniş, işgalcilerin bütün çabalarına, azgın saldırılarına, vahşetine rağmen bastırılamıyor, aksine giderek güçleniyor, yaygınlaşıyor. Felluce’de bütün katliamlara, hava bombardımanlarına rağmen süren direniş, işbirlikçi Irak askerlerinin savaşmayı reddetmeleri nedeniyle ABD askerleri tarafından tutuklanmalarına yol açtığı gibi, ABD ordusunun şehirden geri çekilmek zorunda kalmasını da sağladı. Diğer yandan Şii lider Sadr yandaşı direnişçiler de Necef ve Kut’un denetimini ele geçirdiler. İşgale karşı direnişin boyutları ABD’nin ‘şer ekseni’ içinde tarif ettiği İran’ın arabuluculuğunu istemesine bile yol açtı. İşgalcilerin işkencelerinin, vahşetinin belgeleriyle gözler önüne çıkmasının, yansımasının da direnişi daha fazla geliştirmesi, güçlendirmesi beklenen bir gelişme olur.
Direnişin sürmesi, artması, işgalcilerin işbirlikçilerinin konumlarını da zorlaştırıyor, yalpalamalara itiyor, çelişkilerini keskinleştiriyor. Bu koşullarda, ABD işgal yönetimi tarafından oluşturulmuş olan Geçici Hükümet Konseyi, sık sık bir yandan işgalcilerle, bir yandan kendi içinde çelişkilere düşüyor. Bu çelişkiler ve gerginlikler içerisinde, işgalci koalisyona, Irak Kürdistan’ı özerk bölgesi yönetiminin sağladığı nispeten en az sallantılı, dolayısıyla en sağlam destek de giderek işlevsizleşiyor. Irak’ın gelecekteki biçimlenmesine ilişkin ABD planları tehlikeye düşerken, hatta bir ölçüde belirsizleşirken Irak’ta oluşturulmak istenen yapıyı tanımlayan yasal düzenleme ancak güçlükle kabul edilebildi. Geçici anayasa özelliğindeki yasanın tartışılması ve sonunda kabul edilmesi süreci, Irak’taki çeşitli kesimleri, Kürtleri, Şiileri, Türkmenleri, Sünnileri karşı karşıya getirdi, çatışmalara yol açtı. Bu sırada, İran ve Suriye’nin desteğini alarak Türkiye, ‘Irak’ın parçalanmasına karşı çıkıp toprak bütünlüğünü savunmak’ diye ifade edilen politika çerçevesinde Kürtlerin özerkliklerini artırmalarının, bağımsızlaşmalarının engellenmesi doğrultusunda, müdahaleyle bile tehdit ederek, çaba gösterdi. Bütün bu çelişkiler, müdahaleler, Geçici İdari Yasa’nın, ancak çatışmalar, pazarlıklar ve mücadeleler sonucunda zar zor kabul edilmesine yol açtı. GHK tarafından benimsenen bu temel yasa, yönetim sistemini federal cumhuriyet olarak tanımlıyor, hiç bir yasanın İslam’a aykırı olamayacağını belirtiyor, Arapça ve Kürtçe’yi resmi dil olarak kabul ediyor. Bu düzenlemeler de, Irak’taki birbirleriyle mücadele içinde olan, çıkarları çelişen farklı kesimlerin, Kürtlerin, Şiilerin, islamcıların bu süreçte taleplerini ileri sürmelerini, ağırlıklarını yansıtıyor.
Ancak anayasal yapının düzenlenmesi, çatışma ve mücadeleleri sona erdirmedi. ‘Sünni Üçgeni’nin yanısıra, özellikle Şiilerin işgalcilerin düzenlemelerine, uygulamalarına karşı muhalefeti, direnişi yükseldi. Irak’ta direnişi bastırmayı başaramayan ABD, işgali sürdürmek için daha fazla askeri güce ihtiyaç duyuyor. Bir yandan kendi askerlerini azaltmaktan, geri çekmekten vazgeçiyor, Irak’ta kalma sürelerini uzatıyor. Öte yandan da işgal koalisyonuna katılmak üzere müttefiklerinden asker istiyor. Bu çerçevede Türk askerinin Irak’a gönderilmesi talepleri bir kere daha gündeme geliyor.
Türkiye, emperyalist saldırının yönelimleri ve yarattığı saflaşmalar ve çatışmalar açısından çok özgün bir konumda bulunuyor. ABD’nin dünya ölçeğinde imparatorlukçu emperyalist saldırısının en öncelikli hedefi olarak öne çıkan, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan ve Büyük Ortadoğu diye isimlendirilip üzerinde yoğunlaşılacağı açıklanan bölgenin, Türkiye, coğrafi, kültürel, siyasi, askeri, vb yönlerden tam merkezinde yer alıyor. Bu yüzden NATO zirvesinin İstanbul’da toplanması da tesadüf değil ve özel bir önem taşıyor.
Soğuk savaşın en önde gelen oyuncularından NATO, iki blok arasındaki ölümüne mücadelenin aldığı biçim olan soğuk savaşın cephesinin Avrupa olmasına dayanan strateji temelinde kurulmuştu. Soğuk savaş sona erdi, emperyalizm kazandı, stratejik düşmanı Varşova Paktı ortadan kalktı. Ama buna rağmen NATO varlığını korudu; eski Varşova Paktı üyeleri Doğu Avrupa ülkelerini kendisine kattı, Rusya ve bir dizi ülkeyle BİO (Barış İçin Ortaklık) gerçekleştirdi. Ortadan kalkmayıp tersine büyüdü; Yugoslavya’nın dağılmasında, Kosova’da olduğu gibi doğrudan askeri müdahalelere girişti. Afganistan’a olduğu gibi Avrupa dışına da askeri güç göndererek hedeflerini genişletti.
Emperyalizmin askeri saldırı örgütü olan NATO, soğuk savaş döneminde sosyalist bloğa karşı konumlandırılmıştı. Soğuk savaş bitip emperyalist saldırının yönü değişince, NATO da buna uygun bir yeniden şekillenme içine girdi. Ağırlıklı olarak, terör adı altında, düzenli olmayan savaş, iç isyanlar gibi hedefleri düşman tanımlarına ekleyerek stratejisinde değişikliklere gitti. Başta Ortadoğu olmak üzere halkların bağımlılaştırılması, mücadelelerinin bastırılması işlevlerine yönelik olarak yapılandırılması gündeme geldi. Bu çerçevede, bütün bir soğuk savaş döneminde yarım milyonu aşan ordusuyla NATO içinde yer alan ve aynı zamanda da emperyalist saldırının yeni hedefi Ortadoğu’da son derece merkezi bir konuma sahip olan Türkiye’ye de önde gelen bir rol düşmektedir.
Emperyalist saldırı yalnızca askeri olmadığı gibi, Türkiye’ye biçilen rol de yalnızca askeri boyuttan oluşmamaktadır. Büyük Ortadoğu Projesiyle bölgenin ‘demokratikleştirilmesi’, iki boyutlu olarak ileri sürülmektedir. Bunlardan biri, Irak’ta olduğu gibi, askeri müdahale ağırlıklıyken, diğeri, Gürcistan’da olduğu gibi, arkasında örneğin Soros’un yüklü para desteğinin olduğu işbirlikçi hareketlerin desteklenerek iktidara getirilmesi çabalarını öne çıkartmaktadır. Hedef alınan bölgede islami akımların gücü ve toplumsal muhalefet içerisinde etkinliği, emperyalizme karşı direncin aşılabilmesi amacıyla işbirlikçi bir hareket yaratılabilmesi için ‘ılımlı islam’ taktiğini gündeme getirmektedir. Türkiye ise, hem NATO üyesi ve AB adayı olarak Batılı konumlanışıyla hem de ezici çoğunluğu Müslüman nüfusuyla, bu açıdan da büyük bir önem kazanmaktadır. Dolayısıyla İslam Ülkeleri Demokrasi Kongresi’nin İstanbul’da toplanması ve düzenleyicileri arasında ABD eski dışişleri bakanı Madeleine Albright başkanlığındaki NDI’nin bulunması da, NATO zirvesinin İstanbul’da toplanması gibi, tesadüf değildir. Aynı biçimde, ABD Dışişleri Bakanı Powell’ın Türkiye için kullandığı “islam cumhuriyeti” nitelemesi kaza olmadığı gibi, Fethullah Gülen’in mesaj gönderdiği ve AKP’li bakanlar Aydın ve Babacan ile CHP’li Derviş’in katıldığı Abant Platformu toplantısının bu yıl Washington’da toplanması da şaşırtıcı değildir.
Çok çeşitli yönlerden Batı ile Doğu arasında köprü niteliği vurgulanan Türkiye, emperyalist saldırının Ortadoğu’ya odaklandığı yeni dönemde öngörülen saflaşma ve çatışmanın da cephesi ve karargah merkezi olma konumundadır. Özellikle coğrafi olarak da Avrupa ile Asya arasında köprü konumunda olan İstanbul’da, bir taraftan El Kaide, bir taraftan NATO, askeri planlarını, zirve toplantılarını yaparken bu şehir aynı zamanda bölgede ‘ılımlı islam’ biçiminde emperyalizmin işbirlikçisi bir zemin yaratmak amacıyla düzenlenen girişimlere de ev sahibi olmaktadır. Ortadoğu’da ‘ılımlı islam’ projesiyle yaratılmak istenen Batı yanlısı, emperyalizmin işbirlikçisi akımlar için gösterilen model ise AKP’dir. Bu anlamda da, yani emperyalizmin bölgedeki hakimiyetini güçlendirmek, bağımlılık ilişkilerine daha doğrudan biçimler kazandırmak üzere dayattığı demokrasi modeli olarak da, Türkiye özel bir işlev yüklenmektedir.
İslamcı taban üzerinde yükselen hareketin emperyalist politikalar doğrultusunda yönlendirilmesinin güçlü bir örneği olarak AKP, bütün bölge için model niteliği taşıyor. Temelde bağdaşmaz çıkarların görünüşte uzlaştırılması anlamında AKP’nin ömrünün çok uzun olmayacağı, eninde sonunda uzlaşmaz karşıtlardan hangisine hizmet ettiğinin kitlesel düzeyde açığa çıkacağı ve bu çelişkilerle çatlayacağı öngörülebilir. Ancak son yerel seçim sonuçlarına bakarak genel seçimlerden bu yana geçen süre içinde henüz bunun gerçekleşmediği, AKP’nin, islam temelinde kitlelerden sağladığı desteği emperyalist politikalara taşıma işlevini başarıyla sürdürdüğü söylenebilir. AKP, bu rolünü yerine getirdiği sürece de, başta ABD, emperyalistlerin desteğini almakta, yine başta Büyük Ortadoğu Projesi olmak üzere, emperyalistlerin bölgeye yönelik politikalarında önde gelen bir rol oynamaya talip olmaktadır.
Bütün bu gelişmeler çerçevesinde Türkiye’nin politikaları Kıbrıs’tan AB’ye bir dizi alanda emperyalistlerin istekleriyle uyumlulaşmakta ve aynı zamanda destek bulmaktadır. Bu yönde adımlar attığı ölçüde, karşılık olarak, teşvik amacıyla, Türkiye’ye küçük hediyeler verilmektedir. Türkiye’nin Annan Planının yolunu açıcı adımları, ileri gelen Avrupa ülkelerinde Türkiye ile eş zamanlı olarak DHKP-C’ye operasyon yapılması ve AB’nin PKK ve DHKP-C’yi terör örgütleri listesine almasıyla ödüllendirildi. Türkiye’nin AB’ye katılması açısından da, maddi koşullar uygun olmamasına karşın, siyasi nedenlerle, Türkiye’nin Ortadoğu’da Batının bir parçası ve uzantısı rolünü oynayabilmesi için, süreç ilerletilmeye ve özellikle ABD’nin de baskısıyla –eğer üye olarak alınamayacaksa hiç olmazsa imtiyazlı ortaklıkla– Türkiye, AB safında tutulmaya çalışılmaktadır.
Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar, hem tarihsel hem de siyasal açıdan özellikler arz ediyor. Emperyalist rekabet ve çatışmaların yoğunlaştığı Ortadoğu coğrafyası, klasik sömürgeciliğin yeniden gündeme geldiği bir bölge olarak öne çıkabiliyor. Emperyalist rekabet ve çatışmanın şimdilik ihtilaflı ortakları olarak gözüken AB ve ABD, enerji ve hammadde kaynaklarının denetimini ele geçirmek için yarışı hızlandırıyorlar. Bu açıdan ABD’nin erken manevralarına yanıt vermeye çalışan AB, geriden gelmenin sancılarını yaşayacak. Ama her şeye rağmen ekonomik olarak ABD kadar sıkışmış olmaması, ileride ABD’nin siyasi ve askeri üstünlüğünü dengelemesini sağlayabilir.
ABD’nin, Büyük Ortadoğu tanımını yaptığı ve bu tanımın içine, Türkiye’den Ortadoğu ve Kafkaslar’a, hatta kuzeybatı Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyayı soktuğunu biliyoruz. Üstelik bu coğrafya içinde Türkiye’yi bir ‘cephe ülkesi’ olarak tanımladığını da... Bunun ne anlama geldiğini deşifre etmek önem kazanıyor.
AKP hükümetinin, başlangıçtaki rahatsızlıklara karşın, özellikle işçi sınıfının ve emekçi halkların karşısında saldırgan politikalar uygulaması sonucunda oligarşi tarafından kabul gördüğü ortaya çıkmıştır. İş Yasası, grev ertelemeleri, öğrencilere meydan savaşı açmak, vb konularda AKP hükümeti, kendisinden önce gelenleri aratmamaktadır. Buna karşılık Başbakan Erdoğan, emperyalizmle bağları sıkılaştırmak için gittiği ABD’de, Türkiye’ye yatırım yapan emperyalist tekellerden Cargill ve Motorola şirketlerinin temsilcileriyle özel olarak görüşüp sorunlarını çözme güvencesi vermişti. Yine AKP hükümetinin temsil ettiği çıkarların, organik ilişkilerinin diğer bir göstergesi de seçim döneminde aldıkları destektir. Erdoğan’ın danışmanı Zapsu’nun AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Topbaş’ı destek yemeğine, Sabancı, Eczacıbaşı, Özince, Şahenk, Narin, Alaton, Yalçındağ, Karamehmet, Zorlu, Satıcı, Polat, Özilhan gibi, büyük ölçüde oligarşinin önde gelen mensuplarını oluşturan işadamları katılmışlardı.
Ama, bu noktada oligarşi ile AKP arasında buzların erimesi, başka alanlarda özellikle de resmi politikaların takipçisi olmaya çalışan çevrelerde gerginlikleri artırmaktadır. AKP’nin YÖK Yasası, İmam Hatip Liseleri gibi konuları gündeme getirerek dayandığı kitle tabanını ne kadar memnun ettiği tartışmalı olsa da, kendisini iktidara taşıyan sermaye gruplarını memnun etmek açısından sarf ettiği çabalar, oligarşi nezdinde kabul görmek için harcadığı enerji ile paralel gitmekte, biri diğerinden aşağı kalmamaktadır. AKP’nin sınıfsal karşılığı ve temsil ilişkisinde kimleri ifade ettiğine yönelik tartışmaların, karşılığını oligarşi kavramında bulması, oligarşinin iç çelişkilerini gözlemlemememizi ve oligarşinin kapitalist (tekelci) rekabetten azade, güllük gülistanlık geçinip gittiğini düşündürttüğü ölçüde yanlış bir sonuç olacaktır. Oligarşinin bileşimi ve tekelci sermaye oluşumlarının görece güç ve pazar payları mutlak değildir, uluslararası sermaye ile girilen ilişkiler çerçevesinde değişebilir. Bu çerçeve, AKP’nin uluslararası sermaye ve emperyalistlerle ilişkiler alanından aldığı siyasi kredinin oligarşi ile ilişkilerinde elini güçlendirmesi faktörüyle tamamlanmalı, bu faktör, AKP’nin oligarşinin, en azından kısa vade açısından basit bir hizmetçisi olarak algılanmasını engellemelidir.
Bunun karşılığında, özellikle ordu içinde temsilini bulan millici söylemlerin, şu ana kadar yürürlükte olan resmi ideolojinin ve bunun belirlediği devlet politikalarının takipçisi olmaya çalıştığı görülmektedir. Bunu ne kadar başardıkları ise, Güney Kürdistan için geçerli olduğu söylenen ‘Kırmızı Çizgilerin’ çoktan tarihe karışmasında olduğu gibi, Kıbrıs sorunu açısından da belirsizleşmiştir. İşgali ilhaka çevirmeyi savunmak, bu savunuyu ise “Türkiye’nin güvenliği” ve “Anadolu’ya sıkışmamak” gibi sömürgeci bir retoriğe oturtmak, 1974 müdahalesinde bile başvurulmamış bir tercihti. Gizli devlet arşivlerinin telaffuz edilmekten çok saklanması uygun düşen diline ait bir söylem olması gerekirken, bu itiraflar açıktan telaffuz edilir olabilmiştir! Kuşkusuz, ABD’nin bölgede yaptıklarının demokrasi açısından savunulabilmesi, güçlünün her yere bir şekilde girip huzur ve güveni sağlaması iddiası ekseninde şekillenebilen bu türden açık sömürgeci girişimler, Türk sömürgeciliğinin dilini çözmüş olabilir!
Bu noktada şovenizmi tırmandıran millicilere göre yerel yönetim yasa tasarısı üzerinden ve kamu yönetimi reform projesi çerçevesinde “üniter devlet yapısından vazgeçilmekte”, “Güneydoğu’da bir çeşit federasyonun yolu açılmakta”, “milli birlik ve beraberlik bir daha geri gelmemek üzere dinamitlenmektedir”. Yapılması gereken de, “sağcısı ve solcusu ile vatanını seven her Türk evladının millici güçler olarak birleşmesi, laikliği ve laik TC’ni savunmasıdır”. Burjuvazinin kendi içindeki gerilimlerde, işçi sınıfı ve emekçi halkların bilincini bulandırarak burjuva kamplaşmada taraf olmalarının istendiği bu tablo, işçi sınıfının bağımsız ideolojik çizgisi ekseninde teşhir edilmelidir. Ama bir tanım yapmamız gerekirse, bu kampın nesnel zeminini, farklı sınıflardan devşirilip totaliter bir modernizm söyleminin çimentosu ile bir araya getirilen kitleler oluşturmaktadır.
Ancak, nesnel gelişmeler karşısında bu çimentonun ne kadar daha iş göreceği tartışmalıdır. Oligarşinin işbirlikçi karakteri, burjuvazinin bir kısmını, ulusal pazarını kıskançlıkla sahiplenmeye götüren bir yıkıma sürüklemiştir ve zaten bu, eşyanın tabiatı gereğidir. Oligarşi nezdinde kabul gören AKP, emperyalist merkezlerin politikaları üzerinden yürüyerek, resmi ideolojiyi silikleştiren dönemi büyük ölçüde geride bırakmıştır. Kendi meşruiyetini emperyalist merkezlerden aldığı onay ve icazete dayandırmış, bu sayede yerleştiği siyasi iktidarı, oligarşinin yeni açılımlara yönelebilmesi için siyasi itki haline getirmiştir. Bu durumda resmi ideolojinin yeniden yapılandırılması önemli bir görev olarak burjuvazinin karşısında dikilmektedir. AKP hükümeti ideolojik açıdan esas işini yapmış olmanın ve siyasal islamcı tabana hesap vermenin planlarını tam da bu noktada yapmaktadır. Merkezi ve yerel yönetimlerin yeniden düzenlenmesi gündeme geldiğinden resmi ideolojinin de yeniden düzenlenmesi gündeme gelmiş demektir. Bu açıdan şimdilik ılımlı islami söylemin resmi ideolojinin içine yedirilmeye çalışıldığı görülmektedir!
Türkiye burjuvazisi, tam bir teslimiyeti ve emperyalizmin bölgesel düzenlemelerinin karşısında, her türden burjuva politikası açısından çaresizliği yaşamaktadır. Ekonomik dengelerin siyasi manipülasyonlara ve uluslararası finans kuruluşlarının hassasiyetlerine giderek daha büyük ölçüde bağımlı olması da, bölgesel olarak askeri operasyonlara açık bir ülke olmanın kaçınılmazlığını ifade etmektedir. İşte bu koşullarda Türkiye, ABD tarafından rahatlıkla, cephe ülkesi olarak tanımlanabilmektedir.
AKP hükümeti, 2001 krizi sonrasında dibe vuran ekonomik göstergelerin nispeten toparlanmasından ve uluslararası merkezlerin bu hükümete olan gereksiniminden, özellikle hükümet olduktan sonraki bir yıl için yararlanmayı bilmiştir. Ama hem uluslararası boyutta, gelişmiş kapitalist ülkelerin yaşadıkları darboğazlar, hem de ülkede, son iki yıl içinde, borçlanma ve kaynağı belli olmayan sıcak para girişleri sonucunda artık sürdürülemez hale gelen cari açıklar karşısında, daha ne kadar durumu idare edebileceği kuşkuludur.
AKP hükümeti, Türkiye’nin klasikleşmiş uluslararası sorunlarında da en ufak bir ayak diremeyi bile gerçekleştirmemiştir. Buna niyeti olup olmamasından, işbirlikçiliğinden öteye, ekonomik göstergelerin olumsuzluğu, kriz bölgesinde olunması nedeniyle, siyasi manevra alanının sürekli daralması gerçekliği, teslimiyetçi politikaların temelini oluşturmaktadır.
Yerel seçimler, zamanlama olarak, resmi ideolojinin kurumları ile yaşanan ve sürekli tırmandırılan, tırmandırılacak olan sorunlar çerçevesinde, AKP’nin elini güçlendirmiştir. Bu sayede, hükümet, kendisini destekleyen ve oy veren kitlenin mutlak istemleri olarak programının taleplerini resmi çevrelere dayatmakta bir sakınca görmemektedir. Tayyip Erdoğan, Başbakan olmadan önce, TSK ile arasında arabuluculuk yapmak için ABD’den talepte bulunurken, bugün, ordunun karşısında daha bir cesaretlenmiş olarak durabilmektedir, AKP hükümeti.
Geçerken belirtilmesi gereken bir başka nokta ise, özellikle resmi ideolojinin kurumları ile girilen polemiklerin, yaşanan gerginliklerin zamanlaması ile ilgilidir. Küçük dalgalanmalarla kur ayarlamaları yapılmakta ve zorunlu olarak merkez bankası piyasaya müdahalelerde bulunmaktadır. Cari açığa bağlı olarak dövizin üzerindeki basınç artmıştır. Durumun böyle sürdürülemezliğinin gözüktüğü, krizin ne zaman ve ne şekilde patlayacağının tahminlerinin yapıldığı bu ortamda, İmam Hatip Liseleri tartışması ya da başka bir siyasi polemik, 2001 krizinde Anayasa kitabının oynadığı role adaydır.
AKP’nin şahsında farklı düzeylere ait burjuva fraksiyonların çıkarları kesişmektedir. Bunlardan birincisi, resmi ideolojiyi, emperyalistlerin bölge politikalarıyla ilişkili olarak yeniden düzenlemek yönünde eğilimi gittikçe ağır basan oligarşinin çıkarlarıdır. İkinci kesim, ‘derin devlet’ ve geleneksel devlet politikaları ile problemli bir duruşu ifade eden siyasal islamın partisinin çok uluslu firmaların taşeronluğuna soyunması ölçüsünde gelişmektedir. Orta burjuva sınıfsal tabandan kalkarak kitleselleşen ve son olarak AKP şahsında parti temsiline kavuşan bu hareket, talepleri karşılanmadığı ölçüde, daha bir çok partiye kaynaklık edecek kadar kitleselleşmiştir. AKP’nin, ordu merkezli resmi ideolojinin kurumlarını atlayabilmek için, uluslararası sermaye ile tam bir işbirliği içine girmesi, oligarşinin taleplerine de karşılık gelmiştir. Bu nedenle, AKP, kendi toplumsal tabanına yanıt üretemese de, bu hareket içinde yer alan iktidar dışı büyük burjuva unsurların birçoğunu nemalandırmak, (hatta oligarşinin iç gerilimlerini artıracak kadar) bu burjuva kesimleri kayırmak yolunu seçmektedir.
Millici kampta ise başta MHP olmak üzere CHP, DYP, TSK’nın süreçten rahatsız olan unsurları ve bilcümle Atatürkçü ve Kuvvacı dernek ve oluşumlar bulunmaktadır. Tabii bu arada, İşçi Partisi’nin ve Doğu Perinçek’in özgün katkıları faşist Türkeş’i aratmayacak ölçülere varabilmektedir. Bu cephe içinde muhalefette olmaktan öte –ki muhalefet yaptıkları tartışmalıdır– iktidar olmadıkları için muhalif gözüken bir çok parti vardır ve DYP bunlara örnek gösterilebilir.
Bölgede yolları kesişen güçlerden birini de Kürt siyasal hareketi oluşturmaktadır. Ulusal sorunun çözümünü, büyük ölçüde ABD emperyalizminin bölgeye müdahalesinin yarattığı imkanlara dayanarak gerçekleştirme tercihine girmiş Kürt Ulusal Hareketi, demokrasi açısından bir kayıptır ve bu yönelimi eğer değiştirilmezse, demokrasi karşıtı konumlanışıyla tehlikeli gelişmelere yol açacaktır. Kürt emekçi sınıflarının ulusal kazanımları, sadece sınıflı ve sömürücü yeni bir devlet yaratmış olmak için kullanılacak, bu devlet de doğrudan emperyalistlerin etkinliği ve bağımlılık ilişkileri çerçevesinde şekillenecek demektir.
Güneydeki gelişmeler, bütün Kürdistan parçaları açısından tarihsel ve siyasal bir kazanım olarak selamlanmaktadır! Bunun, uzun vadede birleşik Kürdistan’ın zeminini oluşturacağı düşünülmekte ve bu doğrultuda bir ortak heyecan duyulmaktadır. Oysa ki, bölgede emperyalizm ve işbirlikçi iktidarları karşısına almayan her türden oluşum ve bu yönde örülmesi gereken birleşik mücadeleler dışında kalan anlayışlar, hangi ulustan olursa olsun bütün emekçi halklar için, yeni bağımlılık ilişkileri ve emperyalizmin ulusal sorunu tekrar ve tekrar üretmesi dışında bir sonuç vermeyecektir. KYB lideri Talabani, ABD’nin Irak’taki katliamlarının, cezaevinde tutsaklara uyguladığı işkencelerinin abartılmamasını isterken, Güney Kürdistan’da ulusal sorunun çözümünün, ABD’nin askeri müdahalesiyle nereye yöneldiğine de işaret etmiş olmaktadır.
28 Mart yerel seçimlerinde ise, Kürt Ulusal Hareketi’nin Türk sömürgeciliğine ve kirli savaşın temsilcilerinden birinin şahsında sisteme, açık mesajları oldu. Bu esas olarak, Kürt burjuvazisinin sınıfsal işbirliği ve tanınma talebidir. Derin devlet reflekslerinin törpülendiği ve oligarşinin uluslararası sermaye ile ilişkilerinin belirlediği çerçevede karşılık bulan bu mesaj, şimdiden bir çok siyasi gelişmeye zemin oluşturmaktadır. Bu durumda sistem içi gerilimlere ve bu gerilimlere bakarak, sömürgeci ile işbirlikçinin uzlaşmaz çelişkileri bulunduğuna dayanan her türlü siyasal tahlilin geçerliliği tartışılır. Resmi ideolojinin silikleşen çizgilerinin yeniden oluşturulması sürecinde bu mesajın içerilmeye çalışılacağı gözden kaçırılmamalıdır. Türk oligarşisi, Kürt burjuvazisi ile bölgedeki çıkarları ve emperyalist merkezlerin çizeceği bir icazet sınırında uzlaşmaya varmayı siyasi planlarına dahil etmiştir. DEHAP’ın, seçimlere SHP çatısı altında girmesi, dümen suyunda ise sol reformist küçük-burjuva unsurları sürüklemesi, emperyalist açılımlar ve sömürü politikaları açısından, her türden burjuva politikanın ipliğinin teker teker pazara çıktığı koşullarda devreye sokulabilecek ‘sol politika’ olmuştur. Bu açıdan geçmişleri ve amaçları ne olursa olsun sosyalizm adına konuşabilen partilerin, giderek burjuvazinin yedek lastiği ve emperyalist politikaların nesnel olarak propagandistleri oldukları tartışılmaz bir gerçektir.
Demokratik Güç Birliği adı altında seçimlere giren koalisyon, burjuvazinin, emekçi sınıfları aldatmaya yönelik yeni açılımlarına eklemlenmeye mahkum olduğu gibi, bileşenlerinin şu ya da bu ölçüde komünizmle var olmuş tarihsel akrabalıklarına karşın, artık sosyalizm adına savunulamayacak bir konuma da karşılık gelmiştir. DEHAP’ın, bulunduğu sınıf platformları ve sendikal zeminlerde, hiç bir şekilde Kamu Yönetimi Reform Paketlerine karşı çıkmaması, üstelik pragmatist bir şekilde savunması, ulusal burjuva karakteri nedeniyle anlaşılabilir bir durumdur. SHP çatısı altında seçime girmesi de anlaşılır ve sınıfsal zeminde tanımlanabilir bir olgudur. Bu açıdan DEHAP’ın durumu anlaşılır bir uzlaşma zemini oluşturmakla birlikte, bu partinin etkisi altında politika yürütenler için, meşhur çatı partisinin ne menem bir şey olduğunu hep beraber görmüş olduk! Dümen suyundaki diğer partilerin birbirleri ile aralarında görece farklılıklar ne olursa olsun, işçi sınıfının partisinin hegemonya eksikliğinin belirleyici olduğu koşullarda, küçük-burjuvazinin her türden siyasi oluşumlarının, nesnel olarak, burjuvazinin ve emperyalizmin değirmenine su taşımalarını belirleyen ortak özür noktaları, işçi sınıfı merkezli demokrasi mücadelesi ve sınıf iktidarı tanımına sahip olmayan ideolojik duruşlarından kaynaklanmaktadır.
Kürt Ulusal Hareketinin her türden kazanımları karşısında komünistler, feverana kapılan devlet ve sömürgeci burjuvazinin kitleleri yönlendirmeye yönelik savlarını deşifre etmek, bu yöndeki ajitasyon ve propagandayı boşa çıkarmakla yükümlüdürler. Birlik ve beraberlik teranelerine, kemalizmin sol sosunu dökerek gerçekleştirilen ‘parçalanma edebiyatı’, işçi sınıfı ve komünizm adına yenilir türden bir çeşni değildir. İşçi sınıfının ve komünizmin çıkarı, her tür ulusal önyargı karşısında, ezilen ulusun demokratik taleplerini savunmaktan geçer. Eğer, Kürt ulusal hareketi, kaderini ayrılıktan yana belirleyecek, siyasi iradesini bu yönde gerçekleştirecekse, en azından bu durum, sömürgeci ideolojiye ve şovenizme indirilmiş esaslı bir darbe olarak karşılanmalıdır. Türk komünistlerinin mücadelesi açısından bu durumun yaratacağı olumluluklar görmezden gelinemez. Bu olumluluğu da ancak komünistler görebilir! Ama bu demokratik talebin hangi konjonktürde, hangi tarihsel siyasal koşullarda gerçekleştiği, oluşacak Kürt devletinin sınıf muhtevası ve Kürt emekçi sınıfları için ne ifade ettiği doğru teşhis edilmelidir.
Bütün bunların ötesinde, genel olarak demokrasi ve sosyalizm mücadelesine ne tür bir etkide bulunduğuna bakarak, Kürt komünistlerine seslenmek gerekir. Komünizm mücadelesini birlikte yükseltmek açısından oluşacak bir Kürt devletinin getirecekleri ve götürecekleri doğru hesaplanmalıdır. Bu demokratik talebin nasıl şekilleneceği, sosyalist mücadelenin örülmesi ve yükseltilmesi için ne tür koşullar gerektiği açısından da düşünülmeli, bu açıdan belirlenmelidir.
Bugünkü koşullarda, en azından dört parçadan birinde, doğrudan emperyalizmin belirleyiciliğinde bir projenin nesnesi olarak beliren Irak Kürdistan’ı, gerçeklik olarak kendini somutlamaktadır. Kürt işçi sınıfının ve emekçilerinin konumu açısından ise, Kürt Ulusal Hareketi, ancak belirli koşullar altında desteklenmeyi hak eder:
“Emperyalizme karşı mücadele boyutunun demokrasi mücadelesi bütünlüğü içerisinde önde gelen bir yer tutması, tek tek demokratik taleplerin ve bunlar arasında ulusal sorunun bir bütün olarak demokrasi mücadelesine tabi kılınmaları açısından, belirli bir ulusal mücadelenin değerlendirilmesinde onun emperyalizme karşı tutumuna özel bir önem kazandırır. Ulusal hareket, kendi ulusal taleplerini, kaderini tayin hakkını ileri sürmesi bakımından ne kadar demokratik nitelik taşırsa taşısın, genel olarak emperyalizme karşı mücadeleyi güçlendirip güçlendirmediği daha fazla öne çıkar ve demokratik karakteri, belirleyici olarak emperyalizmin konumunu zayıflatması ölçüsünde ağır basıp desteklenmeyi hak eder.” (Kurtuluş Sosyalist Dergi 8, Aralık 2003, s. 98 )
Tıpkı Türk oligarşisi gibi, ABD emperyalizmi ile stratejik işbirliği arayışlarına yönelen Ulusal Hareketin, genel olarak demokrasi mücadelesi açısından ne ifade ettiği, kendi içinde ne kadar demokratik olduğu, birkaç açıdan hayati önem kazanmıştır. Bu hareketin demokratik olup olmaması, somut olarak ve doğrudan, Kürt Komünistlerine karşı tutumu, Kürt komünistlerinin ayrı ve bağımsız örgütlenmeleri ile, hareketin gittikçe birbirinden ayrılan işçi ve köylü kanadının kendi sınıf çıkarlarını somutlayıp somutlamadıkları ekseninde ele alınır. Ulusal hareketin desteklenmesi için ulusal niteliği yeterli ölçüt değildir. Sırf ulusal bir hareket olduğu için desteklenmesi gerekmez. Ulusal hareketin iç ilişkileri (ki somut olarak komünistler karşısındaki pratik tutumu belirleyicidir) ve diğer demokratik mücadelelerle ilişkileri, demokrasi mücadelesinin bütünü içinde tuttuğu yer önem kazanır:
“ulusal hareketin demokratik hareket çerçevesinde desteklenmesi, gündemdeki demokratik mücadeleleri geliştirmesine, güçlendirmesine sıkı sıkıya bağlıdır. Genel olarak demokratik mücadeleleri ve bunların başında anti-emperyalist mücadeleyi güçlendirmek yerine zayıflatan bir çizgide ilerleyen ulusal hareketler ise, demokrasi mücadelesinin bütünü içerisinde desteklenecek konumda olmaz.” (Kurtuluş Sosyalist Dergi 8, Aralık 2003, s. 104 )
Ulusal hareketin öncülüğünü burjuvazi aldığı ölçüde, ulusal hareketin iç işleyişi ve diğer uluslar karşısındaki tutumu antidemokratik gelişmelerin önünü açar. Bu durum, Kürt hareketinde olduğu gibi, ezilen ulus burjuvazisinin sınıf karakterinin (işbirliğine açık, –bağımsız sınıf mücadelesi geliştiği ölçüde öne çıkan– işbirlikçi karakterin) harekete yansımasının doğal sonuçlarındandır. Komünist partisinin, işçi sınıfının harekete ne kadar egemen olduğu, köylülüğe ne kadar önderlik edebildiği, hareketin düzeyini, yönünü belirleyecektir. Bu durumda, en genel çizgileriyle, işçi sınıfının, komünizmin özgürlüğü, bağımsızlığı, ulusal hareketin, işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi açısından desteklenmesinin önkoşuludur.
Kuzey Kürdistan’da ulusal kurtuluş hareketi her geçen gün antidemokratik (ki öncülüğü Kürt burjuvazisi ele geçirdiği ölçüde antidemokratik nitelik gelişmektedir) bir yönelime girmekte, somut olarak komünistlerin, olduğu kadarıyla burjuva önderlikten ayrı bir çizgi geliştirmek yerine, giderek bu önderlik altında belirsiz ve sınıf kimliğinden uzak konumlanışı tercih etmesi ölçüsünde, bu durum yerleşik bir karakter kazanmaktadır. Kürt Ulusal Hareketi içinde komünistlerin ayrı, bağımsız bir duruş ve örgütlülüklerinin olmadığı ve üstelik bunun bölücülük sayıldığı da bilinmektedir. Daha da ötesi, sosyalizm adına Kürt Ulusal Hareketi ile yakın duran siyasi çizgilerin, “komünistlerin ayrı örgütlenmelerinin yanlış olacağı, Kürt Ulusal Hareketini parçalamak anlamına geleceği”[*] yönünde incileri de ortadadır. Bu hareketin ABD ile içine girdiği stratejik işbirliğinin, geçici, konjonktürsel olduğu, bu anlamda ABD emperyalizminin yarattığı imkanlardan yararlanmanın tali, bölgedeki sömürgeci devlet yapılanmaları karşısında konumlanmanın esas olduğu ileri sürülebilir. Ama daha başta, komünizmle ulusal burjuva hareket, çizgileri, görevleri ve örgütlülükleri açısından net olarak ayrılmadığında, sonrasında böylesi geri ve uzlaşmacı, işbirlikçi bir çizgiye düşmenin kaçınılmazlığı ortadadır.
Mart 2004 yerel seçimlerine Demokratik Güç Birliği olarak giren ittifak, gün geçtikçe burjuvazinin önderliğine daha çok yerleştiği Ulusal Hareketin, Türk burjuvazisine önerdiği ilişkinin kurumlaşmış biçimi, formudur. Bu açıdan bir çok çelişki ve değişken dengeyi kendi içinde taşımaktadır. Bu ilişki içinde, işçi sınıfı ve Kürt yoksul köylülüğünün siyasi temsili söz konusu değildir. Bu tabanın desteğine mutlaka ihtiyaç duyan ulusal hareketin siyasi temsilini eline geçirmiş bulunan Kürt burjuvazisi, bu ölçüde sol ve sosyalizm söylemini, genel olarak demokrasi kavramına endeksleyerek kullanmakta, bütün kritik karar ve pratik tavırlar açısından, hem Türk burjuvazisinin hem de ABD’nin ve genel olarak emperyalizmin politikalarıyla paralel yönelimleri tercih etmektedir. Bu nedenle, ne ölçüde demokratik karakter taşırsa taşısın, ulusal hareketin, emperyalizmle ve Türk burjuvazisi ile ilişkileri ön plana çıkmakta, genel olarak sömürgeciliğe karşı mücadelesi işbirlikçiliğe yönelmiş bulunmaktadır. Bu ise burjuvazinin öncülüğünü yaptığı ulusal hareketin, çözüme kavuşmaktan çok işbirlikçi temelde kronik hale gelmesinin daha mümkün olmasından kaynaklanmaktadır. Kürt ulusal hareketinin gerçek anlamda çözümü, Kürt işçi sınıfının, burjuvaziden ayrı örgütlenmesini ve ulusal hareket içerisinde köylülüğü peşine kazanmasını gerektirir.
Kürt hareketinin işbirliği arayan yeni yönelimi, kendi tabanında da destek kaybına neden olmaktadır. Genel olarak özellikle Kürt illerinde son yerel seçimlerde Demokratik Güç Birliği’nin aldığı oylar, daha önce HADEP’in aldığı oylardan düşük olmuştur. Bunda, görevdeki belediye başkanlarının belirli nedenlerle yıpranmışlıkları ve buna bağlı olarak seçimlere girerken aday belirlenmesindeki sorunlar, ittifak listesinden aday olamayanların bir kısmının bağımsız adaylıklarını ilan etmesi de kuşkusuz rol oynamıştır. Ama izlenen politikadaki değişikliğin seçim sonuçları üzerindeki etkisi de gözardı edilemez ve aslında belirleyici görülmelidir.
Türkiye genelinde de, seçimlere SHP listelerinden katılan Demokratik Güç Birliği’nin performansı farklı olmamıştır. Zaten 28 Mart seçim sonuçları, genel olarak sol politik alternatifin, örgütlenmenin eksikliğinden, yokluğundan öteye, varolan bütün siyasi partilerin, örgütlenmelerin yüzeyselliklerini, toplumun bütününde politik örgütlenmenin kurumsallaşmamışlığını, yerleşiklik kazanmamışlığını bir kere daha göstermiş ve doğrulamıştır. Bu doğrultuda, partilerin aldıkları oy oranlarında ani değişimler, seçimlerde gözlenen en belirgin sonuçtur. Buna bir örnek olarak, genel seçimlerde aniden barajı zorlayacak oy oranlarına yükselmiş olan Genç Parti, bu seçimlerde çok büyük ölçüde oy kaybına uğramıştır. Öte yandan etkin bir muhalefetin, özellikle solun ve elbette hepsinden önemlisi işçi sınıfının komünist siyasi hareketinin yokluğunun sonucunda kitlelerin politik alternatifsizliğinin, yönelecek alternatif bulamamalarının göstergesi de, seçimlere katılımın düşmesi, yüzde 76 gibi bir orana inmesidir. Bu durumda da hala AKP en çok oy alan parti olmasına, 57 ilde belediye başkanlığı kazanmasına rağmen, aldığı oylar, seçimlere katılmayanlarla geçersiz oy kullananların sayısından düşük olmuştur.
İşçi sınıfının komünist partisinin olmadığı, bulunmadığı koşullarda, güncel plandaki gelişmelerin sınıfın çıkarları doğrultusunda yönlendirilmesi mümkün olmamaktadır. Bölgesel düzeyde gelişmelere ve Türkiye’ye biçilen rollere yönelik olarak bölgesel planda bir yanıt geliştirmek de, yine işçi sınıfının enternasyonalist bir örgütlenmesinin bulunmaması nedeniyle mümkün olmamaktadır. En başta da, işçi sınıfı hareketinin geri çekildiği, yenildiği koşullarda, demokrasinin geliştirilmesi bir yana, demokratik hak ve özgürlüklerin güvencesi de bulunmamaktadır. Sınıf hareketinin düzeyinin, taleplerinin yükseltilmesi, burjuvazi karşısında her türden hak ve talebinin demokrasi doğrultusunda geliştirilmesi için, hareketin örgütlülüklerinin yaratılması, korunması ve geliştirilmesi zorunludur.
Bu doğrultuda, sınıf hareketindeki gelişmeler, şimdilik cılız da olsa, dikkatlerin toplanması gereken yöne işaret etmektedir. Kamu yönetimi yasa tasarısına, özelleştirmelere karşı, ezici çoğunluğu, başta Yol-İş, çeşitli sendikaların üyesi işçi, 80 bin gösterici, bütün Türkiye’den Ankara’ya dolmuş, hükümeti, IMF politikalarını protesto etmiştir. Öte yandan, taşeronlaşmaya, sınıfın birliğinin parçalanmasına verilen bir yanıt olarak, Eskişehir Şişe-Cam’da, diğer işçilerle birlikte Kristal-İş’te örgütlenen taşeron işçilerin işten atılmalarına karşı başlatılan direniş, toplu sözleşme sürecinde cam işçilerinin işkolu düzeyindeki mücadelelerinin eksenini oluşturmuş, Şişe-Cam işçilerinin grevi hükümet tarafından iki defa ertelenmesine rağmen, işçilerin mücadelesinin sonucunda başarı kazanmış, atılan işçilerin çoğu geri alınmıştır. Sınıfın taşeronlaştırılarak sendikasızlaştırılmasına karşı mücadelede bu kayda değer ilk başarı, sendikal birlik doğrultusunda da yol göstericidir.
Bunlar işçi sınıfı hareketinin yenilgisi, gerilemesi içerisinde, küçük, kısmi başarılardır. Gerilemenin durdurulup yükselişe geçebilmek için sınıf hareketinin böyle çok sayıda adımın, başarının birikimine ihtiyacı vardır. Emperyalizmin, oligarşinin saldırılarının da durdurulup geri püskürtülebilmesi, sınıf hareketinin güçlenmesinden, sınıf bilinçli önderliğini yaratabilmesinden, komünizm doğrultusunda politik güç kazanabilmesinden geçer.
Sınıf mücadelesinin bütünlüğü içinde, açıktır ki, mücadelenin bir boyutundaki, küçük de olsa her ileri atılan adım, diğer yönlerden mücadelenin gelişimini destekler, hızlandırır. Sınıf mücadelesinin günlük boyutları içindeki canlanması, adımları, kazanımları, sınıfın hareket yeteneğini artırır, politik duyarlılığını yükseltir, komünist siyasi çalışmaya kulak vermesini kolaylaştırır. Diğer yandan komünist siyasi çalışmanın sınıf içerisinde kazandığı başarılar, işçi sınıfı üzerinde komünizmin etkinliği ve giderek önderliği, sınıf mücadelesinin bütünleşmesine, tutarlı bir doğrultuya sahip olmasına, dolayısıyla her düzeyde mücadelelerini kazanma olanağının çoğalmasına hizmet eder.
Bütün toplumsal sorunların çözümünde, işçi sınıfının komünist siyasi önderliğine, hareketine sahip olması, bağımsız bir siyasi güç olarak toplumsal mücadelelere damgasını vurması belirleyici önemdedir. Bu yüzden, işçi sınıfının komünist siyasi hareketinin yaratılması her şeyden önemlidir, her şeyden önce gelir; başka hiçbir sorun ya da görev, bunun önüne geçemez. Komünizmi benimseyenler, bütün güç ve imkanları ile, bir plan ve program çerçevesinde, işçi sınıfının politik merkezi örgütünün yaratılması ve hareketin yönünün bu örgütlenme tarafından tayin edilmesini sağlamak doğrultusunda çaba göstermelidirler. Bütün kısmi, demokratik, tali alanlardaki birikim bu hedefe yönlendirilmeli, işçi sınıfının bilinçli öncüsü ile siyaset sahnesine bir taraf olarak çıkarılması hedefi gerçekleştirilmelidir.
[*] Komünizm adına Kürt komünistlerine, “ulusal hareket içinde ayrı örgütlenmeyin” telkininde bulunabilmenin, bunu da “Hareket parçalanır, bölünür” gerekçesine yaslamanın, Türk burjuvazisinin “birlik - beraberlik” teranelerinden nerede ayrıldığı belirsizdir. Bu telkin, Kürt ulusal sorununu Türkiye’nin demokrasi sorunu parantezine almayı ve ulusal hareketi Türkiye’nin demokrasi sorununun dışına çıkmadan tanımlamayı tercih etmektedir. Bu açıdan da, sömürge ve sömürgenin kurtuluş mücadelesi olmanın berisinde, ulusal hareketi kendi ülkesinde demokrasi gücü olarak kullanma mantığını edinmiş olmayı gerektirir. Böylesi bir anlayışın şovenizmden ayrı düşmeyeceği saptanabilir. Biz, Demokratik Güç Birliği içinde yer alan bazı anlayış sahiplerinin, ulusal harekete bu yönde telkinlerde bulunduğunu biliyoruz. Bunlardan kimilerinin, gerçekten marksizmi bilmediğinden böyle telkinlerde bulunduğu ileri sürülebilir, ama marksizmi bildiğini düşündüğümüz kimilerinin, meşhur sosyalist demokrasi denkleminde bulunan, “her ayrı fikrin ayrı örgütlenebilme özgürlüğünü” neden bu bahiste hiç anmadıkları, bu açıdan ayrıca tartışma konusudur. Eğer “ulusal hareketler için sosyalist demokrasinin geçerli olmayacağı” saçmalığı dışında bir açıklama söz konusu ise, bu durumda Kürt Ulusal Hareketi içindeki komünistlerin ayrı örgütlenme haklarından imtina etmelerini isteyebilmenin, marksizme karşılık gelmediğine göre, neye karşılık geldiğinin yanıtını vermek, Sosyalist Demokrasicilere düşer.
HAZİRAN 2004
9
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com