Ana sayfa

Devlet ve ideoloji

DUVARDAKİ GÖLGELER

Devrim dediğimiz şey işçi sınıfının gerçek iktidarının tesis edilmesi ise, işçi sınıfının devrimci eylemi olarak politik eyleminden söz ettiğimiz kadar ideolojik eyleminden de söz etmek zorunludur.

İREM YALINPALA

 

GİRİŞ

Altmışların çiçek çocukları eylemleri, yaşam biçimleri, sloganları ile şimdiden büyüklerin birbirlerine anlattıkları masalların büyülü kahramanları oldular. Kapitalizmin vahşi doğasına vicdan olma gayretleri çoktan unutuldu. Yetmişlerin biraz daha büyümüş, dünyayı isteyen, acemi, gözü pek, maceraperest gençleri dünyanın sahipleri olduğunu düşünenler tarafından yenik düşürülüp, yok edileli neredeyse bir çeyrek yüzyıl oluyor. Altmışsekizlileri mitleştirenler, yetmişlilerden hiç söz etmemeyi, unutturmayı, yok saymayı yeğliyor. Unutturmaya çalıştıkları bir kuşağın düşleri,hayalleri, umutları değil. Aynı zamanda 79 Şili’si, 80 Türkiye’si vb. ile iktidarlarına yönelen sınıf hareketleri, duydukları korku, panik...

Seksenler, doksanlar onların istediği gibiydi. Artık ne çiçek çocukları vardı, ne de acemi, gözü pek gençler. Yenilgiyi iliklerine kadar yaşayan, varoluş nedenselliklerini sorgulayan, yorgun ‘demokratlar’ kalmıştı geriye. Apolitize kitlelerden şikayet edip kendi apolitizasyonlarını göremeyen, sorgulamayan yorgun ‘demokratlar’. Kitlelerin yalnızlaşmasından/yabancılaşmasından dem vurup kendi parçalanmışlığını, dağınıklığını, bir başınalığını gözden kaçırıp yorulan ‘demokratlar’.

Yenilgi içselleştirilip hedefler inandırıcılığını yitirdiği zaman, her şey flulaşır: gelecek düşleri, değerler, devrim, yoldaşlık vb.. İşte o zaman örgütler cemaatleşir, üyeler müritleşir, uhrevi bir koku hakim olur havaya. Peki neden nedir? Önlenemez bir yazgının talihsiz kahramanları mıdır bu insanlar? Yoksa Cervantes’in satırlarından çıkıverip ete kemiğe bürünmüş Don Kişot’lar mıdır? Oysaki gerçeklik algısını yitirmiş Don Kişot kitaplardan gerçek hayata taşındığında o masumiyet ve saflık yitiverir. Yerini terk edildiği sanılan değerler, daha da kokuşmuş yüzleriyle işgal ederler.

NEDEN?

Bir politik grubu var eden, bir arada tutan şey hedefleri ve bu hedeflerin gerçekleşebilirliğine olan inançtır. Bu inanç ve hedef ortadan kalktığında yan yana duruşun şekli mistik biçimler almaya başlar. Mistik doku yapıyı oluşturan tüm öğeleri sarar. Öğeler arasındaki ayrım silikleşir, anlamsızlaşır. Grubu tanımlayan değerler, davranış şekilleri, entelektüel ürünler gerçek anlamlarını yitirip dinsel anlamlar taşımaya başlar. Mistik yapılar eleştirilemez, sorgulanamaz. Dogmalar oluşur, dinsel kalıplar yaratılır. Değerler sistemi dediğimiz şey gerçekle bağlarını yitirip ahlaka dair anlamlar kazanır. Şekilsiz, içeriksiz bir ahlaktır bu. Bir grubun eyleminin oluş tarzını yaratan davranış alışkanlıkları, eylemin gerekçeleri ortadan kalktığı ölçüde dinsel bir ayinin ritüellerine dönüşür. Teori bilimsel kaynaklarından kopmaya başlar, amacını yitirmiş skolastik bir gevezeliğe döner. O artık grubun varoluş nedenlerini tarif etmez, bir arada duruşun aracı olur. Teorinin bu yeni oluşum biçimi onu değerler bütünüyle aynılaştırır ve sorgulanamaz bir noktaya evriltir. Teorinin sorgulanmasına yönelik her girişim grubun varlığına yönelik bir tehdit olarak algılanmaya başlar. Reddedilir, dışlanır. Teorik-kavramsal üretim, üretilmiş olanın doğrulanmasına ve saflaştırılmasına indirgenir. Dışarıda akıp giden, değişen hayatın dışındaki bu hayat artık dinsel, durağan ve yapay bir hayattır. Varoluş amacından uzaklaşmış, yaşam karşısında kendi rolünü tarif edemeyen, edimsiz yani sonuç olarak kimliksiz yapılar, kimliksiz ‘bireyler’ üretmeye başlar. Kendini tarifleyemeyen bir yapı sistemin ürettiği insan tipinden başka insan tipi, sistemi ayakta tutan pratikten başka bir pratik var edemez. Böyle bir hayatta kavramlar içeriklerini kaybeder; soyut, amorf sembollere dönüşür. Kavramların içeriksizleşmesiyle oluşan boşluğu egemen anlamlar doldurmaya başlar. Yeni olanı temsil etme iddialarının ardında geri, yoz anlamlar boy verir. Bu gün harcanan onca iyi niyetli çabaya ve iyi insanlara karşın böylesi bir kokuşmuşluğun ve bu kokuşmuşluğun içinde pek çok çirkin ilişkinin yaşanıyor olasının başka nasıl bir izahı olabilir?

BU YAZININ AMACI NEDİR?

Althusser’in önemli gördüğüm politik önermelerinden bir tanesi Marx’ın praksis felsefesinden kaynağını alır. “Teori içerisinde sınıf mücadelesi” diyor, Althusser. Teorinin eylem kılavuzu olarak algılandığı bildik yaklaşımın dışında bu yaklaşım teorinin kendisini eylem alanına dönüştürmektedir. Böylece teori karşısında özne (birey, grup) edilgin, kullanıcı konumdan etkin, müdahale eden, değiştirip dönüştüren bir konuma taşınır. Teori karşısında bu ‘yeni’ duruş teoriyi elit bir faaliyet alanı olmaktan çıkartır, özgürleştirir. Teorik alanın dinsel bir yapıya dönüştüğü günümüz koşullarında teori içinde sınıf mücadelesi başlatmak bir zorunluluk halini alır. Bu teorinin özgürleşmesi için olduğu kadar devrimci eylem, değerler, yapılar bütününün yeniden inşası için de kilit bir görev olarak şekillenir. Yirmi yıla yakındır sınıf kavgası alanında hasmını sorgulamayan, onun mücadele araç ve yöntemlerini ortaya çıkartıp etkisizleştirecek bir çabanın içinde olmayan ‘politik’ hareketler güruhu kendi varlık koşulları ile yanılsamalı bir ilişki sürdürüyor demektir. Bu yanılsamalı ilişkinin kırılabilmesi doğru soruların ardından yürümekle, yanıtların içerisinde işçi sınıfının cephelerini keşfetmekle, yeni cepheler açmakla mümkündür. Bu yazının yapmaya çalıştığı şey uzunca bir süredir marksist hareketin gündeminden düşmüş bir sorunu, devlet sorununu yeniden sosyalist hareketin gündemine taşımaktır. Böylece teorinin politik grupların bir arada duruşunun harcı konumundan çıkıp gündelik hayata dair pratiklerin oluşturulmasından, parti inşasına kadar sosyalist mücadelenin tüm düzeylerini kesen ekseni yeniden oluşturulabilecektir. Böyle bir eksenin ortaya çıkışı yazının taşıdığı öznel niyetlerden ziyade çalışmaya konu alınan devlet sorununun niteliğinden kaynaklanmaktadır. Devletin içinde yer aldığı politik düzey, içinde yaşanılan ana dair tüm sorunların düğümlendiği ve çözümü için politik müdahaleyi gerekli kıldığı için sınıf mücadelesinin diğer tüm düzeylerini kesen bir eksen oluşturur. Bu nedenle çalışma konunun kendisine sunduğu olanaklar çerçevesinde ve çalışmanın doğal seyri gereği sınıf mücadelesinin tüm düzeylerinin birbiriyle ayrıştığı durumların değil aksine bu düzeylerin iç içe geçtiği durumlar üzerinden yürüyecektir. Bugüne değin pek çok çalışma sınıf mücadelesinin çeşitli düzeylerinin birbiriyle ayrıştığı koşulları, bu düzeylerin birbirinden farklıklarını ortaya çıkartmak için uğraş vermiştir. İzlenen bu yöntem kimi zaman bu çabaları diyalektik düşüncenin gereği olan ‘bütünü tüm karmaşıklığı içerisinde kavrama’ ediminden uzaklaştırmış, peşine düşülen yanıtları anlaşılmaz kılmıştır. Yazı sınıf mücadelesinin düzeylerine ilişkin özgüllük noktalarını konu almamakta; ama sınıf mücadelesinin düzeylerinin bir ve aynı şey olduğunu da iddia etmemektedir.

Devlet başlığı altında marksist aydınların Lenin sonrası yürüttüğü tartışma daha çok Avrupa Sol’u etrafında yoğunlaşmaktadır. Bu verdikleri yanıtlarla değil ama sordukları sorularla birbirinin ardılı olarak nitelenebilecek aydın grubu farklı duruşlarına karşın konu seçimi, yöntem, konunun tartışıldığı alan itibarıyla ortaklıklar taşır. Kimi militan bir duruşa sahip, kimi akademisyen bir tavır sergilemiş ama çoğunlukla benzer konularda yoğunlaşmışlardır. Sosyalist entelektüel üretimin Lenin sonrası neredeyse bir yüzyıla yakındır politik merkezler odaklı gerçekleşmiyor oluşu soruların belirlenmesinde bu aydınların eserlerinin baz alınmasını zorunlu kılmaktadır. Devlet teorisi üzerinde sözü geçen eserlerin sorularını konu ediniyor oluşumuz; bu soruları doğru sorulmuş sorular olarak kabul ediyor oluşumuz; verilen yanıtların tümüyle örtüştüğümüz anlamına gelmemektedir. Kaldı ki Avrupa Sol’u üst başlığında toplanan bu yazarlar da birbiriyle aynılaşmamakta, ama ortak konuları da tartışmaktan geri durmamaktadırlar. Çünkü sorun marksizmin içerisinden süzülüp, teorik üretim alanına taşınmaktadır. Aşağıdaki çalışma boyunca sorularda ortaklaşıp yanıtlarda taraf olma, kendi tarafını yaratma, bunu marksizmin temel kaynakları içinden oluşturma çabası içinde olunmuştur. Pek çok açık pencereden bakılmış ama eklektik bir çerçeve oluşturmamak noktasında da duyarlı olunmuştur.

Althusser’in sonu bilinir. Bir bilim insanı, felsefecinin gerçeklik algısını yitirmesi belki de o insanın başına gelebilecek en kötü şeydir. Althusser bunun yarattığı travmayı eşinin trajik ölümü ile birlikte çok yoğun yaşar. Eşini rahatsız bir anında öldürmesi ve kendisine şizofreni tanısı konmasına isyan eder. Onun için hapis yatmak yerine akıl hastanesine yatırılması verilebilecek en kötü cezadır. Çünkü bu karar ürettiği, kendisini var eden tüm düşünceleri ile birlikte onu da yok etmek anlamına gelmektedir. Althusser’in fizyolojisi o ana kadar üretilmiş pek çok eserini de tartışılır bir konuma taşır, lekeler. Doğanın Althusser’e oynadığı oyun talihsizlik olarak adlandırılıp önemsenmeyebilir. Ama ya diğerleri... Gramsci, Laclau, Miliband, Poulantzas ve... Farklı olanı dıştalayan, kendinin dışında gördüğüne tahammül edemeyen anlayışların lekelerini taşır bu yazarlar. Althusser’inki kötü talihtir ya diğerlerininki... Elbette Batı Solu olarak adlandırılan bu bir yığın insanın üzerinde yaşadıkları dönemin izleri vardır. Çoğu sınıf hareketi ile gerçek bağlara sahip değildirler. Bu durum komünist yapılarla ilişkilerinin olmayışı ile paralellik arz eder. Gramsci aktif bir parti üyesidir. Ama o da uzun hapislik yılları boyunca örgütünden uzak kalmıştır. Althusser ise partiyle kurduğu ilişkide çoğu zaman sorunlar yaşamıştır. Diğerleri de farklı ilişki biçimleri geliştirememiştir. Lenin sonrası Üçüncü Enternasyonal çizgisine hakim olan indirgemeci, sekter çizgi, aydın kimliğine sahip bu kişileri örselemiş, onları sınıfla organik bağlar kurabilecekleri araçlara sahip olmaktan alıkoymuştur. Üçüncü Enternasyonal çizgisinin yarattığı sonuç bu yazarların eserlerini ağdalı, kimi zaman şifreli gibi görünen bir dille yazmalarına neden olmuştur. marksizmin üzerinde hareket ettiği tarih bilimi ve ekonomi politik yerine epistemolojiyi çalışma alanı olarak seçmişlerdir. Epistemolojinin kendisine nesne olarak kabul ettiği kavramlar ve bu kavramların analizinde yeni kavramlara duyulan ihtiyaç, soyutlamaları anlaşılmaz boyutlara taşımış, ortaya çıkan metinleri kimi zaman içe dönük düşünce süreçlerinin dillendirilmesine dönüştürmüştür. Çabalar bir diğer amaç olarak marksizmin Hegelist, ekonomist, vulger yorumlamalardan arındırılması ile örtüşmüş, bu durum marksizmin yeni bir bilimsel kıta olarak var olmasından doğan kendi kavramlarının tam anlamıyla yaratılamamış olması nedeniyle adı geçen yazarları bu boşluğu doldurma zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmıştır. Ayakların sınıf hareketine basmıyor oluşu zaten kendi başına bir handikap yaratmaktadır. Üretilenler yaşama ilişkin hep bir dolayım taşır. İlişkinin böylesi bir dolayım üzerinden kuruluyor oluşu sapma risklerine kapı aralar. Ama tüm bu anlatılanlar onları hepten lekeli mi kılar? Althusser’in yaşadıkları onun eserlerinin gerçek anlamını ortadan kaldıramayacak ise aynı şey diğerleri için de geçerlidir. İşte bu yazının yapmaya çalıştığı bir diğer şey, Althusser’e doğanın, diğerlerine marksizmin sığ yorumlarının sürdüğü lekelerin ardındaki gerçekliğe ulaşmak olacaktır. Elbette sorgulayarak, elbette eleştirerek. Ama o lekelerin ardında, bugün çaresizce ihtiyacımız olan koca bir sorular yığınının olduğunu bilerek...

DEVLETTE DEVRİM

Devrim denilen şey kökten bir altüst oluştur. İşte bu altüst oluş Paris ve Petrograd sokaklarından önce, Marx’ın, Engels’in kaleminde, Kapital’in, Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni’nin sayfalarında gerçekleşmiştir. Althusser’in başlarda “Epistemolojik Kopuş” diye tanımladığı, daha sonra “Özeleştiri Öğelerinde İdeolojik Kopuş” olarak düzelttiği teorik duruşla Marx ve Engels yeni bir bilim alanı (tarih bilimi) açmışlardır. İşte o andan itibaren artık her şey yeni baştan tariflenmek durumunda olmuştur. Bu altüst oluşun devlet teorisinde de yaşanması kaçınılmazdır. Engels’in yalın dili ile devletin kökenine dair tespitleri marksizmde kilometre taşı olmuştur. Ama bu yeterli midir? Alman İdeolojisi’nin son sayfalarında Marx ve Engels şöyle diyordu:

“Hukuk fikri. Devlet fikri. Olağan bilinçte şey, baş aşağı edilmiş durumdadır.

Din her şeyden önce ululuk bilincidir,gerçek yükümden do[ğan bir bilinç]tir.

Bunu daha anlaşılır bir şekilde açıklamalı.” (abç.) (Marx – Engels, Alman İdeolojisi, s. 129)

Bunu daha anlaşılır bir şekilde açıklama arzusu tarih biliminin ve ekonomi politiğin devasa sorunlarına yanıt arama çabası içinde hep ileriye havale edildi. Kim bilir Kapital’in tamamlanamayan ciltlerinde yeri hazırdı bile. Ama teorinin baş aşağı duruşu ayakları üzerine kaldırılmış, daha tam bir tanımlama ise Lenin’e kalmıştır. Devlet ve Devrim’de Lenin devlet konusundaki devrimi gerçekleştirmiştir. (Belki gerçek anlamıyla hiç tamamlanamamış da diyebiliriz bu devrime, tıpkı Sovyet devrimi gibi). ‘Devlet nedir?’ sorusuna artık marksizmin net yanıtları vardır. Hem de tartışmaya mahal vermeyecek bir açıklıkla. Lenin, Devlet ve Devrim’de İkinci Enternasyonal sapmasına karşı Marx ve Engels’in silahlarıyla mücadele eder. İkinci Enternasyonal çizgisine hakim olan Kautskist söylem Engels’in devletin sönümlenmesine ilişkin tespitlerini burjuva devlet de dahil olmak üzere genel devlet teorisinin bir parçası olarak görmektedir. Lenin bu yanlış kavrayışa karşı önce ‘devletin bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde baskı aygıtı’ oluşuna ilişkin tespiti Ailenin, Özel Mülkiyetin, Devletin Kökeni’ne dayanarak unutulmuş bir bilgi olmaktan çıkartır. Ardından da Şubat Devrimi sonrası Ekim Devrimi öngününde devrimin karakteri ve işçi sınıfı iktidarında inşa edilecek devlet yapısının sorgulanmasına girişir. İktidara el koyan proletaryanın da kuracağı devlet aygıtının bir diktatörlük olacağını ilan etmesi, devlet teorisini burjuva ideolojisinin etkisi altında sınıflar üstü konuma yerleştirmeye çalışanlara verilmiş yanıttır özünde. Bu tarifle en tam demokrasi olarak bile olsa, herhangi bir sınıf iktidarının yalnızca bir baskı aygıtı olarak gerçekleşebileceği tüm çıplaklığı ile oraya konulur. Teorinin son tahlilde bir önerme olarak ifade ettiği şeyi, işçi sınıfı her zaman kitaplardan olmasa da mücadelesinin içinde, kendi pratiğinin ürünü olarak her baş kaldırışında öğrenmek zorunda kalmıştır. Ve hiçbir bilimsel önerme belki de bunca çok insan kanıyla ve acıyla ispatlanmak durumunda olmamıştır. Kitabın devam eden bölümlerinde burjuva devlet aygıtının ilgası ve proleter devlet aygıtının sönümlenmesine ilişkin analizler yer alır. Devlet ve Devrim’in yazıldığı dönem göz önüne alındığında, Lenin’in neden burjuva devlet aygıtını ayrıntılarıyla çözümlemeyip genel bir tahliliyle yetindiği anlaşılabilir. Kitabın büyük bölümü devrimin karakteri ve devletin sönümlenmesine ayrılmıştır. Menşeviklerin Şubat Devrimi’nin ardından aldıkları burjuva demokratik devrimi geliştirme yönündeki yanlış tutumlarına karşı tarihsel bir fırsatın kaçabilir olması teorinin üretiminde doğal bir belirleyen olmuştur. Aslında yazar durumu Devlet ve Devrim’in birinci baskısının son sözünde kitabın ikinci fasikülünün gecikmesine dair açıklamalarında anlatır.

“Bu broşür 1917 Ağustos ve Eylül’ünde yazılmıştır. Son bölümün, ‘1905 ve 1917 Rus Devrimleri Deneyimi’ başlığını taşıyan VII. Bölümün planını daha önce kararlaştırmıştım. Ama, başlık dışında, 1917 Ekim Devrimi’nin öngününü belirleyen siyasal devrim tarafından ‘engellenmiş’ olarak bu bölümün bir tek satırını bile yazacak vaktim olmadı. Böylesine bir ‘engelden’ yalnızca kıvanç duyulabilir. Ama bu broşürün ( ‘1905 ve 1917 Rus Devrimleri’ne ayrılmış) ikinci fasikülü, kuşkusuz çok daha sonraya bırakılacak; ‘bir devrim deneyi’ yapmak, o konuda yazmaktan daha güzel ve yararlıdır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 134)

Anlaşılacağı gibi pratiğin teoriyi bekleyecek vakti olmamıştır.

Marx ve Engels ile başlayıp Lenin ile devam eden devlet teorisindeki devrim, tamamlanmış bir devrim değildir. Onların çabalarıyla egemen burjuva devlet anlayışının aldatıcı yapısına karşı işçi sınıfının önünü açan, ona yol gösteren bir teorinin ana gövdesi oluşturulmuştur. Oluşturulan devlet teorisi genel devlet yapısını açıklamakta yeterli tarifler sunmaktadır. Bu tarif aynı zamanda bir tarihselliğin içine de oturtulmuştur. (Zaten başka türlü tarihsel materyalist bir öğretinin ürünü ve parçası olması mümkün olamazdı.) Ama bir teorinin kendisine konu aldığı şeyi tarif ediyor olması bizlere o şeyin gerçek bilgisini sunmak anlamında yeterli midir? Bir teorinin bilimsel bir teori olarak var olabilmesi için öncelikle bütüne dair ne sorusuna yanıt vermesi gerekir. Ne sorusuna verilen yanıt o bilgi bütününün formel yapısını oluşturur. Teorinin teori olarak var olabilmesi ise bundan fazlasına ihtiyaç duyar. İhtiyaç duyulan şey teorinin kendisine konu aldığı şeyi hareket halinde tanımlayabilmesi, dinamizmini oluşturan öğeleri açıklayabilmesidir. Bilgi böylece ne, neden sorularının yanında nasıl sorusu ile tanışır. Bu yeni soru teoriyi diyalektik bir zemine taşır. Peki devlet teorisinde nasıl sorusu hangi yöntemle oluşturulmalıdır?

Althusser marksist temel eserlerde yer alan devlet teorisinin özetini dört başlık altında yapıyor:

“1)devlet, devletin baskı aygıtıdır; 2) devlet iktidarını devlet aygıtından ayırmak gerekir; 3) Sınıf mücadelelerinin hedefi devlet iktidarıdır ve bunun sonucunda devlet iktidarını ellerinde tutan sınıflarca (ya da sınıf ya da sınıf bölümleri ittifakı) devlet aygıtının kendi hedefleri doğrultusunda kullanılmasıdır; 4) Proletarya, var olan burjuva devlet aygıtını yıkmak ve ilk aşamada onun yerine başka bir devlet aygıtı koymak ve ileriki aşamalarda radikal bir süreci, devletin yıkılması[1] sürecini (devlet iktidarı ve her türlü devlet aygıtının sonu) başlatmak için devlet iktidarını elde etmelidir.” (Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 31)

Althusser’den aktardığımız bir şey hemen göze çarpmaktadır: baskı aygıtı olarak devlet ile devlet iktidarı anlamında devlet ayrımına ilişkin yapılan vurgu.[2] Althusser’in bir biçimde bilinçli olarak özellikle öne çıkarttığı bu ayrımın ne anlama geldiğini ve neden önemli olduğunu kavrayabilmek için iki tarihsel olayı bir kez daha gözden geçirmek yararlı olacaktır. Örneklerimizden ilki Paris Komünü’dür. 1871 yılında ayaklanan işçi sınıfı tüm acemiliğine karşın Paris sokaklarında tarih sahnesine çıkar. Burjuvazinin elinden iktidarı (yönetme erki anlamında) alır ve burjuva devlet aygıtını lağveder. Yerine kendi devlet aygıtını kurar. Ancak bu durum yani burjuva devlet aygıtının (baskı aygıtı anlamında) yıkılıp yerine proleter devlet aygıtının (baskı aygıtı anlamında) kurulması proletaryanın iktidar olması için yeterli olmaz ve işçi sınıfı yenilir. İşçi sınıfının iktidara el koyması, burjuva devlet aygıtını parçalayıp kendi baskı aygıtını kurmuş olması (silahlı milis güçler oluşturulur, polis örgütünün siyasetle bağları kopartılır vb.) proletaryanın toplumsal yaşamda kendisini var etmesini, gündelik ilişkilerin bu iktidarı üretiyor oluşunu sağlamaz. İşçi sınıfı yetmiş günlük tarihi bir deneyin ardından yenilir. Paris komünü deneyimi ezilen bir sınıfın iktidara gelmesi anlamında o güne değin ortada kalan pek çok soruya yanıt olurken aynı zamanda pek çok yeni soruya da analık etmiştir. Proletaryanın iktidarı kaybedişinin altında yatan neden nedir? İşçi sınıfının niceliksel olarak yeterli yoğunluğa erişmemiş olması böyle bir yenilgiye gerekçe olabilir mi? Tarih bize burjuvazinin azınlık olarak geniş kitlelerin çıkarına aykırı biçimde iktidarını sürdürebildiğini gösteriyor. Peki neden, iktidar olgusunun bilgi anlamında yetkinliğe ihtiyaç göstermesi ve işçi sınıfının bundan yoksun oluşu mudur? Devrim sonrası yönetim erkini eline geçiren işçi sınıfı devlet yapısını basitleştirilerek yönetme eyleminin sıradanlaşabileceğinin örneklerini verir. O halde işçi sınıfının zor aygıtına sahip olmasına karşın iktidar olamamasının nedeni nedir?

Ele aldığımız ikinci tarihsel örnek yine çokça tartışılmış olan ‘Bonapartist Diktatörlük’ dönemidir. Bonapartizm olgusu altyapı – üstyapı ilişkisinin tariflenmesinde temel örneklerden birisini oluşturur. Altyapının son tahlilde üstyapıyı belirlediğine dair Katkı’nın önsözünde yer alan tespitlerin laboratuarı olmuştur. Aynı zamanda devletin görece özerkliğinin yani ‘son tahlilde’nin sorgulanmasına olanak veren bir örnektir. Ama tüm bunların dışında ‘Bonapartist Diktatörlük’ erkin burjuvaziden bağımsızlaşmasına rağmen burjuvazinin sınıfsal iktidarının devamı anlamında da öğreticidir.

‘Olağanın’ ötesine taşan her örnek, olağan olanın tanımlanmasını kolaylaştırır. Bu iki örnek bize bunun olanaklarını sunmaktadır. Devletin zor aygıtı olarak varlığının sınıf iktidarının kendisi olarak göründüğü durumlarda, bu iki farklı olgunun üst üste binmesi, (yani iki farklı gölgenin birbirinin üzerine düşmesi gibi) benzer iki farklı olgunun bir ve aynı şey olarak algılanmasına neden olur. Paris komünü ve Bonapartist diktatörlük bir an için bile olsa bize gölgelerin renk ayrımını sunar. Baskı aygıtı olarak devlet ve sınıf iktidarı ayrışır. Peki baskı aygıtından ayrışan iktidar nasıl kendisini var eder? İşte bu soru devlet teorisini dinamik hale getirir.

GRAMSCI

Benzer örnekleri çalışmalarının konusu haline getiren bir marksist aydın da Gramsci’dir. Gramsci tartışmaya Birinci Dünya Savaşının farklı taraflarının izledikleri ayrı stratejilerin sınıf mücadelesinde işçi sınıfı için bir anlamı olup olamayacağı sorusu ile başlar. Elbette bu soru kendiliğinden ortaya çıkmış nedensiz bir soru değildir. Birinci Dünya Savaşının rakip güçleri savaşta iki farklı strateji izlerler. Bunlar mevzi savaşları ve manevra savaşlarıdır. Mevzi savaşında, savaş tek başına cephede devam eden bir olgu olarak kavranmaz. Bu stratejide savaşa orduların dışında tüm bir sanayi ve örgütler sistemi katılır. Cephede hatlara yönelen saldırıların yaratacağı silah, malzeme ve insan gücü kaybını karşılayabilecek bir yedek bolluğu, bu yedeği üretme olanakları ve buna dair organizasyon söz konusudur. Düşmanın böylesi bir destek yapıya sahip oluşu cephede hatlara yönelen tek bir güçlü saldırı ile zafere ulaşmayı neredeyse olanaksız kılar. Cephede meydana gelen kayıplar cephe ardı yapıların güçlülüğü oranında kısa sürede tamamlanır ve savaş sürer. Ama düşmanın savaşı yalnızca siper savaşı olarak algıladığı manevra savaşında güçlü ve akıllıca yönetilen bir saldırı, yengiyi getirebilir. İşte Gramsci bu iki stratejiyi ele alır ve buradan sınıf savaşımında proletarya için sonuçlar üretmeye çalışır. Tarafların savaşta kullandıkları araçlar farklılık taşısa da, sınıf savaşımı da bir savaştır ona göre. Bugünün hoşgörü, barış, kardeşlik, bir arada yaşama sözlerinin yanında oldukça aykırı gibi görünebilir bu tartışma; ama Engels’in de benzer bir sorudan yola çıkarak sokak savaşlarını incelediğini düşündüğümüzde marksizme aykırı olanın ne olduğu kolayca anlaşılabilir. Gramsci’nin çalışmalarına bu konuları seçiyor oluşunun bir nedeni de onun devlete ilişkin çözümlemelerinde görülebilir.

Gramsci, devleti, devlet – sivil toplum ilişkileri üzerinden ikiye ayırır: Doğu Tipi Devlet, Batı Tipi Devlet. Doğu Tipi Devlet henüz sivil toplumun gelişkin olarak ortaya çıkmadığı, başlangıç halinde, bir nüve olarak var olduğu ve bozulabilir bir yapıya sahip devlet tipidir. Devlet asıl işlevini zor aygıtı ile yerine getirmektedir. Batı Tipi Devlet’te ise sivil toplum gelişkin bir yapıya sahiptir. Devlet sivil toplum ve zor aygıtının dengeli kullanımı ile kendini gösterir. Tıpkı mevzi savaşında olduğu gibi devletin zor aygıtının yara aldığı saldırılar karşısında gelişkin sivil toplum yapısı tüm sağlamlığı ile ortaya çıkar. Sivil toplum kavramının marksist literatüre nereden taşındığı ve sosyalizm mücadelesinde Gramsci’de ve Gramsci sonrası hangi anlamlara büründüğü tartışmasına bu yazının konusu itibariyle girmiyoruz. Marx’ta kullanıldığı biçimlerle belirli bir nüans taşıyan sivil toplum kavramının yarattığı bu karışıklığın üzerinden atlandığında ortada Gramsci’nin manevra ve mevzi savaşları ikilemesi ile Doğu Tipi Devlet/Batı Tipi Devlet ikilemesi arasında doğrudan bir benzerlik kurduğu görülür hale gelir. Batı Tipi Devlet tıpkı mevzi savaşlarında olduğu gibi zor aygıtını besleyen onu tamamlayan bir destek sistemine sahiptir. Doğu Tipi Devlet ise böyle bir destek sistemini manevra savaşlarında olduğu gibi öngörmez veya henüz böyle bir gelişkinliğe ulaşmamıştır. Böyle yapılandırılmış bir analojiden kolaylıkla batı toplumlarında devrimci stratejinin reformlar ile mücadele temeli üzerine oturtulması yönünde çıkarımlar yapılması olasıdır.[3] Ama devlet teorisi Gramsci’de de henüz yeterli doygunluğa ulaşmamıştır.

Gramsci devleti sivil toplum ve politik toplum (baskı aygıtı anlamında devlet) olarak ikili bir yapıyla izah ederek yeni bir kapı aralamıştır. Aynı zamanda hegemonya kavramı ile de anlatımlarını teorik bir bütünlüğe kavuşturmuştur. Hegemonya kavramı gündelik dilden Gramsci’nin metinlerindeki anlamlara kadar pek çok değişik içerikle kullanılmıştır. Anlatmaya çalıştığı şeyin bilgisine tam sahip olmayan kavramların aldığı doğal bir şekillenmedir bu. Gramsci’de hegemonya kavramı sivil toplumun işleyiş tarzı ile örtüşür. Gramsci’ye göre politik toplum zor ile işlerken, sivil toplum hegemonya ile işler. Hegemonya yaklaşık karşılığını rıza kelimesinde bulur. Hegemonya kavramı ile birlikte devlet tanımına ilişkin doğu tipi – batı tipi ayrımı rızaya (hegemonya) dayalı sivil toplum başat devletler ile zora dayalı politik toplum başat devletler olarak netlik kazanır. Gramsci’nin uzun hapislik yıllarında, baskı ve zor koşullarında, katı sansüre rağmen üretilmiş Hegemonya, Doğu Tipi Devlet, Batı Tipi Devlet kavramları oldukça parlaktır. Kavramların içerdiği güçlü anlam Hapishane Defterleri’nin Gramsci’nin ardından otuz yıl geçip de ortaya çıktıklarında marksist teorik faaliyete yeni bir soluk katmış, sosyalist mücadeleye şu veya bu oranda yön vermiştir. Hegemonya kavramının etkileri devlet tartışmasında yeni bir soruyu da gündeme getirmiştir. Peki bu hegemonya nasıl sağlanmaktadır? Bu soruya Althusser hegemonya kavramına fazla itibar etmeden verir: ‘Devletin İdeolojik Aygıtları’ ile...

ALTHUSSER

Althusser ve onun devlet teorisine katkısını tartışmaya geçmeden önce bu tartışmanın temel sorularından biri olan “ideoloji nedir?” sorusuna yanıt vermek gerekmektedir. Bu yanıt marksizme Althusser’in katkısı olarak kabul edilen Devletin İdeolojik Aygıtları’nın (DİA) işlevini olmasa bile işleyiş tarzını belirler önemdedir. Terry Eagleton’un saydığı on altı ideoloji tanımının olduğu düşünülürse bu tanımlamalardan herhangi birisinin kullanımı ile DİA’lar üzerine kurgunun değişime uğrayacağı gerçektir. Bu anlam kayması aynı zamanda DİA’lara karşı geliştirilecek tavrı da belirleyen önemli bir etken olacaktır. Ne anlatmaya çalıştığımızın daha açık bir şekilde yazının ilerleyen bölümlerinde ortaya çıkacağını umuyoruz.

Eagleton gündelik kullanımları ile birlikte aşağıdaki ideoloji tanımlarını sunuyor:

“a) toplumsal yaşamdaki anlam, gösterge ve değerlerin üretim süreci;

b) belirli bir toplumsal grup veya sınıfa ait fikirler kümesi;

c) bir egemen siyasi iktidarı meşrulaştırmaya yarayan fikirler

d) bir egemen siyasi iktidarı meşrulaştırmaya hizmet eden yanlış fikirler.

e) sistemli bir şekilde çarpıtılan iletişim;

f) özneye belirli bir konum sunan şey;

g) toplumsal çıkarlar tarafından güdülenen düşünme biçimleri;

h) özdeşlik düşüncesi;

k) içinde, bilinçli toplumsal aktörlerin kendi dünyalarına anlam verdikleri ortam;

l) eylem-amaçlı inançlar kümesi;

m) dinsel ve olgusal gerçekliğin karıştırılması;

n) anlamsal (semiyotik) tapınım;

o) içinde, bireylerin, toplumsal yapıyla ilişkilerini yaşadıkları kaçınılmaz ortam;

p) toplumsal yaşamın doğal gerçekliğe dönüştürüldüğü süreç;” (Eagleton, İdeoloji, s. 18)

Her birisi tek tek ele alındığında bütünün bir parçasını anlatıyor gibi görünen, bu nedenle okuyucuda her birisi doğruymuş duygusu yaratan bu tanımlamaların ne anlama geldiği belki ‘körlerle fil’ eğretilemesi ile anlaşılabilir. Malumdur bir fili elleri ile yoklayan körlerden her birisi algıladığı file dair bir tarifte bulunur. Yaptıkları tarif filin bilgisi olmasına rağmen yanlış bilgidir. Egleton’un aktardığı tarifler de benzer bir biçimde ideolojiye ait bilgi içerirler ama kimisi eksik, kimisi de tersten tanımlar sunduğu için ideolojinin yanlış bilgisine sahiptir. Peki o zaman sorumuzun yanıtını nasıl oluşturabiliriz? Bunun için yine uzun bir alıntı ile Marx ve Engels’e dönmekte yarar var.

“İşte asıl bu çelişki, özel çıkar ile kolektif çıkar arasındaki çelişkidir ki, kolektif çıkarı, devlet sıfatıyla, bireyin ve topluluğun gerçek çıkarından ayrılmış bağımsız bir biçim almaya ve aynı zamanda her zaman her aile ve kabile yığışımında mevcut olan, kan, dil, geniş bir ölçüde işbölümü bağları ve öteki çıkarlar gibi bağların somut temeli üzerinde, ama aldatıcı bir ortaklaşma görünümü almaya götürür (abç) ve bu çıkarlar arasında, özellikle, daha o zamandan işbölümü tarafından koşullandırılan, bu cinsten gruplaşmalar içinde farklılaşan sınıf çıkarlarını (abç), içlerinden birinin ötekiler üzerinde egemen olduğu sınıf çıkarlarını, daha ileride geliştireceğimiz üzere sınıf çıkarlarını buluyoruz. Bundan çıkan, devlet içindeki tüm savaşımların, demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki savaşımın, oy hakkı uğruna vb. savaşımın büründükleri aldatıcı biçimlerden başka bir şey olmadıkları sonucu çıkar ve gene şu sonuç çıkar ki, egemenlik özlemindeki her sınıf, kendi egemenliğini bütün eski toplumsal biçimlerin ve genel olarak egemenliğin ortadan kaldırılmasına neden oluyorsa da, proletarya için olduğu gibi, evet buradan çıkan sonuç, bu sınıfın, sırası geldiğinde kendi öz çıkarlarını, herkesin çıkarı olarak koymak üzere ilkin siyasal iktidarı ele geçirmesi gerektiği sonucudur, bu, bu sınıfın başlangıçta yapmak zorunda olduğu şeydir.

Kesin olarak, bireyler yalnız kendi öz çıkarlarına –evrensellik, kısaca kolektivitenin aldatıcı biçiminden başka bir şey olmadığından dolayı, kendi kolektif çıkarlarıyla uyuşmayan özel çıkarlarına– baktıkları için bu çıkar, onlara yabancı olan, ve onlardan ‘bağımsız’ olan ve kendisi de özelliği olan ve özel bir ‘evrensel’ çıkar olan bir çıkar gibi görünmektedir, ya da bu bireyler, kendileri, demokraside olduğu gibi, bu ikilik içinde hareket etmek zorundadırlar. Öte yandan kolektif ve kolektif sayılan çıkarlarla gerçekte durmadan çarpışan bu özel çıkarların pratikteki kavgası, aldatıcı ‘evrensel’ çıkarın devlet biçimindeki pratik müdahalesini ve dizginlenmesini zorunlu kılar.” (Marx – Engels,Alman İdeolojisi, s. 61)

Yukarıdaki satırların oldukça öğretici olan tespitleri bize şunları gösteriyor:

İşbölümü ile bir topluluğun içinde, topluluğun gerçek çıkarları ile farklılaşan ve sınıf çıkarları haline dönüşen, kolektif çıkar görünümünde ama gerçek kolektif çıkardan ayrı bir bölünme yaşanır;

Bu görünüm aldatıcıdır;

Bu aldatıcı görünüm, devlet tarafından düzenlenir;

Aldatıcı görünümü yaratan şey özel çıkarın evrensel çıkar biçimine bürünmesidir;

Sınıfsal çıkar farklılıklarından doğan ve egemenlik iddiasında olan her sınıfın yapması gereken şey (bu gereklilik niyet sorunu değil, zorunluluktur) kendi öz çıkarlarını herkesin çıkarı olarak sunmasıdır;

İşçi sınıfı da, kendi öz çıkarı genel egemenliğin kalkışına denk düşmesine karşın, bu anlamda dahi olsa, “kendi öz çıkarını” egemenlik iddiası içerisinde genel çıkar olarak sunmak zorundadır.

İşte ideoloji tanımı bu başlıkların ardında gizlidir. Bir sınıfın kendi çıkarını diğer sınıf ve katmanlara genel çıkar olarak sunduğunda aldığı biçim, yani artık gerçek biçimi gizleyen çarpılmış aldatıcı biçim ideolojidir. Bu nedenle ideoloji, egemenlik iddiasındaki sınıfın diğer sınıf ve katmanlar üzerinde hegemonya iddiası ile birlikte anlam kazanır. Bu tanım çerçevesinde ideoloji elbette ki yanlış bilinçtir. Ama bu yanlış bilinç durumu, içerdiği gerçeklikten bağımsız bir bilinç durumu değildir. Yani kitleleri uyutmak için özel olarak yaratılmaz. Bir sınıfın özel çıkarlarının evrensel görünüm kazanması, sirk aynasındaki görüntü gibi, gerçekliğin bozulmasına neden olur. Ayna kırılıp atıldığında ideolojinin ardındaki gerçek ortaya çıkar.

Yukarıda Alman İdeolojisi’nden aktardığımız alıntı, aynı zamanda işçi sınıfının sınıf olma durumuyla da ilişkili anahtarlar sunmaktadır. Buna yazının ilerleyen bölümlerinde geri döneceğiz.

Althusser, ideoloji tartışmasını devlet tartışmasının içerisine oturtarak Gramsci’yi takip eder. Ama Althusser, Marx ve Engels’ten alıntılayarak aktardığımız ideoloji tanımıyla örtüşmez. Marx ve Engels’te ideoloji egemenlik iddiasındaki sınıfta ortaya çıkıp hegemonyanın oluşacağı sınıf, grup veya kişide gerçekleşirken; Althusser ideolojiyi Freud’un oluşturduğu öğreti ile ilişkilendirir. Böylece ideoloji bilinç dışı bir alana taşınır. Althusser’in ideolojinin tarihi var mıdır tartışmasına verdiği, ‘bilinç dışı alanın tarihi olamaz’ yanıtı, Marx’ta, ‘ideolojinin kendi tarihi yoktur’ şeklindedir. Marx’ın yanıtı, ideolojinin üstyapıya ait bir şekillenme olarak tarihinin, onun taşıyıcı ve oluşturucu maddi öğesinden ayrı düşünülemeyeceğinden dolayıdır. Nasıl kültürün, sanatın kendine ait tarihi olamazsa, ideolojinin de olamaz. Oysaki Althusser ideolojiyi tarihle ilişkilendirmez. Çünkü rüyaların tarihi olmaz. Althusser, Freud’un rüyalara ilişkin söylemini kullanır. Rüyalar kişinin zihni yapısının işleyişi ile ilgilidir. Rüyalar, maddi dünyanın zihnin bilmediğimiz mekanizmalarıyla işleme tabi tutulmasıyla oluşur. Althusser’e göre ideoloji de tıpkı rüyalar gibi zihni yapımızın farklı işleyişinin ürünüdürler. Bu nedenle rüyaların nasıl tarihi olamıyorsa ideolojinin de tarihi olamaz. İnsanlıkla bağlantılı olarak ezeli ve ebedidir. Marx’ta ideoloji altyapının ürünü olarak sınıflar çatışmasına bağlı oluştuğu için, sınıflar çatışmasının son bulması ile birlikte ortadan kalkacak, gereksizleşecektir. Althusser’in yürüttüğü ideolojinin tarihine ilişkin tartışmada Marx’ın tanımlamalarıyla taraf olduğumuzu belirterek geçelim. Bu taraf oluş bizi Althusser’i kendi teorik bütünlüğü içinde düştüğü paradoksun dışında tutar. Aynı zamanda ideolojiyi insan zihninin işleyişine indirgeyen ve böylece bizi ideolojik olan karşısında eylemsiz bırakan bir duruştan da alıkoyar. Çünkü rüyalar ancak yorumlanabilir, değiştirilemez. Oysa ki praksis felsefesinin bize öğrettiği gibi aslolan değiştirmektir. Marx’ın sunduğu ideoloji tanımı bizlere politik-pratik eylem zenginliği ve belki de şimdiye kadar ihmal ettiğimiz bir mücadelenin olanaklarını sunarken Althusser bizi çaresiz kılar. İdeolojinin işleyişi ve DİA’lar üzerine geliştirdiği tüm işlevli kavramsal çerçeveye rağmen...

Althusser ideolojinin tarihi yoktur derken kendi teorik bütünlüğü ile çelişki içine düşer. Çünkü aşağıdaki alıntıda da görüleceği gibi Marx’ta pozitivist ve historisist diyerek reddettiği teze geri döner.

“Bir toplumsal formasyonda varolan ideolojiler ancak sınıflar, yani sınıf mücadelesi açısından anlaşılabilir. Sadece DİA’larda egemen ideolojinin gerçekleşmesi ve sonunda DİA’ların elde edildiği ve DİA’larda gerçekleşen sınıf mücadelesinin biçimleri bu açıdan bakıldığında anlaşılır olmakla kalmaz, fakat aynı zamanda ve özellikle buna dayanarak DİA’larda gerçekleşen ve karşı karşıya gelen ideolojilerin nereden geldikleri de anlaşılır. (abç) Çünkü egemen sınıf ideolojisinin zorunlu olarak gerçekleşmesi gereken biçimi ve yönetilen sınıfın ideolojisinin zorunlu olarak hesaplaşması ve karşı karşıya gelmesi gereken biçimi, DİA’ların temsil ettiği doğruysa, o zaman ideoloji DİA’larda değil, fakat sınıf mücadelesine katılan toplumsal sınıflardan ‘doğuyorlar’: yani sınıfların varoluş koşullarından, pratiklerinden mücadele deneylerinden vb.” (Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 75-76)

Bu yaklaşıma göre ideoloji, kişinin zihinsel süreçlerinin ürünü olarak değil dışsal bir olgu olarak sınıflar mücadelesinden kaynaklanır. Bu kafa karışıklığına neden olan şey nedir? Aslında Althusser teorisinde bunun yanıtlarını verir: Sınıfsal yapılarda oluşan ideoloji kendisini devletin ideolojik aygıtlarında gerçekleştirir. Şimdi felsefeci kimliği ile tanınan Althusser’in politik mücadelenin yeniden yapılanmasını gerektirebilecek teorik tespitlerine geçelim. Bu teorik tespitlerin temelinde belki de bir çift cümle yatar:

Bir ideoloji her zaman hem bir aygıtta, hem de (aygıtın) pratiğinde ve ya pratiklerinde varolur. Bu varoluş maddidir.” (abç) (Althusser,İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 56)

Bu formülün kaynağı olarak ise Pascal’ı gösterir.

“Pascal, aşağı yukarı şunları söyler, ‘diz çökün, dudaklarınızı dua ederek kıpırdatın, inanacaksınız.’ ” (Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 58)

Bu görüş, Katkı’nın önsözünde Marx ve Engels’in, insan bilincini belirleyen şeyin onun varlık koşulları olduğu, insanın kurduğu ilişkiler toplamı olduğu önermeleriyle uygunluk oluşturur. Althusser bu düşünceyi ete kemiğe büründürür, somuta indirger. Pascal’dan aktardığı örnekte olduğu gibi insanlar inandıkları için ibadet etmezler, ibadet ettikleri için inanırlar. Coğrafyamızda islami ideolojinin yayılması bu önermenin laboratuarda test edilmesi gibidir. İslami ideolojinin toplumsal gruplar içinde yayılmasında temel bir yöntem egemendir: ‘Önce cami yap sonra cemaat topla’. Gerçekten de cami yapılan hemen hiçbir mahallede, köyde cami talebinde bulunan cemaat yoktur. Cemaat daha sonra bu aygıtlara taşınan kesimlerin içerisinden islami ideolojinin militanları tarafından yaratılır. İdeolojinin kendisini var etmek için bir edime ihtiyaç duyması, ideolojik hegemonya mücadelesini bu pratik süreçlerin yaşandığı aygıtlara taşır. Althusser bu aygıtları devletin ideolojik aygıtları olarak adlandırır.[4] Egemen sınıf, üretim ilişkilerinin devamını ve yeniden üretimini, gündelik yaşamın pratikleri içinde ve bunun bir sonucu olarak, DİA’larda gerçekleştirir. Bu aygıtlar şöyle sıralanır: Dini DİA, Öğretimsel DİA, Aile DİA’sı, Hukuki DİA, Siyasal DİA, Sendikal DİA, Haberleşme DİA’sı, Kültürel DİA.

İnsan bu aygıtlarla donanmış ideolojik bir dünyaya doğar. Gözlerini açtığında ilk gördüğü şey ailedir. Okul, askerlik, medya vb. ile ideoloji dünyası bireyi sarıp sarmalar. Platon’un mağara eğretilemesi bu dünyanın yarattığı bilinç yapısını kavramak açısından oldukça ilginçtir.

“Çocukluktan beri sırtını bir mağaranın girişine vermiş insanlar dış dünyayı göremezler. Mağaranın iç duvarında başka insanların gölgeleri yansır ve mağara sakinleri bu insanların sesleri ile gölgeleri arasında bağlantı kurarak, seslerin bu gölgelerden çıktığı sonucuna varırlar. Ancak mahpuslardan biri kaçmayı başarır ve seslerin kaynağını algılar. En sonunda mağaradan çıkar, gün ışığını görür. İlk önce güneşten gözleri görmez, fakat sonra alışır ve kazandığı görme gücü daha önce nasıl bir yanılsama içinde yaşadığını anlamasını mümkün kılar.” (Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, s. 58)

İşte içine doğduğumuz ideoloji dünyası, duvardaki gölgeler, bize gerçekliğin yanılsamalı algısını sunar. Peki bizleri duvardaki gölgelere bakmaya zorlayan şey nedir? İnsanları DİA’ların içinde konumlanmaya zorunlu kılan şey nedir? Bu sorunun yanıtını tek başına zor ile açıklamak her zaman yeterli olmaz. Çünkü insanlar zor aygıtlarının yarattığı baskının dışında çoğu zaman bu aygıtlarda kendiliklerinden konum alırlar. Her zaman bu aygıtların varlığı kişilerin eyleminin dışında, yabancı bir olgu olarak dışarıdan onların hayatlarına sunulmaz. Elbette her DİA, bir diğerini koşullar. Onun varlık gerekçelerini bireye sunar. Zor, kişinin aygıtların dışına çıkmak için yaptığı her girişiminin önüne geçer. Ama tüm bunlara rağmen sisteme ‘rıza’ üreten bu yapılar ayrı bir ‘rıza’ ile işler. İşte bu rızanın oluşumu nasıl sağlanır? Bu sorunun yanıtını sosyal psikolojinin kavramları içinde arayabiliriz.

İDEOLOJİ VE SOSYAL PSİKOLOJİ

Sosyal psikoloji bireyin grupla ilişkisini, grup tavrını yaratan etkenleri ve gruba yönelen etkinin yarattığı sonuçları kendisine konu alır. Marksizmin kendisine sınıfları konu alan yapısı ile benzerlik taşıyan bu durum bilginin üretim yöntemleri ve konunun birey düzleminde tartışılıyor oluşuyla ayrışır. Marksizmin sınıfların davranışını tarihsel materyalizm içinde sorguluyor oluşuna karşın, sosyal psikoloji grup içinde birey ve birey – grup etkileşimlerini istatistik, anket, gözlem ve laboratuar koşullarında sorgular. Marksizmin alanı bugünü de içeren tüm bir sınıflı toplumlar tarihi iken sosyal psikoloji düne dair retrospektif inceleme yapmakla birlikte bugünü sorgular, yani statiktir. Saydığımız ayrımlara karşın, özellikle teorinin ihtiyaçlarının karşılanması ve sınıflar mücadelesinin pratik-politik sorunlarına yanıt aranması anlamında, sosyal psikolojinin marksist öğretiye sunabileceği pek çok şey vardır. Oysa ki sosyal psikoloji bir yandan sosyalist hareket tarafından küçümsenir ve yok sayılırken, diğer yandan egemen yapı sosyal psikolojinin ürettiği sonuçları sanki yığınların bilgisinden uzak tutuyor gibidir. Sosyal psikolojiye uluslararası ölçekte önemli katkılar sunan bilim insanlarından olan Muzaffer Şeriff ve Carolyn W. Şeriff’in eserlerinin CIA ve Yahudi örgütleri tarafından desteklenmiş oluşu, Türkçe’ye 1950’lerden 1990’lara kadar sosyal psikolojiye dair hemen hiçbir kaynağın çevrilmemiş oluşu ilginçtir. Egemenlerin kitle hareketlerini maniple ederken herhangi bir bilgiden yararlanmamış olduklarını düşünmek saflık olur.

Sosyal psikoloji bizlere iki kavram sunuyor: İtaat ve Konformite. Bu kavramlar tartışmamızda sözü geçen DİA’lar içinde bireyin zor dışında bir nedenle bulunuşlarının nasıl gerçekleştiğine dair yanıtlar verebilmemizin olanaklarını sunar mı? Bu soruya vereceğimiz yanıt hiç kuşkusuz evet olacak. Sosyal psikolojinin nasıl iş gördüğünü ve adı geçen iki kavramı anlamak için Nuri Bilgin’in aktardığı birkaç olayı yazının içeriğine dahil etmekte yarar var.

“-ABD başkanı J. F. Kennedy ve danışmanları, 1961 yılı mart ayında toplanarak Küba’nın işgali konusunda CIA’nın önerdiği bir planı görüşmüşlerdir. Toplantı sonunda, işgal konusunda bir karar alınmıştır. Danışmanlardan birisi Arthur Schlesinger, bu görüşe katılmamakla birlikte karşı da çıkmamıştır. Daha sonraki yazılarında (1965) Domuzlar Körfezi Harekatını onaylamadığını, fakat toplantının havasına kaptırdığı için sesini çıkaramadığını ve bu nedenle, suçluluk duyduğunu belirtmiştir.

-Bir üniversite kampüsünde pek çok genç, görsel muhakeme konusunda bir deneye katılmıştır. Deneyde çeşitli doğru parçalarının uzunluğunu tahmin etmek söz konusudur. Deneklerin, teker teker ve yalnızken yaptıkları tahminler oldukça isabetli olmuştur. Ancak, bir araya toplanıp yüksek sesle tahmin yapmaları istendiğinde, bir denek, diğerinin kendisiyle hemfikir olmadığını görünce tahminini değiştirmiştir. Bu durumda olan denekler, en azından her üç denemenin birinde çoğunluğun hatalı tahminine uymuştur. (Asch, 1951)

-1968 mayısında Amerikan askerleri Vietnam’da My Lai’yi ele geçirmişlerdir. Olaya katılan askerlerden Paul Meadlo, daha sonra kendisiyle yapılan röportajda, 40-45 Vietnamlıyı köy meydanında topladıklarını, çoluk çocuk hepsini yatırdıklarını, teğmen Calley’in kendilerine gerekeni yapın deyip gittiğini, kendilerinin bundan onları gözetmeleri gerektiğini anladıklarını, daha sonra teğmenin geri geldiğinde, gerekenin onları öldürmek olduğunu belirttiğini ve nihayet herkesi mitralyözle tarayıp öldürdüklerini anlatmıştır. (New York Times, 25 Kasım 1969)

-Bir üniversite kampüsünün laboratuarında, iki denek bellek konusunda bir deneye katılmıştır. Deneyin tasarımında dışarıdan gelen denek öğretmen, araştırmacının asistanı olan biri de öğrenci rolünü üstlenmiştir. Öğretmen deneğe görevinin, öğrencinin her hatasında bir elektrik cezası vermek olduğu söylenmiştir. Öğretmenin, öğrencinin her hatasında bir öncekine göre voltajı artırması istenmiştir. Deneyin birbirini izleyen aşamalarında, öğrencilerin hataları çoğalırken öğretmenlerin de şoku artırdığı, öğrencilerin acıdan kıvrandığı, fakat sonuçta dıştan gelen deneklerin yaklaşık 2/3’ünün araştırmacının isteğine uyarak, öğrenci rolündeki sahte deneklere, artan oranlarda şok uyguladığı görülmüştür. (Milgram, 1974) ” (Prof. Dr. N. Bilgin, Sosyal Psikolojiye Giriş, s. 30)

En son Milgram’dan aktarılan deneyde, deneklerin %40’ı öldürücü doz olan 315 voltu geçmişlerdir. Örneklerin ilk ikisi ‘konformite’yi sonraki ikisi ise itaati anlatan örneklerdir. İlk iki örnekte hemen göze çarpan şey, bireyin grup içerisinde yalnızken olduğundan farklı karar verdiğidir. Birey, kişisel kanaatini grubun genel eğilimi doğrultusunda değiştirmektedir. Grubun baskısı ile bireyin gruba doğru yaklaşmasına sosyal psikoloji konformite demektedir. Konformiteyi belirleyen üç etmen şu şekilde belirlenebilir: 1) grubun baskısına uğrayan bireyin özellikleri, 2) baskı kaynağı olan grubun özellikleri, 3) birey ile grup arası ilişkinin nitelikleri.

Grubun baskısına uğrayan bireyin özelliklerinde dikkati çeken en önemli olgu, milliyet ve cinsiyettir. Berry’nin Sierra Leone’de Temne’ler ve Baffin adalarında Eskimolar arasında yaptığı çalışmada, görsel algı konusunda grup baskısıyla karşılaşan Temne’lerin Eskimolardan daha çok uyum gösterdiği gözlenmiştir. Berry, bu farkı iki şeye bağlamıştır. Birincisi Temne’lerde çocuklar konformist yönde eğitilmektedirler. İkincisi bu tarzda eğitilmelerinin ardında Temne’lerin pirinç üretimi ve bunun depolanmasına yönelik ekonomilerinin konformiteyi zorlaması vardır. Eskimolar ise avcılık ve balıkçılık ile uğraşırlar. Bu ise bireysel özelliklerin gelişkinliğini gerekli kılmaktadır. Berry’nin vardığı sonuç bizlere bireyin grupla ilişkilerinde ideolojik yapılanmasının ve üretim ilişkilerinin nasıl etkili olduğunu gösterir. Konformitenin oluşumunda iki etki öne çıkmaktadır: Enformatik etki, normatif etki. Enformatik etkide birey gerçekliğin doğru algısına sahip olmak isteği ile gruba uyma eğilimine yönelmektedir. Bireyin kendi bilgisi ile net yanıtlar geliştirebildiği durumlar (örneğin ‘iki kere iki kaç eder?’ gibi) enformatik etkinin dışındadır. Enformatik etki daha çok kişinin bilgisinden emin olmadığı ama sorunun doğru bir yanıtının olabileceği konularda ortaya çıkmaktadır. Bireyin konformite karşısında enformatik etki ile bu tutum alışı, kitlelerin bilginin bütünlüklü yapısının önünde neden engeller oluşturulduğunu izah etmektedir. Örneğin hukuk, Osmanlıca-Arapça dil yapısından arındırıldığında aslında pek çok kişinin anlayabileceği basitliktedir. Buna karşın şu anki yapısıyla bireylerde tam da yukarıda bahsettiğimiz gibi “bu sorunun net bir yanıtı var ama bunu ben bilmiyorum” şeklinde bir düşünce yapısı oluşturmaktadır. Bu durum kişiyi enformatik etkiye açık kılar.

Konformitenin diğer yönü normatif etki tarafından oluşturulur. Normatif etkide bireyin uyma davranışının altında yatan neden grup tarafından ödüllendirilme ve/veya gruptan gelecek cezalardan kaçınma isteğidir. Oruç tutmayanların dövüldüğü, başı açık gezenlerin kınanıp kaldığı bir toplumda bu etkinin ne anlam ifade ettiği gayet açıktır.

İtaat, Milgram’ın yaptığı deneyin ardından üretilmiş pek çok düşüncenin ve tartışmanın konu başlığıdır. Milgram’ın deneyi o güne değin insanın şiddet içermeyen bir doğaya sahip olduğuna dair var olan genel kanaati kökünden sarsmıştır. Şiddetin yalnızca patolojik unsurlar tarafından değil, içimizde yaşayan, gündelik hayattan çıkıp gelen insanlar tarafından da uygulanabileceğini göstermiştir. Yeter ki kişinin meşru gördüğü bir otorite tarafından emredilsin. Deneyde bu otoriteyi beyaz önlükle bilim insanı temsil eder. Hitler faşizminde otoritenin adı Nasyonal Sosyalist Parti’dir. Gündelik hayatımızda ise devletin otoritesine itaat edilir. Otorite karşısında bireyin tavrını sorgulayan Horkheimer otoriteryen karakter kavramı ile Milgram’ın deneyle gösterdiği şeyi adlandırır. Herbert Marcuse ise aile ile otoriteryen karakter arasındaki ilişkiyi sorgulamıştır. Bu tartışmalar bize bir şeyi gösterir: İtaat zorun ideolojik ürünüdür. Meşrulaşmış otorite simgesi halinde devlet bireylerde itaat üretir. Bu şekliyle zor aygıtı olarak devletin dahi ideolojik işlevi vardır. Bireyin içine doğduğu ideolojik dünya da sabitlenebilmesi yani DİA’lar içinde konumlandırılması ‘İtaat’ ve ‘Konformite’ ile sağlanmaktadır. İtaatin daha çok kadim ideolojik aygıtlar tarafından üretilip, kullanıldığı, konformitenin ise modern ideolojik aygıtlarda iş gördüğünü söylemek mümkündür. Burada daha çok kelimesinin altını çizmekte yarar var. Çünkü her ideolojik aygıt her iki olguyu da kullanır ve üretir. Aile, din, okul, ideolojik aygıt anlamında ordu, cezaevi itaat yaratır ve bireyin genel toplumsal formasyonun dışına çıktığında başına neler geleceğini ona öğretir. Parlamenter sistem, medya ise konformite yaratır. Kişi toplumun, kamuoyunun yani çoğunluğun nasıl düşündüğünü bu araçlar tarafından öğrenir. Bu çoğunluğun yaratılmış egemen yapı tarafından üretilmiş bir çoğunluk olduğunu söylemeye gerek bile yok.

‘İtaat et’ diye seslenen dini DİA otoriteyi biz faniler için ilahi bir noktaya taşırken, yeryüzünde temsilcilerini bırakmaktan çekinmez. Egemenlerin aileyi toplumu meydana getiren temel öğe olarak görmesinin elbet bir nedeni vardır. Aile içerisinde kadın, erkek çocuğa hemcinslerine nasıl hükmedeceğini öğretirken, kız çocuğuna boyun eğmenin erdemlerini anlatır. Otoriteye itaatle, grup baskısına konformite ile tepki veren birey artık mağara duvarındaki gölgelere bakarak mutlu bir hayat sürebilir. Yüzünü ne zaman geriye çevirmek istese otoritenin bin bir türü (okulda öğretmen, evde baba-koca, devlet baba, amir vb.) ile korkutulur; aynı zincirlere bağlı yoldaşları tarafından kınanır. Zor ideolojik işlevinin dışında çoğunlukla ortalarda görünmez. Ortaya çıktığı zamanlarda da kitlelerin bilincinde korkuyu, korkunun ürünü olarak itaati yaratmak için görünür. Birkaç yüz kişilik sokak eylemlerine devlet neden saldırır? Ve eyleme dair haberler medyada neden şiddete dair görüntülerle yer alır? Zor, eylemcilere uygulanan şiddet üzerinden kitlelerin eğitimini gerçekleştirmektedir. Suçlunun ıslahı yerine cezalandırılmasının anlamı nedir?

Birey itaat ettikçe otoriteyi kendi içinde meşrulaştırır. Bu meşruluk ona aynı zoru kullanma hakkı tanındığında yabancılık çekmemeyi sağlar. Askere gitmeyeni erkekten saymazlar. Askerde zora boyun eğen, sivil hayatta boyun eğdirir. Önce en yakınındakilere: annesine, karısına, çocuklarına. Kullanılan otorite böylece bireyin üzerinden egemenlerin otoritesi halini alır. Çünkü her seferinde itaat üretir. Çocuğunu döven anne, karısını döven koca, işçisini azarlayan patron iç içe geçmiş bir zincir oluşturur. Böylece itaat ve konformite milliyetçiliğin, şovenizmin, kaderciliğin, ahlakçılığın yani pek çok ideolojik öğenin incelikle işlendiği ideolojik aygıtların bireyle bağlantısını sağlar.

Yüzyıla yakındır marksizmin devlet konusunda yaşadığı macera bize yeni bir şeyler söyleme, yeni bir şeyler yapma zorunluluğunu dayatmaktadır. Bu ideolojik mücadelenin yeniden tarifi ile mümkündür. Bugüne değin sosyalistler ideolojik mücadeleyi mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin gerçek olmadığının kitlelere anlatılması olarak kavradılar. Gerçeğin renkler ve ışıktan oluşan bir dünya olduğundan söz ettiler. Oysa ki bunun geniş yığınlar için hemen hiçbir anlamı yoktu. Sıkça karşılaştığımız yanıtlardan biridir: ‘Evet anlattığınız dünya çok güzel olabilir ama bunlar yalnızca ütopya’. Onlara sınıfsız bir dünyanın, cinsiyetsiz bir dünyanın, iktidarsız bir dünyanın olabileceğini anlatmak, körlere renklerden, sağırlara seslerden söz etmekten hiçbir farkı yoktur. Sözlerimizin bir şeyler ifade ettikleri için ise hemen çoğunluğun baskısı, zorun kirli yüzü gösterilir. Peki o zaman ideolojik mücadele nasıl kavranmalı? Marx’tan Lenin’e, Gramsci’den Althusser’e Paris Komünü’nden Ekim Devrimine kadar kocaman bir bilgi ve deneyim dünyası bize bir tek şeyi anlatıyor: Devlete karşı mücadele; tek başına zor aygıtı olarak devlete karşı mücadeleden ibaret değildir, aynı zamanda burjuva iktidarının kendisine karşı mücadeleye bağlıdır. Bugün ideolojik mücadele yeni bir kavrayışla, “ideoloji pratiktir” şiarı çerçevesinde ideolojik aygıtlara karşı verilecek bir mücadele olarak kavranmalıdır.

DİA’lara karşı mücadele ideolojik mücadelenin bir yüzünü oluşturur. Diğer yüzü ise Marx’ın söylediği gibi egemen sınıf olma iddiasındaki işçi sınıfının kendisini bir sınıf olarak kuracağı işçi sınıfı ideolojisi çerçevesinde örülecek ideolojik aygıtların yaratılması oluşturur. Kendiliğinden sınıftan, kendisi için sınıf haline dönüşen işçi sınıfının bu kabuk değiştirmesi, işçi sınıfının sınıf bilinciyle donanması, yani kendisini egemen güç olarak var etmesiyle mümkündür. İşçi sınıfının kendisini egemen bir sınıf olarak var etmesi ancak kendi hegemonyasını diğer sınıf ve katmanlar üzerine yayması ile gerçekleşir. İşçi sınıfının sınıf bilincine sahip olması yalnızca iktidar talebi ile örtüşen politik bir eylem olarak mümkün değildir. Bu sosyalist eylemin sınırlarını sınıfla ve sınıfa bilinç götürme eylemi ile sınırlar. Oysa ki işçi sınıfının egemen bir sınıf olarak ortaya çıkması ancak diğer sınıf ve katmanlar üzerinde egemenliğini gerçekleştirmesi ile mümkündür. Bunun aksi yolumuzu uvriyerizme çıkartır.[5]

İşçi sınıfının iktidarını kurmak için devlet iktidarına yönelen mücadelesi zor aygıtının yıkılıp yerine proletarya diktatörlüğünün inşa edildiği politik bir eyleme ihtiyaç duyuyorsa, aynı iktidarın oluşumu burjuva ideolojik aygıtların parçalanması ve yerine işçi sınıfının ideolojik aygıtlarının inşası anlamında ideolojik eylem olarak eyleme ihtiyaç duyar. Bu durum politik mücadele ile ideolojik mücadelenin sınırlarının silindiği, aralarındaki ayrımın çizilemez hale geldiği diyalektik yeni bir durumdur. Bu yeni durum eylem biçimlerinden örgütlenmeye kadar tümüyle mücadele hattını kesen yeni bir eksen olarak karşımıza çıkmaktadır. Politik olanla ideolojik olanın arasındaki çizginin silinmesi tümüyle teorik bir sorun değildir. Bu yalnızca işçi sınıfının mücadelesi içinde anlam kazanan bir sorun da değildir. İdeolojik olanla politik olan yan yana bulunur. Sınıfsal, tarihsel, kültürel olana göre birisinin daha fonksiyonel diğerinin daha gizlide kalmış olması bu birlikteliği ortadan kaldırmaz. Aynı zamanda ideolojik araçların ön planda olduğunda zora dair olanın işlevsiz kalıp yalnızca uyuyan bir araç olarak iş göreceği anı beklediği (ya da tam tersi) anlamına da gelmemektedir. İdeolojik aygıtlar ile zor aygıtı birbirinin fonksiyonunu tamamlayan, birbirini işler hale getiren bir bütünlüğe sahiptir. DİA’lar içinde kitlelerin konumlandırılmasından, bu aygıtların zaafa uğradığı durumlarda zorun son çare olarak bizzat devreye girmesine kadar pek çok noktada zor aygıtı farklı işlev görür. Eğitim sisteminin yeni bir ideolojik bütünlükle ilişki kurmaya başladığı ya da boykot ve eylemlerle işlevsiz kaldığı her durumda polis, asker, mahkeme ve cezaevi ile zor aygıtı ortadadır. Boyalı basının Diyarbakır’a Tunceli’ye sokulmadığı günlerde devletin aldığı tavır henüz anılarımızda tazeliğini korumaktadır.

İtaat kavramını tartışırken gördüğümüz gibi DİA’lar, devletin zor aygıtı olarak varlığını kitlelerin bilincinde üretebilmesinin araçları olarak da işlev üstlenir. Çoklarınca devlet: zor kullanma yetkisi tüm toplum tarafından kabul edilen/meşru görülen güç olarak tanımlanır. Öyleyse devleti var eden şey kitlelerin verdiği onaydır. İşte bu onayı DİA’lar sağlar. O halde ancak burjuva egemen sistemin iktidar yapısını üretirken birlikte iş gören bu ikili yönüne dair durum marksist teorinin içerisine alınırsa bir mücadele başarıya ulaşabilir.

İdeolojik mücadele verirken, yani kelimelerin ötesine geçip ideolojik araçlar yaratarak ideolojik mücadele verirken bilinmesi gereken şey bunun devletin zoru ile karşı karşıya kalacağıdır. Devletin zoru ile bu karşı karşıya kalış devrimci zoru örgütlemeyi zorunlu kılar. Aynı zamanda bu devrimci zor DİA’ların işlevsizleştirilmesi, dağıtılıp parçalanması için de gerekli ve zorunludur. Bu sınıflar mücadelesi denilen oyunun kuralı olarak, burjuvazi tarafından bizlere dayatılan bir zorunluluktur.

SON SÖZ

Türkiye sosyalist hareketi şimdiye değin pek çok şekilde tanımlanıp tasnife tabi tutulmuştur. Bu tasniflerde temel bölenlerden birisi reformizm ve ihtilalcilik paydası olarak kavranagelmiştir. Her politik çevre geliştirdiği tanım çerçevesinde birilerini reformist birilerini de devrimci ilan etmekte, bu ayrıma göre de eylem birlikleri, ittifak gibi kimi politik duruşlarını gerekçelendirmektedir. Bu tanımlarda iki ana eksen göze çarpmaktadır. Birinci eksen, politik çevreleri, zoru ana eylem biçimi olarak kullanıp kullanmadıklarına göre sınıflandırır. İkinci eksen ise, politik hareketleri, devrimi öngörüp görmediklerine göre sınıflar.

Birinci ekseni oluşturan hareketler, genelde suni denge tezi ile öncü savaşı stratejisinden yola çıkan, ya da bu kadar net bir politik kurguya sahip olmaksızın doğrudan devletin zor aygıtı ile sınıfsız bir öncü örgütün zora dayalı mücadelesini öngören hareketlerden oluşur. Bu hareketler doğru veya yanlış hemen hiçbir ideolojik mücadeleyi eylemlerinin konusu yapmazlar. İdeolojik mücadeleden bahsettikleri zaman ise kastettikleri şey genelde moral anlamlar içermektedir.

İkinci eksende yer alan hareketler ise, TKP geleneğinden gelenler bir yana bırakılırsa, ideolojik mücadeleyi öngörüp zora dayalı mücadeleyi devrimin öngününe havale ederler. TKP geleneği ile gündelik eylemlerini ayrıştıran herhangi bir ayraç söz konusu olmamasına karşın ideolojik alanı tanımlıyor olmakla benzeşirler.

Peki bu iki hareket tarzının dışında üçüncü bir tarz tariflenebilir mi?

Yani zoru devletin ilgası olarak devrimin öngününe havale etmeyen, zoru politik eylemin bir parçası olarak bugünden yarına geliştiren ve devrimle birlikte yeni bir noktaya evrilten bir tarz olabilir mi? İdeolojik mücadeleyi kapı altlarından bildiri, ayda bir çıkan yayın vb.den çıkartıp gölgeler dünyasındaki insanların gerçekler dünyasına taşınmasının bir aracı haline dönüştürmek mümkün olabilir mi?

Ya da işçi sınıfının ve ezilen tüm sınıf ve katmanların bilinçlerinin egemen burjuva ideoloji tarafından tutsak alındığını reddetmeksizin bugünden yarına sınıfın zorunu örgütlemek mümkün mü? İşin kolayına kaçmadan, sınıf çizgisinden sapmadan, şiddeti şiddete referans gösterme tuzağına düşmeden işçi sınıfının devrimci zorunu yaratmak mümkün mü? Evet. Çünkü ideolojik alan politik alanla diyalektik bir bütünlük taşır. İşçi sınıfının sınıf olarak var olabilmesi için diğer sınıf ve katmanlarda ideolojik hegemonyasını var etmesi gerekir. Çünkü işçi sınıfı egemen bir sınıf olarak kendisini tariflediği koşulda sınıf kimliği kazanır. İşçi sınıfı partisinin sınıfa bilinç götürme eylemi aynı zamanda işçi sınıfı ideolojisinin örgütlü işçiler tarafından diğer sınıf ve katmanlarda egemen kılınması amacıyla örtüşen bir görevdir. İşçi sınıfının iktidara el koyması ideolojik hegemonyanın sağlanmadığı koşullarda gerçek sınıf iktidarını ele geçirmesi anlamına gelmeyecektir. Devrim dediğimiz şey işçi sınıfının gerçek iktidarının tesis edilmesi ise, işçi sınıfının devrimci eylemi olarak politik eyleminden söz ettiğimiz kadar ideolojik eyleminden de söz etmek zorunludur. İşçi sınıfının politik eylemi zor aygıtı olarak devletin ele geçirilmesi, parçalanması ve yerine proletarya diktatörlüğünün inşası anlamına geliyorsa, ideolojik eylemi de sınıf ideolojisini var eden pratik süreçlerin işlediği ideolojik aygıtların yaratılması, tüm ezilen sınıf ve katmanların bu aygıtlarda konumlandırılması ve burjuva ideolojisinin egemen ideoloji haline dönüştüğü pratiklerin yaşandığı aygıtların bugünden yarına işlevsiz kılınması/yok edilmesidir. Bu eylem bugünün eylemi olduğu kadar işçi sınıfının devlet olarak örgütlenmesi ile ivme kazanacak ve komünizme değin yani işçi sınıfının kendisini ve diğer sınıfları yok ettiği mutlak zaferine değin devam edecek bir eylemdir. İdeolojik hegemonyanın sağlanması anlamında ideolojik eylemin varolmasını sağlayacak aygıtların yaratılması ve devletin zoruna karşı korunması sorunu işçi sınıfının zor aygıtının yaratılmasını gerekli kılar. Bu nedenle işçi sınıfı partisi aynı zamanda işçi sınıfının bugünden yarına büyüyen ideolojik ve politik görevleriyle yetkinleşen zor aygıtıdır. İşçi sınıfının zor aygıtı olarak parti, devrimin öngününde birden bire silahlanan bir güçten ziyade, bugünden yarına ideolojik mücadelenin var edilmesi ihtiyacından doğan ve politik eyleminin son noktasına değin gelişen, sınıfın uygulayacağı kitle zorunun çeşitli biçimleri konusunda yetkinleşmiş bir aygıt olmak durumundadır. Böyle bir sınıf hareketinin ve bunun öncü-kurmay örgütünün yaratılması bizi zoru amaçsız, sınıftan kopuk bir şiddet gösterisi olarak algılayan yapılarla ve zoru devrimin öngününe havale eden, böylece devletin saldırıları karşısında çaresiz, politik ve ideolojik eylemini onun icazetine terk eden yapılar karşısında, kelimenin gerçek anlamıyla devrimci bir konuma taşır. Böyle bir sosyalist hareket ve parti ne işçi sınıfından kopuk ne de devrimci eylemden yalıtılmıştır. Böylesi bir sınıf hareketi ve parti, devletin politik olarak ele geçirilip parçalanabilmesi için ezilen sınıf ve katmanları burjuva egemen ideolojinin hegemonyasından çıkartıp onların işçi sınıfının yanında saf tutmalarını sağlarken aynı zamanda geleceğin dünyasının kurulabilmesi için, bugünden işçi sınıfının, tüm egemenlik biçimlerini yok edecek bir güç olarak tarih sahnesine çıkmasının koşullarını yaratır.

Faşizm tahlilleri yapıp, faşizmin önce bilinçlerde inşa edildiğini unutmak nasıl bir aymazlıksa, faşizm geliyor yaygarası çıkartıp karşı zoru örgütlemeden açık alanda faşizme karşı ‘güç odakları’ oluşturmak da o derece aymazlıktır. Binlerce, on binlerce devrimci insanı yok eden, onların hangi tarafta saf tutarsa tutsun takdire şayan inançlarını karşılığı olmayan eylemlerle tüketen bu anlayışlarla mücadele etmenin yolu belki de tarihin garip cilvesi, reformist diye dışlanan ama onlarca yıldır soru sorma cesaretine sahip tek odak olarak ortaya çıkan, Avrupa Solunun ürettiği soruların arasında gezinmekten, hem de korkusuzca, elini kolunu sallaya sallaya işçi tulumuyla gezinmekten geçiyor. Çünkü hasmını sorgulamayan, onu tanımaya çalışmayan ve kendisini düşmanına göre silahlandırmayan hiçbir hareket başarıya ulaşamaz.

KAYNAKÇA

K. Marx – F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, İkinci Baskı

V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları

L. Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İletişim Yayınları, 4. Baskı

T. Eagleton, İdeoloji, Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım

Prof. Dr. N. Bilgin, Sosyal Psikolojiye Giriş, İzmir Kitaplığı


[1] Biz kastedilen devlet aygıtı proletarya olduğu durumda marksist literatürde bunun sönümlenmesinden bahsedildiğini düşünüyoruz. Proletarya diktatörlüğünün yıkılması kelime olarak marksizmin bu konudaki yaklaşımıyla örtüşmüyor.

[2] Althusser’in teorisi üzerine yürütülen tartışmaların kaynağını bu belirleme oluşturur. Aynı gerçekliği tartışan iki marksist teorisyen Gramsci ve Althusser’den biri Sivil Toplum kavramı ile tartışmaların merkezi haline gelirken diğeri Devletin İdeolojik Aygıtları kavramı ile aynı kaderi paylaşmışlardır. Elbette ki devlet ile sınıf iktidarı kavramlarının arasındaki sınırın silinmesi ve devletin sınıf iktidarının kendisi olduğu tezi oldukça çetrefil bir tartışmayı hak eder. İster bunun ifade ediliş biçimi Sivil Toplum kavramıyla olsun, isterse Devletin İdeolojik Aygıtları kavramıyla. Bu yazı konusu ve kapsamı itibariyle bu tartışmanın sorularını kendi önüne koymamakla birlikte devlet tanımının sınıf iktidarı kavramıyla bu şekilde iç içe geçişinin sonu reformizme varan bir çok kapıyı açan bir anahtar rolünü de taşıdığını söylemekle yetinelim. Gramsci ve Althusser’in kavramlarının yarattığı bu riskli durum (ki bunun sonuçları teorinin politikaya tercüme edildiği kimi pratikler içinde kendini göstermiştir) her şeye karşın oldukça ciddi bir ilgiyi hak edecek derinliktedir.

[3] Gramsci’nin tezlerinden oluşturulmuş sivil toplumculuk olarak adlandırılan sapma sınıf iktidarını oluşturan yapıların dışsal etkenlerden izole ve bağımsız bir sürece sahip olduğu yanlış inancından kaynak alır. Oysaki bir sınıfın diğer sınıf ve katmanlar üzerindeki hegemonyasını sağlayan öğeler bütününün iç düzeni yaşanacak bir ideolojik kriz ile çözünüme uğrar. İdeolojik krizi yaratan şey kimi zaman ekonomik kriz, kimi zaman savaş vb.dir. İdeolojik krizle birlikte farklı olasılıklar ortaya çıkar. Burjuvazinin ideolojik krizine aynı zamanda işçi sınıfının ideolojik krizi eşlik etmiyorsa kitlelerde oluşan değişim arzusunu sınıf önderliği karşılar ve devrimci durum ortaya çıkar. Eğer burjuvazinin ideolojik krizini karşılayacak işçi sınıfının ideolojik yapılanması yok veya işçi sınıfı ideolojisi de kriz içinde ise egemen yapı bir süre sonra kendi iç bütünlüğünü yeni duruma göre tarifler ve dengelerini kurar. Burjuvazi ve işçi sınıfının ideolojik olarak kriz içinde olduğu durumlarda küçük burjuva anlamlar geçici olarak ideoloji şeklinde iş görebilir. Bu durum tarih içinde jakobenizm vb. denilen norm dışı oluşumları ortaya çıkartır.

[4] Bu adlandırma iktidarı üreten her yapı ve öğeyi devlet tarifi içerisine aldığı için sorunlu bir adlandırma olarak görülmüş ve marksist teori içerisinde tartışma yaratmıştır. Gerçekten de egemen üretim ilişkileri içerisinde işbölümünün kendisi ya da işin yapılanışı da benzer biçimde iktidar üreten bir işleve sahiptir. Bu nedenle devletin ideolojik aygıtları bağımlı mı? özerk mi? gibi tartışmalara da girmeksizin sınıf iktidarını oluşturan öğelerin tümünün bir sistem yarattığını belirtmek gerekmektedir. DİA’lar ise Althusser’in ona yüklediği anlamdan bağımsız olarak yazımızın konusu olan ve anlatmaya çalıştığımız bütün açısından yararlı olacağı için yazının bundan önceki ve sonraki bölümlerinde Althusser’in adlandırdığı biçimiyle kullanılmıştır.

[5] Uvriyerizme ilişkin bir tartışma , popülizme dair bir tartışma ile birlikte yapılmadığı koşullarda yanlış anlamalara ve yanlış sonuçlara neden olabilir. Bir doğruda iki nokta tarif etmeden o doğrunun sınırlarından söz etmek anlamsızdır. Popülizmi açıklayabilmek için de aynı soruya ihtiyaç duyulur.:Sınıflar nasıl sınıf olurlar? Marksizm’de sınıflar ancak sınıf mücadelelerinde kurulurlar. Sınıflar üzerinden gelişen her mücadele sınıf mücadelesi değildir. Sınıfların birbirine karşı konum almadığı mücadele durumları bize sınıf mücadelesini değil, mücadele içinde sınıfları gösterir. Eğer iki sınıfın birbirine karşı duruşu antagonizma içermiyorsa ideoloji sınıf ideolojisi olarak karşımıza çıkmaz. Egemen üretim tarzı olarak kapitalizm antagonizma halinde iki sınıf yaratır: işçi sınıfı ve burjuvazi. Bu iki sınıfın dışında , egemen üretim tarzına eklemlenmiş, onunla ilişki halinde varlığını sürdüren veya tasfiye olan diğer üretim ilişkileri böyle bir antagonizma yaratamazlar. Kimi zaman orta tabaka, kimi zaman küçük-burjuvazi vb. olarak adlandırılan bu antagonizma dışı kesimler, üzerinde her iki sınıfın hegemonya mücadelesi verdiği bir alan oluştururlar. Herhangi bir sınıf ideolojisine karşılık gelmeksizin bu orta yapıya karşılık gelen bir anlamlar bütünü söz konusudur. Ara katmanlar üzerine yürütülen mücadele bu anlamlar bütününün sınıf ideolojisi ile eklemlenmesi ile sağlanır. İşçi sınıfının hegemonya mücadelesinde ara katmanların üzerinde yükselen anlamlarla kurduğu çarpık ilişki popülizmi doğurur. İşçi sınıfı ideolojisi sınıfsal özünü kaybeder, ara katmanlara ait anlamlar tarafından işgal edilir. Bu durum karşılığını politik düzeyde de yaratır ya da tam tersi...

MAYIS 2002

3

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ