Ana sayfa

Emperyalizmin son 10 yılı

KÜRESELLEŞME

HACI YILDIZ

 

ÖNSÖZ

Bu yazıyla yapılmak istenen, bugün emperyalizmin içinde bulunduğu çelişkileri ve bir bütün olarak yapısını tahlil etmek amacıyla ilk adımı atabilmek. Bu görev yerine getirilmeden sınıf savaşımında doğru konumlanabilmek zorlaşacak ve hatta imkansız olacaktır. Çünkü yanlış teorik konumlanışlar dünkünden çok daha fazla yanlış pratik duruşlara temel oluşturacak ve belki de artık, ulusalcı gerici güçlerle burjuva saflara düşmek hiç de zor olmayacaktır. Bu nedenle emperyalizmin analizinin doğru yapılması bugünkü karmaşada ilk görevlerden biridir. Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri”ne yazdığı giriş bu nedenle bir kez daha doğru okunmalıdır:

“Güncel tarihin olaylarını, birbirini izleyen bir dizi olayları bir hükme bağlarken, gerilere, nihai ekonomik sebeplere kadar uzanmak kimsenin elinde değildir. Bugün, teknik araçlarla uzmanlaşmış basın o kadar çok malzeme sağladığı halde, İngiltere’de bile, dünya piyasasındaki sınai ve ticari hareketleri, üretim yöntemlerindeki değişmeleri günü gününe izlemek imkansız oluyor, kısacası, her hangi bir zaman için bu çok karmaşık ve durmadan değişegelen faktörlerden genel sonuçlar çıkaramıyoruz. Bu faktörlerden en önemlisi, su yüzüne birdenbire ve şiddetle çıkmadan önce uzun süre gizli gizli faaliyet göstermektedir. Belirli bir dönemin ekonomik tarihine hiçbir zaman çağdaş bir gözle bakamayız. Bu bakış, ancak “sonradan bakış” olabilir, yani gerekli malzemeleri toplayıp biriktirdikten sonra yapabiliriz bu kontrolü. Ekonomi tarihine bakış için istatistikler zorunlu bir yardımcı rol oynar, ama günlük olayları daima geriden izlerler. Bundan dolayı, zamanın akıp giden tarihi içinde en kesin faktörü sabitmiş gibi ele almak, belirli bir dönemin başlangıcındaki mevcut ekonomik durumu, bütün zaman dönemi için hiç değişmezmiş gibi kabul etmek zarureti vardır ya da söz konusu değişmeleri gözlerimizin önünde cereyan eden olaylardan çıktıkları şekliyle ele almak gerekir. Bu bakımdan, materyalist yöntem, bu alanda, çoğu zaman, siyasi çatışmaların mevcut sosyal sınıfların ve ekonomik gelişmenin yarattığı sınıf kesimlerinin çıkar mücadelelerinden doğduğunu göstermek ve belirli siyasi partilerin de bu aynı sınıfların ve sınıf kesimlerinin az çok yeterli siyasi ifadesi olduklarını ispatlamakla yetinmek zorunda kalır.

“Besbellidir ki ekonomik durumdaki güncel değişmelerin, yani saptanması gereken bütün ekonomik süreçlerin hepsinin esas temelinin bu kaçınılmaz ihmali temel yanılgıların kaynağıdır” ( Marx, Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, s. 14-15)

Karmaşık ve durmadan değişegelen faktörler dünyayı hızla biçimlendiriyorlar ve yeni dönemin sınıfsal şekillenmeleri bunun üzerinden gelişecek. Egemenler bu faktörlerden sonuçlarını çıkardılar ve bağımlı çevre ülkelere bu sonuçları küreselleşme ideolojisi altında uzun süredir sunuyorlar. Türkiye bu süreçten en çok etkilenenlerin başında geliyor.

Kemal Derviş’in kurtarıcı olarak görüldüğü günlerden, gerici-milliyetçi basında sömürge valisi olarak anılmaya başlandığı günlere evrildik hızla. Emperyalizmin bütün dünyaya giydirmeye çalıştığı bu tek tip ekonomi gömleğinin temel hatlarını yazının hemen sonraki bölümünde özetleyeceğiz. Yakın dönem açısından krizin tarihine değindikten sonra, küreselleşmeci ideolojinin iktisat politikalarının çevre ülkelere ve merkeze etkilerini inceleyeceğiz. Daha sonraki sayılarımızda ise emperyalizm üzerine ilk tartışmaları ve ilk ortaya çıktığı biçimiyle emperyalizm teorilerini, bu dönemdeki ayrışmaları, bu ayrışmaların politik sonuçlarını anlatacağız.

KRİZLER VE KAPİTALİST GELİŞME

Kapitalizmin krizlerinin kökeninde yapısal sorunları bulunmaktadır. Dönemsel gelişmeler krizin ortaya çıkış görüntülerini oluştururlar. Krizlerin nedenleri ve kökeni dönemsel olumsuzluklar değildir. Bir dünya ekonomisi olarak başlangıçtaki potansiyellerini gerçekleştirme aşamalarında yaşadığı krizler, sermaye için bütün bir dünyaya yayılma politikalarına tekabül eden sermaye birikim rejimlerinin kendisine adım adım temel oluşturmuştur. Sermaye birikim rejimlerinin genel olarak kapitalizmin genişleme ve bunalım dönemlerine denk düşen iktisat politikaları, kapitalistlerin eşitsiz ve hegemonik bir dünya yaratmalarına neden olmuştur. Bu tabloda, gelişmemiş ve bağımlı ülkelerin yanına sosyalist ülkelerin ‘sosyalizm deneylerinin’ geniş toprakları da eklenmiş ve kapitalizmin vahşeti dünya ölçekli bir sorun olmuştur.

Her krizden bir sonraki krizin nedenselliklerini oluşturacak olan iktisat politikaları ile çıkmak zorunda kalan kapitalizm, çevre ülkelere bunalım ihraç ederek ve artıkdeğer transferini artırarak çözümler aramış ve bu çözüm arayışları kapitalist rekabetin kendisini daha da hızlandırmıştır.

Kapitalizmin bugün içinde bulunduğu krize yanıtı, kendi cephesinden globalleşme –diğer adıyla küreselleşme– olarak formüle edilmiştir. Özelleştirmeler ve finans piyasalarının tam boy serbestleştirilmesi bu politikanın gereklerindendir.

Öyle ki borsalardaki şişkinlik reel üretimden kopmuş ve artık neye denk geldiği bilinmeyen kendinden menkul fonlar, artıkdeğer transferinin yeni bir şeklini ve boyutunu oluşturmaktadır. Kâr oranlarının düşme eğilimi nedeni ile üretimden daha da kopan mali sermaye, kendini bu spekülasyon alanına, daha net ve doğru bir tanımla sanal alana atmakta, dünyanın bütün reel ekonomik dokularını tahrip etmektedir. Hayali bir hal alan bu sermaye, gittikçe bütün düzeyleri belirler bir konuma doğru gelişmektedir. Artıkdeğerin üretim süreci içinde yaratılması ve el konulmasından farklı olarak ulusal ve bölgesel düzeydeki zenginliklerin tasarrufu gittikçe daha büyük eşitsizlikler yaratarak, borsalar üzerinden türev mali araçlar kanalıyla emilmekte ve üretici sektörlerin dağılımı ve sanayi coğrafyası buna göre şekillenmektedir.

YAKIN DÖNEM AÇISINDAN KRİZİN TARİHİ

Kapitalizm ortaya çıktığından bu yana bir dünya sistemi olma potansiyeli ve dinamikleriyle birlikte gelişmiştir. Bütün dünyayı bir meta hareketliliği içinde bütünleştirmesinin bugüne uzanan hikayesi bu sistemin doğuşuyla başlar. İdeolojik, kültürel, politik engellerin aşılması ve feodalizmin her yerde tasfiye edilerek toplumların tarihsel süreç içinde değer yasasına göre yeniden inşası, kapitalizmin gelişim dinamiklerinin kaçınılmaz sonucu olmuştur. Küresel bir dünya pazarının oluşumu, kapitalist ilk sermaye birikiminin sömürgecilik ile doğrudan bağı, dünyanın önemli bir bölümünün hammadde kaynağı ve pazar alanı olarak organize edilmesi, bütün bunların yanında kapitalist merkezlerin sermaye birikimlerinin tamamlanıp geliştirilmesi bu hikayenin birbiriyle ilişkili ve de farklı bölümlerini oluşturur. Bu konu F. Braudel’in çalışmalarından izlenebileceği gibi, yine en çarpıcı anlatımını Komünist Manifesto’da bulmuştur.

“Burjuvazi, dünya pazarını sömürmekle bütün ülkelerin üretim ve tüketimine kozmopolit bir karakter verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından, üzerinde durduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldı ya da günden güne yıkılıyor. Bunların yerini, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm-kalım sorunu durumuna gelen yeni sanayiler; artık, daha çok ülke içinde üretilen hammaddeleri değil, en uzak yerlerden getirilen hammaddeleri işleyen sanayiler; ürünleri yalnızca ülke içinde değil, dünyanın dört bir yanında tüketilen sanayiler alıyor. Ülke üretimiyle karşılanabilen eski gereksinimlerin yerini, karşılanması uzak ülkelerin ve iklimlerin ürünlerini gerektiren yeni gereksinimlerin aldığını görüyoruz. Eski yöresel ve ulusal kapalılık ve kendi kendine yeterliliğin yerini, her yöndeki ilişkilerde ulusların evrensel bağımlılığının aldığını görüyoruz. Ve, maddi üretimdekine benzer bir gelişmeyi düşünsel üretimde de izliyoruz. Tek tek ulusların düşünsel yaratımları ortak servet haline geliyor. Ulusal tekyönlülük ve darkafalılık gün geçtikçe daha da olanaksızlaşıyor, sayısız ulusal ve yöresel yazından bir dünya yazını doğuyor. (Marx-Engels, Komünist Manifesto, sf. 46)

Bir dünya sistemi olma dinamiklerini içinde taşımasının yanısıra, 1800’lerin sonuna kadar kapitalizmi belirleyen onun serbest rekabetçi ve ulusalcı karakteri olmuştur. Emperyalist aşamayla beraber, bir önceki dönemin ürünü olan sermaye gurupları ve devletler, hammadde kaynakları ve pazar alanlarının paylaşımı amacıyla bütün dünyayı kana bulamışlardır. Dünya savaşları bu çerçevede değerlendirilmelidir. Kapitalizm, 1900’lerin başından bu yana bir yüzyıldır bir dünya sistemi olma açısından, para sermaye egemenliğinin en üst düzeyde örgütlenmesidir. Emperyalizm, kapitalizmin bugünkü hikayesinin en karmaşık ve geri dönülmez bölümünü oluşturmaktadır.

Pazarın genişleme olanaklarının olduğu, üretimin teknolojik gelişimi ile de bağlantılı olarak bu kadar yoğun olmadığı dönemlerde, kapitalist üretimin yapısından kaynaklanan krizler, çıkardıkları büyük gürültülere rağmen aşılabilmişlerdir. Ve hatta denilebilir ki krizler kapitalizmin yeni atılımlar yapması için yeni gerekçelerini oluşturmuşlardır. Birinci Dünya Savaşından hemen sonra sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi üst düzeylere ulaşmıştır. Üretimin ve tüketimin dünya ölçekli birliğini kurmaya ve hammadde kaynaklarını buna göre tasnif etmeye çalışılması sorunu, İkinci Dünya Savaşını zorunlu kılmıştır. İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrası sorun, sermayenin yeni yatırım alanlarına yönelmesi pazar ve hammadde sorunudur. Esas olarak yapısal krizlere aranan çözümler iki dünya savaşına neden olmuştur.

Savaşlar arasında ulaşılan çözümler genişleme dönemleri olarak formüle edilse de, yeni tüketim alanları ve hammadde kaynaklarına ulaşılmış olması refahın kaynağını oluşturan esas etkenlerdir. Özellikle İkinci Savaş sonrası yaygın tüketim ve kitlesel üretim, kapitalist ülkelerde görülen refahın ve gelişmenin kaynağını oluşturur. Bütün bu dönem için kriz, kapitalizm açısından arızi bir durum ve yanlış, kötü yönetimlerin sonucu olarak algılanmıştır.

Kapitalistler açısından sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi belli sınırlara dayanmışsa, bir önceki uzlaşma ile aşılamayacak bir kriz kapıya dayanır. Sınır aşılmak yeni pazar alanları bulunmak zorundadır. Üretim fazlası krizin temelini oluşturur ama kriz çoğunca dolaşım alanında “devrevi kriz” olarak görülür. Sermayenin değersizleşmesiyle de –ki sermaye yeni yatırım alanlarına yönelmedikçe değerini kaybeder– bağlantılı olan bu konu yani pazar ve yatırım alanları sorunu kapitalizmin karşısına doğrudan sosyalist sistemi hedef almasını getirmiştir. Bu hedef almanın hangi grup tarafından daha çok istendiği ayrı bir konudur. Talep edebilecek tüketici yapısına, geniş ve zengin hammadde kaynaklarına sahip bu alanlar üzerindeki savaş, kapitalizmin yaşadığı son pazar savaşıdır ve içinden çıkılamaz gerginliklerle birlikte, ilan edilmemiş, sınırlandırılmış bir ‘üçüncü dünya savaşı’nı başlatmış bulunmaktadır. Sosyalizmin kuşkusuz etkileriyle beraber sahneden çekilmesi, bu savaşın taraflarını ideolojik ve politik olarak hazırlıksız yakalamıştır. Bütün bu gürültü patırtı, hazırlıkların hızla yapılıp karşılıklı adımların atılmış ve atılıyor olması ile ilgilidir.

İdeolojik ve politik olarak sosyalizmin sahneden çekildiği 80’li yılların sonlarından bugüne kapitalizm, kendini gerçekleştirmek, kurmak ve son gelişim dinamiklerini de tüketmek açısından geometrik bir süreç yaşamakta, bir viraja girmiş bulunmaktadır. Bugünkü krizlere ve stratejik hesaplara nasıl geldiğimizi, içinde bulunduğumuz döneme nasıl girdiğimizi anlamak için, son 30 yılın kısa bir okumasını yapmamız gerekir.

Birçok ekonomist 1967-73 tarihinde kapitalist ekonominin daralma ve bunalım dönemine girdiğini söyler. Bu tarihte kâr oranlarında bir düşüşle başlayan süreç –ki bunun bir çok nedeni vardır– üretim azalmasıyla, işsizlikle, sanayinin nispeten çevre ülkelere yayılması ile, sermayenin de spekülatif faaliyetlere kaymasıyla devam eder. Bu kriz dönemi dünya ekonomisi ve sosyalist sistem açısından önemli sonuçlar doğuracak iki gelişme ile çok popüler bir hal alır. Birincisi 70’li yılların OPEC petrol fiyatlarındaki artış ve 80’li yılların borç krizidir.

OPEC petrol fiyat artışı, başlangıçta, petrol üreten ülkelerin ortak bir hareketi gibi gözükür. Amaç ise dünya toplam artıkdeğerinden daha fazla pay almaktır. Ama sonuç olarak ABD şirketlerinin elindeki artıkdeğeri artırır. Petrol üreten ülkeler üretim faaliyeti ve bir ulusal ekonomik inşa yerine, lüks tüketim, altyapı tesisleri ve silah alımı yoluna giderler. Kalan büyük kısım ise petrol arıtım ve dağıtım işini yapan batılı firmalara gitmiştir. Bu olağanüstü kârlar batık firmalar tarafından dünya finans piyasalarına akıtılır. Bütün bu yollarla batılı bankalara giren para, ödemeler dengesi güçlüğü olan ülkelere borç verilir. Bunlar ise ağırlıklı olarak üçüncü dünya ülkeleri ve sosyalist blok olmuştur. 70’lerin devlet borçları, 80’li yıllarda borç krizi olarak ortaya çıkar ve sosyalizmlerin yıkılmasının nedenlerinden biri olur.

Borçların geri ödenme sorununun yaşanması, sermayenin değerlenmesi açısından en kârlı alanlardan birini kapatıyordu. Sermaye kâr oranları açısından yatırıma yönelmiyor, devletlere borç verme ise hayli riskli bir hal alıyordu. Bu dönemde 80’lerin sonlarında çokuluslu firmalar ve ABD hükümeti borç talebinde bulundu. Başka firmaları alıp bunları parçalayıp kârlı bir şekilde satmak iyi bir alışveriş kapısı olarak algılandı. İflaslar peşi sıra kaçınılmaz olarak geldi.

ABD Hükümeti ise harcamaları artırıyor ve bunu borçlanarak yapıyordu. İhaleleri borçlanarak ve ABD tekellerine de yaptırsa kamu borçları sorunu, devlet borçları sorunu, ABD hükümetini tıpkı bir üçüncü dünya ülkesi gibi borç sorunu ile karşı karşıya getiriyordu. Kuşkusuz halihazırda ABD’ye politika dayatabilecek bir kurum yok. Ama orta vadede ve bugünkü dünyada ABD’nin siyasetini ekonominin kırılganlığı, borçlarının ağırlığı, kâr oranlarının düşüşü, sermayenin aşırı değersizleşmesi belirliyor. Bu noktada, ABD’nin karşıtı konumundaki AB ve şimdilik Japonya eksenli, üçüncü dünya üzerindeki hegemonya savaşını doğru değerlendirmek gerekiyor. Krizlerin ekonomik temelleri olmakla birlikte bugünkü kapitalizm içinde saf ekonomik çözümleri mümkün değildir. Krizler ancak politik olarak aşılabilirler. Ve her aşma bir sonraki krizin hazırlayıcısı olmak zorundadır. Bu üç merkez açısından da yeni alanların kullanıma açılması, sermayenin değersizleşmesini kapatacak oranda değildir. Bütün genişliğine rağmen (Çin ve eski SSCB yi düşünün) spekülasyon kârı, reel üretimi tahrip ederek de olsa sermayenin yönünü belirlemiştir ve sermaye bu geniş alanlara inecek kadar güvenli hissetmemektedir kendini.

Bugün Türkiye’de yaşanan Arjantin, Brezilya, Meksika, Endonezya, Asya, Rusya ve diğer ülkelerde yaşanmış olan krizler, kapitalist dünyanın krizleridir. Bütün olarak kapitalist dünyanın analizi yapılmadan dünyayı serseri mayın gibi dolaşan krizlerin doğru bir değerlendirmesi de yapılamaz. Kapitalizmin kendini gerçekleştirme, tüketme sınırını zorlamasıyla birlikte, insanı, toplumu, doğayı tahribi boyutunda, kendi sınırlarını zorlamaktadır. Bundan ise ne çıkacağı sınıf mücadelesinin politikanın konusudur.

Kapitalizmin ve meta üretiminin köklerinde varolan çelişki, krizin temelini oluşturur. İşgücünün üretim araçlarından koparılması, üretim araçlarının özel mülkiyetin konusu olması, kapitalizmin aşamayacağı çelişkilerinin kaynağıdır. Kâr oranlarının düşme eğilimi, sermayenin değersizleşmesi, bu ayrımdan kaynaklanan üretim anarşisinin dolayımlı sonuçlarıdır. Piyasa kanalıyla işgücünün toplumsal bütünlüğünün kurulmaya çalışılması, metaların ihtiyaç olandan çok daha fazla üretilebilmesine neden olmaktadır. Sermaye birikim yasası, sermayenin kendi varlık koşullarını da tehlikeye sokma eğilimindedir. Bu gerçeği bugün kâr oranlarının düşmesinde ve sermayenin değersizleşmesinde buluyoruz.

Genişleme ve refah dönemlerinin genel eğilimleri şimdiye kadar siyaset alanını ağırlıklı belirlediler. Kapitalizm 1800’lerin sonundan bugüne krizleri aştı. Üstelik her krizi gelişmenin manivelası olarak değerlendirdi. Ve esas olarak sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi süreci bugün yaşanan krize kadar siyasete ve politik konumlanışlara damgasını vurdu. Refah dönemlerinde Menşevik pozisyonlar devrimci konumlanışları gölgeledi. Uluslararası sistem olarak kapitalizm krizleri merkezden çevreye ihraç ederek, huzur ortamında yaşamaya çalıştı. Bunu da genel olarak başardı. İkinci Dünya Savaşından bu yana kapitalizm, siyaseti ve iktisadı bir kriz yönetme stratejisi olarak algıladı. 73’ten bu yana ise birbirini izleyen krizler içinde olan ve sürekli kriz üreten kapitalizmin idamesi, değersizleşen sermaye sorununa nasıl çare bulunacağı –ki özelleştirmeler burada kilit önemdedir– kâr oranlarının düşmesine ne gibi önlemler bulunacağı bu stratejinin temel sorunu oldu. Sosyalist sistemin yıkılması ile birlikte hammadde ve pazar sorunu, gerçekleştirilmiş yatırımların, fabrikaların, toprağın ve diğer üretim araçlarının nasıl özelleştirileceği, kısacası birikmiş sermayeye nasıl el koyulacağı esas gündemi oluşturdu.

GENEL GÖRÜNÜM VE BUGÜN

1989 yılında Duvar yıkıldıktan sonra, kapitalizmin kutsanan başarısının çığlıkları yeri göğü kapladı. En üstün ve tek sistem olarak kapitalizm, işte yine üstünlüğünü kanıtlamış, sosyalizmler sahneden çekilirken, kapitalizmin ideolojisinin dünyanın her yerine, her hücresine kadar işlemesinin önünde bir engel kalmamıştı. Her boydan burjuva ideologlar bu konuda tam bir anlaşma içindeydiler. Üstelik 1973 yılında içine girilen uzun bunalım döneminde, 1983-89 arasında çevrimsel bir toparlanmanın yaşanması, artık kapitalizmin krizleri aştığı ve krizlerin yaşanmayacağı söylemiyle birleşti.

Neo-liberal ideolojinin iktisat politikalarının bu dönemin sonuçları üzerinden şekillendirilmesi ve oluşturulan politikaların duvarın yıkılması ile birlikte önünde hiç bir ideolojik, psikolojik ve siyasi engel olmadan uygulanabilmesi bir seri dolayımla artık mümkün olmuştu. 83-89 toparlanmasından daha önceki bir dönemde bunların altyapısı oluşturulmaya ve çevre ülkelerde bu yönde düzenlemelere çoktan başlanmıştı Yapısal uyum programları, kemer sıkma vb politikalarla başlayan süreç bir çok azgelişmiş ülkede “serbest piyasanın gerekleri” olarak, konvertibilite, finansal serbestlik/kurumlaşma, borsalar vb uygulamalarla devam etmişti. Bu nedenle neo-liberal iktisat politikası, uygulamada çok fazla güçlükle karşılaşmadan, aynı anda dünyanın bir çok ülkesinde tek ve alternatifsiz politika olarak yürürlüğe girdi. Chicago Boy’ların bu başarısı hiç de azımsanacak bir şey değildi. Örneğin Rusya’da entelektüeller arasında büyük taraftar bulabildi bu ekol. Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra her yıl Nobel Ekonomi ödülünü kazananlar arasında en az bir Chicago’lu iktisatçının olması kuşkusuz bunda etkili olmuştu.

Sosyalizmlerin yıkılması, tıpkı 83-89 toparlanması gibi kapitalizmin içinde bulunduğu bunalımı gölgelemiş, işçi sınıfı hareketini ideolojik ve psikolojik olarak etkisizleştirmiş ve 80’li yıllarda uygulamaya konulan neo-liberal politikaları bir üst boyutta tanımlamanın, tarihin sonu tezlerine ulaşmanın koşullarını yaratmıştır. Aynı zamanda eski referans noktaları bulanıklaşan, daha da ötesi kaybolan kapitalist sistemin, sosyalizmin dengeleyici varoluşunun ortadan kalkması ile birlikte, kendi içinde, görece ve zorunlu olarak yürüttüğü uyumu kayboldu. Bu açıkça bir önceki dönemin dengelerinin hızla değişeceği ve dünyanın yeniden paylaşımının hemen daha o günlerden gündeme gireceği anlamına geliyordu. Ve öyle de oldu. Yeniden paylaşımın hemen herkes tarafından görüldüğü 90’lı yılların başında dünyanın jandarması rolünde bulunan ABD, bu sürece öncülük etmek, dengelerin kendi aleyhine bozulmasını engellemek için, horozun kümese yeni giren diğer horoza yaptıklarını yapmaya başladı. Diklendi. Bunun somutta anlamı, Körfez operasyonları oldu.

Aynı zamana denk gelen bir şekilde, ideolojik, politik ve iktisadi düzeyleri aynı anda kesen ve bunlardan çok daha fazla bir şeyler ifade ettiği herkes tarafından üzerinde hemfikir olunan bir kavram ortalığı kasıp kavurmaya başlayordu. Küreselleşme!

Önceleri bir zafer narası olduğundan kimsenin kuşkusunun olmadığı küreselleşme kavramının on küsur yıllık evrimi içinde gittikçe eskimeye ve yaldızlarının dökülmeye başladığı görüldü. Kuşkusuz kapitalizmin genel varoluş evriminde kriz dönemlerinde uyguladığı değişik iktisat ideolojilerinden olup, içinde bulunulanın özgünlüklerine yanıt veren, sosyalizmlerin yıkılması ve işçi sınıfı hareketinin dibe vurması ile de çakışan neo-liberal iktisat politikasının (ki 80’lerin başında uygulamaya başlanmıştır) 89 sonrası aldığı baskın söylemdi küreselleşme. Küreselleşme denen sürecin başlangıcı 70’lerin krizine karşı yazılan reçeteye kadar geri götürülebilirse de, bugünkü anlamını duvarın yıkılmasında aramak yanlış olmaz. Bu kadar gürültü koparmasında ve baskın bir söylem olarak öne çıkmasında şu ana kadar saydığımız iki nedenin yanında (sosyalizmlerin yıkılmasına ve 83-89 toparlanmasına ve bu iki nedenin çakışmasına aynı anda denk gelmesi) bir üçüncü neden daha vardı ki bu önceki krizlerde üretilen iktisat politikalarından farklı sonuçlar doğurdu.

Sermaye hareketlerinin önündeki engellerin tam olarak kaldırılması talebi, çevreyi olduğu kadar merkezdeki ülkeleri de yakından ilgilendiren bir konudur. Küresel düzeyde çapı, genişliği ve riskleri hesaplanamayan tek bir havuz şeklinde mali sermayeyi birleştiren küreselleşme stratejisi, yine bu nedenle mali sermayenin kendini güvende hissetme zorunluluğunu ve buna uygun arayışları beraberinde getirmiştir. Gelişmiş kapitalist ülkeler ve devletler her biri bu sistem üzerinde ciddi etkide bulunabilecek güce ve olanaklara sahip olduğundan, mali sermaye, merkez ülkelere de bir basınç yapmak ve onların da uyacağı kurallar koymak gereği hissetmiştir. Bugüne kadar bütün bu düzenlemeleri, uluslararası kurumlar olarak bilinen ve işin doğallığında en güçlüye “daha eşit” davranmak zorunluluğu olan IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) gibi kurumlar gerçekleştirmeye çalıştı. Gelinen noktada oluşan karmaşa ve uluslararası statülerine rağmen bu kurumların gelişmişlerin ve onların da en gelişmişlerinin (ABD’nin) hizmetinde olduğunun ayan beyan ortaya çıkması, kapitalistlerin kendi içinde ciddi tartışmalara neden olabilmektedir. Bugünlerde IMF’in politika ve yapı değişikliklerinin tartışılması yeni dengelere ulaşıldığının da göstergesidir. Daha önceki sömürgecilik sorunlarından farklı olarak, yeni alanların bulunması ya da daha önce paylaşılmış alanların savaş yoluyla yeniden paylaşımı değildir artık söz konusu olan. Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ), artık yeni alanlar için değil, bütün dünya üzerinde bir paylaşım ve rekabet savaşı vermektedirler. Her biri bir diğerinin ulusal ekonomisinin içinde rekabete girmek ve pay kapmak zorundadır. Çünkü küresel politikalar, dünyanın coğrafi olarak büyük kesimlerinin, Latin Amerika, Afrika ve Asya’nın pek çok ülkesinin artık sermayenin sınırsız kâr hırsına karşılık verecek bir pazar ve tüketici yapısına sahip olmamasıyla da belirlenmiştir.

Sermayenin uluslararasılaşması boyutu arttıkça, sermaye grupları arasındaki rekabet de kaçınılmaz olarak sertleşerek artmaktadır. Sermayenin hareket yasaları ile çok sayıda ulusal devletin varlığı, kapitalizmin aşamayacağı sınırları ve sistem içinde kalındıkça aşılamayacak çelişkilerini ifade etmektedir. Bu nedenle çevre ülkelere küreselleşme olarak pazarlanan olgu merkezde de ciddi düzenlemeleri gündemine almıştır.

PAZAR SAVAŞLARI

Dünyanın ve sermaye stratejilerinin yeniden yapılanması anlamında telaffuz edilen yeni dünya düzeni, bölgesel ittifaklar kurmak ve önce kendi pazarında etkin olmak, sonra da bu ittifaklar üzerinden dünya pazarının paylaşımına girişmek şeklinde yaşanmaktadır. Ulus-devletlerin hükmünün kalmadığı söylemine dayanan ideolojik saldırı, bu nedenle kapitalistlerin bize sundukları yanılsamalı bir argümandır. Kapitalistlerin, ulus-devlet destekleri olmaksızın, yani kendi emekçi sınıfları üzerindeki mutlak hakimiyetleri olmaksızın dünya pazarına açılmaları imkansızdır. Ötesinde işçi sınıfının farklı ulusal müfrezeler içinde hapsedilmesini sağlayan devletler, kapitalistler için, sermayenin alternatifi bir sistemi kurma hükmüne sahip tek güç olan işçi sınıfının parçalanması ve bu parçaların birbirinden yalıtılması için mutlak anlamda gereklidir.

İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında oluşan, ABD’nin mutlak egemenliğine dayanan sistem, kapitalizmin krizleri karşısında istikrarı sağlamakta gittikçe zorlanan dolar istikrarının, 70’lerin ortasında girilen krizle birlikte yürürlükten kalkması ile kaybolmuş ve yerini emperyalist rekabete ve bunun iktisat ideolojisi olan neo-liberalizme bırakmıştır. Geçmişte üçüncü dünya diye tanımlanan ülkeler ve sosyalist bloğun çökmesiyle birlikte kapitalizmin pazar alanlarına dönüşen sosyalist ülkeler kapitalizmin krizini iki şekilde etkilemiştir. Yeni pazar alanlarının açılması ve finansal serbestleşmenin dünyaya yayılma olanakları anlamında genişlemeci bir etki yapmış ve kriz koşullarını olumlu olarak etkilemiştir. Aynı zamanda 70’lerin ikinci yarısından bu yana kapitalizmin resmi ideolojisi olan neo-liberal iktisat ideolojisinin, yani kriz yönetim ideolojisinin, özelleştirmeci yönünü uygulamaya sokmak için uygun ve geniş alanlar yaratmıştır. Ama orta ve uzun vadede krizi besleyici bir etkisi de olmuştur. Çünkü ABD’nin mutlak egemenliğinde ve liderliğinde bir kapitalist dünyadan ve İkinci Dünya Savaşı ile 70’li yıllar arasında süren kapitalizmin genişleme döneminden derinleşen bir kriz dönemine girilmiştir. Sosyalizm tehdidi altında liderliğini daha bir kolay sürdüren ABD’nin kapitalist hegemonyasından, birbiriyle çatışan bölgesel ittifaklar yapmaya ve ulus dayanaklarını bölgesel hegemonya alanlarına dönüştürmeye çalışarak birbirleriyle emperyalist bir rekabete girmiş kapitalist bir dünya, geçmişten çok daha büyük bir kaos alanıdır. Kimilerince içinde bulunduğumuz dönem bu nedenle yeni bir “ortaçağ” olarak yorumlanmaktadır.

Sosyalizmin etki alanında kalan ve sömürgeci politikalara karşı bağımsızlık savaşımlarını, politik bağımsızlıklarını kazanarak, ulusal kalkınma yoluna giren üçüncü dünyanın ülkeleri, geçmiş dönemde içine sokuldukları borç kıskacından, dış yardımları esas alarak kalkınmacı bir politika inşa etme yoluyla kurtulmaya çalışmışlardır. Sonuç olarak sürekli gelişmiş ülkeler lehine açık veren ekonomik ilişkileri (ticaret açıkları ve sermaye hareketleri) nedeniyle artıkdeğerin gelişmiş ülkelere akışını kesmeleri mümkün olmamıştır. Dış yardımlar sayesinde yatırımların artacağı ve bunun da kalkınmayı sağlayacağı savıyla dış borç sağlanmış ve bu yardımların esas olarak ekonomiye müdahale ederek kullanılması, emperyalistler tarafından söylenilen alanlarda kullanılması yönünde müdahale edilmesi istenmiş ve belirlenimci bir ilişki yaşanmıştır.

Sosyalist bloğun etkinlik alanlarını sınırlamak için üçüncü dünyaya yönelik politikalar da geliştirilmiştir. Bu ülkeler reaksiyoner bir ulusçuluğun örgütlenmesi yoluyla batı tipi modernleşmeye yöneltilmiştir. Bunu sağlayacak olanlar yönetici elitlerdir. Yönetici elitlerin yetiştirilmesi emperyalistlerin bir dönem boyunca önem verdikleri bir konu olmuştur. Bir çok üçüncü dünya ülkesinin yöneticisi, gelişmiş kapitalist ülkelerde aldıkları burslarla okumuşlardır. Devlet, bu elitler yoluyla bir iktisat anlayışını, piyasa ve ekonominin düzenlenmesi doğrultusunda bir iktisat anlayışını savunur. Dış yardıma dayalı bu ekonomik anlayış yoluyla, üçüncü dünyanın esas olarak kapitalist dünya ile entegrasyonu sağlanmıştır. Ama bütün farklılıklarına ve bu süreci farklı ulusallıklara göre yaşamış olmalarına rağmen benzer bir dinamiğin etkisinde kalmışlardır. Emperyalizmin etki alanındadırlar.

Neo-liberal anlayış kapitalizmin kriz yönetme ideolojisidir. Sosyalist bloğun yıkılmış olması yeni pazar alanlarını açmak yönünde kapitalizmi rahatlattığı gibi, bağımlı ülkelerin ulusalcı ve sosyal devlet uygulamalarını budama serbestisi yönünde sağladığı avantajla da çok daha önemli bir etki yapmıştır. Sermaye ihracı yoluyla krizi bağımlı ülkelere yayma ve onların emekçi halkları üzerinden kendi krizlerini aşma politikaları uygulanabilir olmuştur. Özelleştirmeler, azgelişmiş ülkelerin borç kıskacına girdiği ve bir türlü çıkamadığı bağımlılık ilişkisiyle, bir önceki dönemde oluşmuş refah devleti uygulamalarının hepsinin geri alınması anlamına gelir. Bu yolla yeni kâr alanları açmak kapitalizmin krizini aşmanın bir yolu olarak uygulanmaktadır. Devlete müdahaleci bir karakter atfeden keynezyen iktisadi uygulamalar yerini, devletin yine bir başka müdahaleyi gerçekleştirmesi gerektiğini savunan liberal iktisat politikalarına bırakmıştır. Bu görüşe göre ulus-devletler, kapitalizmin uluslararası entegrasyonunun sağlanması için düzenlemeler yapmalıdırlar. Kapitalist rekabet ve pazar savaşımı içinde olan sermaye grupları, aynı zamanda üretimden yalıtılma ivmeleri hızla arttığı için, finansal alanda yoğunlaşmış ve sistem finansal krizlere açık hale gelmiştir. Ve artık kapitalistler, her köşe başında patlayan krizleri nasıl geçiştireceğini bilemeyerek yeni dönem ideolojik ve stratejik önceliklerini belirlemeye çalışmaktadırlar.

Bölgesel ölçekli sermaye ittifaklarının kendi aralarındaki ilişkilerini nasıl düzenleyecekleri de ayrı bir konudur. Bir uluslararası birlik, en azından, Japonya, Almanya ve ABD’nin emperyalizmlerinin, kapitalist rekabet içinde çok ciddi tahribatlara yol açmasını engelleyebilir; ama nihai olarak kapitalist rekabetin vahşetini bütün dünya ölçeğine yaymış olan bu gelişme, dünyanın yeni düzeninin de habercisi olarak yorumlanmalıdır. Bir önceki dönemden çok daha başat hale gelen kapitalist rekabet, üçüncü dünyanın ve Güney’in yoksul ülkelerini daha da yaşanmaz bir sefalete mahkum etmektedir. IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası sermayenin kurumları bile sosyal devlet olgusuna geri dönüşten söz etseler de artık bu, bugünün dünyasında imkansız bir girişim olacaktır. Sermayenin stratejisi özelleştirmeler ve taşeronlaştırmayı ulus-altı birimlere yayma yönünde gelişmektedir. Artıkdeğerin merkeze, uluslararası şirketlere aktarımı sırasında paylaşımı en aza indirmek ve işbirlikçi burjuvaziyi devre dışına çıkarmak, sermayenin yeni düzeninin hesapları içindedir. Bu yeni senaryoda, küreselleşen mali piyasalarla doğrudan ilintili devlet organlarının politik gücü ve karar yetkisi artırılmıştır. Örneğin Türkiye söz konusu olduğunda yakın geçmiş açısından bu kurumlara Hazine Müsteşarlığı örnek verilebilir. Bugün ise her bir konunun uzman ve sözde ‘bağımsız’ kurullarca düzenlenmesi yoluna gidilmektedir.

Sermayenin uluslararasılaşması, ulusal sınırlar içinde kalan sermayeleri ve emekçi kesimleri farklı şekilde etkilemektedir. Bu aynı zamanda ulusalcı yanılsamaların kaynağını da oluşturacak bir olumsuzluğa kapı aralayabilir. Ama ulusal düzeyde makro politikalar gerçekleştirme imkanı neo-liberal iktisat ideolojisinin doğasına aykırıdır ve emperyalistler bunu ulus-devletlerin gereğinin kalmadığı, artık dünya ekonomisinin küreselleştiği iddiasıyla açıklamaktadırlar. Oysa ki sermayenin hareketinin önündeki engellerin ortadan kaldırılması, uluslararası düzenlemelerin bölgesel ölçeklerde uygulanabilmesi için ulus-devletlere ihtiyaçları vardır. Dünyanın en tepesindekilerin alttaki küçük birimlerle direkt temas kurması, siyaseten bölge politikalarını direkt belirleyecek ve güçlü bölgesel devletlerin devre dışı yapılması için yeni senaryoları gerekli kılacaktır; ama bu durum ulus-devletlerin ortadan kalktığı ve bir tarihsel sistem olan kapitalizm sürerken, ulus-devletlerin kalkması gerektiği şeklinde yorumlanamaz.

KÜRESELLEŞMECİ İDEOLOJİNİN İKTİSAT POLİTİKALARI

ABD’nin ulusal güvenlik eski danışmanlarından Zbigniew Brzezinski’nin, Kontrolün Kaybı: 21. Yüzyılın Eşiğinde Küresel Kargaşa adlı kitabında ifade ettikleri, küreselleşmeci ideolojinin en tepe noktadan düşmeye başladığı anda yaratıcıları tarafından nasıl algılandığına iyi bir örnek teşkil ediyor.

“Örgütlenmiş çılgınlık çağı olarak nitelenebilecek 20. yüzyıl, totaliter akımların, insanoğlunun iç ve dış dünyası üzerinde tam bir denetim kurma çabalarına sahne oldu. Ancak bu baskıcı ütopyalar, yeryüzünde cenneti kurma çabaları yenilgiyle sonuçlandı.

“Totaliter deneylerin yenilgisi, insanoğlunun dünya çapındaki siyasal uyanışıyla çakıştı. Bu çakışma, liberal demokratik ilkelerin bütün dünyada benimsenebileceği ve böylelikle dünya çapında bir siyasal mutabakata ulaşılabileceği anlamına gelebilir. Ne var ki bugün dünyada kendini hissettiren parçalayıcı güçlerin, bütünleştirici güçlere ağır basması olasıdır. Gelişmiş dünyadaki yaşam tarzı, Batı’nın siyasi mesajının bütün dünyada geçerlik kazanmasını engelleyebilir.”

Ayrıca Brzezinski, böyle giderse tek süper güç olan ABD’nin üstünlüğünü koruyamayabileceğini ileri sürüyor.

“Öznel beklentilerle, nesnel sosyo-ekonomik koşullar arasında bir uyum sağlanamadığı takdirde dünya politikası denetimden çıkabilir ve dünya siyasal karmaşa ve felsefi dağınıklığa sürüklenebilir.”

1993 yılında böyle söylüyordu Brzezinski.

Uzun yıllar Dünya Bankası’nda baş ekonomist olarak görev yapan, aynı dönemde eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın ekonomi danışmanları konseyinin başkanı ve kabine üyesi olan Joseph Stiglitz taraf değiştirmiş ve uygulanan ekonomi politikalarının iç yüzünü açığa vurma görevi vermiş kendine. Her ne kadar Marksist iktisatçılar çoğunca neo-liberal iktisat ideolojisini ve politikalarını deşifre ediyorlarsa da neo-liberal politikaların en yetkili sözcüsünden böylesi itiraflar duymak hidayete ermekle eşanlamlı sayılmalıdır.

“Son derece dikkatli bir ülke araştırmasının ardından mutlaka bir yardım stratejisi belirlenir: Ülkenin maliye bakanının eline yeniden yapılanma anlaşması tutuşturulur ve 4 aşamalı bir programın uygulanması talep edilir. Bu aslında kan emicilerin işbaşına geçtiği bir ölüm fermanıdır.” (Cumhuriyet, 28 Mayıs 2001)

Bu dört aşamayı şöyle özetliyor Stiglitz: 1- Özelleştirme, 2- Para ve sermayenin serbest dolaşımı, sıcak para döngüsü, 3- Serbest fiyat politikası, 4- Dünya Ticaret Örgütü’nün ve Dünya Bankası’nın kurallarına göre oluşturulan serbest ticaret anlaşması.

İlk aşamaya örnek olarak Rusya’nın endüstriyel varlıklarının ABD destekli Rus oligarşilerinin eline geçmesini gösteriyor; ikinciyi Brezilya, Endonezya örnekleri ile anlatıyor: spekülatif para dövize ve gayri menkule yöneliyor ve ilk sorunda kaçıyor. Faiz oranlarının yükseltilmesi telkinleri IMF tarafından yapılıyor, yüksek faizler gayrimenkul fiyatlarını daha aşağıya çekiyor ve sanayi yara alıyor. Üçüncü aşamada olanlar, fiyatların en temel ihtiyaç mallarında bile denetimsiz olması, bunun bir karmaşaya ve kaosa yol açması. Ve sonra bu süreç dördüncü aşamaya gelir.

Stiglitz, aslında globalleşen ekonomide, uluslararası kurumlar eliyle bütün dünyaya giydirilmeye çalışılan “ekonomi gömleğinin” hangi atölyelerde bir örnek biçilip dikildiğini gösteriyor. Dünya coğrafyasının yüzde 15’inin geri kalan yüzde 85’ine uygulamaya çalıştığı ekonomik politikalar, eski tarz sömürgeciliğe dönüşün ciddi ipuçlarını veriyorlar. Küreselleşme ideolojisi altında ifadelendirilen bu politikaların sahipleri kendi aralarında ciddi bir şekilde yarışıyorlar. Çevre ülkeler kadar kendilerini de ilgilendiren bu politikalar, emperyalist merkezlerin rekabetini de içeriyor. Bugünkü haliyle Amerikan hegemonyası demek olan küreselleşme, kendi içinde çatırtılar çıkarmaya çoktan başladı. Sovyetler Birliği’nin ve bir sistemin yıkılmasına fon oluşturan “Yıldız Savaşları” projesi düşünüldüğünde, bugün gündemde olan “Savunma Kalkanı” projesinin hedefinin kimler olduğu biraz çabayla anlaşılabilir. Militarist-sanayi kompleksi olarak tariflenebilecek Amerikan ekonomik sistemi, yeni atılımlara ihtiyaç duymaktadır. Ve bunu da ancak savaş rüzgarları estirerek gerçekleştirebilir.

Merkez ülkelerde nasıl etkide bulunacağını yazının ilerleyen bölümlerine bırakıp, küreselleşme ideolojisinin çevre ülkelere etkisini kısaca özetlemeye girişelim.

1- ÇEVRE ÜLKELERE UYGULANIŞI VE ETKİLERİ

Alman Mercedes-Benz Şirketinin Yönetim Kurulu üyesi Kurt Lauk, Mayıs 1997’de İstanbul’da katıldığı bir panelde küreselleşmeci ideolojinin çevre ülkelere etkilerini ve iktisat politikalarını sözünü hiç sakınmadan, şöyle dile getiriyor.

“Endüstri alanındaki küreselleşmeyi yıllardır sürdürüyoruz. Fakat aslolan finansal küreselleşmedir, hisse senetlerimizin varlıklarımızın değerlerinin arttırılmasıdır. Bu anlamda önümüzde hala 2 önemli engel var. Birincisi Ulus Devletlerin kontrolündeki Emeklilik Fonlarının en kısa süreçte borsalara aktarılması gerekiyor. Böylece işlem gören hisse senetlerimize trilyonlarca dolarlık yeni bir talep gelecek ve aktiflerimiz değerlenecek. Diğer aşılması gereken engel ise Demokrasinin bizzat kendisidir. Latin Amerika ve G. Doğu Asya ülkeleri dikta rejimleri ile yönetildiği için şirketlerin kâr marjları Avrupa ve Amerika’ya göre çok daha yüksektir. Fakat biz Batı’da yok insan hakkı, yok işçi hakkı, yok sendika hakkı ya da çevre standartları diyerek kâr marjlarımızı kuşa çeviriyoruz” (Aktaran Gaye Yılmaz, Türk-İş Yıllığı/99, c.2, s.555)

Bu açıklama aslında çevre ülkelerde ne tip bir düzenleme düşünüldüğünün çekincesiz ifadesi olması açısından oldukça değerlidir. Ve küreselleşmeci iktisat dayatmalarının sonucunda, çevre/bağımlı ülkelere ne gibi güzellikler düşünüldüğünü de dolayımsız açıklamaktadır.

Emperyalizmin bugünkü düzenlemeleri ve karakteristik özellikleri bir hareket teorisi içinde değerlendirildiğinde (kriz teorisi) son on yıldır dayatılmaya çalışılan bir bütünsel oluşum ve her düzeyde birbirini tamamladığı görülen makro ve mikro politikalar çeşitlemesinin sermaye birikim rejimlerinin uluslararası konseptini teşkil ettiği görülecektir. Küreselleşme üst başlığında politik ve ideolojik ifadesini bulan emperyalizmin yeni sermaye birikim rejimi, emekçi sınıflar ve halklar nezdinde yeni bir topyekûn saldırı stratejisini anlatıyor. Son dönemin bütün moda kavramları bu saldırı çerçevesinde anlamını bulmakta ve bize kavramlarımızın önemini anlatmaktadır. Çünkü bir karşı koyuşun kendisi teorik bütünlük içinde dünyanın ve kapitalizmin kavranabileceğini hiç bir zaman unutmayan ve kendisini buna dayayan bir ideolojik karşı koyuşu daha da öteye götürmeyi gerekli kılmaktadır.

Serbest piyasa, finansal serbestlik, gümrüklerin kaldırılması, esneklik, devletin küçültülmesi, özelleştirme, bilgi toplumu/çağı, mikro elektronik devrim gibi kavramların, demokrasi gibi aynı zamanda işçi sınıfı ve ezilenler için de çok şeyler ifade eden bir üst belirleyici kavram içinde bütünleştirilerek birbirleri ile ilişkilendirilmek yoluyla, neo-liberal ideolojinin temelleri yapıldığını hep birlikte ve yaşayarak gördük. Aynı zamanda toplumsal, siyasal ve ekonomik süreçlerin bir ideolojik bütünlük içinde her düzeyde harmanlanarak, en alttaki bireyden en üstteki yapılara kadar bütün düzeyleri esir almayı hedef gözeten, neo-liberal ideoloji, ancak bu yolla kapitalizmin krizine “çare” olabilecekti. Bu bile kapitalizmin bugünkü krizinin ne kadar derin ve bu nedenle eğer çözüm geliştirilemezse ne kadar tehlikeli (!) olduğunu anlatmaktadır.

Küreselleşmeci ideolojinin iktisat politikalarının bütün bir dünya yüzeyinde aynı anda yürürlüğe girmesinde, bağımsız davranabilme yeteneğinde olan ülkelerin borç ilişkisi içinde derece derece dönüştürülmesi esas temeli oluşturmuştur. Gelişmekte olan ülkelerin 1970’deki uzun vadeli borçları, 70’li yıllar boyunca yedi kat artarak 481 milyar dolar olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerin toplam borçları 1996’da, 1970’e oranla 32 kat artmış ve 2 trilyon doları aşmıştır. (Kaynak. Dünya Bankası Borç Tablolarından aktaran, Gülten Kazgan, Küreselleşme ve Yeni Ekonomik Düzen, s.103)

Çevre ülkeler, merkezden kendilerine akan sermaye hareketleri ve sermaye girişleri için büyük tavizler vermek durumunda kalmışlar, ama gerçekte, borç servisi akışı, çevre ülkelerden sürekli sermaye çıkışı anlamına gelmiştir. Bir çok durumda borç ödeyemez duruma gelen ülkelere acil krediler verilmek yoluyla borç servisinin sürmesi sağlanmıştır. Bu yolla bağımsız ulusal politika olanakları borçlu ülkeler tarafından yitirilmiş ve borç ilişkisi üzerine bir ekonomik politika inşa etmek dışında hiç bir meşru iktisat politikası bırakılmamıştır. Şöyle ki;

Giderek borçlar, kapsamlı istikrar programları için bir tehdit olarak kullanılmaya başlanır. Zorunlu ithal kalemlerinde bile kilitlenmelere yol açan bu borç – bağımlılık ilişkisi IMF tarafından uyum programlarının gündeme alınmasının şartı olarak ileri sürülür. Uyum programlarının hiçbiri ulusal kaynakları üretim temelinde ve verimli alanlarda kullanmaya uygun olmadığı için, tarımdan sanayie gittikçe bir durgunluk ve giderek bir çöküntü gündeme gelir. İşleyemez duruma gelen ekonomilere kurtarıcı olarak yaklaşan IMF, döviz kuru ve bütçe açıkları ile ilgili politikalar dayatır. Döviz kuru temel ekonomik parametre olur ve bütçe açıklarının kapatılması için özelleştirmelerin stratejik önemi, kamu harcamalarının kısılması ve benzer politikalar sırasıyla devreye sokulur. Para politikalarının ulusal hükümetlerin yetkisinden alınmasına kadar gidecek olan bu sürecin hemen başlarında, yani IMF ile yapılan anlaşmalara paralel olarak, Dünya Bankası bakanlıkların yetki alanlarının hemen hepsinde faaliyet yürütmeye başlar. Bu anlamda IMF ile Dünya Bankası arasında tam bir işbölümü vardır.

“Döviz kuru makro-ekonomik reformun açık farkla en önemli aracıdır... Ulusal paranın istikrarsızlaştırılması IMF ve Dünya Bankası’nın ‘gizli’ gündeminin temel hedeflerinden biridir.”(Mıchel Chossudovski, Yoksulluğun Küreselleşmesi)

Bu gizli gündeme göre uyarlanan makro ekonomik program, yurtiçi fiyatların dolarizasyonu ile sonuçlanır. Enflasyona çare olarak da para arzının kısılması, bunun için ise devlet harcamalarının azaltılması zorunlu olarak dayatılır. Bütün her şey içerden dışarıya kaynak akıtmak, borç servisinin akışını sağlamak için düzenlenir. Bu düzenleme öyle boyutludur ki ulusal hükümetlerin bunları Dünya Bankasının ‘yardımları’ olmadan yapması çoğunca imkansızdır. Adı kendi insanları nezdinde de çoktan beceriksize çıkarılan hükümetler, ekonomiyi krizden krize sürüklediği için en sonunda para politikalarının belirleyiciliği ‘siyasilere’ bırakılamayacak kadar önemli sayılır ve Merkez Bankası yönetimleri para arzı yetkilerinden dışlanır. Ve bizim ülkemizde olduğu gibi para politikaları bu uluslararası kurumların etkinliğindeki bir üst kurula bırakılma yoluna gidilir.

Bütün yatırımların sıkı denetime ve göz hapsine alınması bütçe harcamalarının kısılması aracılığı ile olur. Yatırım yapılması anti-enflasyonist politikalara aykırı olduğu için ‘hoş karşılanmaz’. Ama aynı zamanda Dünya Bankası’nın destekleri ile bir çok proje, yüklenicileri ÇUŞ’lar olmak şartıyla yürürlüğe girer. Ulusal taşeronlar tarafından fiilen gerçekleştirilen bu yatırımlar da emperyalizme kaynak aktarmanın yöntemlerinden biridir.

Tarıma yönelik politikalar ise fiyat serbestisinin ve anti-korumacı etkilerin sonucunda yıkıma yol açar. Sanayinin temel girdileri olan petrol ürünleri de Dünya Bankası tarafından dayatılan periyodik fiyat artışlarına tabi tutulur. Sanayinin ve tarımın çökertilmesi zaten uzun süredir yerleşmiş olan borç ekonomisin gerekleri olarak bankacılık sektörünü de etkilemek zorundadır. Faiz sarmalına takılan bankalar, üzerlerinde küçük spekülasyonlarla ‘sermayenin merkezileşmesi’ sürecinin kurbanı olurlar. Sağlıkta, eğitimde, tam bir çöküş artık kaçınılmazdır. Ve bütün bunların çözümü olarak uluslararası sömürü kurumlarının önerdiği tek şey özelleştirme ile borçların ödenmesinden başka bir şey değildir.

Yapısal uyum programları en çarpıcı sonuçlarını, gelişmişler lehine olacak şekilde, tarımda gösterir. Borç ilişkisi bir kırbaç gibi kullanılarak, tarımda yeniden yapılanma adı altında, tam bir yıkım planlanır. Aynı anda bir çok ülkede birden, geleneksel olmayan ürünlerin üretimi ve ihracatı özendirilir. Bu ürünlerin alıcısı ise gelişmiş kapitalist ülkelerdir. Herkes aynı şeyi üretince doğal olarak satış zorlaşır ve ihracat gelirleri düşer.

Küreselleşmeci ideolojinin iktisat politikalarının sonuçları, geniş yığınlar için işsizlik, sendikasızlaştırma, sosyal güvenlik sistemlerinin yıkımı ve bütün bunların yaratacağı tepkiye karşı baskı ve yıldırma mekanizmaları şeklinde açığa çıkar. Örneğin,

“....Bolivya’da 1988 Ağustos’unda, ekonomide şok terapi uygulaması, olağanüstü hal ilanını beraberinde getirmişti. Daha sonra devlet başkanlığına adaylığını koyacak olan, ülkenin tanınmış politikacılarından Gonzalo Sanchez de Losada, o günlerde şu açıklamayı yapmıştı: ‘Sendika yöneticilerini yakalayıp ülkenin içerilerine sürdük. Kamu maden konsorsiyumu Comibol’u kapattık ve 24 bin işçi ile 50 bin ücretliyi işten çıkardık’” (Caretas’da yayınlanmış söyleşiden aktaran İktisat Dergisi)

Yapısal uyum programlarının toplumsal sonuçlarına en çarpıcı tanımlama ise “kurşunla değil, açlıktan öldüren bir ekonomik totalitarizm” şeklinde yapılıyordu.

Kamu yatırımlarının ve iktisadi teşebbüslerin, asker ve sivil bürokratların denetimindeki sermaye yatırımlarının, uluslararası sermayenin ilgisini çekmemesi mümkün değildir. Kâr hadlerinin azalması eğilimi nedeni ile üretimin risklerini göze alamayan sermaye hazır ve atıl durumda ulusal devletlerin elinin altında bekleyen üretim araçlarını, sermaye yatırımlarını kendi bünyesine katmak istemektedir. Bu amaçla ciddi ve sistemli bir ideolojik saldırıyı sürdürmektedir. Devletlerin içinde bulundukları borç sarmalını ve bu nedenle oluşan bütçe açıklarını kapatmanın tek yolu olarak kamu varlıklarının satılması, özelleştirilmesi ve buradan elde edilen gelirin bütçe açıklarının kapatılması için kullanılması neo-liberal görüşün ana eksenlerinden birini oluşturmuştur. Genellikle üçüncü dünyada iktidarın nimetlerinden yararlandırılan bürokrasinin denetiminde olan bu rant alanları (kamu varlıkları) nedeniyle, ciddi gerilimler ortaya çıkmaktadır. Devletin küçültülmesi, aksi takdirde kamu açıklarının sürekli büyüyeceği iddiasını ileri süren bu görüşe göre, kamu girişimleri sürekli açık vermektedir. Oysa ki bu iddia verimlilik ve kârlılık gibi iki kavramın içeriğinin değiştirilmesi ile çürütülebilir. Devlet bürokrasisinin ekonomik ayrıcalıklarının önemli oranda tasfiyesi anlamına gelen bu ekonomik dönüşüm kamu varlıklarının sermaye için aşırı çekiciliği nedeniyle önlenemez bir şekilde devam etmektedir. Kamunun vergileri ile oluşturulan ve nispeten kitleler için sübvansiyon özelliği oluşturan devlet yatırımlarının ürün demeti, artık böyle bir anlam içermiyor. Bürokrasinin ve hükümetlerin rant ve arpalıklarına dönüşse de taban inisiyatifine dayanan demokratik denetim mekanizmaları oluşturularak bu üretim araçlarının talanı engellenebilir. Kuşkusuz taban inisiyatifi ve demokratik denetim ancak sınıf bilinci ve mücadelesi ile mümkün hale gelecektir. Özelleştirmeler üretimden sürekli kopma eğilimi gösteren sermaye için bir anlamda kendi zeminini kaybetmeme refleksini de içeriyor. Üretim maliyetleri, yani yatırım giderleri neredeyse sıfırlanarak, sermayenin geri dönüş hızı oldukça kısalıyor. Kâr oranlarının düşme eğilimi karşısında özelleştirmeler çok önemli avantajlar sunuyor.

Özelleştirmeler, aynı zamanda kara para şebekelerinin ellerindeki fonları değerlendirdikleri önemli bir alan olarak belirmiştir. Bu nedenle üstünde durulması gereken bir başka güçlü eğilim de, kara para alanına ilişkindir. Uyuşturucu ve silah kaçakçılığı şebekeleri, siyasi çevrelerle yakın ilişkisi olan mali spekülatörler ve fon yöneticileri ile girdikleri ilişki sonucu gri bir alan yaratmışlardır. Kara paranın aklanması işi öyle hiç de kolay becerilebilecek bir iş değildir. Üçüncü dünya ülkelerinin borsaları bu nedenle yoğun ilgi görmekte ve kara paranın kendisi bu tür alanları gün geçtikçe daha da koyu bir griye çevirmektedir. Eski sosyalist ülkelerin yönetici ve bürokrat ekipleri kendilerini feshetmek yerine bu alanda istihdam etmeyi seçmişler ve ortaya güçlü organizasyonlar çıkmıştır.

Asya’dan Afrika’ya Latin Amerika’dan eski sosyalist sistemin geniş alanlarına örnek bir titizlikle uygulanan bu politikalar kapitalist merkezin krize bulduğu tek çare olageldi. Çevreden merkeze kaynak aktarmak üzerine kurulu bu politika, klasik ulusal devlet modelleri içinde yürütülmesi oldukça güç bir politikadır. Ulusal devlet kavramı bu nedenle gelişmiş kapitalistler ve onların arasındaki rekabet açısından bir şey, çevre ülkeler, bağımlı ülkeler için başka bir şey ifade eder. Ve bu politikalar bağımlı ülkelerde klasik ulusal devletler yeniden biçimlendirilmeden uygulanamayacak politikalar olduğu için, uygulanmaları da politika dolayımı ile gerçekleşmiştir. İdeolojik, politik, ekonomik bütün düzeylerde düzenlemeler süreç içinde çok çeşitli araçlar (örneğin insan hakları, ulusal haklar, etnik azınlıkların hakları) kullanılarak gerçekleştirilmiştir. Tarihsel ve sınıfsal bağlamlarından koparılmış bu kavramlar ulusal ve bölgesel düzeyde düzenlemelerde stratejik kavramlar olarak emperyalizmin küreselleşmeci ideolojisinin temelleri yapılmıştır.

Konu, kapitalist üretim tarzının ömrünü tüketmiş ve sınırlarına dayanmış bir halde insanı ve doğayı tahrip etme düzeyine geldiğinin en çarpıcı örneğini sunmaktadır. Üçüncü dünya ülkelerinin içine girdikleri çıkışsızlık, kalkınmacılık, sosyal devlet, serbest rekabetçilik gibi, kapitalist merkezlerce belirlenen tarihsel bütün retoriklerin sonuçsuzluğu görüldükten sonra yaşanan çaresizlik, neo-liberal ahlakla birleşmiş ve bu ülkelerin, kara para alanı dışında bir umut görememelerine neden olmuştur. Bu tercih de bir iradi seçim değildir. Bu üçüncü dünya ülkelerinin bütçelerine ve ekonomik faaliyet hacimlerine oranla hiç de küçümsenemeyecek miktarların döndüğü kayıt dışı ekonomi ve kara para alanı farenin kapandaki peynire iştahı gibi, bağımlı ülkeleri kendisine çekmiştir. Ulusal düzeyde başka bir alternatifi bulunamamaktadır. Bu noktada bir önceki dönemin devlet organizasyonu ile yola devam etmek pek de mümkün olmamıştır. Yeni devlet organizasyonları, devletin yeni işlevinin bu ekonomik zorunluluklara göre biçimlendirilmesi olgusu, önemle üstünde durulması gereken bir konudur ve sonuçlarını sıralamamız için önümüzde durmaktadır. İşte bu nedenle neo-liberal küreselleşme eğilimi özellikle üçüncü dünya için kontr-gerilla devletinin kendisinden ayrı ele alınamaz. İş yaşamına ilişkin yasal mevzuat düzenlemelerinden, çalışma yaşamının biçimsizleştirilmesine, istihdam politikalarının kayıt dışı alanlara kaydırılmasına, sınıfsal ve ulusal kurtuluş mücadeleleri için ise devlet terörüne ihtiyaç duyan sermaye, bu konudaki tercihini hukuku ve sosyal dayanakları devre dışı yapmak ve devlet terörünü artırmak yoluyla göstermektedir.

TAŞERONLAŞTIRMA YA DA ESNEKLİK REJİMLERİ

Küreselleşme, sermayenin merkezileşmesinin kendisinin ortaya çıkardığı siyasal bir söylemdir. Bu haliyle küreselleşme, farklı düzeylerde uyum mekanizmalarına gereksinim duymaktadır. Dünyanın sermaye için tek bir pazar olarak organize edilmesini, ama genel olarak sermaye için değil, önemli oranda pazar payı olan ve küçük sermaye gruplarıyla girdiği ilişki sonucu, onları da denetimi altına alan ve kendisine bağımlı hale getiren büyük sermaye grupları için düzenlenmesini amaçlar. (Bu vesile ile söylemeliyiz ki, küçük ve orta ölçekli işletme modası ve çokça sözü edilen Anadolu kaplanları sözleri tesadüf olarak değerlendirilmemelidir.)

Tüketim kalıplarından ve imajlardan başlayarak, ulusal ve uluslararası mevzuatın düzenlenmesine kadar bir dizi bağlantılı konuyu birbiriyle bir ideolojik çerçeve ile bütünleştirmeyi ve önündeki her tür engeli aşmayı hedefler. Dünyanın siyasal hiyerarşisinden, tüketim imajlarına uzanan bir yelpazeyi biçimlendirmek gibi tek tipleştirici bir zorunluluğu vardır.

Kapitalizm için her dönemde kâr elde edilmesi, yani artıkdeğer sömürüsü, esastır. Üretim sürecinin organizasyonundan, devlet organizasyonuna kadar bütün düzeyleri bu esasa göre düzenlemeye çalışır kapitalizm. Sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfının örgütlülüğü bu düzenlemenin tek engelidir. Tarihsel olarak bu mücadelenin kazanımları, kapitalizm tarafından uzun bir süredir bertaraf edilme yolundadır ve bu konuda bir hayli mesafe alınmıştır. Sosyalist sistemin yıkılması ile birlikte, sosyal devletin budanması ve yürürlükten kaldırılması için ciddi bir engel kalmadığı için, krizin aşılmasına yönelik neo liberal yaklaşım bütün düzeyleri ile uygulamaya konulmuş, bir başka söyleyişle bütünlüğü ile uygulanma şansı doğmuştur.

Kapitalizm ancak artıkdeğerle beslenir. Artıkdeğer sömürüsü için bütün bir dünya söz konusudur artık. Aynı zamanda meta hareketlerinin, ticari hareketliliklerin ve giderek finans hareketlerinin önünde hiçbir engel kalmamıştır. Yalnızca, kalkınmacı bir retorikle uzun yıllar oyalanmış ve bu yüzden küreselleşmeye ayak direyebilecek, edindiği reflekslerle, kendi küçük pazar paylarına sahip çıkmaya kalkacak, ulusal sınırlılıklar içindeki burjuvaziler ve onların bağlaşıkları olan devlet bürokrasileri bir yoluyla bertaraf edilmelidir!

Küreselleşme, yeni organizasyonu, bir anahtar sözcük yardımı ile bütün düzeylerde inşa etmeye çalışıyor. Bu sözcük esnekliktir. Finansal düzeyden, işçi sınıfının hareketliliklerine kadar, üretim sürecinin kendisini ve giderek dağıtım ve bütün düzeylerde karar mekanizmalarını belirleyen bu esneklik kavramı, sermayenin yeni birikim rejimine de adını vermiş gözüküyor. Esnek sermaye birikim rejimi olarak adlandırılan bu rejim, neo-liberal iktisat ideolojisinin gelip dayandığı aşamayı göstermesi yönüyle de değerlendirilmelidir.

Sermaye için esneklik tek bir anlam içermez. Esneklik sermaye grupları için eşit işleyen bir mekanizma değildir. Daha çok ve belirgin olarak uluslararası sermayenin kullandığı bir kavramdır. Yeni oluşan siyasal ve sınıfsal coğrafyanın avantajlarını yerinde ve iyi değerlendirerek, kârın realizasyonu sürecini, krizin aşılması amacına yönelik olarak düzenlemeyi amaçlamaktadır. Bu yönüyle yeni icat edilmiş bir kavram olsa da özü itibariyle kapitalizme içkindir. Çünkü kapitalizm her yeni aşamada, önüne çıkan engelleri kaldırmak için sonsuz esnek olmuş ve her yeni düzeyde sermaye birikiminin önündeki engelleri kaldırmak için, sonsuz bir uyum yeteneği göstermiştir.

Sosyalist sistemin yıkımı öncesi sadece makro düzeyde uyum mekanizmalarını, esnekliğin devlet ve piyasa arası ilişkileri düzenlemesini önüne hedef olarak koyarken, bu kısıt kalktığında, üretim ve tüketim aşamalarını karşılıklı ilişkileri içinde bir dizi mekanizma ile yeniden kurgulayabilmiştir. Emek piyasalarının hiç bir engelle karşılaşmaksızın sermayenin ulaşırlığına girmesi, esneklik rejiminin esas amacı olan artıkdeğer oranlarını artırmayı, hiç bir kurala bağlı kalmaksızın, nispi ve mutlak artıkdeğere el koymayı mümkün kılmıştır. Kapitalizm ve ÇUŞ’ler, eski Sovyetler Birliği, Çin, Hindistan gibi geniş alanlara girmiş bulunuyor. Sermayenin merkezileşmesinin bir sonucu olarak değerlendirilebilecek olan esneklik, emeğin tam kontrolünü sağladığı gibi, küçük sermaye gruplarını da kontrol imkanlarını sunmaktadır.

Küreselleşme emperyalizmin bugünkü siyasal söylemidir ve dayanağını esneklik politikalarında bulmaktadır. Sermayenin diğer sermayelerle girdiği ilişkileri, sermayenin ve kapitalistlerin emek ile girdiği ilişkiyi (üretim süreci), sermayenin ulusal devletlerle ilişkilerini (borç ilişkisi), ulusal devletlerin (ulus-üstü gibi gözüken ama özünde, gelişmiş kapitalist ülkelerin kısacası emperyalistlerin uzlaşmaları anlamına gelen) uluslararası kurumlarla ve gelişmiş kapitalist devletlerle girdiği ilişkileri (finans piyasaları) belirleyen esneklik kavramı, kapitalizmin başlangıçtan bu yana bir özelliği olan taşeronlaştırmanın modern zamanlara uyarlanmış yeni bir versiyonudur.

Çokuluslu firmalar, üçüncü dünyanın emek pazarlarını ve sermayelerini, hiç bir riske girmeden kendilerine artıkdeğer transferi yapmak üzere, yeniden düzenlenmeye zorlamakta ve bunu da ulusal devletler üzerinde sürdürerek geldikleri borç baskısı yoluyla gerçekleştirmektedirler. Bağımlı ülkelerin ise uygulayabilecekleri başka bir politika, hem kapitalizmin bugünkü, hem de emperyalistlerle girdikleri ilişkinin tarihi yapısı nedeniyle mümkün değildir. Bu ülkeler için sorunun çözümü bir iktisat politikası olarak belirmeyecektir. Ancak çözüm bütünsel bir siyasal politika şeklinde gerçekleşebilir. Kapitalizmle girdikleri ilişkilerin sonucunda gelişmiş ülkeleri yakalamak gibi bir kalkınmacı retoriğin imkansızlığı görülmüştür. Bu nedenle ülkeci ya da ulusal politikalar, kapitalizme ve onun krizine nötr ve nominal kavramlarla yaklaşmakta, bu yönüyle de eşitsiz bir ilişkiyi baştan kabul etmektedirler. Siyasal çözümün kavramları ise sınıfsal olmalı, sınıfsallığın söylemine ulusal bölünmüşlük ne kadar yansımışsa, o kadar ulus ölçeğine referansta bulunmalıdır.

Esneklik politikaları, uluslararası taşeronlaşma anlamına gelmektedir. Çünkü hem sermayeler arası bir hiyerarşiyi, hem de emeğin kendi içindeki hiyerarşisini aynı anda gerçekleştirmeye çalışıyor. Çevre ve çekirdek işgücü ayrımı yapıyor. Üçüncü dünya işçi sınıflarının hiç bir sosyal ve hukuki hak sahibi olmadan, daha çok emek-yoğun sektörlerde ve enformel olarak çalıştırılmasını öngörmektedir. Fason üretim için çalışan sermayenin ise, kendilerine uyarladıkları kadarıyla esneklik modellerini temel alarak işçilerle ilişkilerini düzenledikleri görülmektedir. Ulus-devletlerden ise bu çerçevenin ve hukuki düzenlemelerin gerçekleştirilmesi ve bunların koruyuculuğunun üstlenilmesi beklenmektedir. Emperyalistler ve çokuluslu şirketler için kol emeğinin ve mutlak artıkdeğerin genel olarak üçüncü dünya işçi sınıflarının üzerinden transferi gündemdedir. Nispi artıkdeğer ise gelişmiş ülke işçi sınıflarının üzerinden sağlanmaktadır. Böylece işçi sınıfının parçalanması ve işçi aristokrasinin ayrıcalıklarının sürdürülmesi düşünülmektedir.

Emperyalizmin yeni biçimlenişinin bu ciddi eğilimi, ulusları, ulusal siyasetleri ve iktisadi politikaları doğrudan etkileyecektir. Burada ekonomi biliminin özünde sosyal bir bilim olduğu ve sınıf mücadelesinin dışında ele alındığında bir matematik oyunu olarak görülebileceğini belirtmekte yarar var. İçinde bulunulan krizin diğerlerinden farkı ve önemi, işçi sınıflarını, hem merkezdeki hem de çevredeki işçi sınıflarını bir bütün olarak karşısına almak zorunda olmasıdır.

Emek – sermaye çelişkisinin dünya üzerindeki farklı biçimlenişlerine; ırkçı, cinsiyetçi, ulusal, etnik, ve sınıfsal parçalanmışlığına rağmen, bir bütün olarak emek – sermaye çelişkisinin kendisinin bu farklılıkların görüntüsünde yaşandığını ve emperyalizmin kaosunun, işçi sınıfının ve emekçi halkların krize verecekleri enternasyonalist yanıtla, yeni dünyanın kapılarını açacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bu nedenledir ki ulusal politikaların ve ulusal bir iktisadın olabileceğine dair söylemler, yeni dönemde sıkça duyacağımız ve milliyetçi sol politikaların zeminini oluşturacak gelişmelere eşlik edecektir. Aynı zamanda yeni sağ dalganın ideolojik etki çemberinin sol içinde ve hatta sosyalist saflarda sanıldığından daha güçlü ve bozucu etki yapacağını söylemek kehanet olmayacaktır. Ulusalcılıkla göbek bağını kesemeyen Türkiye sosyalist hareketi, yeni sağın yeni sol hareketle teğet noktasında bu etkilere en açık konumda bulunmaktadır.

DÖVİZ KURU VE SATIN ALMA PARİTESİ

Üçüncü dünya, azgelişmişler ya da gelişmekte olan ülkeler tanımlarının ortak bir noktası var. Gelişmiş kapitalist merkezlerin düzenlemelerine konu oluyorlar ve sürekli olarak borç ilişkisinin açık veren tarafını oluşturuyorlar. Bu bir kaç parametre üzerinden gelişiyor. Bunların üstünde durulması gereken en önemlilerinden biri döviz kuru ve buna bağlı olarak da satın alma paritesi. Ayrıca merkezin, özellikle ABD dolarının dünya parası olmasından kaynaklanan avantajları da buna eklenir. Şöyle ki;

Bir bağımlı ülke olan Türkiye’de 500 milyona aldığımız X sepet malı, ABD’de 1000 dolara alıyorsak, satın alma paritesi 500 milyon/1000=500 bin liradır. 500 bin liraya üretilen mal ihraç edildiğinde, (örneğin) bugünkü dolar kuru olan 1.200.000 TL üzerinden ihraç edilir. Sonuç olarak, ABD’deki ihracatcı firma 58 sent fazladan kazanır. Azgelişmişlerin bütün gelişmişlere yaptıkları ihracat bir karşılıksız transfere yol açmaktadır. Yani azgelişmişler, döviz kurlarının ülke paralarının nispi satın alma gücünü yansıtmamasından, kendi mallarını gelişmiş ülkelere ucuza vermektedirler. Prof Dr Cem Somer’in aktardığına göre,

“Bu yolla 1995’te OECD ülkelerine 1.2 ile, 1.8 trilyon dolar arasında bir meblağ aktarıldığı tahmin ediliyor. Bu ise OECD gayri safi milli hasılasının %8’i, azgelişmişlerinse %24’üne eşittir.”

Artıkdeğerin üretici olmayanlar tarafından ele geçirilmesi olarak tanımlanan bu süreç, Michel Chossudovsky tarafından şöyle tanımlanmaktadır.

“Gelişmekte olan ülkelerde üretilen mallar aşırı düşük uluslararası fiyatlarla ithal edildiğinden, OECD ülkelerinin yaptığı ithalatın kaydedilen ‘değer’i (yurtiçi üretim değerine oranla olduğu gibi toplam ticarete oranla da) görece küçüktür. Ancak bu mallar zengin ülkelerin toptan ve perakende ticaret kanallarına girer girmez, fiyatları birkaç kat artar. Üçüncü dünyada üretilen malların perakende fiyatları çoğu kez bu malların ithalat fiyatlarının 10 katına kadar daha yüksek olur. Dolayısıyla, zengin ülkelerin hizmet sektörleri içinde, yapay olarak, herhangi bir maddi üretim gerçekleşmeden bu farka tekabül eden bir ‘katma değer’ yaratılır. Bu ‘değer’ zengin ülkelerin Gayri Safi Milli Hasılası’na eklenir. Örneğin kahvenin perakende satış fiyatı uluslararası piyasa fiyatından 7-10 kez, üçüncü dünyadaki çiftçiye ödenen fiyattan ise yaklaşık 20 kez daha fazladır.” (Yoksulluğun Küreselleşmesi, s.103-104)

Yine M. Chossudovsky’e göre;

“Avrupa’da ve Amerika’da tüketilen ürünlerin önemli bir kısmı üçüncü dünyadan geliyor, zengin ülkelerin rant ekonomisini besliyor. Bu rant ekonomisi toplam gelirin yüzde 80’ini oluşturuyor. Güney Yarımküre’ye verilen borçların kaynağını da bu oluşturuyor. Eşitsiz değişim sonucunda, üretici ülkelerin ürünlerinden elde edilen kârlar, yüksek faiz hadleriyle, kredi olarak üçüncü dünyaya veriliyor. IMF’in ilaçlarını kullanmak koşuluyla da yoksul ülkelerin bu kredi borçlarını ödemeleri sağlanıyor.”

Bu yolla 1983 ve 1990 yılları arasında aktarılan kaynak 150.5 milyar dolara ulaşmış. Bütün bu organizasyonun merkezinde IMF gibi örgütlenmeler duruyor. Borç ilişkisi çevre ülkelerden merkeze bir sermaye akışını sürekli kılıyor ve bu durum klasik değerlendirmelerin gözden geçirilmesini zorunlu kılıyor. “Küresel ekonomi ulusal devlet kurumlarını etkisizleştirilen ve istihdam ile ekonomik etkinliklerin daralmasına hizmet eden bir ‘uluslararası alacak tahsilat süreci’ tarafından düzenleniyor.” Chossudovsky’nin yorumu bu anlamıyla yeni dönem siyasi ve ekonomik yapılanmanın felsefesini açığa çıkarıyor.

Bretton Woods sitemi çöküp, kağıt para sistemine dayalı dalgalı kur sistemine geçildiğinde, bütün dünya bir dolar bağımlılığının etkisine girmek üzere dönmeye başladı. Bu sistemin yararları saymakla bitecek gibi değil. Dolara talep dünyada arttığında, matbaaları çalıştırıp para basılabilir, kredi verilip faiz alınabilir. Üçüncü dünyalı bir vatandaşın cebinde taşıdığı her dolar aslında merkeze açılan faizsiz bir kredi anlamına gelir. ABD’nin küresel ekonominin lideri olması ve AB’nin dolar karşısında yeni bir global dünya parası koyma çabası para sisteminin ve paranın etki/kullanım alanının bu özelliklerinden kaynaklanır. Prof. Dr. Gülten Kazgan bu konuyu şöyle açıklıyor:

“Dünya ticaretinin büyümesi, sermaye hareketlerinin artması bu tür paralara talebi artırır; aynı zamanda, ne kadar çok sayıda ülke bu paraların alanına girerse, ne kadar çok ülke konvertibiliteye geçip bu paralarla rezerv tutma durumunda kalırsa, (rezerv talebi artacağı için) bu paraların sahibi ülkelerin durdukları yerde kazançları da o ölçüde artar. Güçlü ülkenin güçlü parasının sağladığı rant, küresel boyuta ulaşmaktadır günümüzde.”

Borç ilişkisine bir kez girip sonrasında yapısal uyum programlarını kabullenen bir ülkenin güçlü paraların ve ekonomilerin etkisinden kurtulması ve kendisine ait planlamalar yapması imkansız hale gelmektedir. Marx’ın özlü anlatımıyla “para bizzat cemaat olduğundan, karşısında başka cemaatlara tahammül edemez”

2- MERKEZDEKİ ETKİLERİ

Kapitalizmin bugün içinde bulunduğu krize yanıtı, daha önceki sermayenin birikim aşamaları ve stratejilerinden farklı olarak ilk defa bu düzeyde yaygın bir belirsizliği ve bu derece tehlikeli bir rekabeti de doğurmuştur. Metaların ve sermayenin dolaşım ve pazar alanının bütün dünya olması klasik olgusundan farklı olarak, üretim araçlarının kendisinin ve üretimin de nispeten uluslararasılaşması, sonuçları itibariyle merkez ve çevre ülkeleri farklı düzeylerde de olsa aynı anda etkileyecektir. Kuşkusuz bu olgunun sınıf yapısını ne oranda ve ne ölçüde etkilediği üzerinde tartışma sürmektedir.

Üretimin uluslararasılaşması konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Çokuluslu Şirketler dünya ekonomisinde ağırlıklı yer tutmaya başladıktan bu yana, “vasıfsız veya yarı-vasıflı işçilerle yürütülebilecek üretim faaliyetlerini düşük ücret ödeyen ülkelere kaydırırken, yüksek düzeydeki bir uzmanlaşmayı gerektiren malların üretimine (elektronik sanayii, uçak sanayii, hassas makineler sanayii ve benzeri gibi) köken ülkede devam etmektedir.” (Gülten Kutal ve Ali Rıza Büyükuslu, “Çalışma ilişkileri Boyutunda Çok Uluslu Şirketler ve İnsan Kaynakları Yönetimi” adlı çalışmadan aktaran Yüksel Akkaya, Özgür Üniversite Forumu, sayı 14)

Bu konuda farklı bir görüşü savunanlar, çokuluslu firmaların dev büyüklükteki yatırımlarını kolayca taşıyabilme yeteneğinde olmadıklarını söylüyorlar. Bu durumda çokuluslu şirketlerin bu tesislerde çalışan işçileri değiştirmelerinin mümkün olmadığını, yıllar itibariyle bu firmalarda çalışanların artış gösterdiğini ileri sürüyorlar. Bu görüşü savunanlara göre yine de istihdamda bir daralmadan söz edilecekse bunun nedeni, “şirketlerin üretim tesislerini denizaşırı ülkelere kaydırmaları değil, mevcut üretim tesislerinde, üretkenliği artırmak üzere yeniden yapılanmaya gidiyor olmaları.” (Chris Harman, Küreselleşme ve Direniş)

Konu üzerine kafa yoranlar bu gelişmeden şu sonuçları çıkarmaktadırlar. Merkez ülkelerde istihdam olanakları daralmaktadır. Düşük ücret ve korunaksız emek piyasalarının olduğu çevre ülkelerde yeni istihdam olanakları oluşmaktadır. Gelişmiş teknolojiye ve büyük üretim tesislerine dayanan ve nispi artıkdeğerin yüksek olduğu üretim alanlarında bir ‘üçüncü dünyalılaşma’ görmek gerçekten güç olacaktır. Bu konuda daha çok bir bölgeselleşme, hemen yakın bir alanda konumlanma saptaması yapmak daha gerçekçi olur. “Dünyanın en büyük 100 şirketi listesinde, 40 şirket satışlarının yarısını ve daha fazlasını yabancı ülkelerde gerçekleştiriyor, fakat sadece 18 tanesinin özvarlığının yarısından fazlası ve sadece 19’unun personelinin en az yarısı yurtdışında bulunuyor.” (Fortune dergisinden aktaran, C. Harman) Bizzat göçler, üçüncü dünyanın işgücü basıncı ve 82 yılından bu yana dünya kapitalizminin yaşadığı ve bir türlü aşamadığı “daralma dönemi”nin kalıcı etkisiyle ‘üçüncü dünyalılaşma’ saptamasını gelişmiş kapitalist ülkeler işçi aristokrasisi için yapmak mümkün.

“....Gelişmiş ülkeler dünya mal ve hizmet üretiminin neredeyse tümünü kullanıyor; ancak bu durum bu gelişmiş ülkelerin kendi toplumsal gelir paylaşımlarını adaletli biçimde yaptıkları anlamına da gelmiyor. En ileri teknolojiyle donanmış bu ülkelerde 100 milyonu aşkın insan yoksulluk sınırı altında yaşamaya devam ediyor. Gene bu ülkelerde yaşayan ve çalışabilecek durumda bulunan insanların 37 milyonu işsiz. Evsiz insanların sayısı 100 milyon ve yaklaşık 200 milyon kişi henüz 60 yaşına varmadan ölüyor. Raporda incelenen sanayileşmiş ülkelerde yaşayan pek çok kişinin tam anlamıyla bir ‘varlık içinde yokluk’ durumuyla karşı karşıya olduğu anlaşılıyor.

Gelişmiş ülkelerdeki yoksul nüfus oranı (%):

ABD %19.1, Britanya %13.5, Avustralya %12.9, Japonya %11.8, Kanada %11.7, İrlanda %11.1, İspanya %10.4, Yeni Zelanda %9.2, Danimarka %7.5, Fransa %7.5, Hollanda %6.7, İsveç %6.7, Norveç %6.6, İtalya %6.5, Finlandiya %6.2, Almanya %5.9, Belçika %5.5” (Kaynak: UNDP 1990, aktaran Petrol-İş 97-99 Yıllığı, s.144)

Gelişmiş kapitalist ülkelerin ve doğru söylemle emperyalizmin lider iki ülkesinin son yıllardaki sınıfsal yapılanmalarında ciddi bir üçüncü dünyalılaşma söz konusu. Rakamlar bunu gösteriyor:

“Thatcher öncesi Britanya’da her 10 kişiden biri yoksulluk sınırı altında yaşamaktaydı. Bu oran kuşkusuz savaş öncesindeki dönemden çok daha iyi, fakat gelişmiş bir ulus onuruna da yakışmayacak düzeydeydi. Şimdi, her 4 kişiden biri yoksulluk düzeyinin altında yaşıyor ve her 3 çocuktan 1 tanesi de resmen yoksul. Yoksulluğun bugünkü anlamı ile geçmişteki anlamı arasında da büyük bir fark var; bugünkü anlamı: İnsanlar kış ayazında evlerini ısıtamıyorlar, elektrik ve su alabilmek için sayaca para atmak zorunda kalıyorlar, su geçirmeyen sıcak tutan bir paltoya sahip olamıyorlar (1996 Report of the British Child Poverty Action Group). Bu olayı İngiltere’deki vergi sistemi ile de ilişkilendirerek ele aldığımızda ortaya çıkan manzara şöyle: 1980’lerde vergi yükümlülerinin %1’i tüm vergi iadeleri toplamının %29’unu alıyordu. Ortalama maaşın yarısını kazanan tek bir kişi ödediği verginin bir anda %7 yükseldiğine tanık olurken, ortalama maaşın 30 katını kazanan bir başkası %21’lik bir vergi iadesine hak kazanıyordu.” (Türk-İş 99 Yıllığı, s. 558)

Amerika’da ise durum şöyle özetleniyor:

“1980’lerin sonuna kadar 10 yıllık dönemde Amerikan ailelerinin en tepedeki %10’u gelirini ortalama olarak %16 arttırmış, en tepedeki %5’in gelir artış yüzdesi 23.5, ‘en şanslı’ kesim olan ilk %1’in ise %50 olmuştur. Bu son grubun gelirleri 270.000 dolardan 405.000 dolara fırlamıştır. Skalanın en dibinde yaşamaya çalışan Amerikan halkı ise 10 yıllık periyotta gelirinin %15’ini kaybetmiş ve sonuçta en tepedeki %1’in geliri en alttaki %10’un gelirinin 65 katına ulaşmıştır. 1980-1990 arası dönemde ise bu fark 115 kata ulaşmıştır.” (Türk-İş 99 Yıllığı, s. 569)

Küreselleşme politikaları kriz içinde ciddi bir hegemonya mücadelesini ifade ediyor. Merkezde gelişen rekabet bütün dünyayı önemli sorunların yumağı haline getirmektedir. 80’li yılların başındaki ABD’nin tartışılmaz hegemonyası uzun ve bugüne kadar süren durgunluk yıllarında hayli tartışmalı bir duruma gelmiştir.

Kapitalizmin ve onun doğasına içkin olarak gelişen emperyalizmin durağan bir tahlilini yapmak bu karakteristik özelliği nedeniyle bir kez daha güçleşmektedir. Kavramsal bir netliği baştan sorunlu ve zorunlu kılan bu tahliller, kapitalizmin karmaşıklaşan uluslararası ilişkiler ağı içinde geliştirdiği emperyalizm olgusu dolayısıyla, ikinci bir güçlüğü getirmiştir.

Emperyalizmin Lenin ve Hilferding tarafından yapılan tahlili, finans kapitali, üretken sermaye ve para sermayenin birlikteliği olarak almaktadır. Oysa bugün finans kapital, sermayenin tüm döngülerinin tam olarak uluslararasılaşması olarak tanımlanmalıdır. Üretim, dolaşım ve tüketim büyük firmaların kendi bünyelerinde bir arada oluşturdukları özerk yapılaşmalar şeklinde gelişmektedir. Üretici firmalar, bankalar ve ticaret şirketleri, finans kapitalin üçlü farklılaşması/birleştiriciliği altında bir arada bulunabilmektedir. Bu üçlü ilişki gelişmiş kapitalist ülkelerin, kapitalist krizlere karşı geliştirdikleri alternatif bir mekanizma olarak algılanmalıdır. Üretimin uluslararasılaşması, yaygınlaşması beraberinde ticari sermayenin uluslararasılaşmasını getirmiştir. Ulus ötesi (transnasyonal) firmalar, mali, üretken ve ticari sermayeyi kontrol etmektedirler ve bu faaliyetleri için en uygun yerlerde ve şekilde yoğunlaşmaktadırlar.

“Öyle ki dünyanın en büyük 100 ekonomisinden 50’sini artık devletler değil bu ulus ötesi firmalar oluşturmaktadırlar. Bunların en büyük 200 tanesi dünya gayri safi hasılasının yüzde 31.2’sini gerçekleştiriyor. İstihdam ettikleri işgücü ise dünya işgücünün yüzde 1’i bile değil. Köken olarak Japonya, ABD, Alman, Fransız, İngiliz, İsviçre ve Güney Kore adresli bu transnasyonallerin iki binli yıllarda ciroları tahminleri göre 10.000 milyar dolar olacak. ABD’nin GSH’sı 7.600 milyar dolar.” (Carlos M.Vilas. Özgür Üniversite Forumu, Küreselleşme)

Dünyada yatırımların büyük bir kısmı hâlâ gelişmiş ülkelerde yapılmaya devam edilmektedir. 1990-92 arasında azgelişmiş ülkelere yapılan yatırımların toplam yatırımlar içindeki yeri yüzde 23.1 şeklinde gerçekleşmiştir. Buna karşın çokuluslu şirketlerin 1986-90 arasında 37 milyar dolar olan sermaye ihraçları 1993’te 160 milyar dolar olmuş ve bu şirketler dünyadaki endüstriyel üretimin yüzde 30’unu doğrudan denetleyebilecek duruma gelmişlerdir. Bugüne kadar oluşmuş üretim yapısı bir yana, neredeyse dünyanın üçte ikisi yeni yatırımlar açısından unutulmuş bulunuyor. Gelişmiş kapitalist ülkelerin birbirleriyle rekabet halindeki, Kuzey Amerika, Avrupa ve Japonya merkezli ittifaklarının her birinin kendi içinde bölgesel entegrasyonları söz konusu. Bu anlamıyla gelişmiş teknoloji kullanılan ve yüksek kâr marjları olan alanlardaki üretimin dağılımı ve bu ittifaklar açısından daha çok kendi içlerinde bir bölgeselleşmeden söz edilebilir.

DEVLETİN YENİ SİYASAL ŞEKİLLENMESİ

Kautsky ve Lenin arasındaki tartışmayı anımsamakta yarar var; çünkü bugünkü gelişmeler kimilerine göre ultra-emperyalizm tezinin kendisini gerçekleştirdiği yolunda yorumlara yol açıyor. Lenin’in bir eğilim olarak karşı çıkmadığı ama “ulusal finans kapitallerin dünya çapında bir ultra emperyalizm yapısında birleşilmesinden önce, emperyalizm kaçınılmaz olarak yok olacak ve kapitalizm kendi karşıtına dönüşecektir.” (Lenin, ‘Giriş’, Nikolay Bukharin’in Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi içinde) şeklinde bir teorik olasılığı kabul etmiş olduğunu koyduğunu anımsatalım. Bu sadece sınıf mücadelesine ve devrime olan, öznel olana olan ‘inanç’ tan mı kaynaklanıyor; acaba bugünkü durum açısından söz konusu olan nedir?

Çevre ülkeler açısından ulusal devletlere yeni bir biçim verildiği ve yeni işlevler yüklendiği, küreselleşmeci ideolojinin çevre ülkelere etkileri bölümünde genel olarak ele alındı. Ama finans kapitalin yeni egemenlik biçimleri açısından bugünkü kapitalizmi nasıl tanımlamak gerekmektedir?

Örneğin Ahmet İnsel’e göre, “bu uluslararası kuruluşlarla büyük devletlerin oluşturduğu gayri resmi yapı, yeni dönemin egemen siyasal oluşumunu kaba hatlarıyla tanımlıyor. Ulus-devlet egemenliğinden farklı bu yeni egemenlik biçimini emperyal egemenlik olarak tanımlamak mümkün” ve hatta, “özellikle G-8 dünyayı ve yaşamı kaplayan kapitalizmin küresel yönetim ihtiyacına geçici olarak bulunmuş bir çözüm. Bu anlamda G-8’i oluşmakta olan emperyal hükümetin nüvesi olarak görmek mümkün.” (Birikim, sayı 148, sf. 31-32) Ahmet İnsel bu emperyal oluşum içinde bulunmayı ve buradan bir muhalefeti örmeyi düşünüyor.

Bu görüşün daha ‘rafine’ edilmiş bir şeklini, İşçi Partisinin yayın organı Teori dergisinde Erol Bilbilik dile getirmiş bulunuyor. Bu yazara göre, kapitalizmin bünyesinde çokuluslu şirketlerin illegal bir faaliyeti var ve hatta bir tür gladyo şeklinde örgütlenmiş bulunuyorlar ve varolan devlet yapılarına karşı da bir darbe çalışması içindeler. Yazar, bu aktörleri isim isim deşifre ediyor. (Teori, s. 139)

Samir Amin’e göre ise, “kapitalizm bir sosyalist devrimle fırlatılıp atılmazsa, üretici güçlerin gelişimi, kapitalizmin yeni bir tipine indirgenemeyecek olan değişik bir sınıflı topluma götürebilir.” ( Samir Amin, Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme, Kaynak yay, ikinci baskı, İstanbul 1997, s.251) Sovyet sistemini bir çeşit devlet kapitalizmi ile benzeştirmekte ve bunun da uluslararası işbölümünün ve sermayenin merkezileşmesinin yeni bir aşamasıyla olacağını söylemektedir Amin.

Wallerstein ise emperyalizmin genel gidişatının bir dünya tröstüne varmayacağını söyler. “Tarihsel kapitalizmin işleyişi bir dünya ekonomisi içinde olmuştur ama bir dünya devleti içinde olmamıştır. Tam tersine... yapısal baskılar bir dünya devleti kurulmasına karşı yönde çalışmıştır” (Samir Amin , age, sf. 56) Wallerstein’da sıkça kullanılan ‘kaos’ kavramı geleceğin belirsizliğine ilişkin, siyasal belirsizliğe ilişkin bir kavram olarak, merkez ülkelerdeki siyasal yapılanmaların rengi açısından pek bir ipucu vermemektedir. Bize ‘olmasını istediğimiz dünya için mücadele etmek’ gibi, öznesi ve nesnesi belirsiz; tıpkı kaos kavramı gibi amorf bir yol önermektedir. Luksemburg’un kapitalizmin pazar meselesi nedeniyle kendi içine çökeceği tezini anımsatmaktadır bu görüş.

Çokuluslu firmalar, devlet imkanlarını arkalarına alarak, önce ulus üstü yasal ve siyasal düzenlemeler yoluyla (IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler) sonra da devletlerin kendileriyle girdikleri ilişkiler sonucunda ulusal devletlere şekil vermek üzere, dünyanın yeni efendileri oldular. Fakat bunları değerlendirirken, devletleri ayrı ekonomik ve siyasi bir olgu olarak değerlendirmek kanımızca yanlış olur. Artıkdeğerin paylaşımı noktasında devlet bürokrasisinin devre dışı bırakılması, daha çok üçüncü dünya ülkeleri için söz konusu olmaktadır. Çünkü transnasyonallerin yeni politikaları ile çelişki oluşturmaktadırlar? Ama bu noktada şu soru anlamlı bulunmalıdır:

“Bütün her şeyden sonra, devletler ve politika, küreselleşmiş dünya için bu kadar önemsizse, o halde küreselleşmiş elit girişimcilerin devletlerin politik kontrolünü elde etmek istemeleri ve bu işe ayırdıkları kaynaklar nasıl anlaşılacaktır?” (Carlos m. Vilas, Özgür Üniversite Forumu, Devlet)

Bu soru karşısında, kapitalizmin bugün içinde bulunduğu emperyalist aşamasının karakterini ‘tekelci devlet kapitalizmi’olarak tanımlamak kanımızca doğrudur ve bunun dışında bir tanım, ekonomik, siyasal, ideolojik ve giderek sosyal psikolojik bir bütün olan kapitalizmi, bir takım ekonomik çevrimlerden ibaret saymak anlamına gelir. Devlet sermayenin organizasyonlarından biri ve en üst siyasallığıdır, bunun dışında sermayenin bir siyasallığı ve kendini gerçekleştirmesi mümkün değildir.

Bu gelişme, sermayenin merkezileşme eğilimini hiç bir zaman tek merkezi dünya sermayesi olacak bir sonuca götürmeyecektir. “Sermaye her zaman için tek tek sermaye olarak ve rekabet halinde varolur.” (Marx) Kapitalist rekabet, finans kapitalin dünya üzerinde farklı emperyalist merkezler şeklinde belirmesini getirmiştir. Bugün genel olarak birbirleriyle rekabet halinde olan gelişmiş kapitalist ülkelerin kendi aralarında oluşturmaya çalıştıkları ittifaklar, sermayenin bu iç çelişkisinin tehdidiyle birlikte varolmaktadır. Kârı paylaşma konusunda aralarında anlaşabilen ve bu nedenle siyasi, ekonomik ve politik birlikteliklere gidebilen kapitalist merkezler, kriz dönemlerinde yani zararı paylaşmak konusunda birbirlerine düşman olmaktadırlar. Dünyanın geri kalanının sömürü alanları olarak organize edilmesi teknik, hukuki, siyasi ve ekonomik olarak bağımlılık ilişkileri içinde düzenlenmesi, neo-liberal ideolojilerin bozucu dayatmalarını getirmektedir. Üçüncü dünyacı bir anlayış ise bir karşı koyuşun bu bölgesel ittifakların süreci kendi lehlerine çevirmeleri ile mümkün olduğu tezini ileri sürebilmektedir.

İki binli yılların dünyasında emperyalizm nitelik olarak değişmemiştir. Emperyalist hegemonyanın gizlenmesine yönelik olarak ortaya atılan küreselleşme kavramının üstü kazındığında görülecektir ki, bu kavram, esas olarak işçi sınıfı ve ezilenler cephesinden bakıldığında, dünyanın sınırsız talanı anlamına gelen emperyalizmin yeni bir görüntüsünü verecektir. Sosyalizm deneylerinin başarısızlığı ve yıkımı ile beraber dünyanın üçte birinin kapitalist pazara katılımıyla doğrudan ilişkilendirilmesi gereken küreselleşme kavramı, emperyalizmin dünya sömürgeciliğinin, bugünkü anlatımıdır.

Her tarihsel dönemde üretici güçlerin dünya ölçeğindeki ticari, sınai ve teknolojik birliği sermaye birikimi model ve stratejilerinin yeni aşamalarını zorunlu kılmıştır. Özellikle son 10 yılda dünyanın global bir köy olarak tanımlanmasına neden olan gelişmeler farklı yorumlara yol açmaktadır. Ulus-devlet ölçekli ve kaynağını buradan alan sermaye grupları, devletlerin kendilerine verdikleri destek ve siyasi lojistik olmaksızın dünya pazarına girme şansına sahip değillerdir. Dünyanın ticari olarak en gelişmiş ülkeleri ve sermaye gruplarının yöneticileri serbest ticareti kendilerinin mal satması açısından ele alıyorlar ve doğal olarak da kendi devlet ve uluslarından korumacılık talep ediyorlar. Bölgesel ittifakların temelinde yatan çokuluslu şirketler halihazırda esas olarak ulusal merkezli oluşumlardır. Anayurtlarının vergi otoritesi altındadırlar. Rekabet güçleri esas olarak kaynaklandıkları ulusal alandaki avantajlarına dayanır. Bir çok ülkede birden faaliyet gösterseler de mülkiyet ve karar alma mekanizmaları uluslararasılaşmıyor ve bu konuda kotaları yürürlüğe koyuyorlar. Ulus ötesi olma aşamasının ileride yaşanacak siyasal süreçlerle ilişkileneceğini görmek mümkündür.

Dünyanın gelişmişlerinin, kapitalist merkez ülkelerin, dünya nüfusunun yüzde seksenini belirlediği, yönettiği ve sömürdüğü bir dünyanın demokrasisinden, bu yönetici yüzde on küsurun içinde ciddi bir azınlık oluşturan finans kapital kesiminin dünyaya biçtiği demokrasi gömleğinin, ulusal sınırları tartışmaya açtığı bir gündemi hep beraber yaşıyoruz. Belki de bu Amin’in belirttiği, olmayan sosyalist devrimlerin, gecikmiş bir doğumun tartışmalarıdır. Eğer küreselleşme ideolojisine inanacaksak, kapitalizmin sınırları içinde ulusallıkların aşılabileceği, anti-marksist tezine de inanmak zorundayız. Ama biz biliyoruz ki kapitalizm her zaman ulusal sorunları beslemek durumundadır. Finans kapitalin aşmak istediği, ulusal sınırlar ve bu sınırlar içindeki görece özerk sermaye gruplarıdır. Kendisi dışında, işçi sınıfı ya da rekabet edeceği bir diğer sermaye grubu için hiçbir sınırın kalkmasını istemediğini düşünmek sanırım en doğru olanı. Ötesinde emperyalizmin aşıldığını, örneğin küreselleşme gibi bir dönemin yaşandığını ve bu dönemin kendinden menkul bir dönem olduğunu söylemek gerekir ki, özel mülkiyet temelinin sapasağlam durduğunu, işgücünün bir meta gibi alınıp satılmasının ötesinde, bir meta olmayan hiçbir şeyin kalmadığını, işsizliğin ve ekonomik bir değer ifade etmemenin dünyanın önemlice bir bölümünün ortak niteliği haline geldiğini unutmak gerekir. Bu tabloda görülmesi gereken, kapitalizmin emperyalizm aşamasının, sermayenin merkezileşmesi anlamındaki rekabetinin acımasız boyutlarıyla, faturasının başta bütün dünyadaki işçi sınıfları ve emekçi halklar olmak üzere, bütün ezilenlere çıkarıldığıdır. Küreselleşme bu gürültü patırtının uzaklardan duyulan ilk belirgin sesi ve adlandırması olmuştur.

İnsan hakları, demokrasi ve serbest piyasa kavramları ile oluşturulan küreselleşmeci ideoloji, içinden geçmekte olduğumuz yeni dönemle birlikte farklı bir stratejiye dönüşmek zorunda kalmaktadır. Artık, ‘insan hakları’, Batı’nın uğruna dünyanın geri kalanına askeri müdahaleler yaptığı ve peşinden bütün kurumları ile ‘serbest piyasa’ ve ‘demokrasi’yi yerleştirdiği bir kavram olarak algılanmamaktadır. Artık insan hakları ‘teröristlerin’ arkasına sığındıkları bir paravan ve demokrasi ise ‘terörle mücadelenin’ önündeki kalkan olarak algılanmaktadır. Demokrasiyi de insan haklarını da Batı’nın ve ‘Amerikan vatandaşının can güvenliği’ gerekçesi ile askıya almaya karar verenler, küreselleşme ideolojisinin sonuçlarını aldıklarını ve bunun üzerinden daha fazla ilerleyemeyeceklerini düşünüyorlar.

KAYNAKÇA

Gülten Kazgan, Küreselleşme ve Yeni Ekonomik Düzen, Altın Kitaplar

Michel Chossudovsky, Yoksulluğun Küreselleşmesi, Çivi Yazıları

Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları

Bukharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi

Fuat Ercan, Para ve Kapitalizm, Ceylan Yayınları

Fuat Ercan,Toplumlar ve Ekonomi, Sarmal Yayınları, İstanbul, 1998

Chris Harman,Küreselleşme ve Direniş, Z Yayınları, İstanbul, 2001

Karl Marks,Komünist Mamifesto, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1994

Karl Marks, Fransada Sınıf Savaşımları, Sol Yayınları

İ. Wallerstein, Tarihsel Kapitalizm

İ. Wallerstein, Liberalizmden Sonra

Samir Amin, Emperyalizm ve Eşitsiz Gelişme

Birikim, Küreselleşme Özel Sayı

Türk-İş Yıllığı, 1999, c.1-2

Petrol-İş Yıllığı, 97-99

Sınıf Bilinci 19

Teori 139

Özgür Üniversite Forumu, Kriz Özel Sayısı

Özgür Üniversite Forumu, Küreselleşme Özel Sayısı

Özgür Üniversite Forumu, Kompradorlaşma Özel Sayısı

Teori ve Politika 22, Küreselleşme ve Emperyalizm

KASIM 2001

1

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ