Ana sayfa

Savaş ortamına giderken

SEÇİMLER VE SİYASET

Seçimlerin AKP iktidarı ile sonuçlanması ve bunun egemenlerle toplumsal muhalefet arasındaki ilişkiyi yansıtması işin bir yönüdür. Seçim sonuçları üzerinden, bunun ne kadar yoksullaşan yığınların tepkisini yansıttığı, ne kadar yükselebilecek bir muhalefetin emperyalizm ve oligarşi lehine pasifize edilmesine karşılık geldiği, önümüzdeki günlerde yeni hükümetin uygulamalarıyla daha da netlik kazanacaktır.

 

 

Soğuk savaşın galibi emperyalizmin kazanımlarını sağlamlaştırmak yönündeki saldırısı sürüyor. Açık saldırganlık politikası, çıkarları çelişen güçlerin karşılıklı mücadelelerine de bağlı bir hızla ilerliyor. ‘Eşitlik, özgürlük’ örtüsünün bir yana bırakılıp kendi çıkarlarının ve egemenliğinin diğerlerinin karşısına açıkça konması biçiminde ideolojik, politik, ekonomik bütün düzeylerde yeni bir konumlanmaya, yapılanmaya karşılık gelen bu dizginsiz saldırı politikası, kaçınılmaz olarak her türlü çelişkiyi keskinleştiriyor, kendisine karşı muhalefetlerin ve dirençlerin de gelişmesine yol açıyor.

YOKSULLUĞUN FAİLLERİ

Tarihin akışı tehlikeli bir şekilde hızlandı. Yetmiş küsur yıllık ara kesitin 89’un sonundan bu yana bir siyasal sistem olarak ortadan kalkması, bugüne kadar da etkilerinin uluslararası sistem tarafından giderilmeye çalışılması, marksizmin öngörülerinin, kurucularının zamanında daha yeni ortaya çıkan ilk verilerin üzerine yaptıkları tespitlerin ne kadar haklı olduğunu gösteriyor. Ne diyordu marksizm: Bir yanda yokluk ve sefalet içinde yaşamaya çalışan geniş yığınlar ve öte yanda az sayıda kapitalistin elinde biriken sermaye.

Avusturya’nın Salzburg kentinde yapılan, ‘Alternatif Ekonomi Zirvesi’ küreselleşme karşıtı bir çok kitle örgütünün bir araya gelmesi ile, ‘Avrupa Ekonomi Zirvesi’ ne karşı, geniş kitlelerin yoksulluğuna ve eşitsizliğe karşı bir Zirve olarak gerçekleştirildi. Dünyanın en zengin 50 milyon insanı, 2.7 milyar insanın gelirinden fazla alıyor. Yine en zengin 200 kişinin karı, dünya nüfusunun %41’inin gelirini aşmaktadır. (BM Raporu, 1999) 1950’de 35’e 1 olan, en zengin ve en yoksul ülke arasındaki fark 1992’de 72’ye 1 olmuştu. Oranın hızla arttığı düşünülürse 2002 için yapılan karşılaştırmanın, artık en zengin ve en yoksul açısından hiç bir şey ifade etmeyeceğini görebiliriz. Küresel gelirin %80’inin, dünya nüfusunun %15’ine gitmesi, 1992’de 1300 milyar dolar olan üçüncü dünya borçlarının, 2000 yılı sonu itibariyle 2100 milyar dolara tırmanmasıyla doğru orantılı rakamları oluşturuyor. Bugün için üçüncü dünyanın günlük borç faiz ödemeleri 343 milyar dolara ulaşmış bulunuyor.

Bu rakamlar, tek başlarına ne ifade ederler. İstatistiğin hilesidir. Nüfusun yarısının günde bir tavuk, yarısının da bir ekmek yediği bir ülkede istatikçi, bu ülkede herkesin günde yarım ekmekle yarım tavuk yediğini ve işlerin hiç de fena olmadığını ispat edebilir. Bugünkü dünya açısından, Afrika ve Asya’da 1.1 milyar kişi sağlıklı içme suyundan yoksundur. Su sorunu dünyanın öncelikli sorunlarından biri olmuştur. Her yıl 3 milyon kişi hava kirliliğinden, 5 milyon kişi su kirliliğinden ölüyor. İnsan, hava, su ve toprağı, bunların kendilerini yenileyebilmeleri için gerekli süreden 20 kat daha hızlı tüketiyor.

Bu durumda bütün uluslararası gelişmeler, tırmandırılan savaş, uluslararası bir sistem olarak kapitalizmin krizlerinin karşısındaki çaresizliğini, nasıl geniş emekçi yığınlara ve yoksul halklara fatura edildiğini gösteriyor. Salzburg’taki konferansta, bir muhalefet hareketinin öznesi olabilecek sınıf örgütlerinin eksikliği açıkca kendini gösterse de, “İnsanlar gerçekten terörizmin kökenini anlamak zorundadır. Onun kökeni özel mülkiyet ve eşitsizliktir. Özellikle de ABD ve İngiltere gibi sömürgeci güçlerdir” denilerek, en azından failler eksik de olsa doğru tesbit edildi.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın 26 Ağustos, 4 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilen ‘Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’ nki konuşmasında, yüz küsur yıl sonra da olsa, Marx’ın ünlü tesbitlerini tekrarlaması, nasıl bir dünyada yaşıyor olduğumuz konusunda marksistlerin açıklamalarına şüphe ile bakanlar açısından öğreticidir. “Bugüne dek izlediğimiz gelişme modeli çok azımız için verimli, çoğumuz içinse olumsuzdu. İnsanlığı refaha götürecek diye benimsenen ama çevreyi mahvederek çoğunluğu sefalete sürükleyen yol, kısa sürede hepimiz için çıkmaz sokağa dönüşecek.” Kofi Annan’ın söylediklerinin doğruluğu su götürmez. Ama bunlar, dünyadaki sorunların çözümünün sınıf savaşımından geçtiğini söyleyenlere karşı, Birleşmiş Milletler Örgütünü etkin hale getirip insanlığın sorunlarına burada çare bulmak için humanizm temelinden uzaklaşmamak propagandası yapan bazı filozofların en fazlasından timsah gözyaşları olabilecek sözler. Zirvenin, özel mülkiyeti kutsayan ve tekellerin çıkarlarını dile getiren bir kuşatma altında sonuçlandığını söylemeye gerek bile yok.

DEĞİŞEN DENGELER VE POLİTİKALAR

Filistin - İsrail savaşında, önümüzdeki dönem için önemli olan açılımlar yaşandı. Bir halk katliamdan geçirilirken, bir dönem önce insan hakları bahanesiyle, ülkelerin egemenlik haklarını hiçe sayan ve onları bölmek için kullanan emperyalist merkezler, göstermelik açıklamalar dışında bir şey yapmamayı tercih ettiler. Peşi sıra, ABD’nin İkiz Kuleler saldırısından sonra hızla oluşturduğu ‘önleyici saldırı’ stratejisi, yaygın bir şekilde İsrail tarafından uygulamaya koyuldu. Hukukun, ulusal ve uluslararası boyutta aşılması, hukuk sistemlerinin meşruluğunun kalmadığının teyidi anlamına gelen bu strateji, yukarıda verdiğimiz rakamların dünyasından, altı boşaltıldığı zaten anlaşılan hukuk, adalet, eşitlik gibi kavramların, fiilen de kovulmaya başlandığını göstermektedir. CIA’nın Yemen’de pilotsuz uçaktan roket atıp altı kişiyi Taleban militanı olduğu gerekçesiyle öldürmesi olayında görülen suskunluk buna işaret etmektedir. Kararı kim almıştır, uygulama emrini kim vermiştir ve bunun hukukla ilgisi kurulabilir mi? Kuşkusuz hayır. Yeni hukuk anlayışının tek bir felsefesi vardır. O da ‘güçlü olan haklıdır’.

Aynı yola Rusya’nın da hızla girdiği görülmektedir. Afganistan’da Taleban oluşumunu destekleyip sonra da düşman ilan eden ABD’nin Çeçen halkının haklı davasını radikal dincilerin ele geçirmesi için nasıl çalıştığı bilinmektedir. Sağlıklı bir önderlik, Çeçen direnişinde mümkün olmamıştır. Bunun olması, ne ABD’nin ne de Rusya’nın işine gelecekti. Çeçen direnişçilerin, şeriat temelinde bir devlet ve toplum kurmak istemeleri onları desteklememek için yeterli bir sebeptir. Ama bu nedenle bütün bir Çeçen halkının çektiği acı ve uğradığı haksızlık görmezden gelinemez. Rusya için artık ABD’nin örnek olduğu ilk (önleyici) saldırı hakkı, bulunmaz Hint kumaşı gibi sarıldığı bir strateji olacaktır. Tiyatro baskınında, Rus devletinin uyguladığı taktik, kesinlikle rehineleri kurtarmak kaygısının ön planda olmadığını göstermektedir. Rusya’nın ikiz kuleleri işlevini ‘tiyatro baskını’ fazlasıyla yerine getirmiş ve Rusya da ‘önleyici saldırı’ hakkını kullandığında, gerekçe gösterebilecek konuma gelmiştir.

Bütün bu gelişmeler, kapitalizmin, sosyalizmler sonrası gelişmeleri içinde anlamını bulmaktadır. Emperyalist bloklar arası rekabet hızlandıkça, kamplaşmalar gerginlikleri artıracaktır. Bir kesimin, ABD ve İngiltere’nin daha yakın durduğu ve bütün dünya üzerinde birlikte davrandığı bilinmektedir. Bundan rahatsız olan Avrupa Birliği ve olası müttefikleri, atılan adımları engelleyemedikleri oranda, bu adımlara katılmakta ve ilerde yeni pozisyonlar tutup dengeyi değiştirmeye çalışmaktadırlar. Almanya ve Rusya arasındaki yakınlaşma, bu açıdan, Ortadoğu ve Kafkaslar üzerindeki hegemonya savaşında şimdi etkili sonuçlar vermese de bir sonraki adım için hazırlık olarak düşünülmektedir.

Emperyalist bloklar arasındaki rekabet ortamı tehlikeli bir şekilde tırmandıkça, bir yandan da bu tehlikeyi denetim altına almak için uğraşlar çoğalıyor. Kimyasal ve biyolojik silah denetçilerinin nasıl iş yapacağı ve bunların görev yetkilerine dair bir tartışmada, taraflar sık sık karşı karşıya geliyor. Örneğin denetçilerin ABD’yi denetleme hakları yok! Ama Irak’ta Saddam’ın yatak odasına kadar girmeleri istenebiliyor. Aynı şekilde, Uluslararası Ceza Mahkemeleri’nin görev ve yetkileri konusunda yine ABD’nin vetoları ve kendisini bu mahkemenin yetki alanı dışında tutma çabaları, ‘hukuksuzluğun hukuku’nu, ‘güçlü haklıdır’ felsefesini ruhlara ve beyinlere kazımak amacıyla gerçekleştirilmektedir. Bu çabalar Amerikan yaşam tarzının, bir zamanlar, ‘özgürlük’le eşitlenmeye çalışılan bu ülkenin nasıl bir ülke olduğu bilinmediği sürece anlaşılamaz. Bugün için Amerika, korkunç bir yıkım gücüne sahiptir ve yıkımlar, savaşlar, atıl halde duran sermayenin faaliyete geçmesi için, sermayenin değersizleşmesi sorununu çözmek açısından önemli bir fırsat olarak düşünülmektedir. Bu durum zaten başında yeterince bela olan dünyanın daha da çok gerileceğini gösteriyor. Piyasalarda dolaşan paranın %10’unun gerçek mal ve hizmetlere karşılık geldiği, gerisinin spekülasyon amaçlı olup, üretimle ilişkilenmediği düşünülürse, dünyanın iki türlü talan altında olduğu anlaşılır. Birincisi bu paralara yatırılabilecekleri, artıkdeğer üretebilecekleri alanlar bulabilmek. Ki bu da, sıcak para akımlarının üçüncü dünya üzerindeki yıkıcılığı ve üçüncü dünyanın mal varlığını yabancı sermayeye peşkeş çekmelerle ve özelleştirmelerle gerçekleştirilmektedir. İkincisi ise, karşılığı olmayan sermayeyi, (sermayenin değersizleşmesi sorunu) çatı katından atmak, yok etmek, tüketmek amacıyla gerginlikleri artırmak, savaş ortamlarını çoğaltmak. Her iki türlü de kapitalizmin üretim anarşisinin ve krizlerinin dünyaya rahat yüzü göstermeyeceği açık.

EMPERYALİZM VE TÜRKİYE

Körfez petrollerinin denetimini eline almak doğrultusunda Irak operasyonunda kararlı olan ABD, ideolojik, politik, diplomatik operasyonlarla karşısındaki dirençleri ve muhalefetleri aşmaya, rakiplerinin ve hatta dünya kamuoyunun desteğini, en azından tarafsızlığını sağlamaya çalışıyor. Hiçbir desteğe sahip olmadığı noktada tek başına bütün dünyaya cephe almaktan kaçınıp harekat tarihi yaklaşırken Irak’a yönelik BM kararı çıkartarak dengeyi kendi tarafına çekmek ve bir kere daha Irak saldırısının uluslararası toplumun kararı görüntüsü altında gerçekleştirilmesini sağlamak istiyor.

Irak saldırısı açısından olağanüstü önem taşıyan Türkiye de, kredilerden AB’ye, Afganistan barış gücünden, Musul, Kerkük petrollerine kadar çeşitli pazarlıklara konu oluyor. Bir yandan en kaba biçimiyle para karşılığı savaşa girme alçaklığı açıkça ortaya konurken diğer yandan AB’yle ilişkiler yine pazarlık unsuru olarak ileri sürülüyor. Afganistan barış gücünde yer alması Türkiye’nin bölgedeki konumunu güçlendirme amacına yönelik olarak kullanılmaya çalışılırken, Irak Kürdistan’ındaki devletleşme sürecine karşı Türkiye’nin düşmanlığı da Irak savaşına katılmak için kullanılıyor. Emperyalist egemenlik mücadelesi, kendine bağlı egemenlik mücadelelerini geliştirip onlara dayanıyor. Türkmenler, Musul, Kerkük de oyun içinde oyuna dahil ediliyor, Türkiye’nin çıkar alanları, genişlemesi, yayılmacılık kışkırtılıyor, bölgede hakim olan Kürtlerin direniş eğilimi de ele geçirme, paylaşma kavgasını gündeme getiriyor. Barzani’nin her işgalciye karşı edilebilecek kendi topraklarının işgalciye mezar edilmesini savunan bir sözü bahane edilerek, gönüllü olarak işgalci nitelemesinin üstlenilmesinden öteye, ordunun sınır ötesine ve Irak savaşına gönderilmesine gerekçe yaratılıyor.

Kopenhag zirvesi öncesinde giderek yoğunlaşan AB ile ilişkiler, AB’nin genişlemesi ve Türkiye’nin AB’ye adaylığı sorunu da etkinlik ve egemenlik mücadelelerinin alanını oluşturuyor. ABD ile AB arasındaki çelişkiler, AB’nin kendi içindeki mücadeleler, emperyalistlerin bölgeye ilişkin politikaları çerçevesinde Türkiye’ye biçtikleri roller, söz konusu sorunda yansımalarını buluyor. ABD’nin Türkiye’ye ilişkin ve Türkiye üzerinden AB’ye yönelttiği baskı, ABD’yle görüşmelerden sonra Berlusconi’nin ya da Schröder’in gösterdikleri Türkiye destekçisi tutumlarda açığa çıkarken bu baskıya karşı direnç de Giscard d’Estaing gibi başka AB yöneticilerinin Türkiye karşıtı ifadelerinde görülüyor. Öte yandan çeşitli Avrupa liderleri ve yöneticilerinin birbirleriyle çelişen tutumları, aslında belirli bir politikaya da hizmet etmiş oluyor. Bu biçimde Türkiye istenilen değişiklikleri gerçekleştirmeye zorlanırken aynı zamanda da etkinlik alanında tutulup uzaklaşması engelleniyor. Sürecin böyle ilerlemesi en çok Yunanistan tarafından teşvik edilirken zirve öncesindeki sınırlı süre içerisinde Kıbrıs sorununa bir çözüm de neredeyse son şans olarak dayatılıyor.

“Eğer genel oy sistemi, bize, her üç yılda bir kendi kendimizi sayma olanağından, oy sayısının, düzenli bir şekilde denetlenen ve son derece hızlı artışı ile, işçilerde zafere olan güveni, düşmanlarda ise aynı ölçüde korkuyu artırmaktan ve böylece bizim en iyi propaganda aracımız olmaktan; bize kendi kuvvetimiz hakkında ve aynı şekilde bütün karşı partilerin kuvvetleri hakkında tam ve doğru bilgiyi vermekten ve böylelikle de bize kendi eylemimizi gücümüzle orantılı tutmak için bütün ötekilerden üstün bir ölçüt vermekten ve bu şekilde bizi yersiz bir korkaklık ve çekingenlikten olduğu kadar, yersiz delice atılganlıktan da korumaktan başka bir yarar sağlamasaydı da – evet, bizim genel oydan elde ettiğimiz tek kazanç bu olsaydı, gene yeter de artardı. Ama genel oy, daha fazlasını da yapmıştır. Secim ajitasyonu ile, bizden henüz uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü önünde, bizim saldırılarımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda bırakmak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir benzeri daha yoktur; ve ayrıca, bizim temsilcilerimize, Reichstag da bir kürsü sunmuştur ve bizim temsilcilerimiz bu kürsünün tepesinden parlamentodaki hasımlarına karşı olduğu kadar, dışarıdaki yığınlara da, basında ve toplantılarda olduğundan bambaşka bir yetki ile ve bambaşka bir özgürlükle konuşabilmişlerdir. Seçim ajitasyonu ve sosyalistlerin Reichstag’daki konuşmaları, durmadan hükümeti ve burjuvaziyi topa tutarken, sosyalistlere karşı yasa, bunların ne işine yarayacaktır” ( Engels, age)

SEÇİMLER VE SİYASİ DURUM

Türkiye’de ilk kez, seçim dönemlerine has gerilimden; seçimlerin kendine özgü bilindik havasından uzak, o ölçüde de soğuk bir seçim dönemi yaşandı. Öyle ki, küskünler diye bilinen ‘demokrasi kurbanları’nın isyanı başarıya ulaşıp seçimlerin ertelenmesi sağlansa sokaktaki adamın tepki verip vermeyeceği bile belli değildi. Kitlelerin seçimlere bu mesafeli yakınlığı, tersinden bakılmak istendiğinde mesafeli uzaklık olarak tanımlanabilir. Bu keşmekeşin içinde erken seçimin kaynağına, neden gerekli görüldüğüne dair söylenebilecek en net şey ise şu; uygulanan ekonomik ve siyasi program artık bu koalisyon hükümeti ile sürdürülemez, hatta bunun da ötesinde, önümüzdeki dönem için yeterliliği tartışmalı görüldüğü ve aynı programın revizyonu düşünüldüğü için erken seçim dayatılmıştır. Bu amaçla, mevcut koalisyon hükümetinin düşürülmesi için başlatılan sürecin yarım kalması, koalisyonun, fiilen seçim hükümetine dönüşmesiyle sonuçlanmıştır.

Hemen yanımızda, hatta yanı-içimizde başlaması an meselesi olan ve bir yandan sürekli rüzgarları estirilen savaşın atmosferi bile, seçimlere yönelik ilgisizlik ve soğukluğu ısıtmaya yetmedi. Ekonomik kriz ve özelleştirmeler nedeni ile işinden olanlarla, IMF ve Dünya Bankası merkezli tarım politikalarının altında kalan köylü yığınların oluşturduğu milyonlarca insanın içinde bulundukları çaresiz konuma tepkisizlikleri ise, seçim dönemlerinin tanıdık; çekişmeli- gerilimli, siyaseten sıcak atmosferinin oluşacağına dair beklentilerin boşa çıkacağının kanıtını oluşturuyordu. Kuşkusuz oy pusulaları haftalar ve günleri tüketerek sandığa doğru ilerlediğinde, tansiyonun yükselmesi beklenirken, aslında bu da gerçekleşmedi. Seçimin sonucu önceden sessizlik tepkisinin ürünü oldu.

Uzun süredir, emperyalist merkezlerin uluslararası kurumlarınca oluşturulup dayatılan programları eksiksiz uygulayan Meksika, Brezilya, Arjantin ve Türkiye gibi ülkeler, işsizliğin, açlığın sefaletin kol gezdiği, eğitimden temel insan gereksinimlerini oluşturan maddelere kadar her şeyin özelleşerek yabancı sermayeye devredildiği ülkeler durumuna geldi. IMF ve Dünya Bankası merkezli emperyalist politikalar, aynı zamanda bu merkezlerin işlerini güçleştiren gelişmelere da yol açıyor. Dünyanın bu sivri ucunda yer alan ülkeler kapitalizme gitgide daha fazla batmakta; kapitalizm içinde kalınarak bu ülkelerin ve halklarının sorunlarına çözüm bulanamayacağı yönünde bir bilinç gelişmektedir. Uygulanan ekonomik politikaların yarattığı zemin üzerinde milyonlarca insan, açlığa, sefalete ve yoksulluğa, kapitalizm içinde çözüm üretilemeyeceğinin her gün biraz daha fazla bilincine varmaktadır. Bu ülkelerdeki yığınların, uzun yıllar boyunca oluşturulmuş beklentilerinin boş çıktığına ve kapitalizmin, onun uluslararası kurumlarının, kendilerine bir şey veremeyeceğine dair fikirleri, giderek güçleniyor. Tam da bu nedenle anılan ülkelerdeki siyasi istikrarsızlık, süreklilik arz ediyor. Bu istikrarsızlığın oluşmasında, sosyalizm yönlü alternatiflerin egemen hale gelmemesi ile ilgili bir etken de var kuşkusuz. Brezilya’daki seçimleri Lulu’nun İşçi Partisi’nin alması ve bu partinin sol karakterine rağmen İMF ile görüşmeleri ret edememesi, aynıyla olmasa da AK Parti ile bir benzerliği oluşturuyor.

Türkiye, sayılan ülkeler gibi ekonomik bir cenderenin içinde ve iç-dış borç sarmalının ucunu tutan merkezlerce, siyasi istikrarının en çok önemsendiği ülke olarak öne çıktı. Son koalisyon hükümeti, uluslararası sermayenin ve onun temsilcilerinin politikalarını uygulamak için işbaşı yapmış, bu görevini de koalisyonu oluşturan partilerin ve özellikle MHP’nin kendi varoluş koşullarıyla oluşturduğu çelişki katlanılmaz bir noktaya gelene kadar başarıyla yerine getirmiştir. Kapitalist dünyanın, bir bütün olarak yaşadığı krizi, emperyalist merkezler arası rekabet dengesini ABD lehine daha da bozarak çözme adımları, yine bu ülkenin askeri sanayi kompleksinin öncülüğünde, yerel ve bölgesel savaşları yaygınlaştırıp derinleştirerek sürmektedir. Bu durum, ilk ve doğrudan etkisini Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede göstermiştir. Arjantin gibi kuyuya yuvarlanması an meselesi olan Türkiye için, kendisine biçilen rolü oynayabilecek kadar da olsa bir siyasi istikrarın gerekli görüldüğü; bu nedenle ABD’nin telkinleri doğrultusunda İMF ve Dünya Bankasınca, benzetmek gerekirse, boynuna ip geçirilmiş adama ayaklarının altındaki taburenin verdiği kadar bir desteğin, çok görülmediği, kısacası lütfedilip taburenin devrilmesinin engellendiğini söyleyebiliriz. Uluslararası dengelerin 11 Eylül sonrası kökten değiştirilmesine yönelik yeni ideolojik ve politik yönelim, kuşkusuz kapitalist sistemin bir bütün olarak içinden çıkamadığı krizle doğrudan bağlantılı bir olgudur. Ve bu yönüyle krizin çözümü, yeni krizlerin üstelik daha da ağırından krizlerin davetçisi ve hazırlayıcısı olacaktır.

ERKEN SEÇİME NASIL GELİNDİ?

Bu aşamada, rivayet olunduğu üzere bir MGK toplantısında, anayasa kitabının cumhurbaşkanınca taraflara sunulması karşısında kibarca iade edilmesiyle (fırlatılması) ok yaydan çıkmış, oluşan kriz-vurgun ortamında, krizi yönetmek için IMF’nin önemli memurlarından olan Kemal Derviş dördüncü ve esas ortak olarak, koalisyona dahil edilmişti. Kısacası örneğimizdeki tabure Derviş’ten başkası değildir! Aslında bu aşamada esas olarak Türkiye’de ekonomi yönetimi tam anlamıyla doğrudan bir IMF memuruna teslim edilmiştir. Bunun teknik olarak kurullar yönetimi ile gerçekleştirildiği ve siyasi iradenin, ilgili bakanlık ve kurumların, bu yolla, engel olmaktan çıkarıldığı bir süreç başlamıştır. Daha önceki yıllarda sadece Hazine’nin uluslararası kurumlarla geliştirdiği özerk ilişki nedeniyle Maliye Bakanlığı ile arasında oluşan çelişki, yaygınlaştırılarak bütün alanlara dayatılmıştır. Maliye Bakanlığı yönetimindeki Merkez Bankası da özerkleştirilerek, hazine gibi devlet bürokrasisinden çok doğrudan uluslararası merkezlere bağlanmıştır. Kapitalizmin uluslararası kurumları, komaya girmiş ekonomiye kredi dilimleri vaat edip, bunun için istediği diyeti almış, bu amaçla da hızla yasal düzenlemeleri (on beş günde on beş yasa) gerçekleştirip, kurullar aracılığıyla, devlet bürokrasisinden ve siyasi iradeden hemen bütün ipleri devralmıştır.

Derviş Kemal’in hikmetinden sual olunamamış, bu şahsın dördüncü ortak olarak hükümete katılmasının sonun başlangıcı anlamına geldiği kitlelerin gözünden saklanmıştır. Oysa ki ortalama üç buçuk yılda bir seçimlerin yapılması rutinleşmiş olan ülkemizde, beş yıl dolmadan seçimlerin gerçekleşmesi, erken tanımını bile tartışmalı duruma sokmuştur. Gerçeğin farkında olanlar yani koalisyon ortakları ise gelmesi kaçınılmaz sona en iyi şekilde hazırlanmak ve sonu olabildiğince geciktirip, sonun sonrasında da ayakta kalabilmek dışında bir kaygıya sahip olmamışlardır. Bu durumda bile kendileri için yapabilecekleri çok fazla şey kalmamış, Ecevit’in deyişi ile, ‘kendi kendimizi intihar ettik’ durumu vuku bulmuştur. Türkiye’de burjuva partiler, kendilerini, büyük ölçüde devlet arpalıklarından, rantiyer bir anlayışla konsolide etmek dışında, kitlelerle bağ kurmak anlayışına sahip değildir. Bütün bu gelişmeler ise şu ana kadar varolan ve statükodan yana partilerin zeminlerini ortadan kaldırmıştır. Kendilerini konsolide etmek için iktidarda olmak zorunluluğundaki partiler, iktidara gelebilmek için kendi varoluş zeminlerini ortadan kaldırabilecek şartlara, evet diyerek, kendi varoluşlarındaki çelişkiyi artırmışlar, sürecin bir yerinde çelişkiye katlanamaz duruma geldiklerinde ise, varlık gerekçelerini temellendirebilmek için yeni çelişkiler arama yolunu seçmişlerdir. Örneğin, idamın kaldırılmasında ve AB yasalarının meclisten geçmesinde MHP’nin konumu tam da buna denk düşmüş, idamın kaldırılmasını aktif olarak engelleme yoluna gidemeyen bu parti, seçimler kesinleşince, idam yanlısı kesilmiştir. Ha keza, özelleştirmeler ve işçi kıyımlarını eli titremeden gerçekleştirenler, IMF politikalarının muhalifi söylemlere meyledebilmişlerdir. Benzer bir örnek ise, ‘kirli savaş’ın yürütücülerinden Karayalçın’ın, barış söylemiyle, HADEP’le ittifak arayabilmiş olmasında görülmektedir.

Derviş eliyle DSP’nin bölünüp, erken seçim düğmesine basılması, bir tek Ecevitler’i şaşırtmıştır. MHP bu olayı Derviş’in geldiği ilk günden görmüştür. ANAP ve Mesut Yılmaz açısından ise, barajın altında kalma sorunu ortaya çıktığında partiden kaçışların hızı, 12 Eylül dönemi ile özdeşleşen bu partinin nasıl bir rant çetesi şekline büründüğünün somut bir kanıtını daha oluşturmaktadır.

Emperyalizm, bütün bir Ön Asya, Kafkaslar ve Ortadoğu coğrafyasını siyasi olarak değiştirecek kapsamlı bir projeyi yürürlüğe koymak istemektedir. Bu projenin ilk adımı olarak Irak’a yönelik savaşı gündemine alması, koalisyonun içinde varolan ekonomik programa gizli muhalefetin, bölgede savaşa yönelik ikirciklenmelerle birleşmesine yol açmış, Türkiye’de siyasal iradenin ve hükümetin, dönemin gerekleri ve ABD’nin istekleri doğrultusunda yeniden oluşturulmasını kaçınılmaz kılmıştır. Kemal Derviş’in planlayıp yürütülmesinde aktif rol aldığı hükümeti düşürme süreci, eksik kalmış, koalisyon hükümeti DSP’nin parçalanması ile düşürülememiştir. Bunda MHP’nin Ecevit’in DSP’sine tam desteği belirleyici olmuştur. ANAP’ın bu senaryodaki yeri, AB sürecindeki aktif rolünün seçim söz konusu olduğunda kendi hanesinde artı olarak yazılamaması, bu alandaki fazla mesaisi nedeniyle iç politikada pasif kalması gibi iki etken üzerinden belirlenmiştir. Avrupa Birliği ve Avrupa sermayesi ile yakın bağı bilinen tekelci burjuvazinin bu işbirlikçi partisi, tamamen ABD kaynaklı gözüken hükümeti düşürme senaryosu karşısında, MHP merkezli milliyetçi ve AB karşıtı bu direnişe, baraj endişesiyle destek vermiş, hükümette kalma zorunluluğu ile AB karşıtı söylemi giderek artan koalisyon ortağına, kendisine yönelttiği, “beğenmiyorsan çekilirsin” tehdidine rağmen katlanmaya devam etmiştir.

Uluslararası sermayenin, o andaki siyasi belirsizlik ortamında uygulanmasına ara verilen program, revize edilip, bütün toplumsal sonuçlarıyla birlikte ve bu sonuçlara rağmen uygulanmak istenmiş ve sonuçlar buna en uygun ortamı sağlamıştır. Bu programdan zararlı çıkan kitleler, milyonlarla ifade edilebilir. Milliyetçi sol, IMF karşıtı söylem ve politikaların rağbet gördüğü, ucuzundan bir halkçılığın revaçta olduğu ortam, siyasetin yeniden düzenlenmesi için uygun atların seçilmesini zorunlu kılmıştır. En uygun at olarak ise bir önceki dönem parlamento dışında kalan, devletin kurucu partisi CHP seçilmiş, doğal olarak bu hükümet dönemince ortaya çıkan olumsuzluklardan en uzak parti görüntüsüne uygun CHP, hızla kulvara sokulmuştur. Üstüne oynanan atın sırtına da Kemal Derviş’in çıkarıldığı, Derviş’siz hiçbir çözümün egemenlerce düşünülmediği görülmüştür. Yığınların olası tepkileri hatta o derece ki tepkisizlikleri bile egemenlerce hesap edilip, yıllarca kitlelerin bu politikalarla özdeşleşen ve sağcı bildiği partilere eğilim göstermeyeceği, bu nedenle sol bir söylemle yola devam etmenin zorunluluğu, tekelci burjuvazi tarafından kabul edilmiş ve oligarşi bu seçimlerde esas olarak CHP’ye oynamıştır. Kemal Derviş’ten Süleyman Çelebi’ye herkesin aynı çuvala doldurulmaya çalışılması, projenin basit bir adım olarak değil, olası tepkileri dengelemek için bir toplum mühendisliği örneği olarak düşünüldüğünü göstermektedir. Hata payı büyük olsa da, esas olarak düşünülen ve alınan tavırlar böyle gelişmiştir.

Her şeye rağmen, bu mühendislik harikasının aynı çuvala sığdıramadığı ve merkezden sayılmayan milyonlarca seçmen vardır ve merkezden uzaklıkları ölçüsünde bu seçmenler tehlikeli vatandaşlar hanesine yazılmaktadır. Ak Partinin, Halkın Demokrasi Partisinin seçmen kitleleri, bu ikincininkiler daha bir tehlikeli olmak üzere, rejim açısından kabul edilemez görülüyorlar. Ak Parti ekonomik programı aynıyla ve istenildiği gibi uygulayacağını kabul ettiğini yemin billah beş vakit tekrarlasa da, aynı şekilde HADEP’in yer aldığı sol blok’un (DEHAP), uygulayacağı ekonomik programda halkçı açılımlardan öte bir sol program bulmak söz konusu olmasa da, bu partilerle rejimin sorunu ekonomik program sorunu değildir. Ak Parti’nin, geleneksel oylarının yanında aldığı büyük oranda tepki oylarını nasıl kullanacağı ve sistemin, bu partinin üstünde uygulayacağı basınç açısından bu oyların ne yönde etkide bulunacağı ayrıca tartışmalıdır.

Sistemin kendini güvende hissettiği tek parti olarak CHP öne çıkarılmaya çalışılmıştır. 12 Eylül sonrası Özal’ın ANAP’ının yüklendiği işlevlere ve o dönem ortamına benzer bir hava estirilerek, olası bir CHP hükümetinin, ne türden işler ve politikaları yürürlüğe koyacağının vehameti, eğer birinci olsaydı rahatça görülebilirdi. Seçimin öngünlerindeki bütün sorun, tek başına iktidarı olanaklı görülmeyen bu partinin yanına hangi partinin getirileceği sorunuydu. Bütün yoklamalarda birinci parti durumundaki AK Parti’nin dizginlenmesi, en kötü ihtimal, kaçınılmaz olabilecek CHP-AK Parti koalisyonunda, AK Partinin iyice ıslah edilmesi; rejim açısından sürekli gözetim altında bulundurulması gereken bu partinin vasiliğini CHP’nin yerine getirmesi olarak belirmekteydi. İyi ihtimal ise, AK Parti’ye gerek kalmadan bir hükümet oluşturabilmekti. Ama evdeki hesap “millete” pek uymadı. Şimdi egemenler AK Parti’nin “tutarlı müslüman” olmalarını temenni ederek yeminlerini tutmasını bekleyecekler.

İSTİKRAR ARAYIŞI VE KAMPLAŞMA

Tekelci sermayenin ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlar doğrultusundaki tercihleri, AB endeksli politikaları gerekli görürken, bu blokla çelişkileri daha da artan ABD’nin bölgeye yönelik projeleri, Türkiye’de gerilimleri artırıyor. Avrupa Ordusu, Kıbrıs sorunu gibi konularda AB’nin isteklerini karşılamakla kendi çıkarları arasında bocalayan TC. çelişkiye düştüğü her konuda alternatif olarak ABD açılımlarına yöneliyor. AB hayali suya düştükçe, içinde bulunduğu sorunlara çözüm bulmak için, ABD’nin kendisine sunduğu hayalci-maceraperest projelere yöneliyor.

Seçim ortamında burjuva partilerin hepsi bu tablo karşısında, ekonomik istikrar programını uygulayacaklarını söylerken, oluşturulacak hükümetin hazır bulacağı savaş ve bölgesel sorunlar karşısında susmayı ve böyle bir konuyla seçimin ilgisi yokmuş gibi yapmayı tercih ettiler. AB ölçülerinde burjuva demokrasisini savunan partilerden tutun da, şeriat özlemleri bilinen ama AB yönünde oy kullanan İslamcı partilere kadar herkes aynı ekonomik ve siyasi programı uygulayacağını söyledi. Bir yanda AB emperyalizmine meyleden bir kamp belirginlik kazanırken, diğer yanda ise AB ölçütlerinin ulusal birlik ve beraberliği bozacağından, bölücü sonuçlardan dem vuran, ekonominin yönetiminin IMF ve Dünya Bankasının eline geçtiğinden şikayet eden, giderek milliyetçi sol ve faşizmin çizgilerinin birbirin içinde eridiği bir kamp oluştu. DSP’den MHP’ye, İşçi Partisi’nden Mümtaz Soysal gibi aktörlere uzanan bu çizgi, ister istemez AB’ye uzak düştükçe, karşısında, çözüm olarak ABD’nin politikalarını buldu. Krallar, kraldan çok kralcılara pek güvenmezler. Bu bakımdan Türkiye’nin egemen sınıfları AB’ci ve İMF’ci islamcı AK Parti’ye ehven-i şer desteğini arttırdı.

KAPİTALİZMİN VE KAPİTALİST TÜRKİYE’NİN ÇÖZÜMÜ YOK

Türkiye’nin sorunları diye önümüze sunulanlar, emekçi halkın ve işçi sınıfının sorunlarıdır. Emekçi halkın ve işçi sınıfının sorunları, sermaye sınıfının, kapitalistlerin hazinesinin kaynağını oluşturmaktadır. Türkiye’de işçilerin, köylülerin, gençlerin, kadınların, Kürtlerin ve bütün ezilenlerin yaşadığı olumsuz koşulların, açlığın ve sefaletin boyutları katlanılamaz ölçülerdedir. Zengin bir ulusun halkı yoksul olur deyişinde olduğu gibi, kaynakların nerelere ve nasıl kullanıldığı, kaynakların kullanılmasındaki öncelikler konusu, yaşanılan bütün sorunların kökenini oluşturan en önemli etmendir. Kapitalizm bu tercihleri, siyaseten alınan kararlarla değil, tarihsel süreç içinde, işçi sınıfını görülür görülmez sayısız zincirle sermayeye bağımlı hale getirerek yapmıştır. Ya da kapitalizmin kendisi, tarihin bu tercihleri ile ve onun üzerinde varolmuştur. Kapitalizm, bu tercihlerini değiştiremez ama bu tercihlerden zarar gören kapitalizmin mezar kazıcısı işçi sınıfı, tüm ezilenlerin öncülüğüne soyunarak kapitalizmi yıkabilir, ilk kez olarak, tarihin akışına bilinçli bir müdahale yapabilir.

Türkiye’nin sorunları diye bize sunulan her konu, sermayenin doymak bilmez iştahının nasıl giderileceği ile ilgilidir ve bu nedenle sorunlara çözüm diye önerilen her politika, sermaye sınıfının ihtiyaçlarının ve sermaye birikiminin sorunlarının nasıl çözüleceği ile ilgilidir. Bu nedenle, yaşanılan her kriz sermaye fraksiyonlarından güçlülerinin daha zayıf durumda olanlarını yuttuğu, giderek işsizliğin daha da artarak, gelir dağılımının emekçi sınıflar aleyhine daha da bozulduğu çözümsüz bir süreci beslemektedir. Kapitalizm içinde kalınarak Türkiye’de ve bölgede yaşanan hiçbir soruna işçi sınıfı ve emekçi halklar lehine çözüm bulunamayacaktır. Egemenler için çözüm olarak öne sürülen her politika, sermayenin kendisinin varlık koşullarını da yok ederek, az sayıda işbirlikçiyle yabancı sermayenin birlikte at oynattığı ve giderek talan alanına dönen bir Türkiye üretecektir ve şimdiden bunu üretmiştir. Bunun dışında üretecekleri çözüm ve buna ait bir politikaları yoktur.

Türkiye’nin sorunları denen her sorunda, konu bölgesel bağlamda ele alınmak zorundadır. İşçi sınıfı ve emekçi halkların kendilerinin üretecekleri her sorunun asgari zemini, bölgede ve dünyada enternasyonalizmin inşasından geçmektedir. İşçi sınıfının ulusa ve halklara öncülüğü mümkündür ama bugünkü dünyada hiçbir sorunun ulusal bir çözümü yoktur.

İş, ekmek, eğitim, sağlık, konut, spor, çevre gibi insan gereksinimlerine ait sorunlardan, bugünkü kapitalist dünyanın bölgesel çatışmalarına; Filistin’den Kürt sorununa, Kıbrıs’tan Ege’ye, Irak meselesinden Hindistan - Pakistan çekişmesine kadar, yumak olmuş bir çözümsüzlüğün, bölgemiz payına düşenleri üzerine aktif rol oynayabilmek, ancak, bu bölgedeki komünistlerin bir araya gelmesi ve birlikte ürettikleri çözümleri halklara mal etmeleriyle aşılabilir.

SEÇİMLER VE KOMÜNİSTLER

Komünistlerin hedefi sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyadır ve bu dünya bir devrimle başlayan süreç sonucunda kazanılabilir. Devrim, büyük yığınların kapitalist dünyanın her türlü yoksunluğu içinde çektikleri acıya son verebilecek insana ait bir sistemin kurulmasının, sosyalizmin başlangıcıdır. Kapitalizmin mülksüzleştirdiği büyük kitleler, sadece sermayenin tahakkümüne giren üretim ve geçim araçlarından değil, bütün bu zenginliğin oluşturduğu kültürden de uzak ve onunla baş başa kaldıklarında ne yapacaklarını bilemedikleri bir halde uzun bir tarih boyunca yaşamışlar ve yaşamaya devam etmektedirler. Kapitalizm içinde bireysel kurtuluş umutlarını tüketmeyenler, bir sınıf olma ve uzlaşmaz sınıf mücadelesini yürütme yeteneğini gösteremeyecektir. Devrim, işçi sınıfı ve ezilenlerin içinde bulunduğu bütün pisliklerden hızla arındıkları şiddetli yığın eylemlerine sahne olan, kısa bir dönemi kapsar ama yığınlar, gerideki uzun yılların biriktirdiklerinden çok daha fazla ve çok daha hızlı öğrenirler. Devrim ve devrim mücadelesi, zenginlikten uzak bir yoksunluk kültürüyle biçimlenmiş büyük kitlelerin, zenginliği toplumsal olarak sahiplenme ve yönetme kültürünü kazandıkları, büyük toplumsal alt üst oluş dönemleridir. Bu mücadele içinde demokrasi kültürünü kazanmayan bir işçi sınıfı, kendi demokrasisini kurmayı, yaşatmayı ve onu tüketerek sınıfsız topluma ulaşmayı asla başaramayacaktır. Bu amaçla girdiği mücadelede işçi sınıfının aldığı yolun ve kazanımlarının en somut göstergesi, içinden geçip geldiği tarihin ona yüklediği alışkanlıklar, gelenekler ve mücadelelerin üstünde yükselen komünist partisi olmalıdır. Komünistler ve işçi sınıfının parti birliği, uzlaşmaz tek çelişkinin emek - sermaye çelişkisi olduğu gerçeği üstüne inşa edilir. İşçi sınıfının kapitalizm altında her gün genişleyen yapısı,giderek toplumun çoğunluğunu oluşturduğu gibi, tersi durumda diğer emekçi sınıf ve tabakaları kendi çevresi ve hedefleri etrafında birleştirecek olan işçi sınıfı, devrim ve sosyalizm mücadelesinde iktidarı kazanabilir. Daha da ötesi sosyalizmi kurabilir.

Komünistler, kitleler burjuva siyasal sistemin kendisinden umutlarını kesmedikleri sürece, seçimlere ve bir bütün olarak parlamenter sisteme kayıtsız kalamazlar. Parlamentoya ve burjuva siyasal sistemin, burjuva demokrasisinin kurumlarına karşı teşhir politikası izlerler. Burjuva siyasi partilerin hangi sınıfları ve hangi çıkarları ifade ettiklerini kitlelere anlatabilmek yönlü bir politika doğrultusunda çalışırlar. Bu yönüyle bu kurumlar içinde yer almaktan çekinmezler ve işçi sınıfının temsilcileri olarak, mümkün olduğunca buralarda bulunurlar. Öteki yönüyle ise, bu kurumlar içinde yer alacak olan komünistlerin, kendi bağımsız siyasi varlıklarını ve örgütlülüklerini ve bu örgütün sürekliliğini sağlayabilmelerini, esas olarak burjuva siyasal sistemin dışında konumlanmalarına borçludurlar. Bu yeterlilik şartı yerine getirilmediğinde, en iyi niyetli komünistler bile, yolunu ve yönünü şaşırmış şaşkın parlamenterler olup çıkacaklardır.

Demokrasi mücadelesini esas alıp, demokrasiyi geliştirdikçe, bu yoldan sosyalizmi kazanacağını düşünen ve sosyalist stratejinin temeline marksizm dışı bir sosyalizm anlayışı yerleştirenler için parlamentarizme sapmak ve meclis koridorlarında kaybolmak kaçınılmaz olur. Bilindiği gibi bu seçimlerde de bizim yolunu şaşırmış eski arkadaşlarımız sol blok adına DEHAP’tan aday oldular.

KÜÇÜK BURJUVA SOSYALİSTLERİ VE DEMOKRATLIK

İşçi sınıfının ağırlığını toplum içinde bir azınlık düzeyine indirip, bu azınlığın da iktidarı alamayacağını savunan demokrasici anlayış işçi, emekçi ya da yürürlükte olan demokrasi güçleri arasından, ideolojik (söylem) düzeyde oluşturacağı çoğunlukla (devrimci özne) sosyalizmi kurabileceğini düşünür. Bunu ise başlangıçta işçi sınıfının önemi vurgulansa da, giderek, demokrasi mücadelesinde bütün ezilenlerin eşitlendiği bir parti anlayışı ile tamamlar. Demokrasi mücadelesinde eşit olanların oluşturacağı parti, bir ittifak partisi olacaktır, olmak zorundadır. Kautsky’nin, proletarya azınlık olarak iktidarı almamalıdır anlayışı; Bolşevikler karşısında Menşevikleri haklı gören bu anlayış, sosyalist stratejinin temeline sınıfsal ittifakları, halk ittifaklarını koyar.

Bu görüş, işçi sınıfı partilerini, başka gruplarla ittifak yapmaktan da öte, bu farklılıkları savunan ve eşitleyen bir tarzda ele alır. Farklılıkların ve ittifakın partisi olarak sınıf partisi, sınıf mücadelesini, nesnel olarak sınıftan bağımsız ve ağırlıklı olarak ideolojik düzeyde süren bir tarzda değerlendirir. Sınıftan bağımsız süren bir sınıf mücadelesini tarifler. Bu nedenle yaşamın her alanında örgütlenmek gerektiğini savunur. Parti, sınıfsal farklılıkları içermeli, temsil etmelidir.

Aynı parti içinde temsil edilebilen farklılıklar sınıfsal bile olsa, kendi ayrım noktalarını bir devrimle gerçekleştirmeyi gerektirmez. Sosyalizme geçiş bu nedenle, demokratikleşme süreci ile başarılabilecek bir şeydir. Bu anlamda söylem, sınıfsal olmaktan çok, oluşturulması gereken halk ittifakının demokrasisi üzerinden oluşturulmalıdır. Emek sermaye çelişkisi yerine, halk oligarşi çelişkisi geçince; partinin köylülük ve küçük burjuvazi ile oluşturacağı ittifakın söylemi olabilecek halk ve oligarşi ikiliği, partinin üstüne inşa edileceği zemin olarak tarif edilmeye başlanır. Bu anlayış, sınıf mücadelesinin asli alanı olarak devletin kendisini seçer. Bu anlayışa göre demokrasi mücadelesi devletin demokratikleşmesinden geçmektedir ve bu gerçekleştiği ölçüde, demokrasi mücadelesi kazanılmış olacaktır. Burjuva demokrasisi ile sosyalist demokrasi arasında Çin Seddi’nin olmadığını savlayan bu sosyalizm anlayışının, demokrasi mücadelesinin esas alanı olarak devleti, devletin demokratikleştirilmesini seçmesi, sahip olduğu demokrasi anlayışının zorunlu sonucudur. Söylemeye gerek yoktur ki bu, sonuna kadar demokrasici ve sonuna kadar parlamentarist bir anlayıştır.

Örneğimizde, bugün DEHAP çatısı altında seçime giren, eski yol arkadaşlarımız, esas olarak militarizme ve faşizme karşı, demokrasi güçlerini bir araya getirmek söylemine sarılmışlardır. Üstelik demokrasi mücadelesinin temel sorunu olarak, devletin kurucu ideolojisi, kuruluş varsayımlarını hedef gösterip, daha demokratik bir devlet olabileceğini ve hedeflerinin bu olduğunu söylemiş oluyorlar. Oysa devlet demokratikleştirilemez, devlet, demokrasi mücadelesi ile sınırlandıkça, yine devlete rağmen demokrasi gelişebilir. Burada söz konusu olan demokrasi mücadelesi ise, kendinden menkul bir demokrasinin mücadelesi değil, sınıf mücadelesinin sonucu olarak gelişen bir olgudur.

DEHAP: SİSTEME SOLDAN ...

Bizim “eski yol arkadaşlarımız”ın marksizm evrimleri, emek- sermaye çelişkisi yerine halk ittifakı temelinde yükseltecekleri bir demokrasi partisi noktasına varmış bulunuyor. Evrimin bu aşamasında leninist bir partiye gereksinim duymadıkları çok açık. Hızla oluşturdukları Sosyalist Demokrasi Partisi ise, farklı fikirlerdeki değişik sosyalistlerin bir arada olacakları bir parti olarak tasarlandı. Bu partinin öylesine hızla oluşturulmasının, sağlıklı bir tartışma sonucunun mu yoksa yaklaşan seçimlere girebilmek ve bu seçim ortamını çatı partisi için uygun bir süreç olarak değerlendirme kaygısından mı kaynaklandığı, yoruma açık bir konu oluşturuyor. Ama bir gerçek var ki, hızla oluşturdukları bu partileri sayesinde, kafalarını sokacak bir çatı da bulmuş oldular. Çatının adı DEHAP. Hem de Emeğin Partisi ile birlikte... Emeğin Partisi’nin bu durağa, DEHAP çatısı altına hangi yollardan geçerek geldiği ayrı bir tartışma konusudur. SDP’li eski yol arkadaşlarımızın hikayesi ve savundukları sosyalizm anlayışı açısından (sosyalist demokrasi güzergahından ilerleyince başka bir yere çıkılmaz. Eskiden ‘ilerleyiniz baylar’ derdik!) geldikleri yerin bir izahı var. Emeğin Partisi için aynı tarihi koşulların ürünü olarak harekete geçen başka dinamikler söz konusu.

Bu iki parti dışında esas olarak DEHAP’ın neyi ifade ettiği ise, doğrudan Kürt Ulusal Hareketi’nin geldiği yerle ilişkilidir. Seçimde DEHAP’ın konumlanışı uzun süredir Kürt ulusal hareketinin geçirdiği evrim göz önüne alınmadan değerlendirilemez.

DÜNDEN BUGÜNE KÜRT HAREKETİ

“Sonuç olarak, materyalist yöntem, burada, sık sık, siyasal çatışmaları, ekonomik gelişmenin doğurduğu mevcut toplumsal sınıflar arasındaki ve sınıfların ayrı ayrı kesimleri arasındaki savaşıma indirgemekle ve çeşitli siyasal partilerin bu aynı sınıfların ve sınıf kesimlerinin az çok aslına uygun siyasal ifadeleri olduklarını göstermekle yetinmek zorunda kalacaktır.

Şurası apaçıktır ki, ekonomik durumdaki, yani incelenecek bütün olayların temelindeki zamandaş değişikliklerin kaçınılmaz olarak dikkate alınmaması, ancak bir yanılgı kaynağı olabilir. Ama gözlerimizin önünde geçen bir tarih hakkında yapılacak toplu bir açıklamanın bütün koşulları, kaçınılmaz olarak, yanılgı kaynakları taşırlar; oysa bu, gene de hiç kimseyi şimdiki zamanın tarihini yazmaktan alıkoyamaz.” (F. Engels, Fransa’da Sınıf Savaşımları, Giriş)

Kürt Özgürlük hareketinin, başlangıcından bugüne geçirdiği evrim, kazanımları ve etkileri bu yazının değil, önemle üstünde durulması gereken bir seri çalışmanın konusudur. Ama saptamak gerekir ki bugün içinde bulunduğu durum, Abdullah Öcalan’ın tutsak alınmasıyla başlamış bir süreç olmadığı gibi dünkü yönelimleri ile doğrudan bağlantılıdır. Şu an içinde statik bir duruşa sahip değildir. Fakat, Kürt sosyolojisindeki değişimden/gelişmeden daha hızlı bir gelişmenin, Kürt ulusunun düşünsel kaynaklarında ve bu kaynaklara yönelik sınıfsal yeniden tarif çabalarında görüldüğünü saptamak mümkündür.

Bütün bir silahlı mücadele dönemi boyunca, Kemalizme karşı anti sömürgeci ve anti şovenist perspektifle oluşturulmuş ve bu ölçüde de sosyalizm fikrine yakın durmuş olan hareket, sosyalizmlerin yıkılması süreci ile birlikte oluşan, ‘yumuşama dönemi’ne[1] gecikmeli olarak ayak uydurmuştur. Bu dönemde demokrasi söylemi ön plana geçmiş, medeniyetlerin demokrasi içinde ve demokratik şekillerde birbirleriyle ilişkilenmesi merkezli bir söylem geliştirmiştir. Siyasi mücadelenin esas alındığı bu dönem, aynı zamanda yoktan var edilen bir halkın, kimlik, ulusal kültür,demokratik kurumlaşma ve her düzeyde örgütlülüklerinin, geri dönülmez bir şekilde teyit edildiği bir zamana denk gelmiştir. Silahlı mücadeleye Kürt sosyolojisinin gelişiminin hangi noktasında karar alındığı ve bu kararın alındığı noktada nesnelliğinin olup olmadığı tartışmasının dışında bir tartışma yapılmalıdır. Geçmişte silahlı mücadele döneminin bütün ideolojik argümanları, içine girilen dönemde revize edilmiş, elde edilen kavramlar yeni stratejinin teorik inşasında kullanılmıştır. Barış, demokrasi, kültürel özerklik,dil hakkı vb kavramlar, ulusal sorunun burjuva demokrasisi perspektifi ile sistem tarafından kapsanabileceği bir çizgiye çekilmesi ve bu çizgide tariflenmesi çabası olarak üzerinde yoğunlaşılan esas talepler olmuştur. Siyasi mücadelenin başat öge olması için her türlü kurumlaşma ve gelişmenin yaşandığı doğrudur ve bu kararın dayandığı nesnellik ortadadır. Ama bundan öteye, bu kararın alınmasında hangi sınıfsal saiklerin etkili olduğu ve kararı alırkenki yönelimler, içinde bulunduğumuz günü ve yakın geleceği belirleyen etkenler olmuştur. Bundan sonrası için soru, Kürt dinamiğinin nereye hangi amaçlara tahvil olacağı, Kürt hareketinin kendisini bundan sonra nasıl ve ne şekilde var edeceği ve bunların imkanlarının neler olduğuna ilişkin olacaktır.

Kürt ulusal hareketi ve Kürt dinamiği, geçmiş isyanlarının küllerinden yeniden alev aldığı, devrimin ve sosyalizmin önemli bir güç olduğu yetmişli yıllardan bu yana, dünyada ve bölgede büyük altüst oluşların hemen hepsine yönelik olarak, pragmatist yaklaşımları da dıştalamadan aldığı tavır ve geliştirdiği politikalarla büyümüş, ilerlemiş, bütün bu süreç içinde ateşten ve kandan geçerek yolunu bulmaya çalışmıştır. Kazandıkları ortadadır. Dünyada ve bölgede demokrasinin ve sosyalizmin esamesinin okunmadığı, yeni ve büyük altüst oluşların hazırlandığı, içinde bulunduğumuz bugünlerde, hala bir bütün olarak duran Kürt ulusal hareketinin nasıl tavır alacağını kestirmek çok kolay olmadığı gibi, güç de değildir. Aslında sorun tam olarak böyle de tariflenememelidir. Tarifleyen açısından dışsal kabul edildiği ölçüde gelişmenin dinamiği üzerinde etkili olmamayı istememeyi ve bu duruma ilişkin olumsuzluğu önsel olarak kaçınılmaz kılar. Çünkü kozmopolit bir ideolojik duruş, çok sınıflı ve ideolojili yanılsamalı birlik, mücadeleyi bugünlere getirmiş örgüt olan PKK içinde ve onun şahsında Kürt burjuvazinin her geçen gün etkinliğini artırması, hareketin yönüne dair güçlü kanıtları oluşturmaktadır. Kürt burjuvaları hareketi Türk egemenlerinin kabul edebileceği bir çerçevede düşünmek istemektedirler ve bunun için, dünya ve bölgedeki reel politik gelişmelerin kendisi, önemli bir etken olmaktadır.

Uzun süredir bölgede beklenen savaş hali ve bunun getireceği karmaşaya, Kürt realitesinin nasıl hazırlandığı ve bunun içinde nasıl şekilleneceği, ateşten ve kandan geçerek de olsa pragmatizmi her kavşakta kullanmış hareketin, önümüz dönemki tercihleri, kuşkusuz sadece emperyalistlere, egemenlere ve Türk devletine bağlı değildir; hatta Kürtlerin düşünce silsilesine göre en son bağlı olduğu şey Türk Devletidir. Türk Devleti öznel istemlere ait planlarda değil, nesnel duruma yönelik tahlillerde daha çok ön plana çıkmaktadır. Bu gelişmeler eşliğinde Kürt hareketinin içinde ve öncülüğünde sosyalizmin ve emekçi zemin ve bu zemine ait düşünüşün gittikçe daha arka plana çekiliyor olmasıdır.

Komünistler, önemli bir muamma oluşturan Kürt hareketine uzak duramazlar, durmamalıdırlar. Tek tek komünistler olarak, komünist bilincin ve kişiliğin asgarisini oluşturan demokratik duruş ve ezilenin yanında olmak, bugüne kadarki davranışımızın temelini oluşturdu. Emek barış özgürlük bloğunun oluşturulduğu günlerde, bloğun bileşenleriyle sosyalizm ve demokrasi anlayışlarımızın uyuşmazlığına rağmen, devletin Kürt politikasının karşısında yer aldık, sonrasında referandum niteliğine bürünen seçimlerde, oyumuzu Kürtlerden yana kullandık. O günkü bakış açımıza göre kendi konumumuzu şöyle tarifliyorduk.

“Burada gözden kaçırılmaması gereken şey, öznelciliğe düşmeden, nesnelliği yadsımayan ama asla nesnelliğe teslim olmayan bir pratiğe sahip olmaktır. Devrimci teorinin gerekliliği ve yol göstericiliği, burada sık sık başvurmamız gereken bir mihenk taşı olması anlamında çok önemlidir.

Tüm bu söylediklerimizi, 18 Nisan seçimleri bağlamında somutlamamız gerekmektedir. Bunun için bir daha, hiç bir politik tutum alışın mutlaklaştırılamayacağını, “somut durumun somut tahlili”yle belirlenebileceğini tespit etmemiz gerekiyor.

...HADEP’in tutumunu bir dayatma olarak değil, Ezilen ulusun kurtuluş mücadelesinin ulaştığı düzeyde yaşadığı kritik durum nedeniyle, ezen ulus komünistlerinden, devrimcilerinden, demokratlarından bir destek talebi olarak algılanmalıdır. Böyle bir günde bu desteğin verilmesi bu kesimlerin “boynunun borcu” olması gerekir... (Sokak Gazetesi 25 Ocak 1999)

Bugün, 99 seçimlerinden de , emek barış özgürlük bloğunun oluştuğu şartlardan da daha farklı bir dönem yaşıyoruz. Seçimlere giren blokta, Türk solu ile Kürt hareketi öyle bir kavşakta buluşmuşlardır ki ikisinin de yönü, sistemin içine doğrudur. Birisi işçi sınıfı iktidarına dayanan sosyalizm ve buna uygun leninist parti anlayışından vazgeçmiştir. Diğeri, yani Kürt hareketi ise; sınıfsal zemin olarak Kürt burjuvaları ve orta sınıflarının harekette ön plana çıkmasının sonucu olarak bütün taleplerini burjuva demokrasisinin içinde ifade edilebilir düzeye çekmiştir. Önceki seçimde olduğu gibi denklem Kürt hareketi açısından bir referandum (referandumun neyi ifade ettiği de kuşkusuz önemlidir) niteliğine bürünmüş değildir ve böylesi özel bir durum yoktur. Üstelik, sistem ve egemenler Kürt hareketinin kendisinden talep ettiği esnekliği gösterebilse, Kürt hareketinin önderliğinin önerdiği doğrultuda, resmi ideolojinin ‘yeni osmanlıcı’ versiyonu içinde Kürtlere ve Kürt burjuvazisine de bir yer bulmak, üstelik misak-ı milli dışına taşan bir yer bulmak mümkün olacaktır.

Kürt meselesinde olduğu gibi hiç bir demokratik sorunda da çözüm, oluşturulması düşünülen bir demokrasi partisinin ekseninde düşünülemez. Kürt hareketi ile, özgürlük, eşitlik ve sosyalizm mücadelesinde omuz omuza gelmek, bunun için Kürt hareketinin savunulabilir taleplerinin, sosyalizm ve devrim mücadelesi ile çelişmeyen ve onları engellemeyen taleplerinin sahiplenilip savunulması gereklidir. Ama bu Kürt hareketi ve onların temsilcilerini her koşulda desteklemek onları eleştirmemek şeklinde ele alınırsa, sonuçları ne sosyalizm ne de devrim/devrimcilik adına tahmin edilemez yerlere çıkabilir. Bu açıdan, Kürt hareketinin haklı taleplerini desteklemek ve onları sahiplenmekle, ne olursa olsun onlara oy vermek ve seçimler de desteklemek aynı şeyler değildir. Bugün DEHAP’a oy vermek bu nedenlerle, yanlış bir demokrasi ve parti anlayışına kan vermek anlamına gelmiştir. DEHAP’a verilen oyların ikinci bir anlamı ise, Kürt hareketinin yönünün eleştirilmeden sahiplenilmesi olacaktır. Kuşkusuz Kürt toplumunun geçirdiği evrim, ‘sınıfsız imtiyazsız birlik’ tanımı yapacak bir Hareket bütünlüğünü her geçen gün biraz daha imkansız kılacaktır. Kürt toplumundaki sınıfsal mevzilenme, komünizmin olanaklarını imkan dahiline soktukça, Kürt toplumunun ve komünistlerinin, bölge ve dünya devrimi açısından herhangi bir ülkenin devrimcilerinden çok daha fazla yetkin olacaklarını söylemek mümkündür. 29. isyanın biriktirdikleri açısından, başlaması için birikimlerini yapan 30. isyanın proleter önderlikli bir komünist hareket olma şansı fazlasıyla bulunmaktadır. Bu tartışmalar Kürt komünistleri ile birlikte derinleştirilmelidir.

Bugün DEHAP’ın seçim bildirgesinde yer alan, “DEHAP’a verilmeyen her oy geleceğimizden çalınmış bir gün olacaktır” anlayışı, geçmişte egemenlerin kullandığı bölücülük umacısını, bugün sol, sosyalist ve komünist kesimlere, gruplara ve çevrelere karşı uygulamaya çalışmak anlamına gelir. ÖDP’nin başlangıç zamanlarında sol üzerinde yaptığı basınçla büyük benzerlik gösteren bu durum, Kürt hareketi ile her türlü ilişkiyi, oy verme ya da vermeme parantezine alır ki, bir çeşit “ya sev ya terk et” sendromuna yol açabilir. Burada hatırlatılması gereken, insanın zamanla düşmanına benzeme riskidir. En iyisi aynaya bakmaktır. Ayna ise komünistlerin tarihi ve komünist teoriden başka bir şey değildir. Biz geçmişimize ayna tuttuğumuzda, Karadeniz’de Mustafa Kemal tarafından boğdurulan Mustafa Suphi’leri görüyoruz. Bugünkü dalgalar arasında ilk terkedilen de komünist parti, leninist parti teorisi ve pratiği olduğuna göre, benzerlik geleceğe ait bir tahmin olmanın ötesine geçmiş demektir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi,

“Komünist görevler anlamında, buna ilişkin adımlanacak adımların önüne hiç bir şey geçemez. Marksist-leninist teoriye göre, nihai amacın gerçekleştirilmesi yolunda bu şarttır. Parti yaratılıncaya kadar komünistlerin kilitlenmesi gereken hedef budur.

Bu gerçek, partileşme sürecindeki komünistleri toplumsal politikadan “tecrit” etmez. Bu anlamda komünistlerin görevlerinden biri, sınıfı ve kitleleri ilgilendiren ve sınıfın da içinde yer aldığı her toplumsal olguda, öznel ve nesnel faktörlerin hesabıyla politika üretmektir. Sadece politika üretmek değil, ajitasyon ve propagandayla bu politikaların ‘örgütlenmesine’ çalışmaktır. Bu çalışmalar aynı zamanda “partileşme süreci”nin yaşamda sahicileşmesinin gereklerinden biridir.” (Sokak Gazetesi 25 Ocak 1999)

Komünist sahici bir partinin yokluğunun devam etmesi her türlü demokrasi mücadelesinin sisteme entegre olmasıyla sonuçlanmasına yol açacaktır. Bu görevin üstünden atlayarak, günün acil görevleri, güncel pratik görevler gibi gerekçelerin ardında saklanan, burjuva demokrasisi anlayışından başka bir şey değildir. Komünistler ve onların örgütlü gücü olmadan, işçi sınıfı, bugünkü durumda faşistlerin ve gericilerin eline teslim edilmişken, demokrasiyi kim geliştirecek? Ezilenler mi? Yanıtımız eğer evetse, en çok ezilen ve şu ara sistemle en fazla sıkıntılı gözükenler, Kürtler olduğuna göre, demokrasi çuvalını taşıma işini Kürtlere havale etmekten kolay ne var? Bilinmelidir ki bu çuval burjuvazinin çuvalıdır ve Kürt sorununda çözüm, burjuvaca ve burjuva demokrasisinin içinde pek ala da mümkündür. Ondan sonra size ne gerek kalacaktır? Velev ki siz de iyi birer burjuva demokrat olup çıkmayasınız!

Komünist işçi partisi yoksa demokrasi de demokrasi mücadelesi de sistemin ve devletin izin verdiği kadar olacaktır. Egemenlerin çatıştığı ve sistem içi anlaşmazlıklar yaşandığı noktada, sınıf iktidarını sorgulamayan ve işçi sınıfı iktidarını hedeflemeyen, her türlü demokratik çıkış, sistemi toptan sarsmaya yaramak yerine, egemenlerin bir kanadına yedeklenmekle son bulacaktır. Bu politikayı esas alanlar açısından bu durum artık başka türden süreçlerin başlangıcıdır. DEHAP, Türk solu adına yanına aldıklarının kimyası nedeniyle kaçınılmaz olarak, istesin ya da istemesin sisteme soldan yedeklenmek zorundadır. Bunun tek alternatifini, Kürt halkının haklı taleplerini destekleyecek ve onunla komünist bir birlik kuracak komünistlerin oluşturduğunu bilmek gerekir. Bu durumda Kürtler üzerinden demokrasi partisine kavuşanların komünist işçi partisini sonsuza kadar ertelemeleri kaçınılmazdır. DEHAP’ın sisteme soldan teslim edilmesinin esas nedeni de budur. Yoksa Kürt özgürlük hareketinin sınıfsal karakteri, taşıdığı çelişkiler ve karmaşa, bizim bakış açımızdan ikincil faktörler olarak değerlendirilmektedir.

Bugünkü durumda Kürt hareketi, devleti demokratikleştirerek kendi taleplerini gerçekleştirebileceğini düşünmekte ve bu nedenle demokratik cumhuriyet istemektedir. DEHAP’ta yer alan SDP açısından ise, devletin kuruluş varsayımlarının kaldırılması yoluyla devletin demokratikleştirilmesinin ilk adımının Kürt meselesinde atılması, Kemalizmin çimentosununun çözülmesi anlamına gelecek, demokratik adımların en zoru olan bu ilk adımdan sonra, demokratik devrim yoluna girilmiş olacaktır. SDP’lilere göre, Kürtlerin demokratik cumhuriyetine ulaşmak, demokratik devrimin ilk müjdecisi olacaktır. Bu arkadaşlara göre demokratik devrimin öncülüğünün yolu mücadeleden geçer ve kim mücadele ederse onun temsil ettiği sınıf bu devrime öncülük eder. Arkadaşlar, ‘bir yol sürece girildi mi, demokratik devrime öncülük edecek ve onu kesintisiz olarak sosyalist devrime götürecek öncü’yü, içine girilen süreçlerin sağlayacağı olanaklarla inşa ederiz’ diye düşünüyorlar herhalde? Öyle ya kervan yolda dizilir! Bütün bunlardan sonra oluşturulan blok’un neden ÖDP ile ayrıldığı sorulabilir. ÖDP’nin mızmızlıkları bilinmiyor değil ama, yine de HADEP’in demokratik cumhuriyeti, ÖDP’nin özgürlükçü demokratik cumhuriyeti ve SDP’nin demokratik devrimi arasında tam tamına bir çakışma olduğu görülebilir. Bizce uyuşmazlık, yakın tarihin çatışmalarının, cumhuriyet anlayışlarındaki çakışmanın üstüne gölge ediyor olmasından başka bir yerde aranmamalı.

SEÇİMLERDE TAVRIMIZ

“Öyleyse, genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan göstergedir. Bugünkü devlet içinde bundan daha fazla bir şey olamaz ve asla olmayacaktır...” (Engels)

Seçimlere yaklaşımda esas, komünizmi toplumun önüne politik bir seçenek olarak koymaktır. Her siyasi sorun bu açıdan ele alınmalıdır. Bugünkü durum açısından komünistlerin bütün siyasi çalışmaları komünist işçi partisinin oluşmasına hizmet etmelidir. Seçimlere, komünizmin siyasi bir seçenek olarak toplumun önüne koyulması temel alınan bir noktadan yaklaşılmalıdır. Ajitasyon, propaganda ve siyasi çalışma, seçim dönemlerinde esas olarak, burjuva partilerini teşhir eden, yoksulluğun, açlığın ve sömürünün kaynağı olarak sermaye düzenini ve onun temsilcisi olan partileri gösteren, sorumlu tutan bir noktadan yapılmalıdır. Bunu gerçekleştirmek için proletaryanın konünist partisinin yaratılması zorunludur. Büzen partilerinin ve sermaye düzeninin teşnhiri için; kapitalizmin yarattığı sorunlara burjuva parlamentarizminin çare olamayacağını ve çözümsüzlüğü yeniden üreteceğini, kitlelere anlatmaya uygun imkanlar sağlayan seçimlere sırtımızı dönmemeli; demokrasi hayallerini tüketmek yoluyla devrim bilinci ve zorunluluğunun kitleler ve işçi sınıfı açısından kabul edilip, ete kemiğe bürünmesine fırsat ve zemin yaratan seçimlerden bu yönde yararlanmalıyız. Esas olarar proletarya partisinin olduğu koşullarda, seçim de, parlamento da, mücadele alanı olarak, gerektiği gibi değerlendirilebilecektir. Kuşkusuz ‘işçi sınıfı iktidarı ve sosyalizm’ parlamento yoluyla değil, devrim yoluyla gerçekleşecektir. Bugün sol adına bu iddialarla yola çıktığını söyleyen partiler olduğu gibi, bu iddiadan şimdilik uzak durup, günün acil sorununun demokrasi mücadelesinden geçtiğini ve demokratik kazanımlardan sonra, bunların üstüne basarak sosyalizm mücadelesi verilebileceğini söyleyen bir blok da oluşmuştur. Demokrasi mücadelesinin kendisini esas alıp, bunun üzerinden bu mücadeleye uygun ve demokrasi mücadelesi için bir parti oluşturulmasını savunan blok ve bileşenleri, iki açıdan önemli ve yararlı bir iş yapmış olacaktır. Birincisi, işçi sınıfının iktidarını esas alan ve ona uygun bir proletarya partisini savunan komünistlerle, demokrasi mücadelesini; marksizm-leninizm’i esas alanlarla, yasalcılığı ve parlamentarizmi esas alanlar arasında sınır çizmek bugün daha olanaklı hale gelmiştir. Diğer bir açıdan ise, bu sınır çizgisinin tanımlanabilir olması, reformistlerle, reform mücadelesini esas alanlarla, nasıl ve hangi noktalarda birlikte olunabileceği ve hangi noktalarda ayrışıldığının netleşmesine tarihsel imkan sunmaktadır. Ülkemizde, demokrasi mücadelesinin, burjuva demokrasisinin ‘tutarlı’ savunucularının olması, geçmişten bu yana eksikliği hissedilen bir kitlenin ve bu kitlenin partisinin yaratılmasına hizmet edecektir. Bu noktada bu kitle ve onların temsilcileri ile demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde yanyana gelmek, Türkiye gibi bir ülkede kaçınılmaz olacaktır. Komünistlerin seçimlere yaklaşımı, ne demokrasi mücadelesinde mevzi kazanmak ne de devletin demokratikleştirilmesi ekseninde ele alınamaz.

İşçi sınıfının komünist partisi, iktidar mücadelesinde, demokrasi mücadelesi veren güçlerle yanyana gelebilir ve gelmelidir. Ama proletarya partisinin olmadığı koşullarda, demokrasi mücadelesi veren partilerin ve onların programlarının peşine takılmak, bu tarihsel görevin daha da ertelenmesi için gerekçe oluşturacaktır.

Bu nedenle, her boydan düzen partilerine ve seçimlere katılmaktan muradları ne olursa olsun sol partilerin hiçbirine oy vermek doğru değildir. Doğru tavır, sınıf mücadelesinde iktidar perspektifi ile yer alacak seçimi ve parlamentoyu bu amaç için kullanabilecek prolaterya partisinin yaratılmasıdır. Bunun yolu önce iktidar perspektifine sahip olmak ve bu amaçla komünistlerin birliğini gerçekleştirmekten geçer.”

OY VEREBİLECEĞİMİZ KOMÜNİST PARTİMİZ YOK

“Parlamentarizm kuşkusuz ‘siyasal olarak zamanını doldurmuştur’; ama asıl sorun şu ki bizim için zamanını doldurmuş olan bir şeyin, sınıf için, yığınlar için zamanını doldurduğunu sanmamak gerekir... Geri kalmış katların, burjuva demokratik ve parlamenter önyargılarını, önyargı olarak nitelendirmek görevinizdir. Ama aynı zamanda (yalnızca komünist öncünün değil) bütün sınıfın bilincinin ve hazırlığının, (yalnızca ilerici unsurlar değil) emekçiler yığınının tümünün bilincinin ve hazırlığının gerçek durumunu özenle gözlemek de görevinizdir... Burjuva parlamentosunu ve bütün öteki gerici kurumları dağıtmaya gücünüz yetmediği sürece, bu kurumlarda çalışmak zorundasınız, özellikle hala papaz takımının aldattığı ve kır koşullarının aptallaştırdığı işçiler mevcut olduğu için, bu kurumlarda çalışmalısınız. Bunu yapmazsanız gevezeden başka bir şey değilsiniz.” (Lenin)

Lenin’in ifade ettiği, burjuva parlamentosunun bugün bizim için ömrünü çoktan tamamladığı ama yığınları kandırmak ve parlamentonun çözüm olabileceğine inandırmak açısından, sistemin, her seferinde atlardan bir başkasını öne çıkardığı saptaması bugün de fazlasıyla geçerlidir. Ama bildiğimiz gibi, kendine komünist diyen bir parti ile çok sayıda bağımsız aday da bu seçimlerde yer almaktadır. Birincisi açısından, işçi sınıfının kendi öz örgütlülüklerine dayanan ve her günkü mücadele açısından kendini yeniden üreten bir örgütlülük, proletaryanın örgütlülüğü yerine, kitlelere dışardan hitap eden ve onlar adına politika yapmayı seçtiği ölçüde burjuva politik tarzı yeniden üretecek bir parti ile karşı karşıyayız.

Seçim ajitasyonu ile, bizden henüz uzak bulundukları yerlerde halk yığınları ile temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü önünde, bizim saldırılarımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda bırakmak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir benzeri daha yoktur.

sözleriyle, Engels’in kastettiği sadece propaganda imkanı değildir. “...bizden henüz uzak bulundukları yerlerde” sözü bir proleter temeli; “uzak bulunulan yerde halk yığınları ile temasa geçmek” ve yine “tüm halkın gözü önünde bizim saldırılarımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini savunmak zorunda bırakmak” sözleri de, proletaryanın halk kesimleri üstündeki hegemonyasını ifade eden anlatımlardır. Eğer Engels’in bu anlatımı, sadece propaganda olanakları sağladığı için, halk yığınları temelinde örgütlenip, kitlelere öncülük yapmak için dışardan seslenen bir tarzı anlatıyor olsaydı, bugün, komünist adıyla seçimlere giren partinin yaptıklarına katılmamak, kuşkusuz, bu partiye büyük haksızlık olurdu.

Bağımsız sosyalist adaylar çıkaran siyasi hareketler açısından ise, sahip oldukları sosyalizm anlayışlarının gereği olarak seçim dönemlerini kullanmak, programlarında ifade ettikleri görüş ve talepleri dile getirmek esastır ve kendileri açısından bir doğruyu hayata geçirmektedirler. Bu açıdan bu arkadaşlara söylenebilecek olan, programlarda örtüşüldüğü ölçüde seçimlerde yan yana gelmenin mümkün olacağıdır. Bugün için geçerli olan, farklı sosyalizm anlayışlarına sahip olmamız ve bu nedenle programlarına destek olamayacak olduğumuzdur. Bağımsız sosyalist aday çıkaran siyasi hareketler, bizim sahip olduğumuz sosyalizm ve program anlayışına sahip değiller ve kendileri için esas olan da kendi programlarının propagandasını yapmaktı. Ayrıca, “Ezilenlerin Sosyalist Platformu”nun, seçimlerde DEHAP ve Sol Blok içinde, teknik nedenlerle yer almaması nedeniyle, bu bloğun sahip olduğu ‘demokrasi’ anlayışından esas olarak ayrılmadığını düşünüyoruz. Seçimleri ve seçimlerde alacakları oy’ları bir barometre gibi kullanmaktan çok seçim dönemini propaganda aracı olarak kullanmak bu siyasetlerin tercihidir ve arkadaşlar açısından söz konusu olan seçimlerin bu ikinci işlevidir. Aynı şey “komünist” parti için de geçerlidir. Oysa DEHAP için öncelikli olarak geçerli olan bu iki anlayışın tersine, seçimleri bir ölçü olarak değerlendirmektir. Kuşkusuz, DEHAP’ın seçimlere yönelik ölçüsü, Engels’in anlatmaya çalıştığı “işçilerde zafere olan güveni, düşmanlarda ise aynı ölçüde korkuyu artırmaktan ve böylece bizim en iyi propaganda aracımız olmaktan; bize kendi kuvvetimiz hakkında ve aynı şekilde bütün karşı partilerin kuvvetleri hakkında tam ve doğru bilgiyi vermekten ve böylelikle de bize kendi eylemimizi gücümüzle orantılı tutmak için bütün ötekilerden üstün bir ölçüt vermekten ve bu şekilde bizi yersiz bir korkaklık ve çekingenlikten” koruma kaygısından kaynaklanmaktadır. Bunda kuşku yoktur. Ama, Engels’in ‘bizim’, ‘bize’, ‘kendi kuvvetimiz’ diye kastettiği ile, DEHAP bileşenlerinin bu kelimelere ne anlamlar yükledikleri ve bundan sonrasında yükleyebilecekleri kuşkuludur. Örneğin, bu kuvvetlerle, Avrupa Birliği’nin kapılarına mı, Musul Kerkük sınırlarına mı, yoksa demokratik devrimin kesintisiz yollarına mı koyulunacaktır, şimdilik bilinememektir. Bu kuvvetler için, yürümek esastır.

Bilinmelidir ki; “insan, her şeyini kaybedebilir ama yönünü kaybetmemelidir!”

VE AK PARTİ KAZANDI!

Ülke tarihi en ilginç seçimlerinden birisini tamamladı. Sonuçların kriz altında çaresizlikle en küçük umut ışığına koşmaya hazır kitleler üzerinde yarattığı olumlu etki AKP genel başkanının egemen güçlere ve sermayeye yönelik dağıttığı mavi boncuklarla birleşince seçim öncesi yaratılan gergin hava yerini ılık meltemlere bıraktı. Havanın ne zaman bozacağını ise zaman gösterecek. Şu an için geçerli olan ılıman iklimin değişeceği ise kesin gibi görünüyor. Bu düşünceyi yaratan pek çok neden var.

2002 Kasım seçimlerinde siyasette yaprak dökümü yaşandı. Bahçeli dışında istifa eden siyasetçilerin geri dönmeye yüzü tutacak olanı yok. Genel kanı bu. Bir yandan da Türkiye’de burjuva siyaseti yolunu çizmeye devam ediyor. Yıpranan ve sahneden çekilen partilerin yerini, bir dönem dinlenmeye çekilen veya daha önce sahnede olmayan partiler alıyor.

Refah Yol iktidarı, orta sınıfların, tekelci karaktere aday unsurlarının, siyasal iktidardan yararlanmak, oligarşi içinde kendi renkleriyle yer almak talebiydi. Kabul edilemez olduğunda 28 Şubat süreci, uluslararası ve bölgesel gelişmeler de hesap edilerek başlatıldı. Bu süreç, Anadolu’da örgütlü sermaye gruplarının TOBB ve MÜSİAD çevresindeki örgütlülüklerinin oligarşik iktidarda yer almak talebi olarak şekillendi. İktidar dışı bu kesimler yaşanan krizin orta sınıflar üzerindeki yıkıcı etkilerinden en çok etkilenen kesimler oldu. Oligarşinin dışında tutulan ve belli bir sermaye birikimini temsil eden tekelci yapıları içinde barındıran; kitle örgütlülüklerinin ve kitleleri hareket ettiren unsurların kilit noktalarında orta burjuvazinin yer aldığı; seçmen tabanı olarak ise geniş yoksul, işsiz, köylü ve emekçi unsurlardan oluşan Adalet ve Kalkınma partisi hareketi; geçmiş Refah Yol hükümetinin tecrübesi üzerinden hareket etmeyi tercih etmiş ve bu tercihi başka bir çok dinamikle birleştiğinde, mevcut seçim tablosu oluşmuştur.

Erbakan’ın siyasete çıkışından bu yana dayandığı Anadolu sermayesi, örgütlülüğünü o günlerden bu yana geliştirmiştir. Erbakan’ın en fazlasından koalisyonun üçüncü ortağı olarak yer alabildiği hükümetler azımsanmamakla birlikte, yine de 90’lı yıllara kadar, önemli bir başarı var sayılamaz. O zamandan bu yana şimdi AK Parti’de olan önemli bir kesimin, Ankara’yı da katarsak, en büyük iki metropol ve bir çok il ve ilçede belediyelerde bulunduğu unutulmamalıdır. Belediyecilik anlayışı açısından sorunlu ve hatta tam bir talan mantığına sahip oldukları açıktır. İmar suçları su havzalarını işgale kadar vardırılmıştır. Gecekondularda dincilerin etkinliğine bırakılmış geniş kesimler, belediyecilik anlayışına değil, talana ne kadar ortak edildiklerine, siyasal islamın diliyle konuşursak ne kadar nasiplendirildiklerine göre oy vermektedirler.

Anadolu sermayesi denen orta sınıf tabanlı geniş bir kesim, içlerinden bazıları tekelci karakter kazanmış olanlar da (Yimpaş, Ülker, Bayraktarlar, Jet-Pa, Kombassan vb.) dahil, 80’li yıllardan bu yana önemli gelişme göstermiştir. Bu gruba yeşil sermaye denmesi, kendilerinin de bunu Müslüman İşadamları ve Sanayiciler olarak kabul ve tasdik etmeleri kuşkusuz bir şeyin göstergesidir. Bu şey ise, iktidardan dışlanmış olmaları; genel dengeler izin verdiği ölçüde devlet arpalığından nemalandırılmanın artık kendilerine yetmemesidir. Devlet imkanlarının yönetilmesine kendileri doğrudan katılmak istemektedirler. Oligarşi içinde ayak kaydırmacaların şiddetlendiği bugünkü koşullarda, yeni gelişenlere yer açmayı hiçbir oligark istememektedir. Türkiye’de burjuvazinin gelişmesi tekelci aşamalara varması hap egemen resmi söylem içinde, laiklik ve modernizm eksanli ideoloji temelinde olmuştur. Bu noktada, devlet iktidarının dışında gelişen ve dışında kalma durumları sürekli hale gelen bu Anadolu sermayesinin islamcı ideolojik söylemi esas alması anlaşılabilir bir durum oluşturur. Ama bu kesim içinde tekelci karakter kazananlar iktidara yaklaştıkça, iktidarın asgari şartlarına uymak zorunda olunduğunu tecrübe etmişlerdir. Bu kesimler Erbakan deneyinden ülkenin sahiplerinin milli görüş mantalitesine yol vermediğini çıkardılar. Erbakan’dan bu dünüşümü gerçekleştirmesini beklemek haksızlık olurdu. Taban ve hareketin bileşenleri, Erbakan’a karşı hareketi ikiye böldüler. Abdullah Gül’ün Amerika’yla ilişkileri ön plana çıkarılarak Erbakan anlayışına karşı aday gösterilmesi, bu mantaliteden kopuş kararını gösteriyordu.

Seçime giren diğer partilerin denenmişliği ve kitlelerin gözünde yıpranmışlığı, belki de bir ölçüde Recep Tayyip kişiliğinde yasaklı imgesinin ‘mazlum’ karakteri, koalisyonun uyguladığı politikaların sonuçları, bütün bunlar toplam olarak bir tepkiyi örgütledi ve bu tepkiye en iyi yanıt geliştiren parti olarak AK Parti öne çıktı. Bu aşamada, AK Parti’nin kendisinin, %35 oyla tek başına iktidarından çok büyük rahatlık duyduğunu düşünmemek gerekir. Türkiye’de önemli bir yüzer gezer oy kitlesi vardır ve bir seçimde vezir yaptığını ötekinde rezil edebilmektedir. AK Parti kadar aşılması zor handikaplarla hiç bir parti bugüne kadar karşılaşmamıştır. Bir yandan açlık ve sefaletten kurtulmak kaygısı taşıyan seçmenlerin talepleri ve içinden geldiği geleneğin istemlerini yerine getirerek onların desteğini sağlama zorunluluğu; öte yandan, İMF programlarının uygulanması durumunda, bu işten karlı çıkacak oligarşinin taleplerinin yerine getirilmiş olunacağı ve bunun tekrar tekrar ortaya çıkaracağı vahim toplumsal sonuçlar... İçinden geldiği geleneğin tabanının simge haline getirdiği başörtüsü sorununda olduğu gibi, bir çok sorunda, bu partinin Ordu ile çatışmayı ne kadar göze alabileceği de ayrıca önümüzdeki günlerin tansiyonunu belirleyecektir. Kısacası, eşitsizliğin ve sorunların yeniden üretiminin hızlanması... Seçimlere %75 katılım olduğu ve bunun da %45’inin dışarda kaldığı düşünülürse, bu %75’in %35’ini alan bir partinin, seçim sisteminin sakatlığını bütün bu oranların üstüne ekleyip, meclisin %60’ını oluşturması mümkün olmuştur. Demokrasi kaygısını taşıdığını düşünmesek de, AK Parti’nin bu oranlarla iktidar olmuş bir hareket olarak, sosyolojik dengeleri iyi hesap etmesi gerekmektedir. Bugün için temel bir problem gibi ele alınmasa dahi bu sorun, bu oy oranlarıyla iktidar olan ve egemen ideolojiyle örtüşmeyen bir gruba karşı ileride kullanılacak bir koz olarak saklanmaktadır.

AK Parti’nin önünde iki yol bulunmaktadar. Ya uluslararası mali merkezler ve tekelci burjuvazinin çizdiği çerçeveyi kabul edecek (ki bunu kabul ettiklerini söylüyorlar) ve bu durumda hem seçmen tabanıyla hem de onu iktidar yapan Anadolu sermayesinin büyük kısmıyla yollarını ayıracak; açıktan bunu yapamadığı yerde ise, zamanla sistemi revize edecek açılımları kollayacaktır. Bu ise daha başlangıçtaki demeçlerle gölgelenmiş bir seçenek olarak belirmektedir.

İnsanın kendisi hakkında düşündüklerinden daha geçerli olan, başkalarının o insan hakkında ne düşündüğüyse; AK Parti için geçerli olan da, bu partinin hangi örgütlülük üstünde, hangi çıkar çevrelerinin temsilcisi olarak geldiği kadar, en az onun kadar kimin programını uygulayacağı ve bu programın kime hizmet edeceğidir. Uygulayağı programın IMF ve Dünya Bankası reçeteleri ve hedefin Avrupa Birliği olduğunu ileri sürmektedir. Üstünde yükseldiği örgütlülük ve onu destekleyen sermaye grupları açısından esas olarak orta sınıf karakteri taşımaktadır. Oligarşi ve tekelci sermayenin kerhen yol verdiği bu parti, artık kendi taşıyacağı ve yaşayacağı çelişkilerini yine kendi çözecektir. AK Parti’nin tekelci burjuvazinin, oligarşinin tercihi olmadığını, bu rolü, Kasım seçimleri için CHP’nin oynadığını söylemeliyiz. Bu Türkiye’deki egemenlerin en fazlasıyla takip edip gözaltında tutacağı bir meseledir. Sorun yaşandığında, müdahalenin en detaylı yolları kullanılacaktır. Kısa zamanda, hükümet olmakla iktidar olmanın ayırıcı pratiğinin deneyimini edinecek olan bu parti, hükümet olduğu koşullar ve erken seçime götüren şartlar düşünülürse, Refah-Yol hükümetindeki Erbakan’dan farklı davranmak ve tekelci burjuvazinin en has partilerinden olmak zorunda kalabilir. İdeolojik olarak savundukları ile uygulayacağını söyledikleri ekonomik program arasındaki farkı bu ikinci faktör lehine hızla kapatacaktır. Aksi durumda Türkiye’de iktidar olması mümkün değildir.

Seçimlerin AKP iktidarı ile sonuçlanması ve bunun egemenlerle toplumsal muhalefet arasındaki ilişkiyi yansıtması işin bir yönüdür. Seçim sonuçları üzerinden, bunun ne kadar yoksullaşan yığınların tepkisini yansıttığı, ne kadar yükselebilecek bir muhalefetin emperyalizm ve oligarşi lehine pasifize edilmesine karşılık geldiği, önümüzdeki günlerde yeni hükümetin uygulamalarıyla daha da netlik kazanacaktır. Ama işin başka bir yönü pek tartışmaya yer bırakmayacak kadar ortadadır. O da bütün toplumsal sorunlara kalıcı ve gerçek çözümler getirebilecek tek siyasi hareketin, işçi sınıfının komünist hareketinin bu siyasi yelpazedeki yeridir. İşçi sınıfı komünist siyasi önderliğine sahip olarak siyasi gelişmelere damgasını vurmadığı sürece, ya egemen sınıflar kitleleri sahte umutların peşinden sürükleyecekler ya da kitleler tepkilerini çeşitli muhalefet hareketleri aracılığıyla ifade etmeyi başarsa da bunlar düzen içerisinde kaldıkları ölçüde eninde sonunda yine egemen sınıfların kuyruğuna takılacak, onlara hizmet edeceklerdir. Bunlar evrensel saptamalar olarak Türkiye ölçeğinde de dünya ölçeğinde de geçerlidir.

Bu anlamda dünya ölçeğinde de manzara ve dolayısıyla değerlendirme farklı değildir. Keskinleşen çelişkiler, hızlanan yoksullaşma, tırmanan baskı, zulüm ve saldırılar memnuniyetsizlikleri, huzursuzlukları artırmakta, muhalefet ve isyan hareketlerini gündeme getirmektedir. Yumuşama, barış, insanlığın ortak çıkarları yalanları yırtılıp atılırken küreselleşme efsaneleri çökmekte ve kapitalizmin, emperyalizmin çirkin yüzü yine açığa çıkmaktadır. Emperyalizmi, kapitalizmi bir daha dirilmemek üzere mezarına gömecek tek gücün işçi sınıfı olması ise, bu sınıfın mücadelesini birleştirip sosyalist devrime öncülük edecek bilinçli siyasi hareketinin, işçi sınıfının komünist hareketinin dünya çapında yokluğunu bir kere daha yakıcı bir biçimde hissettirmektedir.

KURTULUŞ sosyalist dergi

[1]Bkz Kurtuluş Sosyalist Dergi 3, Yeni Dönem Eski Tezler

KASIM 2002

5

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ