Tekelci kapitalizm döneminde sermaye ihracı aynı zamanda üretim ilişkilerinin henüz kapitalizm öncesi tarihi yaşayan pazarlara taşınması anlamını da içerdi. Bu durum yeryüzünde var olan kapitalist ilişkiler anlamında ikili bir yapı ortaya çıkardı.
İREM YALINPALA
Teori en bildik görünen şeylerin taşıdığı gizemi ortaya çıkartan, görünmez olanı görünür, duyulmaz olanı duyulur kılandır. Sonsuz bir labirentin ortasında insan kendisini güçlü anaforların, karanlık girdapların içinde buluverir. Açılan her kapının ardında açılmayı bekleyen düzinelerce kapı, yanıtlanan her sorunun ardında çözümsüzlüğe açılan pek çok soru kalır. Pratiğin çırılçıplak sadeliğine karşın teori gizemiyle insanı kışkırtır, arzularını ve ihtiraslarını kamçılar. Teorinin savaş alanı, düşlerden sözcüklere akan kocaman bir meydandır; bu meydanda genizleri yakan kan değil mürekkep kokusudur. Ve bu savaşın kazanılmadığı hiçbir savaş kimseye gerçek bir zafer vaat etmez. Hele bu savaşın adı sınıf savaşı olarak konulmuşsa...
Komünistler uzun bir süredir sınıf savaşı alanında silahsız dövüşüyorlar. Bu gerçeklik öylesine yalın bir biçimde ortada ki alınan yenilgiler kimseyi şaşırtmıyor. Gözlerimiz bağlı, başımız dizlerimizin arasında, tedirginlikle darbenin nereden geleceğini bekliyoruz. Ve yalnızca her şeyin bir gün iyiye gitmesini umut ediyoruz. Ne yazık hiçbir şey düzelmiyor. Zaman zaman sınıfta yaşanan alevlenmelerin ışığı da bize dek ulaşamadan yitip gidiyor. Çünkü sınıfa o kadar uzağız ki...
Gözleri görmeyen bir insan yolunu bulmak için bildik bir şeyler arar. Bulduğu şeyleri yerli yerine koyar ve yönünü kestirmeye çalışır. İşte bugünün kör karanlığında da belki yapılması gereken en önemli şey budur. Bunun için sınıf savaşı alanında teorik mücadeleye önem veriyoruz ve yine bunun için tartışmaya taraf bulamasak da bu tartışmayı ısrarla sürdürmeye devam ediyoruz. Çünkü dokunacak başka bir el bulamıyorsan yüreğinin sıcaklığına sığınırsın ve kendi sesinin yankısı da pekala sana yol gösterici olabilir.
Devlet tartışması böyle bir konjonktürde ayrı bir önem arz ediyor. Çünkü düşmanla karşı karşıya geldiğimiz, silahların çekildiği ve galibin belli olduğu yer orası. Eğer düşmanın silahlarını bilmiyorsanız, bunları nasıl etkisiz hale getireceğinizden haberdar değilseniz bu kavganın adı yalnızca intihar olur. Elbet yok olacağını bilerek baş kaldırmanın da onurlu bir yanı vardır; ama ne yazık ki insanlığın emperyalizmin azgın saldırıları karşısında böyle bir lüksü kaldıracak gücü yok.
Türkiye’de devlet tartışması bir zamanlar sosyalist hareket içinde oldukça büyük bir öneme sahipti. İdeolojik hegemonya mücadelesi bir biçimiyle orada verilir; iyi veya kötü, yapılan devlet tespitine göre strateji oluşturulur, mücadele edilirdi. Bugün devlet hakkında ne düşündüğü sorulanlar, soruyu sanki abesle iştigal etmişiz gibi anlam veremez bir ifade ile karşılamaktalar. Ama yine de sormak lazım; ‘gerçekten devlet hakkında ne düşünüyorsunuz’?
“...Araştırma yöntemi, işlenecek malzemeyi ayrıntıları ile ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli, iç bağlantılarının esaslarını bulmalıdır. Ancak bu yapıldıktan sonra, gerçek hareket (abç) yeterince anlaşılabilir. Eğer bu başarıyla yapılırsa, eğer ele alınan konunun yaşamı tıpkı bir aynada olduğu gibi ideal bir biçimde yansıtılırsa, karşımızda salt a priori bir yapı varmış gibi gelebilir.” (Marx, Kapital, c. 1, s. 28)
Marx’ın Kapital’in Almanca ikinci baskısının önsözünde söylediği bu sözler teorinin içindeki bir yolculukta yön bulucu için oldukça göz korkutucu. Ama diğer yandan gerçek bir marksist teorinin nasıl bir şey olması gerektiğine ve bunun diğer düşünsel eylemlerden neden farklı olacağına dair ipuçları da sunuyor. Sanki yukarıdaki sözlerde aynı zamanda 11. Teze bir gönderme de var gibi. Marx araştırmanın nasıl ayrıntılı bir çalışmanın ürünü olması gerektiğini aktarırken, aynı zamanda bu çalışmanın tek tarafının araştırmayı yapan olmadığını, aynı zamanda ışık tutulan gerçeğin aynasının karşısında birilerinin daha var olduğunu da ima ediyor. Bu bakış açısı teorik faaliyeti salt düşünsel bir çerçeveden çıkartıp, onu marksist eylemin konusu haline getiriyor. Böylece sınıf savaşımının her alanında olduğu gibi entelektüel alanda da militan bir tavır ve buna/bugüne bağlı bir sorumluluk gerekli hale geliyor. Oysa bir yanda gündelik komünist eylemin altyapısının örülmesi ihtiyacı, diğer yanda teorik pratiğin kendi ihtiyaçları... Bu çelişki bizleri teorik faaliyeti adım adım ilerletirken teorik olgunlaşmayı her seferinde bir sonraki satıra bırakmaya itiyor. Ve bu dizgenin sonu yok. Bu nedenle kaleme alınan her bir metni bir bütünün parçası olarak kabul etmek gerekiyor. Devlet hakkında oluşturulan aşağıdaki metin de henüz tamamlanmamış bir sonraki metnin ön sözü olurken daha önce yayınlanmış “Devlet ve İdeoloji” (Kurtuluş Sosyalist Dergi 3) adlı makalenin devamı niteliğini taşıyor. Marx yukarıdaki satırlarda bir yandan araştırmacının yüreğine korku salarken diğer yandan eline bir ışık veriyor. ‘Olayları gerçek hareketi içinde değerlendir’. Bu düstur diyalektiğin sihirli anahtarını araştırmacının eline usulca bırakırken Tarihsel Materyalizm açılmayı bekleyen koca bir kale kapısı gibi karşımızda beliriyor.
Devlet hakkında bir yazıya belki bir kez daha okuyucuların pek çoğunun defalarca okuduğunu bildiğimiz bir alıntı ile başlamak gerekir.
“Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaştıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır.(abç)” (Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 23)
Yukarıdaki satırlar toplumsal konfigürasyona ilişkin bir model sunar: Üretim İlişkileri ve Üretici Güçlerin oluşturduğu altyapı ve bunun üzerinde yükselen, bunun koşullandırdığı devlet, kültür, din vb.nin oluşturduğu üstyapı... Marksist teoride en önemli konu başlıklarından birisini bu modellemenin yarattığı tartışma oluşturur. Altyapının üstyapı üzerindeki belirleyici etkisinin oluş şekli, üstyapının görece özerkliği ve en son üstyapının altyapı üzerindeki etkisi ve bu etkinin sınırları... Bu başlıklar yürütülecek her devlet tartışmasının bir yönünde karşımıza çıkar. Kimi zaman devletin tarifine, işlevine ve sınıfsal analizine ilişkin çalışmalarda, kimi zaman Bonapartizm gibi devlet aygıtının ansal özerk kurgusuna yapılan vurgularda, kimi zaman da Bismarkizmde görüldüğü gibi üstyapının altyapı üzerinde yarattığı etkilerin tartışılmasında. Tüm bu başlıklara karşın devlet hakkında bir tartışmanın yürütülebilmesi için öncelikle üretim ilişkilerinin tam bir analizi gereklidir. Bu nedenle Engels’in yine Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkının Önsözü’nde söyledikleri yön göstericidir.
“Tarihte toplumun ve devletin bütün ilişkilerini, bütün dinsel ve hukuki sistemleri, ortaya atılan bütün teorik görüşleri, ancak bunlara tekabül eden çağlardaki maddi hayat koşulları anlaşılırsa ve bu birinciler, maddi koşullardan tümdengelim yoluyla çıkarılırsa, anlamak mümkündür.” (age, s. 29)
Kapitalizm serbest rekabetçi dönemde egemen olan meta ihracından, emperyalist dönemin karakteristiği olarak ortaya çıkan sermaye ihracına evirildiğinde, dünya üzerinde henüz kapitalist üretim ilişkileri aşamasına gelmeyen toplumlar için yeni bir dönem ortaya çıkıyordu. Serbest rekabetçi dönemin meta ihracına dönük pazar yapısı, ilişkilendiği ekonomileri kendi evrimi içinde sömürüyor ve çoğu zaman da bu evrimde bir duraklamaya ve kesintiye neden oluyordu. Ardı sıra gelen tekelci kapitalizm döneminde sermaye ihracı aynı zamanda üretim ilişkilerinin henüz kapitalizm öncesi tarihi yaşayan pazarlara taşınması anlamını da içerdi. Bu durum yeryüzünde var olan kapitalist ilişkiler anlamında ikili bir yapı ortaya çıkardı. Bir yanda demokratik devrimini gerçekleştirmiş, kapitalist üretim ilişkilerinin, feodalizm içinden üretici güçlerin gelişmesinin bir sonucu olan devrimlerle çıkıp gelmiş hali; diğer yanda da henüz üretici güçlerin yeterli olgunluğa ulaşamamasına bağlı olarak eski üretim ilişkilerinin hakim olduğu ama bununla birlikte emperyalizmin küresel doğası gereği kapitalist pazar ve kapitalist üretim ilişkileri ile ilişkilenmiş ve buna bağlı olarak da metropol ülkelerden farklı bir gelişim seyri içeren perifer ülkeler. Bu ikili durum üzerinden yürünmediği, bunun nedenleri ve yarattığı sonuçlar, ürünü olan sınıf yapısı ve bu sınıf yapısının doğurduğu sınıf çatışması ortamının metropol ülkelerden farkı ayrımlaştırılamadığı koşullarda, sıkça içine düşülen bir hata tekrarlanmak zorunda kalınır. Marksist teorinin gelişimi çoğunlukla Avrupa merkezli ve metropol kapitalist üretim ilişkileri örneklemi üzerinden yürütülmüştür. Bu nedenle ele aldığı sorunlar kapitalizmin ‘normal’ seyrinin sonucunda ortaya çıkan sorunlardır. Oysaki farklı koşulların farklı sonuçlar doğuracağı diyalektik önermesi bizlere bu ‘normal’ seyre ait sorunların ve buna bağlı olarak üretilecek tartışmaların perifer toplumlara birebir uygulanmasının mümkün olamayacağını gösterir. Öyleyse perifer toplumlar merkezli yürütülecek bir tartışmada iki şey yapmak gerekir: Bunlardan ilki marksizmin yön göstericiliğinde, kapitalizmin genel yasalarını alan içerisinde bulmak ve ikinci olarak ilk yöntemle bağlantılı olarak alanın özgüllüğünü tarif etmek. Burada anlatılmak istenen ikili bir marksist teori üretmek değildir. Yapılmak istenen marksist teorinin farklı alanlara, alanların farklılığını ortaya çıkaracak şekilde uygulanışını sağlamaktır. Zaten diyalektik denilen yöntem de böyle bir şeydir.
Merkez perifer ilişkisine değin çalışmalar belki de tartışmanın doğası gereği Avrupa dışında yankı bulmuştur. Bunun öncül örnekleri olarak Amerika çıkışlı André Gunder Frank ve Türkiye çıkışlı İdris Küçükömer verilebilir. Frank ve Küçükömer’in soruları benzer bir kalıba sahiptir. Kapitalizm metropol kapitalist ülkeler dışında da aynı gelişim seyrini mi izler? Verilen yanıtlar çerçevesinde her iki yazarın düşünceleri de bambaşka tartışmaları körüklemiş ve belki bunun sonucunda baştaki soru silikleşmiştir[1] ama yanıtlar bir yana bırakılıp soru öncelendiğinde, sorunun bu şekliyle soruluşu dahi bir başka düşünce yapısının olanaklarını sunar. Yani perifer kapitalist ülkeler metropol kapitalist ülkelerden farklı bir gelişim seyrine sahip midirler? Perifer kapitalist ülkelerin ulaştığı nokta metropol kapitalist ülkelerin ulaştığı nokta ile aynı mıdır, ya da aynılaşabilir mi? Bu sorulara önsel çeşitli yanıtlar vermek olası. A priori olarak diyebiliriz ki, perifer kapitalist ülkeler metropol kapitalist ülkelerden başka bir yoldan kapitalistleşirler. İkinci olarak perifer kapitalist ülkelerin kapitalizmi metropol ülkelerden farklıdır. Ve üçüncü olarak perifer kapitalist ülkeler hiçbir zaman kapitalistleşmenin aşaması, niteliği (emperyalizm, metropol, merkez vb) anlamında metropol kapitalist ülkelerle aynılaşmazlar. Bu nedenle gecikmişlikle malul bu ekonomilerin kurtuluşu kapitalizm olamaz. Bu belki de masalda sözü geçen çirkin ördek yavrusunun, Andersen’in düş dünyasının dışında, hiçbir zaman kuğuya dönüşemeyeceği acıklı sonunu anlatır. Çirkin ördek metaforu tehlikeli çağrışımlar içermekle birlikte aynı zamanda çirkin ördek yavrusunun kendiliğine yabancılaşmasının en doğal şekillerini anlatması açısından oldukça çarpıcıdır. Çirkin ördek yavrusunun büyüyerek bir kuğuya dönüşmesi ve bunun sonucunda kendilik bilgisine ulaşması perifer ülke gerçekliğinde mümkün görünmediğine göre kendilik bilgisine ulaşmanın başka yol ve yöntemlerinin bulunması gerekir. Bu yol ve yöntemler öncelikle ‘ben neden diğerlerinden farklıyım?’ sorusunun sorulması ile ortaya çıkar. İşte bu nedenle Frank ve Küçükömer’in sordukları soru verdikleri yanıttan daha önemlidir. Görünene ait formel tarifler bilimsel bilgiye zemin sağlamakla birlikte her zaman tamamlanmaya ihtiyaç duyar. Bu nedenle biçimin altındaki kalıtımın, kalıtımı yaratan evrimsel yasaların ortaya çıkartılması gerekir. Bir toplumsal sürecin genetik analizi ve bu genetik yapıyı koşullayan evrim sürecinin anlaşılması ancak tarihsel materyalizmle mümkündür. Çirkin ördek yavrusunun çirkinliğinin kökleri ve bu çirkinliğin nereye evirileceği marksizm biliminin genetik kodları çözmesi yani toplumsal evrimin yasalarını çözümlemesiyle mümkündür. Ve bir toplumsal yapının fenotipini koşullayan genotip üretim tarzı ile ifadelendirilebilir. Bir toplumsal formasyona bakarken üretim ilişkileri ve üretici güçler bütününe bakmak gerekir. Bu perifer kapitalist ülkeler yani kendisini diğerleriyle aynı görüp çirkinliğine hayıflanan ve kendiliğini reddedip diğerlerine benzemeye çalışan çirkin ördek yavruları için de böyledir.
A priori olarak kabul ettiğimiz doğruların (kapitalizm her ülke için aynı evrimsel temayı tekrarlamaz, bugün geri kalmış perifer ülkeler metropol kapitalist ülkelerin evrim süreci içinde değildirler ve en son bu iki tespitin ışığında –kimilerinin az gelişmişlikle tariflediği– perifer ülkeler hiçbir zaman gelişmiş olamayacaklardır hipotetik önermeleri) olgulara dayalı ispatı gerekir. Bu ispat çabası tek başına entelektüel bir uğraş olarak değil aynı zamanda pratik politik sonuçlarına değin uzanacak şekilde kurgulanmalıdır. Böylece zincirin zayıf halkasının neden zayıf olduğu, bu halkaya nasıl bir kuvvet uygulamak gerektiği ve zincirin başka hangi halkalarla nasıl bağlandığı ortaya çıkabilir. Yani azgelişmişlikten gelişmiş kapitalist uygarlığa nasıl evrilineceği değil; bağımlı, perifer kapitalizmden sosyalizme nasıl devrilineceği tartışma konusudur.
Marx’ın Grundrisse’de 12. Bölüm başlığının adı budur. Grundrisse’de her bölümün bir başlık adı olmadığını belirtelim. Bu başlık dizaynı aslında bir takım ipuçlarını içinde barındırır. Gündelik politik dile hakim olan anlayış toplumların doğrusal bir gelişim izlediği ve bir biri ardı sıra takip ettiğini vaaz eder. Bu dile göre ilkel komünal toplumu köleci toplum, köleci toplumu ise feodal toplum izler. Feodal toplumun ardından kapitalist toplum gelmiş ve bunu sosyalizm takip edecektir. Asyatik Üretim Tarzı (ATÜT) ise bir ayrıntıdır. Gündelik politik dile hakim olan kronolojidir. Oysa Marx’ta Kapitalist Üretim Öncesi Biçimler olarak sayılan Asya Tipi Mülkiyet, Antik Mülkiyet ve Alman Tipi Mülkiyet sermaye ilişkisinin oluşumundan önce ortaya çıkmış, eş zamanlı olarak var olabilen, birbirini üretmeyen bununla birlikte ortak temel özelliğini bireyin ancak cemaat üyesi sıfatıyla cemaatin mülkü üzerinde hak sahibi olabildiği mülkiyet biçimleridir. Artıkemeğe el koyuş ekonomi dışı zor ile olur. Bu üretim tarzında mülkiyet, üretimin sonucu olarak değil ön varsayımı olarak, üretilmiş bir şey olarak değil ön görülmüş bir şey olarak ortaya çıkar. Ortaya çıkan ve aynı temel özelliğe sahip üç mülkiyet biçimi arasındaki ayrım kronolojik değil, coğrafi veya coğrafyanın sunduğu koşullarla ilişkilidir.
Marx Asyatik tarzda mülkiyetin küçük cemaatlerin üzerinde, toplayıcı birliğin üstünde duran ve tikel cemaatin üstünde ayrı bir varlık olarak ortaya çıkan ‘bütün cemaatlerin babası’ sıfatıyla despotta temsil edildiğini gösterir.
“Birlik, mülkün gerçek sahibi ve ortak mülkiyetin gerçek ön varsayımı olduğuna göre, bu birliğin kendisi çok sayıda gerçek tikel cemaatin üstünde, ayrı bir varlık olarak çıkabilir; bu durumda birey fiilen mülksüzdür, ya da mülkiyet (yani bireyin, emek ve yeniden üretimin doğal koşullarını, kendisine ait şeyler, kendi öznel varlığını inorganik doğadan devşirdiği nesnel gövdesi olarak ilişkiye girmesi), en yüksek birlik tarafından (bu birliği bütün cemaatlerin babası sıfatıyla despot temsil eder), tikel cemaatin dolayımıyla, bireye bağışlanmış bir şey olarak gözükür. Dolayısıyla, artık-ürünün bu en yüksek birliğe ait olacağı tabiidir; nitekim artık-ürün emek yoluyla gerçekleşen fiili mülk edinmenin sonunda, kanun yoluyla belirlenir.” (Marx, Grundrisse, s. 527)
“cemaatin artıkemeğinin bir kısmı, son tahlilde bir Kişi niteliğini kazanan üst cemaate aittir ve bu artıkemek, haraç vb. biçiminde olduğu kadar, birliğin kısmen despotun, kısmen de klanın hayali özünün, yani tanrının şahsında, yüceltilmesi için ortaklaşa harcanan emek biçiminde de gerçekleşebilir. Cemaat mülkiyetinin bu çeşidi, emek yoluyla fiilen realize ediliş açısından, iki biçimde gözükebilir: ya küçük cemaatler birbirinden bağımsız olarak yan yana bitkisel hayatlarını sürdürürler, birey de kendisine ayrılan toprak parçasında ailesi ile birlikte bağımsız olarak çalışır; (bir yandan komünal rezervler, ya da bir çeşit sigorta için, bir yandan da cemaatin cemaat olarak giderlerinin, yani savaş, ibadet vb. harcamalarının karşılanması için belli bir emek gereklidir; ağa ve beylerin egemenliği en ilkel anlamıyla, ilk burada ortaya çıkar; Slav, Romen vb. cemaatlerin olduğu gibi. Serflik vb. ilişkilerine geçiş de buradan kaynaklanır) ya da birlik, Meksika’da, özellikle Peru’da, eski Keltler’de, bazı Hint klanlarında olduğu gibi, bizzat emeğin ortaklaşa gerçekleşmesi noktasına varabilir.” (Marx, Grundrisse, s. 528)
Marx’a göre Asyatik tarz topluluğun sulama, iletişim vb ihtiyaçlarının karşılanmasında merkezi otoriteye ihtiyacın üzerine kurulur. Asyatik tarz şehirlerde ortaya çıkar. Tarımla zanaatın iç içe geçtiği, ‘self-sustaining’ üretim devresinin kapalı ekonomik bir dizge yarattığı Asyatik üretim, üretimin artması, nüfusun artması gibi koşulların değişmesi ile kendisini en dirençli tarz olarak var eden koşullarından sıyrılır ve toprağın zilyetlik ilişkisinin mülkiyet ilişkisine dönüştüğü ekonomik biçimlere olanak verir.
Antikite, ailelerden oluşan cemaatin en başta savaş düzeniyle, ordu düzeniyle örgütlendiği biçimdir. Cemaatin toprakla ilişkisi toprağın canlı bireyin inorganik doğası, çalışma alanı, emeğin aracı ve nesnesi ve geçim aracı olarak görülmesi şeklindedir. Bu ilişkilenmenin önündeki tek engel, cemaatin kendisinin bir uzantısı olarak gördüğü toprağın işgali veya cemaatin bizzat işgal etmesidir. Buna yönelik olarak cemaat ordu şeklinde örgütlenir.
“İstisnasız tüm antikite, tarımı, özgür insanın öz uğraşı olarak, asker okulu olarak değerlendirir.” (Marx, Grundrisse, s. 535)
Zanaat ile tarım ayrıdır ve zanaat özgür insanın uğraşı olarak değil azatlı kölelerin geçimini sağlama yollarından biri olarak görülür. Antikitede toprak mülkiyeti devlet mülkiyeti üzerinden dolayımlanmış ya da doğrudan devlet mülkiyeti şeklindedir. Antikitenin en klasik örneği olarak anılan Roma’da, özgür bir Roma yurttaşı ancak özel mülk sahibi ise yurttaştır. Antikite kentin kırlaşmasıdır. Modern tarih ise kırın kentleşmesidir. Alman cemaati ise kentte oturmaz, çiftçi bir devletin yurttaşı değildir ve bağımsız aile birimleri olarak var olur. Bireysel toprak mülkiyeti ne cemaatin toprak mülkiyetinin zilyetliği, ne de devlet tarafından dolayımlanmıştır. Devlet ancak savaş, ibadet, yargılama gibi görevlerin yerine getirilmesi sırasında toplanan kurultaylar sayesinde kendisini gösterir. Devlet cemaatlerin üzerinde değil bireysel toprak sahiplerinin birliği şeklinde vardır.
“Bireyin cemaat içindeki varlığıyla dolayımlanmış olan bu mülkiyetin, a] bireyin sadece zilyetliğe sahip olabildiği ve toprakta özel mülkiyetin bulunmadığı komünal mülkiyet mi, b] mülkiyetin, devlet ve özel kişi mülkiyeti olarak aynı anda ve yan yana var olan iki biçimde belirdiği, ancak ikincisi birincisi tarafından vazedilmiş olduğu ve dolayısıyla sadece devletin yurttaşlarının özel mülk sahibi olabildiği ve olmak zorunda olduğu, buna karşılık yurttaş sıfatıyla sahip oldukları mülkün özel mülklerinden ayrı bir varlığı olduğu mülkiyet mi, c] yoksa, nihayet, komünal mülkün, temel olan bireysel mülkün sadece tamamlayıcısı olarak belirdiği ve genelde cemaat üyelerinin toplantıları ve ortak amaçlar uğruna bir araya gelmeleri dışında, kendi başına bir varlığa sahip olmadığı mülkiyet mi olacağı – ya da klan üyelerinin, klanın toprağı (klanın üzerine yerleştiği toprak) ile ilişkilerinin tüm farklı biçimleri, kısmen klanın doğal karakterine, kısmen de toprakta fiilen mülkiyet ilişkisine girme sürecinin, yani emeğiyle toprağın ürünlerini mülk edinişinin ekonomik koşullarına bağlıdır; ki bu koşullar da yine iklime, toprağın fiziksel koşularına, düşman ya da komşu klanlarla olan ilişkilere ve göçlerin, tarihi deneyimlerin vb. getirdiği değişimlere bağlı olacaktır.” (Marx, Grundrisse, s. 543)
Marx’ın genel çerçevesini daha çok soyutlama düzeyinde sunduğu bu tarifin içerisinde bazı üretim tarzlarında neden sermaye birikiminin oluşumunda gecikme yaşandığına dair temel anlayış ortaya çıkar. Asyatik üretim tarzında zilyetlik ilişkisi çerçevesinde artık-ürüne, cemaatlerin üzerinde oluşmuş ve bir kişide somutlanmış despot el koyarken, antik üretim tarzında artık-ürüne el konuluş devlet dolayımına ihtiyaç duyar. Germenik tarz olarak adlandırılan, merkezi bir otoritenin artık-ürüne el koyuşta ekonomi dışı zor kaynağı olarak var olmadığı biçimde ise, el konulan artık-ürün bağımsız yapılar halindeki derebeylerinde toplanır. Mülkiyet hakkını da elinde bulunduran derebeyi servet birikimini sermaye yapısına dönüştürme eğilimindeki unsurların basıncına açık hale gelir. Bu nedenle Germenik tarzın kapitalizmin gelişimine daha pek çok faktörle birlikte olanak sunduğu açıktır. Üretim sürecinin ‘self-sustaining’ yani kendi kendine yeterli olduğu kapalı ekonomik yapılar değişim ve para ilişkilerini hemen hemen sıfıra indirgeyerek gelişimi durağanlık yönünde zorlarken buna bağlı olarak bu üretim biçimine sahip toplumsal formları iç dinamiklerden yoksun bırakır. Değişimin kaynağı, dışsal gelişim odaklarının (egemen üretim ilişkileri dışında ortaya çıkan sermaye sınıfı, ticari veya zora dayalı sömürü vb.) üretim ilişkilerine yönelik yıkıcı müdahalesinin ne denli olanaklı olduğuna bağlıdır. Bu nedenle Kapitalist Üretim Öncesi Biçimlerin dönüşümü çoğunlukla içsel tepkimelerden değil dışsal faktörlerden kaynaklanır. ATÜT’ün neden Marx tarafından en dayanıklı üretim tarzı olarak tespit edildiğinin açıklaması, onun güçlü kamusal ekonomik yapısında gizlidir. Bu konunun daha açık ve somut değerlendirmesi Orta Asya’dan Selçuklulara ve Osmanlıya, Roma’dan Bizans’a yapılacak bir tartışma ile mukayeseli olarak değerlendirilebilecektir. Aynı şekilde Roma örneği üzerinden Marx’ın yürüttüğü çalışmada da bu temelde benzer sonuçlar ortaya çıkar. Antikitede ‘self-sustaining’ köylüler olarak, mülk sahibi ve aynı zamanda eşit bireyler olarak yan yana gelen ve birliğin varlığının bu eşitliğe bağlı olduğu özneler, kendilerinin yeniden üretimini sağlamanın dışındaki fazla zamanlarını sadece savaş çalışmasına ayırmak durumundadırlar. Böylece başlangıçta savaşçı küçük bir birlik olarak varolan cemaat, doğası gereği sürekli sınırlarını genişletmeye, genişleyen sınırları içinde yine aynı eşit paylaşıma zorlanır.
Avrupa feodalizmi Germenlerin Romanın çöküşü döneminde burayı işgal etmelerinin ve buradaki köylüleri serfleştirmelerinin sonucudur. Ve Marx buradan kapitalizme evrimi Kapital’in üçüncü cildinin kapitalist-öncesi ilişkiler bölümünde ayrıntıları ile anlatır.
Osmanlıdan bugüne yaşadığımız geri kalmışlık sürecinin, bunun sınıfsal izdüşümünün ve en son bu sınıfsal yapının üstyapıdaki karşılığının çözümlenebilmesi için üretim tarzına bağlı tarihimizin gözden geçirilmesi gerekir. Ancak bu evrim gözler önüne serildiğinde, bunu etkileyen unsurlar ortaya çıkarılabildiğinde içinde bulunduğumuz koşulların özgüllüğü anlaşılabilir olacaktır. Bunu yaparken sıkça tekrarlandığı gibi adlandırmalara gitmekten, bu adlandırmalar aracılığıyla olguları ait olmadıkları kalıplara uydurmaya çalışmaktan uzak durulacaktır. Bugüne değin sürdürülen tartışmalarda Osmanlı toplum yapısına ad koyma çabaları, özünde bir kolaycılığın ürünüdür. Her kolaycı çaba gibi bu tür bir durum da pek çok açık kapı bırakır. Osmanlı’ya Asyatik Üretim Biçimi diyenler bugünü izahta zorlanırlarken, feodal diyenler de neden diğer feodal yapılarda kapitalizme evrilişe ait olanaklar ortaya çıkarken Osmanlının bu evrimi gerçekleştiremediğini açıklayamazlar. Bizim için geçerli olan soru Osmanlı’nın kapitalizme evrilmesini engelleyen şartların neler olduğu ve bunun sonuçlarıdır. Osmanlı toplum yapısını anlayabilmek için üç temel noktanın gözden geçirilmesi gerekir. Bunlardan ilki Orta Asya’dan Anadolu’ya göçen Türk boylarının üretim tarzı, ikincisi Osmanlı toplum yapısı ve özellikle hukuku üzerine İslamiyet’in etkisi ve en son Osmanlı’nın üzerinde imparatorluk inşa ettiği topraklarda var olan üretim tarzı.
Bizans Batı Roma ve Doğu Roma’nın ayrılışından; Batı Roma’nın Germen ve Norman saldırılarına dayanamayıp çözüşünün ardından ayakta kalan Doğu Roma’dan doğmuştur. Başkentini İstanbul’un yaptığı Roma imparatorluğunda üretim tarıma dayanıyordu. Tarımsal üretim Latifundia adı verilen geniş çiftliklerde ya kölelik ile serflik arasında bir konuma sahip bulunan ‘kolonlar’ tarafından gerçekleştiriliyor ya da kolektif mülkiyetin henüz devam ettiği tarım cemaatlerince gerçekleştiriliyordu. Merkezi devlet, İstanbul’un başkent oluşu ile doğuda güçlenmiş, buna karşın köle işgücü ve servet birikimi batıya kaymıştı. Batıda biriken sermaye üretime dönmezken Uzak Doğudan sağlanan lüks mallar tüketimi artırıyor, köle emeği sömürüsünün ekonomik olmaması en geçerli faaliyetin tefecilik olarak ortaya çıkmasına neden oluyordu. Tefeciliğin bu şekilde ortaya çıkışı üretici güçler ve üretim tarzı üzerinde felç edici bir etkiye neden oluyordu. Marx bu süreci şöyle değerlendiriyor:
“Tefeci sermaye, bu biçim içerisinde, gerçekten de, üretim tarzını değiştirmeksizin, doğrudan üreticinin bütün artıkemeğini ele geçirmektedir; böyle olunca, emek araçlarının, üreticilerin mülkiyet ve tasarrufunda bulunması –ve buna tekabül eden küçük ölçekli üretim– onun temel ön koşuludur; böylece, bir başka deyişle, sermaye, emeği doğrudan doğruya boyunduruğu altına almaz, ve dolayısıyla onun karşısına sanayi sermayesi olarak çıkmaz – bu tefeci sermaye, üretim tarzını yıkıma uğratır, ve aynı zamanda, emeğin toplumsal üretkenliğinin, kapitalist üretim tarzında olduğu gibi, emeğin kendi aleyhine de olsa gelişemediği sefil koşulları devam ettirir.” (Marx, Kapital, c. 3, s. 527)
Üretici güçlerdeki zayıflama ve üretim tarzındaki bu çöküş bir yandan idari yapıda bölünmeye yol açarken, aynı zamanda üretimin yeniden artırılması için önlemler alınmasını gerekli kılıyordu. Bu durum dördüncü yüzyılda İmparator Dioklitien’in merkezi yapıyı güçlendirmesine, üretimi zorunlu kılacak önlemler almasına, çöken para sistemini yeniden kurmasına ve orduya çeki düzen vermesine neden oldu. Üretici sınıfın yönetim işlerinden uzaklaşması nedeniyle bu alanı bürokrasi doldurmuştu ve bürokrasinin ücretini ödeyecek para yoktu. Böylece ücretlerin, ordu da dahil olmak üzere tüm bürokrasiye gelirleri devredilen topraklar üzerinden ayni gelir olarak ödenmesine ilişkin uygulama ortaya çıktı. Bu Osmanlı ekonomik düzeninin de temelini oluşturan tımar sisteminin bir benzeriydi. Dioklitien’in politikaları doğuda uygulama alanı bulurken, batıda merkezden kopuşa ve parçalanmaya neden oldu.
Ortaya çıkan Bizans İmparatorluğu ilerleyen satırlarda Osmanlı toplum yapısında oldukça tanıdık gelecek bir şekle büründü. Devlet kendisini bütün topraklar üzerinde vergi toplamakla yetkili kıldı. Yeni kurallarla artık vicani adı verilen ‘özgür’ köylüler topraklarını ancak bir başkası vergi yükümlülüğünü kabul ederse terk edebiliyordu. Amaç üretimin devamlılığını garanti altına almaktı. Devletin vergi alma yetkisi bir sorumluluk olarak malikane sahiplerine devredilmişti. Ama devlet büyük toprak sahiplerinin güçlenmesine, üzerinde yükseldiği küçük üreticiyi zayıflattığı ölçüde engel oluyordu. Bu durum dönemin özgüllüğü olan iş gücünün göçler ve salgınlar nedeniyle azalmasının sonucuydu.
Marx Bizans’ın yapısını değerlendirirken şöyle diyordu:
“Eski Yunanlı imparatorlar devrinde batılı uygarlık doğulu barbarlığa o kadar karıştı ve Türk egemenliği altında doğulu barbarlık batılı uygarlıkla o kadar birleşti ki (abç) bu teokratik imparatorluk merkezi batılı ilerlemeye karşı gerçek bir engel teşkil etti.” (New York Daily Tribune, 21 Nisan 1853, aktaran Taner Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni, s. 55)
Marx’ın bu değerlendirmesi Bizans’ın klasik bir örnek olarak değerlendirilemeyeceğini, üretim tarzının kendine özgü bir hal aldığını ve bu durumun da ilerlemenin önünde engel teşkil ettiğini anlatır. Marx’ın Bizans yönünden yaptığı bu değerlendirme aynı zamanda işgal ettikleri alanlarda var olan üretim tarzıyla ilişkilenerek gelişen, bu üretim ilişkilerini bünyesine alıp, imparatorluk çatısı altında bütünleştiren Osmanlı için de geçerlidir.
Dördüncü yüzyılda yaşadığı bölünmenin ardından süreci donduran, bir dönem için toparlanma yaşayan Bizans, Yarasimos’a göre vergi kazancına sahip bürokratlarla büyük toprak sahipleri arasındaki çatışmaya bağlı olarak gittikçe zayıfladı. Zamanla vergi yükü nedeniyle boşalan topraklar devlet mülkü haline geldi. Böylece Bizans devleti toprak mülkiyeti anlamında üçlü bir görüntüye sahip oldu. a) Kırsal Komüne ait topraklar, b) Büyük Toprak sahiplerine ait topraklar, c) Devlete ait topraklar. Devlete ait toprakların günümüzde kamu arazisi olarak adlandırılan yapıdan oldukça farklı, tımar sisteminin bir benzeri olduğunun altını çizmek gerekir. Yedinci yüzyıla değin askerlik ücretli bir iş olarak varola gelmişti. Askerlere toprak ikta olarak ancak sınır boylarında veriliyordu. İktaya hak kazanmış askerlere akrites deniliyordu. Zaman içinde merkezden kopuş eğiliminin hız kazanması ile paralı askerlerin yerine stratiotes adı verilen ve bir anlamda sipahiliğe karşılık gelen askeri sistem geliştirildi. Böylece bir yandan merkezden kaçışın önüne geçiliyor, diğer yandan ise boş araziler üretim sürecinin içine alınarak devlet gelirleri garanti altına alınıyordu. Aynı zamanda bu arazilerin zilyetliği karşılığında elde edilecek vergi bir askerin bakım ve teçhiz masraflarına denklenerek bu gider kaleminden devlet kendisini bağışık kılabiliyordu. Osmanlı tımar sisteminin altında da aynı gerekçelerin var olduğu kimi tarihçilerin iddiaları arasındadır.
Bizans’ta tarımın askeri düzenin, dolayısıyla devlet düzeninin bir parçası haline gelmesine koşut olarak zanaat da benzer biçimler aldı. Devletin varlığı ve sürekliliği için vazgeçilmez sayılan ürünleri imal eden loncalar kamu işletmeleri haline dönmüştü. Marx’ın antikiteyi anlatırken söylediği gibi, Bizans’ta da zanaat özgür insanların işi değildi, babadan oğula geçen kölelerin iş gücüne dayanıyordu. Loncalarda çalışanlar memurlara benzer şekilde devletten ücret alıyorlardı ama bu ücret oldukça düşük ve yetersiz bir ücretti. Görüntüde şehir loncalarında çalışan zanaatkarlar, üretim araçlarına, hammaddeye ve ürüne sahip görünüyorlardı ama devlet sıkça uygulamaya konulan seferberliklerle ve üretim araçları üzerinde uygulanan denetimle bu sahipliği sanal bir kurguya dönüştürdü. Zanaat kolları arasında irtibata izin verilmiyordu; aynı anda iki zanaat dalında uzmanlaşmak mümkün değildi ve hem zanaatla hem ticaretle uğraşmanın olanakları yoktu. Zanaat gibi ticaret de devlet egemenliği altındaydı. Devlet, ürünleri satın alıp ambarlara koyuyor, çeşitli localara ihtiyaçları oranında satıyor, ordunun, sarayın ihtiyaçlarının ötesini de kıtlık yılları için saklıyordu. Esnafın satışlarında ise kar oranı sıkı bir denetimle yerel yöneticilerin belirlediği fiyatlar üzerinden tespit ediliyordu. Bu sistemin tümü, sermaye birikiminin önüne geçen, tarımda, zanaatta ve ticarette özel mülkiyet gelişimini engelleyen bir yapıyı oluşturuyordu.
Bu noktada daha fazla ilerlemeyerek Osmanlı toplum yapısının temel özelliklerini gözden geçirmek, Bizans ile benzerliklerin ortaya çıkartılması için önemlidir. Bu aynı zamanda Osmanlının neden kapitalizme evrilmediği ya da bir başka deyişle neden başka bir üretim tarzı sermaye birikimine ve özgür işgücünün oluşumuna izin verirken Osmanlının bu sürecin yaşanmasında geciktiğini bizlere gösterebilir.
Osmanlı’nın toplumsal düzeni konusunda yürütülen pek çok tartışma ve bu tartışmalarda üretilmiş pek çok görüş söz konusudur. Bu tartışmalara girmek, bu tartışmaların içerisinde marksizme ait bir saf tutmak komünistler için bir görevdir. Ancak bu yazı, konusu itibariyle kendisine böylesi bir görev alanı tariflememektedir. Bu yazıda yapılmaya çalışılan şey, yukarıda da sözü edildiği gibi öncelikle Osmanlının sermaye birikimi ve özgür emeğin oluşumunda yaşadığı gecikme, bunun yapısal nedenleridir. Aynı zamanda azgelişmişlik sorunu ile ilişkisi ve en son azgelişmişliğin üzerine oturduğu üretim tarzının koşulladığı üstyapının metropol kapitalist ülkelerden farklı olacağı iddiasıdır. Bu nedenle fazlaca ayrıntıya girmek yerine bu ayrıntıların üreteceği ufuk genişliğini bir başka yazının konusu olarak geleceğin zulasında saklarken bir anlamda bu yazı itibariyle yüzeysel kalma tehlikesini de göze alıp Osmanlı toplumsal düzeninin temel yapı taşlarını ortaya koymakla yetinilecektir.
Osmanlı, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde, Orta Asya’da Asya Tipi Üretime sahip Türk boylarının artan nüfusa, bu nüfusu taşıyabilecek üretim şartlarına sahip olunmaması sonucu batıya kaçışlarının sonucudur. Doğuda ATÜT’ü zorunlu kılan coğrafi şartlar ne kadar su götürmez bir gerçekse, batıdaki şartlarla ATÜT’ün örtüşmediği de o kadar gerçektir. Ama bu gerçeklik, bir toplumun göçlerle değiştirdiği yaşam coğrafyası ile birlikte üretim tarzını ve toplum yapısını da göç hızına bağlı olarak değiştirebileceği anlamına gelmez. Böylesi bir kökten değişim ancak bir devrimci dönüşümün ürünü olabilir ki, burada devrimci durumun da öncesinde devrimi zorunlu kılan bir değişim ve birikim süreci söz konusudur. Bu gerçek baştan kabul edilirse Osmanlı Toplumsal düzeni denilen şeyin klasik kalıplar içerisinde değerlendirilemeyecek bir sentez olduğu sonucuna hipotetik olarak ulaşılabilir. Bu sentezin içerisinde diyalektik bir tarzda iç içe geçmiş Bizans, İslam ve Orta Asya’dan gelip Anadolu’da devlet kuran Selçuklu vardır. Ama Osmanlı ne tek başına bir İslam toplumu ne Bizans ne de Selçuklunun devamı olarak değerlendirilebilir. Osmanlı bu etkilenimlerle oluşmuş başka bir şeydir.
Orta Asya’da devlet kuran Türk boyları Asyatik Üretim Tarzına sahip diğer topluluklardan farklı bir yapıya sahiptir. Türkler için göçerlik ve hayvancılık temel üretim biçimi iken tarımsal uğraşlar arızidir. Bu devletlerde ATÜT’ü gerekli kılan, kendilerinin inorganik uzantısı olarak gördükleri ve hayvanlarını otlatmak için ihtiyaç duydukları alanların işgalidir. Bu biçimiyle sanki Marx’tan aktardığımız Antik üretim tarzının oluşumuna uygun bir durum söz konusu olsa da, ele geçirilen topraklar üzerinde zilyetlik ilişkisi, bir üst birlik elinde mülkiyetin sahiplenilmesi gibi nedenler ATÜT’e ait yapıyı oluşturur. Muzaffer Sencer bu yapıyı “Göçebe ATÜT” olarak adlandırır. Ama Hindistan vb. diğer ATÜT toplumlarından farklı olarak savaşçı bir ordu olarak örgütlenmiş Türk devletinin bu biçimi aynı zamanda Osmanlıya ilerleyen süreçte Bizans toplumsal düzeniyle uyumlulaşma ve onun sorumluluklarını üstlenme konusunda onu esnek kılmıştır.
Asya steplerinin nüfus yoğunlaşmasına izin vermeyen coğrafi yapısına uygun olarak hayvancılıkla uğraşan ve oluşturdukları güçlü merkezi yapılar sayesinde artan nüfusu yağma ve haraç gibi yollarla bir arada tutan bu merkezi yapı, zayıfladığı dönemlerde nüfus hareketlerinin de kaynağı haline gelmiştir. Batıya ilerleyen bu göç İran ve Anadolu’ya yönelmiştir. Çeşitli kaynaklar farklı tarihler zikretse de, Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerine dair tarih 1071 olarak kabul edilir. Ama bundan önce bir devlet yapısına ulaşamamış kimi kabilelerin Anadolu’ya yerleşmiş olması ve Anadolu’da önceden beri var olagelen halkla kaynaşmış olması da olasıdır. Anadolu’ya göç eden Türkler bu göç sırasında İslamiyet’le tanışmış, boyunduruğu altına girdikleri İslam devletlerinde (bir anlamda) zorla ve kitlesel olarak İslamiyet’i kabul etmişlerdir. Osmanlı toplumsal düzeninde Selçukluların bu tanışıklığının etkisi de büyük olmuştur.
İslamiyet’in başlangıcından itibaren toprak rejimi bir takım değişimlere uğramıştır. İslami fetihlerle yayılmacı bir yapıya sahip olan devlet, ganimet hukuku temelli bir toprak rejimini temel almıştır. Bu rejim, ele geçirilen toprakların paylaşılmasında İslamiyet öncesi sistemin devamı olarak kabile şefinin ganimetten aldığı payı Allah’ın payı olarak resulüne beşte bir oranında ayırmış, geri kalanın fethe katılanlar arasında pay edilmesini ön görmüştür. Ele geçirilen toprakların ele geçiriliş şekline göre zamanla bu sistem değişikliğe uğramış; önceleri savaşsız olarak teslim olan kent ve bölgelerdeki halka toprakların belirli bir vergi ödeme karşılığı olarak sahibine bırakılmasına dönük uygulama zamanla genel bir hal almıştır. Bu şekilde alınan vergi cizyedir. Gayri Müslimlerden alınan verginin adı haline gelen cizyenin dışında Müslümanlardan vergi alınması zekat ve sadaka temeli üzerine oturtulmuş; cizyenin yarı yarıya oranına karşı onda bir oranında uygulandığı için bu anlama gelen öşür denilmiştir. Savaşla ele geçirilen yerlerde uygulanan ganimetin askerler arasında paylaştırılmasından zamanla ‘taşınmaz malların paylaşımı mali olarak sakıncalı sonuçlar doğuruyor’ gerekçesiyle vazgeçilmiş, bunun yerine bu topraklar eski sahiplerine bırakılarak vergilendirilme yoluna gidilmiştir. Buradan elde edilen vergi geliri savaşçılara ve varislerine aylık olarak bağlanmıştır. Bu uygulama ile birlikte fetihlerin sonucunda ele geçirilen topraklara yönelik tek bir uygulama ile bütün topraklar kamu malı sayılmış, ancak bunlar eski sahiplerinde bırakılarak vergilendirilmiştir.
Müslümanlarla gayrimüslimler arasında cizye ve öşür oranları arasındaki fark zamanla gayrimüslimlerin topraklarını Müslümanlara devretmelerine veya gayrimüslimlerin Müslümanlığa geçmelerine neden olmuştur. Bunun sonucunda el değiştiren toprakların yeni sahipleri veya din değiştiren gayrimüslimler vergi oranlarının değiştirilmesini talep etmişler ve bu yönelim devlet gelirlerini tehdit edecek seviyeye ulaşmıştır. Bu duruma engel olmak üzere önce Emeviler döneminde Haccac tarafından sonrada 2. Ömer tarafından bu toprakların aslında Müslümanların ortak mülkü olduğu, buraların yararlanma karşılığı verildiği, bu nedenle mülk edinilemeyeceği kararlaştırılmıştır.
“Vergiyle yükümlü bir köylü, İslam dinine girdiğinde mülkü köy topluluğunun ortak malı olmakta ve bıraktığı malı tekrar ekip biçmek istediğinde topluluktan kirayla tutmak zorunda kalmaktadır.” (Sencer, Osmanlı Toplum Yapısı, s. 221)
“İslam topluluğunun ortak malı olan haraç toprakların özel mülk olarak alım satımının yasaklanması, haraçla yükümlülerin din değiştirerek İslamlığı benimsemeleri halinde bu toprakların ortak mülk niteliği kazanması, miri toprak rejimine bir başlangıç sayılabilir.” (Sencer, Osmanlı Toplum Yapısı, s. 221)
“Bu toprakların başlangıçta, Araplar arasında ganimet geleneğine göre paylaşılan topraklardan Beytülmal payı olarak ayrılan beşte birle, peygamberin doğrudan doğruya payına düşenlerden ve savaşta fethedilmeyerek anlaşmayla ele geçirildiğinden Müslüman topluluğu adına yönetilen topraklardan oluştuğu düşünülebilir.” (Sencer, Osmanlı Toplum Yapısı, s. 222)
İslami toprak rejiminde ikta (mülkiyetin değil vergilerin özel kişilere bırakılması) 1. Ömer zamanında ortaya çıkmıştır. Muzaffer Sencer’e göre bu ikta uygulaması “Selçuklular döneminde, komutanlara kendi gelirleri olarak ve askerlerin giderlerini karşılamak üzere vergilerin bırakılması biçimindeki iktalara dönüşmüş” (Sencer, Osmanlı Toplum Yapısı, s. 224) yani askerileşmiştir. Bu sistem Osmanlıda tımar sisteminin temelini oluşturur. İster islami hukuka dayansın isterse Bizans’tan edinilmiş olsun Osmanlı üretim tarzı Asyatik üretim tarzıyla açıklanamayacak denli karmaşık bir tarihin ürünüdür. Bu tarihi ürün hem içinde barındırdığı senteze bağlı olarak özel, hem de var olanı yeni bir biçimde tekrar ettiği için geneldir. Azgelişmişliğin yazgısıyla kendi tarihini koca bir coğrafya ile paylaşmıştır.
Osmanlı hukuku da İslam hukukunda ve Selçuklularda olduğu gibi fetih teması üzerine kuruludur. Özel mülkiyet kabul edilir ancak bu mülkiyet hakkı menkul mallarla sınırlı tutulur. Gayri menkuller ise fetihler sonucu elde edildiği için kamunun malı sayılır ve kamu adına devlet mülkiyeti olarak sahip çıkılır. Toprak mülkiyeti iki kategoriye ayrılır.
“Bir yanda hükümdarın kişiliğinde somutluk kazanan çıplak mülkiyet sahibi Devlet; öte yanda, Roma İmparatorluğunun ilk döneminde kolonun ve Bizans İmparatorluğu’nda paraikosun statüsüne benzer bir statü uyarınca miras yoluyla intifa hakkına sahip reaya. Ama gerçekte, çok kere, bir ara kademe daha vardır: bir arazi parçasının ve burada oturup toprağı ekip biçen insanların idaresine bırakıldığı; belli bir resmi görev ya da hizmet karşılığı gelir kaynaklarının bir kısmını kendi üzerine geçiren devlet memuru.” (Yarasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, s. 214)
Üretimin temeli reaya üzerine kuruludur. Reaya yerleşikliğe geçmiş göçebelerden, fetih öncesinde çiftçilik yapanlardan, yönetici sınıftan gelip de çiftçilik yapmak zorunda olanlardan oluşur. Reaya toprağa bağlıdır; toprağı terk edemez ve üzerinde bulunduğu toprağı ekip biçmekle yükümlüdür. Topraktan elde edilen artık-ürünü devlete veya temsilcilerine vermek zorundadır. Ve devletin ondan istediği hizmet ve faaliyetlere katılmakla yükümlüdür. Reaya sınıf değiştiremez ama bu kural da tüm kurallar gibi zaman zaman esner ve şartlara uygun hale gelir. Bu esneme onun toprağa bağımlılığı için de geçerlidir. Nüfus fazlasının oluştuğu, üretimin koşullarının fazlasıyla sağlandığı şartlarda reaya vergisini ödemek şartıyla başka bir yere gidebilir. Ya da izini on beş yıl kaybettirmek şartıyla yer değiştirme hakkını kazanır.
Göçebeler reayadan farklı ama reayaya benzer bir kategori oluşturur. Ve devlete vergisini koyun baz alınarak öder.
Reayanın içerisinde bulunduğu sistem tımar sistemidir.
“Osmanlı İmparatorluğunun toprak yapısının kendine has niteliğini çizen en yaygın biçim ‘tımar’dır. İslamiyet’teki ikta kurumunun Selçuklu dönemindeki biçiminden gelen tımar, ayrıca Bizans kurumlarının, yani paronia ve stration ktémanın izlerini de taşır.” (Yarasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, s. 239)
Tımar devletin tayin ettiği kişilerin devlete teçhiz edilmiş asker sağlamak adına gayrimenkulun rantına el koymasına karşılık gelir. Toprak dışında köyler, şehirler, pazar yerleri, limanlar vb. de tımar kapsamına girer. Tımarlar, üzerinden elde edilen ranta göre üç kategoriye ayrılır: Geliri 10 bin akçeden 19.999 akçeye kadar olanlara doğrudan tımar, 20 bin akçeden 49.999 akçeye kadar olanlara zeamet ve 50 bin den fazla olanlara has denir. Reayanın yıllık gelirinin 300 akçe ile 500 akçe arasında değiştiği göz önüne alınırsa bu rakamların ne ifade ettiği daha rahat anlaşılır. İlginç olan ilerleyen satırlarda göreceğimiz gibi böylesine açık ve yoğun bir sömürü ile artık emek nakli söz konusu olmasına karşın bu servet biçimi sermayeye dönüşmez ve servet sahipleri kalıcı ve bütünsel bir sınıf olma şansı bulamazlar. Tımar sisteminde en altta sipahiler yer alır. Bunlar ellerinde bulundurdukları tımarın büyüklüğüne göre orduya asker yetiştirmekle görevlidirler. Zeamete daha çok askeri kademede üst aşamayı teşkil eden subaşılar ve sancak beyleri sahiptir. Bu tip tımara serbest tımar da denir. Serbest tımar denmesinin nedeni tımar sahibinin iç işlerinde oldukça özgür hareket edebilmesidir. Has ise hemen neredeyse padişahın ve en üst düzey idari görevlilerin tımarıdır. Tımar sisteminde babadan oğula geçme şeklinde bir miras hukuku söz konusu olmasına rağmen padişah farklı gerekçelerle zaman zaman tımara el de koyabilir. Gelirin artırılması temeli üzerinden Bizans’taki uygulamalara benzer biçimde üç yıl işlenmeyen tımara el konulur. Bir tımar sahibinin elindeki tımarı satması veya başka bir tımarla topraklarını büyütmesi mümkün değildir. Yine zeamet sahipleri gibi daha çok bürokratik bir görünüm veren tımar sahipleri, tımarlarını oğullarına devredemezler ve zeametten ancak görevleri süresince yararlanabilirler.
Temel mülkiyet biçimi kamu adına devlet mülkü olmasına karşın bunun dışına çıkılan durumlar da söz konusudur. Uç beylikler özel mülkiyet hakkını kullanabilen unsurlardandır. Keza Kürt aşiretleri de bu kapsama girer. Kürt aşiretlerine yönelik olarak yalnızca vergilendirme yoluna gidilmiş, özel bir statü ile imparatorluğa bir anlamda monte edilmişlerdir. Göçebeler kontrolü zor, emek getirisi fazla olmayan, bu nedenle genel sistemin dışına çıkan diğer unsurlardandır. Bu kategorilerin dışında devletin egemenlik alanının dışına çıkmanın yegane yolu vakıflardır. Vakıflar aracılığı ile mülkiyet üzerinde söz hakkı devlet denetiminin dışına çıkar, babadan oğula miras yoluyla değilse de vakıf içi atama yoluyla mülkün idaresi devredilebilir. Vakıfların devlet karşısında tek sorumlulukları ise bölge halkının ihtiyaçları doğrultusunda bir takım işlerin yapılmasıdır. Osmanlı devleti neredeyse tümüyle ülkenin imarına dair işlerden kendisini uzak tuttuğu için (ATÜT’ün temel varoluş gerekçesi) bu işlerin yapılması vakıfların görev alanı haline gelmiştir. 1527-1528 yılına ait Rumeli, Anadolu, Karaman, Zülkadiriye ve Rum vilayetlerinin gelirlerinden yapılan harcamada imar ve şehircilik giderleri 19.236.292 akçe görülmektedir. Toplam 322.134.755 akçelik bir gelir söz konusu olduğu düşünüldüğünde bu rakam oldukça düşük kalır. Bu bilgiye imar ve şehircilik giderlerinin de çoğunun hükümdarlık binaları, kale ve surların tamirine harcandığı eklenirse tablo daha açık ortaya çıkar.
Zanaat alanında da uygulama pek farklı değildir. Bizans’taki duruma benzer olarak loncalarda örgütlenmiş olan zanaatkarların servet birikimi, devletin sıkı denetimi altında engellenir. Kendi kendine yeter birimler olarak örgütlü, kırsala yönelme şansı olmayan zanaatın temel hizmet alanı, saray ve çevresidir. Bu durum zanaatkarları devletin ücretlileri haline getirir.
Servetin üretime dönüşüne engel bir yapının bulunuşu, servet elde etmenin tek yolu olarak devlet aygıtında etkin bir konum elde etme kavgasını üretir. Bu savaşın bir ucunda askeri bürokrasi, diğer tarafında ise ulema yer alır. Askeri bürokrasi içinde etkinlik, sipahilerde değil, devşirme olarak yeniçeri ocağına yetiştirilmek üzere bırakılanlardadır. Diğer tarafta yer alan ulema sınıfı ise kökenini Çandaroğlu Beyliğine dayandırır. Sinop tarafında yerleşik bu beylik Osmanlının kuruluşu sonrası imparatorluk sınırları içine girmiş ve ulemaları içinde barındıran bir beylikti. Ulemanın temel görevi adaletin sağlanması, dini işlerin yürütülmesidir. Başlangıçta etkin olan bu sınıf zaman içerisinde bu rolünü kaybetti. Baş vezirlerin içerisinde ancak üç tane ulema kökenlinin adının sayılabiliyor olması bunun göstergelerinden biridir.
Yoğun bir sömürü karşısında ortaya çıkan servet birikimi, bu birikimin yeniden üretime dönme şansına sahip olmaması nedeniyle şehirlerde renkli bir ticari hayat yaratır. Yerel ticari yapıda kar yerine dayatılan ücretlendirme bütünün diğer parçaları ile uyumlulukla devam ederken, dış ticarette pek çok imtiyaz ve kolaylık göze çarpar. Dış ticarette devlet müdahalesi gümrük resimleri ve çarşı harçları ile sınırlıdır. Çoğu zaman gümrük resmi Osmanlı üzerinde etkinlik kuran Venedikliler, Floransalılar gibi ticari yapılara uygulanmaz. Onlara ticaret serbestliği sağlamak amacıyla İstanbul gibi şehirlerde yerleşme imkanı sağlanır. Bugün Beyoğlu olarak bildiğimiz bölge böylesi yerleşimlerden biridir. Servetin ülke içinde üretime dönmeyişi, bunun yerine imparatorluk dışına nakli sermayenin oluşum şartlarını geriletir.
Osmanlının gerilemesine ve çöküşüne ait pek çok unsur sayılabilir. Bu unsurlar çoğunlukla dışsal etkenler olarak sıralanır. Ancak altı çizilmesi gereken şey bunun üretim ilişkileriyle bağlantılı olan kısmıdır. Osmanlıda göze çarpan çözülüş, kaynaklarında Roma ve Bizans’takine benzer nedenler bulundurur. Batı Roma bu sürece çok erken başlamış Doğu Roma bu süreci Bizans yapısı altında Osmanlının işgaliyle tamamlamıştır. Osmanlının ise kendi doğal seyri ile tarihini diğerleriyle benzer biçimde tamamlama şansı olmamıştır. Onun üretim tarzında değişime izin vermeyen, değişimi geciktiren kapitalist üretim ilişkilerinin evrensel yapısı, yeni bir rota takip etmesine neden olmuştur. Bu yeni rota onu Latin Amerika toplumlarından Uzak Asya ülkelerine değin pek çok toplumun ulaştığı limanlara taşımıştır. Bu liman, metropol kapitalizmine göre azgelişmişlikle tariflenebilecek, bir kapitalist limandır.
Sermaye nakliyle başlayan yeni dünya tarihi bir yandan sermaye transferine bağlı olarak kapitalist üretim ilişkilerini perifer ülke ekonomilerine taşırken aynı zamanda bu ülkelerin geçmiş üretim ilişkilerinde de çözülmeye yol açar. Ancak ortaya çıkan bağımlılık ilişkisi içindeki kapitalizm erken dünyaya gelmenin ve doğum sırasında gerçekleşen müdahalelerin izlerini taşır. Sömürge ekonomilerin kökeninde tek başına metropol kapitalist ülkelerin sömürüsü yer almaz. Sömürüyü böyle bir gerekçeyle açıklamak onun yapısal sorunlarının gözden kaçırılmasına neden olur. Bu gözden kaçırış devrimci bir hareketin yapıya müdahale olanaklarını sınırlarken aynı zamanda devrimin görevlerinin de doğru tariflenmesini engeller. Oysaki doğru bir devrim stratejisi öncelikle nesnelin tespitine dayanır. Bağımlılığın altyapıda ürettiği farklılık aynı zamanda üstyapı kurumlarının da farklı şekillenmesine neden olur. Altyapı ve üstyapı arasında geçişi sağlayan şey sınıfsal yapılar ve bu sınıfların aralarındaki mücadeledir. Başlangıçta perifer ülkelerde ortaya çıkan sınıfsal yapıların metropol kapitalist ülkelerden farklı olduğu kabul edilirse, bunun izdüşümü sınıf çatışmaları alanının da bambaşka şekiller alacağı kabul edilmek zorunda kalınır. Nasıl ki üretim tarzı açısından kapitalizmin gelişmesine yönelik olarak perifer ülkeler metropol ülkelerin tarihini takip etmenin dışında kendi tarihlerini yaşıyorlarsa, bunun sonucu olarak üstyapıdaki değişimleri de farklı bir tarih yazar. Yine Marx’tan öğrendiğimiz biçimiyle söylersek üstyapı kurumlarının kendi tarihi yoktur. Onların tarihi sınıf savaşımları tarihinin görüngülerinden başka bir şey olamaz. Böylesi bir kurguya sahip olmak bazı soruların yanıtlanmasında bize kolaylık sağlarken, aynı zamanda henüz dünya marksist hareketinin Avrupa merkezi dışında yeterli bir birikim yaratamamış olmasının sonucu olarak yepyeni soruları önümüze koyar. Örneğin bu bakış açısıyla askeri diktatörlüklerin neden perifer ülkelerde sıkça karşımıza çıktığı CIA komplolarına baş vurulmaksızın kolaylıkla verilebilir. Ama metropol ülkelerde görme şansına sahip olmadığımız komprador burjuvazinin azgelişmiş ülkelerin sınıf savaşımı dinamiklerine etkisi belirleyici bir soru olarak önümüzde durur. Keza devlet biçimlerinin sınıf savaşımının durumuna bağlı olarak ortaya çıktığını iddia ediyorsak bu biçimler sınıfsal yapılanışı farklılıklar arz eden azgelişmiş ülkelerde metropol ülkelerden farklı ne gibi sonuçlar üretirler? Örneğin ülkemiz devlet yapısında ordunun rolünü geçmişten günümüze taşınan kültürle açıklamak ne denli geçerli bir açıklama ise, metropol kapitalist ülke devlet yapılarıyla açıklamaya çalışmak da o denli geçerlidir.
Ciddiye alınabilir bir devlet tartışmasının öncelikle üzerinde yürünebilecek bir altyapı tartışmasına ihtiyacı vardır. Üretim tarzına yönelik olarak Osmanlının üretim tarzını adlandırıp sonra bunu günümüze projekte etmek ve bunun da üzerine kocaman bir devlet ve devrim teorisi kurmak baştan hedefi bulmayacağını bilerek atış yapmaya benzer. Oysa elimizde kalan silahların azlığına bakarsak bu sefer hedefi kaçırmamamız gerekir.
S. Yarasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Belge Yayınları
M. Sencer, Osmanlı Toplum Yapısı, May Yayınları
T. Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni, İmge Kitabevi
S. Divitçioğlu, Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu, Eren Yayıncılık
Z. Arslantürk, Naima’ya Göre XVII. Yüzyıl Osmanlı Toplum Yapısı, Ayışığı Kitapları
K. Marx, Kapital, Sol Yayınları
K. Marx, Grundrisse, Birikim Yayınları
K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları
R. Miliband, Kapitalist Devlet, Belge Yayınları
E. Laclau, İdeoloji ve Politika, Belge Yayınları
F. Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları
V. İ. Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları
K. Marx - F. Engels, Kapitalizm Öncesi Ekonomi Biçimleri, Sol Yayınları
K. Marx - F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları
İktisat Dergisi 431
[1] Frank’ın perifer ülke ekonomilerinin kapitalist pazarla ilişkilenmelerine bağlı olarak bu ülke ekonomilerini neredeyse baştan beri kapitalist ilan eden ve bu tespiti mantıksal sonuçlarına taşıyan teorik çerçevesi, Küçükömer’in sorunu ENGRAM kavramıyla somutladığı altyapıyı neredeyse devre dışı bırakan ve mistik bir üstyapısal-kültürel alana havale eden yaklaşımları bugüne değin kimi marksist argümanlarca yanıtını bulduğu için tartışma dışı bırakıyoruz.
MART 2003
6
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com