Ana sayfa

İlk kuşak marksistlerde ve Lenin’de emperyalizm

ESKİ TEZLER YENİ DÖNEM

Kapitalizm tarihinde Ekim Devrimi ile açılan parantez kapanmış ve bu durum, önemlice bir kesim tarafından emperyalizmin yeni bir aşaması olarak değerlendirilmiştir. Aslında olan, kabaca söylersek, ‘kapitalizmin kaldığı yerden devam etmesi’ diye ifade edilmelidir. Ve ne yazık ki, kaldığı yerde, sınıf uzlaşmacılığı ve bunun politik ifadeleri bulunmaktadır.

HACI YILDIZ

 

Seksenli yılların sonu ile iki binli yılların başlangıcına damgasını vuran bir söylem etkileri ve politik tezahürleri açısından hala terk edilmiş değil; dünyanın değiştiği, savaşların geride kaldığı ve artık barışın, demokrasinin, insan haklarının önünün açılacağı... Daha büyük çaplı savaşların çok uzak görülmediği, yanı sıra bölgesel gerilim, çatışma ve gerilimlerin artarak sürdüğü günümüzde, bu sözlerin eskisi gibi yüksek sesle ve açıktan söylenmesi, kuşkusuz, söyleyeni aptal durumuna düşürecektir. Bu saptama üzerinden yakın tarihe bakınca, sosyalizmlerin sahneden çekildiği günlerden ilk Körfez Operasyonuna kadar geçen süreyi ‘yumuşama dönemi’ olarak tanımlamak da yanlış olmayacaktır. Bu dönemde ‘sivil toplum’ kavramı temelinde, ‘demokrasici’ söylem öne çıkarılarak egemen ideoloji olarak kutsanmış, böylece yeniden yapılanmada (yeni dünya düzeninin oluşturulmasında da denilebilir) oldukça işlevli hale getirilmiştir... Burjuva iktisat yazınından, sol tandanslı bir yazarın,

“Türkiye, uzun yıllar NATO için jeo-politik öneminden yararlanarak Batı kurumlarına katılabildi, askeri ve ekonomik yardım alabildi; bu niteliği Batı ülkeleri için ön planda geldi. Ne var ki, yeni dünya koşullarında bu önem artık değerini yitirdi. Bundan böyle Türkiye ancak demokrasisinin mükemmelliği, insan haklarına ve sosyal haklara saygısı, ekonomik-teknolojik-kültürel alandaki başarı çizgisiyle kendisine bu yeni dünyada saygın bir yer bulabilecektir” ..” (Gülten Kazgan, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye içinde, s. 224)

yorumu ile, sosyalist saflarda yer alan bir başka yazarın aynı dönemdeki görüşlerinin paralelliği, saptamalarımızın geçerliliğini artırması anlamında dikkat çekicidir. Amerika’daki ‘Özgürlükler Evi’ adlı bir vakfın yaptığı araştırma sonuçlarına göre Türkiye’deki demokrasi , dünya sıralamasında 129. sırada çıkınca ‘sosyalistlerin görevinin, demokrasiyi bu sıralamalarda üst basamaklara taşımak ve bunun için demokrasi mücadelesi vermek olduğunu (bkz, Seyfi Öngider, Sosyalist Kurtuluş 2) vazedip, buna göre politikalar oluşturulması, küreselleşmeci ideolojinin belirlediği, ‘demokrasi söyleminin’ etkisinin boyutlarını göstermesi bakımından öğreticidir. Bu yönelim, uluslararası sosyalist merkezlerden görece uzaklıklarına ve her şeye rağmen geçmişin ‘orta yolcu’ akımlarının da yıkılan duvarın altında önemlice yaralar aldığını gösterir.

Körfez operasyonundan sonraysa, dünyanın yeniden şekillendirilmesi için yaşanması gereken yıkımın hemen hemen bittiği ve bu anlamda ‘yumuşama döneminin’ sonunun geldiği görüldü. Artık yeni dünya düzeninin şekillendirilmesi için sertlik dönemine gerek görülüyordu. Bir yandan sağ ideolojik yelpazede terör merkezli kavramsal çerçevenin inşası, hiç ara verilmeden sürdürülse de, üstüne dünya politikalarının şekillendirileceği bu kavramsal çerçevenin ideolojik olarak egemenlik kurması için, henüz, teorinin pratik yaşama indirilmesi ve bunun için de bir takım ve önemli olayların gerçekleşmesi gerekiyordu. Körfez operasyonları, bölgesel sınırlı çatışmalar, politik iklimi ve siyasi felsefeyi kökten değiştirmek ve hiç kuşkusuz yeniden yapılandırmak için gerekli ortamı sağlamış oldu.

Kapitalizmin doğasının değiştiği ve artık barış döneminin, soğuk savaşın bitimi ile birlikte önümüzde uzanıp durduğunu söyleyenler; ‘tarihin sonu’nu, Hegel’e dönüşü, kendilerine entellektüel maya yapanlar, iktisat ideolojilerinde olduğu gibi, siyasette de yüzyılın başındaki tezlerle paralellik oluşturan fikirleri savunmaya başladılar. Nasıl geçen yüzyılın başında, kapitalizmin doğasının değiştiğini ve bu yüzden krizlerin önlenebilir, üretim anarşisinin ortadan kaldırılabilir olduğunu ileri sürebilenler ortaya çıkmışsa, yeni yüzyılın (moda deyimle milenyumun) başında da aynı şekilde emperyalizmin ortadan kalktığını ve, yaşanmakta olan küreselleşme süreci sonunda global bir sistemin bizi beklediğini söyleyenler çıkabildi. Kautsky’ci ultra-emperyalizm tezinin bugünkü versiyonları, küreselleşmenin kaçınılmaz, neredeyse mevsimlerin birbirini takip edişi kadar kaçınılmaz ve doğal bir gelişme olduğunu ileri sürüyorlar. Öyleyse Lenin’in emperyalizm tezinde bir boşluk ya da bir yanlışlık olduğunu da ileri sürmek kaçınılmazlaşır! Lenin’in emperyalizm tezinin anlamının, “ancak pratik etkinlikle ilişkileri içinde incelendikleri zaman” (Lelio Basso, Emperyalizm Kuramı ve Lenin, Marksizm ve Gelecek2, s105) ortaya çıkacağını ileri süren görüşler az değildir. Bir yanıyla doğru olan bu görüş, diğer yanıyla yanlıştır. Çünkü bu görüş eğer Ekim Devrimi ve bunu başaran Bolşevik örgütlenme deneyimleri yaşanmamış olsaydı, Lenin’in ‘Emperyalizm’ kitabının çok da bilinen bir çalışma olamayacağını, ancak meraklılarının ilgi alanına gireceğini savlar. Bu yanıyla da Ekim Devrimini biraz da şansın sonucu olabilmiş bir tarihsel olay olarak değerlendirir. Kulağı tersten göstermeyi tercih eder. Bu tutum, Ekim Devriminin, Lenin’in emperyalizm tezinin mantıki politik çıkarımlarını, strateji ve taktiklerini yaşama geçirebilecek bir partinin; Bolşevik Partisinin ve onun devrimci taktiklerinin sonucunda gerçekleştiğini göz ardı etmiş olur.

Peki Lenin’in ileri sürdüğü tezler gerçek değil midir ve bu tezler bugün neyi ifade etmektedir? Bu tezler sadece örgüt/parti ve devlet tezlerine yansıdığı kadarıyla mı etkilidirler? Bu sorunun yanıtı çürüyen kapitalizm olarak tanımlanan emperyalizmin daha ne kadar çürüyeceği, sistemin ne zaman alternatifi tarafından galebe çalınacağı sorularını beraberinde getirir. Yirminci yüzyılın başından bu yana çürüyen sistem olan kapitalizm, neden yok olmamış, yok edilememiştir? Lenin’in teşhisi erken bir teşhis midir? Bu soruların yanıtlarını bulmak, çok zor değil. Ampirik araştırmalar sonucunda, dünya ticareti, kapitalist üretimin yapısı ve dünya üzerindeki dağılımı, finans piyasalarının niteliği hakkında bir yargıya varmak mümkündür ve yapılmalıdır. Hatta Lenin’in tariflediği türden ‘mali sermayenin’ bugünkü niteliği ve işlevleri üzerine ifade edilmesi gereken sorular da yok değildir. Ama en önemlisi ve üstünde durulması gereken sorun, tıpkı yirminci yüzyılın başında kapitalizmin eriştiği emperyalizm olgusuna yaklaşımlarda olduğu gibi, bugün de kapitalist emperyalizmin almış olduğu yeni ivme (ki küreselleşme olarak bütün bir doksanlı yıllarda egemen olmuştur) ile ilişkili olarak açılan tartışmalardır. Belki de bu yazının konusu olması açısından sözü edilen tartışmada geç taraf olunmaktadır. Çünkü içinden geçmekte olduğumuz günler, kapitalizmin sıkışıklıklarına ve krizlerine ‘yıkıcı’ çözümler üretilmekte olduğunu yaşayarak gördüğümüz günlerdir.

“...Şöyle ya da böyle: eğer kapitalist dünya sistemi tekrar ve bir kere daha kendini başarılı bir biçimde inşa etmeği becerirse, her şeyden önce diğer alternatif perspektifler adına, böyle bir sözde durgunluk ve yapı dönüşümü döneminde uluslararası gerilimlerin –tarihteki tüm benzer olumsuz örneklere rağmen– yine bir infilak ile giderilmemesini umalım” (Folker Frobel, Dünya Ekonomisi içinde, s. 63)

kaygısı belirtildikten çok değil on yıl sonra dünya, geçici ‘yumuşama dönemini’ geride bırakıyor ve Körfez operasyonları ile tanışarak, gerilimi gittikçe yükselen ve savaş olasılığının gerçeklik sınırına dayandığı bugünlere gelmiş bulunuyor.

Bu anlamda, bütün bir dünyaya söylenen artık krizlerin olmayacağı, kapitalizmin mutlak ve tek sistem olarak sosyalizmi yenilgiye uğratmasının insanlığa sonsuz barış ortamını hediye ettiği, bu nedenle de serbest piyasa ile demokrasinin kol kola yeni bir sistemi oluşturmaya başladığı yalanı, uzun ömürlü olmadı. Yalan kısa sürdü. Ama öyle etkili bir ortamda söylendi ki bu yalanın mumunun yatsıya kadar yanması, etkilerinin çok uzun sürecek bir yanılsamayı döllemesini engelleyemedi. Bu eğilimin tarihsel kökleri de düşünülünce, bu durum daha bir anlaşılır olur. Üstelik bu yanılsama üzerine, sınıf uzlaşmacı ve oportünist politikalar, çoktan inşa edilmişlerdi. Ve bugünlerde, ortalığı kan gölüne çeviren bölge savaşlarına kapı aralanırken, sınıf uzlaşmacı oportünist politikaların etkileri belirleyici olmakla kalmıyor, sınıfsal temellerinden ‘kurtulmuş’ demokrasi anlayışlarınca ‘her dönem için geçerli’ olduğu şeklinde kutsanıyor. Kuşkusuz bu bakış açısı ulusal düzeyden, sınıfsal düzeye, demokrasi mücadelesinin bütün dokusunu tahrip etmiş bulunuyor..

Soğuk Savaş’ın son dönemlerinde iki blok arasında yumuşama ve silahsızlanma görüşmelerine hakim olan, sınıf uzlaşmacılığına ait ne kadar kavram varsa, bunlar, sosyalizmin yıkılmasıyla birlikte ve aynı günlerde hakim ideolojik şekillenmenin, yani barış ve demokrasi söyleminin temel taşlarını oluşturmuştur. Bu açıdan kapitalist emperyalizmin ‘sosyalizmin piyasacı ve prestroykacı’ yorumlarına çok şey borçlu olduğunu söylemeden geçmemek gerekir.

Bugün emperyalizmin içine girdiği yeni dönem geçmişinden bağımsız ele alınamaz. Emperyalizm üzerindeki bugünkü tartışmaların, yüzyıl öncekilerle hemen hemen aynı soruları güncelleştirdiği görülecektir. Ama buna geçmeden, başta Marx olmak üzere ip uçlarından ve sonra da ilk dönem marksistlerde konunun nasıl ele alındığından yana bir değerlendirme yapmak gerekiyor.

EMPERYALİZMİN ÖNCELLERİ VE MARX

Kapitalizmin işleyiş yasalarını ve bir sistem olarak kapitalizmi, artıkdeğerden başlayarak soyut düzeyde ve yalıtarak ele almış ve sonrasında tarihselliği içinde bu sistemin oluşumunu ve eğilimlerini deşifre etmiştir. Artık buradan kalkarak geleceğe yönelik kestirimler yapmak mümkün olmuştur. Engels’le beraber, sosyalizmi bilimsel bir kıta haline getirmiş, kapitalizmin eğilimlerinin, ne türden bir toplumsal yapıyı döllediğini göstermiş ve giderek, bilim adamı kimliği ile politikacı kimliğini çakıştırmıştır. 11. kodlaması ile meşhur ‘Filozoflar dünyayı yorumlamakla yetindiler, aslolan onu değiştirmektir’ tezinin, sonraları, ‘dünyayı yorumlayabilmenin çok da zor olmadığı, zor olanın onu değiştirmek olduğu’ sığlığı ile algılanması ise bir talihsizlik olmuştur. Oysa ki dünyayı yorumlayamadan değiştirmeye kalkmak, devrimcilik ve sosyalizm adına trajik olaylara yol açmış ve bütün bir yüzyıla bu trajik olaylar damgasını vurmuştur.

Marx’ın yetersizliklerine ilişkin çok bilindik bir söylem vardır. ‘Marx, emperyalizmi göremedi!’ Bu yarım ağızla söylenmiş bir suçlama şeklinde duyulmuştur çoğunca. Olmayan bir şeyi görmek kahinlerin işidir oysa ki! Marx da kahin değildi ve kapitalizme ait yasaları ve eğilimleri ortaya koyarken, emperyalizm olgusunun ipuçlarını bu yasa ve eğilimlerden bulup çıkarmak ya da sonrasında gelişecek emperyalizm olgusunun kapitalizmin yasallıklarının doğal sonucu olduğunu görmek zor olmamalıydı! Engels’in kapitalizmde tekel eğilimi üzerine yazdıkları, zaten görmek isteyenler için bu temelin Marx’ta bulunduğunun kanıtıdır. Marx ile Engels arasında bir süreklilik –ki bu Lenin’le devam eder– olduğunu önemsemeyenler açısından bu kaba suçlama aslında bir işi başarır! Şöyle ki, bu suçlama yoluyla Marx kısa sayılabilecek bir dönem sonrasını göremeyen ve bu anlamda da bilimsel kestirimleri kaygıyla karşılanması gereken ve daha başlangıçta mahkum edilen sıradan bir akademisyen düzeyine indirilmiş olur! Böylece de Marx’ın bilimsel kimliği ile yaptığı ‘yanlışın’ –ki bu yanlış onlara göre bir öngörüsüzlüktür– politik çıkarımlarından uzak durulmalıdır. Kıssadan çıkarılması gereken hisse böyle sunulur! Oysa ki, emperyalizm üzerine ilk dönem teorilerin hemen hepsi, Marx’ın kapitalizm çözümlemelerine referans vermek zorundadırlar (Rosa’nın tezinin Marx’la yaptığı açıya rağmen, bunlar arasında sayılması gerekir) ve öyle de olmuştur. Uzunca bir dönem bu şekliyle iş gören ‘suçlama’, son dönem globalizm yanlıları tarafından başka bir şekilde tekrar piyasaya sürülmüş bulunuyor. Marx’ı emperyalizm olgusunu görememekle suçlayanlar, bu sefer, pek de emperyalizm kelimesini ağızlarına almadan, ‘küreselleşme’ olgusunu yüzyıldan fazla bir zaman önce gördüğünü söylüyorlar. Marx’ın yüzyıl öncesinden söyledikleri bu sefer erken teşhis kapsamına alınıp, Marx kahin mertebesine çıkarılıyor. Kapitalistler Marx’ın kehanetlerini, korkuyla da olsa kutsamayı tercih ediyorlar. Çünkü, yüzyıl öncesinden Marx’ın somut olgular diye tespit ettiği gelişmeler, bugün sıradan insanlar tarafından çıplak gözle görülür bir şekilde günlük hayatta hükümlerini sürüyorlar. Küreselleşmenin ideologları, kendilerine Marx’ın ‘kehanetlerini’ şahit gösteriyorlar. Böylece gelişmeye, işçi sınıfının ve halkların sınırsız sömürü ve talanına karşı çıkanları, doğa yasalarına karşı gelen hayalperestler olarak damgalayıp mahkum etmek kolaylaşıyor. Ezilenlerin elinden alınan Marx, çoktandır gözden düşmüş Lenin ve diğer büyük devrimcilerden farklı olarak, kutsanmak yoluyla etkisizleştiriliyor.

Sıkışmış bir tarihi yaşıyoruz oysa ki! Marx’ın zamanında söyledikleri ve tespitleri geleceğe dönük eğilimlerden çok daha fazla, söylendiği an için geçerli olan somut, ampirik verilerdir. İlerde gerekleşecek olandan çok, bin sekiz yüzlü yılların ikinci yarısında dünyanın hakim eğilimleri ve gerçeklikleridir. Daha da ötesi,

“Metaların dolaşımı sermayenin başlangıç noktasıdır. Metaların üretimi, dolaşımı ve dolaşımlarının gelişmiş şekli olan ticaret, (sermayenin) üstünde yükseldiği tarihsel temeli oluşturur. Sermayenin modern tarihi, 16. yüzyılda tüm dünyayı kapsayan bir ticaret ve tüm dünyayı kapsayan bir pazarın doğuşuna kadar gider” (K. Marx, Kapital, cilt1, s. 145)

Kapitalizm başlangıcında uluslararası bir sistem olarak saptanır Marx tarafından. Üstelik söz konusu olan 16. yüzyıldaki kapitalizmin temelleri de değildir. Küreselleşmenin ideologları, Komünist Manifesto’nın çarpıcı satırlarından alıntı yaparak, ‘işte bakın Marx, nasıl da içinde yaşadığımız günleri tarif ediyor’ diyebiliyorlar. Eğer önlem alınmazsa “Marx’la Engels’in komünist kehanetlerinin gerçek olabileceğini”[1] ve bu nedenle Keynes’çi politikaları öne çıkarmak gerektiğini söylemeye başladılar. Onların korkusu bir yana,

“... tarihin dünya tarihi haline gelişi....basitçe herhangi bir metafizik hayaletin basit ve soyut işi değil, ampirik olarak kanıtlanabilir, tamamıyla maddi bir eylem, her bireyin yiyerek, içerek ve giyinerek kanıtını sağladığı bir eylemdir. İşin doğrusu faaliyetin evrensel tarih düzeyinde yayılmasıyla bireylerin giderek kendilerine yabancı bir gücün kölesi haline gelişleri de tamamen ampirik bir olgudur; ... git gide kocamanlaşan bu güç son kertede kendini dünya pazarı olarak açığa vurmaktadır.” (Alman İdeolojisi, s. 59, 60)

diyen Marx, net olarak gerçekleşmiş olandan, on dokuzuncu yüzyılda gerçek olmuş olandan söz eder. Bu satırların yazıldığı günden yüzyıl sonrasını ifade eden ‘eğilimlerden’ değil.

TARİH VE YÖNELİM

“Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşama gelir ki, bu aşamada, mevcut ilişkiler çerçevesinde ancak zararlı olabilen, artık üretici güçler olmaktan çıkıp, yıkıcı güçler haline gelen (makineler ve para) üretici güçler ve karşılıklı ilişki araçları doğar.” (Alman İdeolojisi, s. 61)

Marx sonrası yazında üzerinde netçe anlaşılmış bir kriz teorisi olmamakla birlikte, Marx’ın ve Engels’in, çelişkinin kaynağını saptamak konusunda bir sıkıntıları yoktur. Kapitalizmin, sermaye ve kar temelli sistemin çelişkilerinin, nereden kaynaklandığı konusunda bir karışıklık yoktur. Bu çelişkinin ne zaman ve nasıl düğümlendiği ve salt ekonominin diliyle çözülemez olduğu, sonraki yazında sermaye birikim rejimleri olarak, politik sistemlere de temel oluşturacak bir şekilde ele alınmıştır. Bu açıdan kapitalizm için bunalımlar, hiç bir zaman tek başına son anlamına gelmez. Üstelik kapitalizm her bir bunalımı, sermayenin merkezileşmesinin bir aşaması olarak görmüş ve sistem olarak sonun uzaklaştırılması için kullanmıştır. Ne zaman ki sermayenin birikim sorunu, politik olarak çözülemez olursa, bir sistem olarak kapitalizmin son’undan söz etmek mümkün olacaktır. Bu da hiç kuşkusuz sınıf savaşımının konusunu oluşturur. Esas olarak çelişki, sermaye tanımının kendisinde içkindir.

“Bir yandan emek süresinin minimuma indirgenmesi için bastıran, öte yandan emek süresini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vazeden sermaye, süre giden çelişkinin ta kendisidir. Sermaye zorunlu emeğe harcanan zamanı azaltır, ama sadece fazlalık emeğe harcanan süreyi artırabilmek için azaltır; dolayısıyla fazlalık emeği, giderek artan bir ölçüde, zorunlu emeğin koşulu –ölüm kalım meselesi– haline getirir. Dolayısıyla bir yandan bilimin ve doğanın tüm güçlerini, toplumsal işbirliğinin ve toplumsal bağlantıların tüm olanaklarını, zenginlik üretimini, üretimde harcanan emek süresinden nispeten bağımsız hale getirmek için seferber eder. Öte yandan böylece yaratılan bu toplumsal güçleri, emek süresi ile ölçmeye, onları eskiden üretilmiş değerlerin değerini koruma görevinin koyduğu sınırlar içinde hapsetmeye çabalar. Üretici güçler ve toplumsal ilişkiler –toplumsal bireyin gelişiminin bu iki ayrı cephesi– sermayenin gözünde sadece birer araçtır ve sermayenin sınırlı temeli üzerinde yapılan bir üretimde, araçtan başka şey olamazlar. Oysa bunlar, gerçekte bu temeli paramparça edecek patlamanın maddi koşullarıdırlar. (Grundrisse, s. 653)

Üretici güçler ve toplumsal ilişkilerin, sermaye temeli üzerinde gelişmesi, çelişkinin ağırlaşarak sürmesine yol açar. Bu çelişkinin aşılması ve denklemin bir üst düzeyde tekrar kurulması için, politik manevralar gereklidir. Ama üretim temeli sürekli kayan ve reel bir karşılığının bulunmadığı değerler, kullanım değerlerinden kopmuş değişim değerleri, spekülasyon alanının temelini oluştururlar.

“...Büyük sanayi geliştikçe, fiili zenginlik üretimi, giderek emek süresinden ve harcanan emek miktarından çok emek işlemi sırasında harekete geçirilen faktörlerin gücüne bağlı olmaya başlar....Emek, üretim sürecinin içsel bir öğesinden çok, üretim sürecinin denetçisi ve düzenleyicisi konumunu almaya başlar...İşçi üretim sürecinin başlıca faktörü olacak yerde sürecin kenarında duran bir bakıcı haline gelir..Günümüzde zenginliğin temelinde yatan yabancı emek süreci hırsızlığı bizzat büyük sanayi tarafından yaratılan yeni temel karşısında pek zavallı bir dayanak görünümündedir. Dolaysız biçimiyle emek zenginliğin ana kaynağı olmaktan çıkınca, emek süreci zenginliğin ve dolayısıyla mübadele değeri kullanım değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır. Yığınların artık-emeği genel zenginliğin gelişiminin önkoşulu olmaktan, onunla birlikte azınlığın emeksizliği insan kafasının evrensel güçlerinin gelişmesinin koşulu olmaktan çıkar. Bununla, mübadele değerine dayalı olan üretim çöker ve dolaysız maddi üretim süreci sefalet ve antitez biçimlerinden kendini kurtarır.” (age, s. 651-653)

Toplam artıkdeğer kitlesinin büyümesi ve krizler ile ilişkili olarak söylenebilecek ilk şey, bir yanılsamaya dikkat çekmek olmalıdır. Toplam artıkdeğerin, piyasalarda ve genel olarak bütün dünyada gerçekleşme sorunu, dolaşım alanında çıkan bir aksaklık gibi gözükür. Artıkdeğerin üretim sürecinde oluşması onu nasıl hemen kar şekline sokmuyorsa, dolaşım sürecinde malların satılması, kar realizasyonu için zorunlu ise, krizler de dolaşım alanında gerçekleşmiş görülür. Ama krizlerin kaynağında üretim sürecindeki çelişki, sermayenin çelişkisi vardır. Emek sürecinde zihinsel emeğin oranı artmaktadır. Aynı şekilde canlı emeğe olan gereksinim de kapitalizmin sınırlarını zorlayan bir diğer etkendir. İşsizlik bu sürecin bir sonucu olarak sürekli büyümektedir. Üretim sürecindeki bütün otomatizasyona rağmen, canlı emeğin yok edilmesi kapitalizmin kendini yok etmesi anlamına gelir ki bunu yapamaz. Ama, kapitalizmi her an biraz daha ‘ekonomik sonuna’, birikimin sınırlarına yaklaştıran, başka yasalar da vardır. Bu sonun ertelenmesi ise politikanın konusu olmuştur.

TEMEL YASALAR

Değişimin temel olduğu bir toplumda, değişimin sonucu paradır ve bu para sermayenin ilk ortaya çıkış biçimidir.

Emek-emek-gücü ayrımı sermayenin oluşum temelidir. Ücret, emek-gücünün gerçek değeri olmasına rağmen, sermaye-ücret ilişkisi bir sömürü ilişkisidir.

Değerlerin gerçekleşmesi toplumsal sermayenin dolayısıyla da emeğin çeşitli üretim alanlarında belirli oranlarda dağılımını öngerektirmektedir.

Kapital’in ilk iki cildinde kullandığı iki varsayımı üçüncü ciltte kaldırır Marx. Bu varsayımların birincisi, yaratılan değerin tümüyle üretici kapitaliste ait olduğudur. İkinci varsayım ise, sektörlerin organik bileşiminin aynı olduğudur. Bu ikinci varsayım metaların değerlerinin fiyatlarına eşit alınmasına karşılık gelir.

Ekonominin işleyebilmesi sermayelerin farklı organik bileşimlere sahip olmalarına rağmen aynı kar oranını elde etmelerine bağlıdır. Ortalama kar oranı, o sektördeki toplam sermayenin organik bileşimi tarafından belirlenir.

Sermayenin organik bileşiminin yükselmesi, sömürü oranı sabitken, (artıkdeğer/değişen sermaye) kar oranının düşmesine yol açar. Ki buna “kar oranlarının düşme eğilimi yasası” denmektedir.

Kısaca anımsatmaya çalıştığımız bu yasallıklar, kapitalizmin krizlerinin ve bir sistem olarak sınırlarının belirlenmesinde temel noktalar olmalarını sürdürüyorlar. Üretim sürecinden kopan sermaye, gerçek sermaye olma özelliğini ne kadar sürdürebilir? Bu sorunun (sermayenin değersizleşmesi) dünya üzerinde bugün yaşanan politik gelişmelerle, doğrudan ilişkisi vardır.

“...kapitalizmi, ekonomik düzeyde kar oranını artırma eğilimi dediğimiz subjektif potansiyeli politik düzeyde kanalize etme amaçlılığı diye tanımlamak yerinde olur. O halde kapitalizm, çöküş koşulunun geçerliğini ertesi dönemlerde de sürdürme tehlikesini önlemek amacıyla politik düzenlemelere girişecektir... Ama bunlar artık salt ekonomik düzeyde değil, doğrudan politik dolayısıyla ideolojik düzeydedir. Böylece kapitalizm, kar oranını arttırma eğilimi denen subjektif potansiyeli, ancak politik manipülasyonla ayakta tutabilen politik bir düzenleme mekanizması niteliğine bürünmektedir. Nitekim, sermayenin 1970’li yıllarda dünya çapında değerlendirilme sürecinin özü de bu politik eğilimde yatmaktadır... Özetlersek, sermayenin birikim sürecini, ister özel sektörcü ister devletçi kapitalizm olsun, kimse kendi özgül siyasetiyle çizdiği ekonomik kararlarla güdümleyip müdahale etmeye kalkmasa, bu süreç politik olarak kendi başına bırakılmış olsa, böyle salt ekonomik düzeyde, tek başına batmaktan kurtulamayacağı, buradaki tezin genel çizgisidir. (Yılmaz Öner, Bunalım Teorisinin Matematiği, Dünya Ekonomisi içinde, s. 325)

Buradan da şu sonucu çıkarmak hiç de zor olmasa gerek: sınıf mücadelesini ve genel olarak ezilenlerin mücadelesini bastırmak için kapitalistlerin her zaman bir devlete ihtiyaçları vardır. Sermayenin yeniden ve genişlemiş yeniden üretiminin sürmesi, sınıf mücadelesinde, işçi sınıfının denetlenebilir olmasıyla mümkün olmaktadır.

“Sermayenin genişlemesi için olanaklar, bir sektörden diğerine, bir ülkeden diğerine ve hatta bir kıtadan diğerine kaydıkça, üretimin rasyonelleşmesi ve dünya ekonomisinin toplumsal ve siyasal yapılarının yeniden ayarlanması için güçlü baskılar gelişmektedir.” (J. Camilleri, age s. 226)

Bu baskılar ulusal sınırlar içinde düzenlemelerden öte, dünya çapında sermaye birikimi sorunlarının çözülmesi için uluslararası ilişkiler alanını, devletler arası ilişkiler alanını gerekli kılmaktadır.

Marx açısından dış ticaret ve dış pazarlar, sistemin başından beri, kar oranlarının düşüş eğilimine karşı bir sigorta olarak görülmüştür. Rosa Luxemburg’un yeniden üretim süreci açısından dış pazar sorununu, Marx’ın yeterince dikkate almadığına dair eleştirisini daha sonra ele alacağız. Kar oranlarının düşüşü engellenemediğinde, kriz alanına girilmiş olur. Fazla sermaye, kar düzeyi düşük olduğundan, üretime yatırılamaz. Birikim aksar. Metalar alıcı bulmaz. Yeniden üretim süreci tökezler. Meta üretiminin büyümesi eğilimi ile tüketimin azalma eğilimi çelişkilidir. İşte bu nedenle kapitalizmin önündeki engel sermayenin kendisidir. Sermaye birikiminin, kar oranlarının düşüş eğilimine karşı önemli bir etki olması dolayısı ile yeniden üretim anlamında uluslararası alana taşınması, kısa ve orta vadede (kapitalizmin tarihi açısından belirsiz kavramlar olduğunu biliyorum) krizin aşılmasına yani birikimin sürdürülebilir olmasına katkı sağlamıştır. Ama sonul olarak krizin uluslararası alana taşınması, krizin uluslararasılaşmasına neden olur. Bugünkü anlamıyla ve yaygın kavramsallaştırma ile söylersek, ‘küreselleşme krizi uluslararasılaştırır’

Bütün bunlar sermaye kavramının, sermayenin kendisinin kapitalist üretimin önüne bir engel oluşturduğunun anlatımlarıdır. Kanserli bir hücre gibi vücudu saran sermaye, kendi dışında hiç bir hücreye yaşam şansı vermez ve sonunda bütün vücudu ve bu durumda bütün dünyayı kapsar. Bu benzetmenin, sermaye birikiminin tarihsel ve fiziksel sınırlarını anlatmayı beceremese de anıştırdığını düşünüyorum.[2] Ama bu noktada üretici güçlerin dünya tarihsel birliğinin kurulmuş olması, yeni toplumsal sistemin (komünizmin) yaşaması için önemli ve zorunludur.

“Öte yandan üretken güçlerin bu gelişimi (ki insanların aktüel ampirik varlıklarının yerel heyet üzerinde değil, dünya tarihi düzleminde akıp gitmesini gerektirir) mutlak surette zorunlu pratik bir önkoşuldur. Çünkü bu olmazsa kıtlık genelleşecek ve ihtiyacın dayatmasıyla sadece zaruri ihtiyaçların karşılanması için bir mücadele yeniden başlayacak ve yeniden eski çirkefin içine düşülmüş olacaktır. Aynı zamanda insan türünün evrensel ilişkileri ancak ve ancak üretici güçlerin bu evrensel gelişmesi sayesinde sağlanabileceği için, bu gelişme olmazsa olmaz bir pratik koşuldur... Demek ki proletarya ancak evrensel tarih ölçeğinde varolabilir; ve onun eylemi olan komünizme de sadece ‘evrensel tarihi’ bir varoluş olarak varılabilir... Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları şu anda varolan öncüllerden doğarlar.” (Marx, Engels, Alman İdeolojisi, s. 57)

Marx’ta emperyalizm kavramı yoktur. Daha çok bugün emperyalizme yüklenmek istenen eski tarz imparatorluk kavramına anıştırmalar bulunabilir. Ama Marx, tekel eğiliminden, anonim şirketlerden, hisseler ve tahvillerden haberdardır ve bütün bunların nereye çıkabileceğine dair eğilimleri belirtir. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet tabanının daralması karşısında, bir yanda mülksüzler, diğer yanda gittikçe daralan mülk sahipleri hakkında olağanüstü saptamalarda bulunur. Bunlar birer doğa tasviri değil, ampirik veriler şeklinde, sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi kavramları ile anlatılır. Daha küçük sermaye sahiplerinin ve gittikçe daha büyüklerin, en büyüklerin denetimine girmesi, bu en büyükler tarafından yutulması süreci acımasız bir şekilde devam ederken sistemin ayakta durması, mülkiyetin tabana yayılması gibi bir yalanın Marx zamanında devreye sokulmasını zorunlu kılmıştır. Bunun ideolojik olarak nasıl etkili olduğu ama pratik olarak, tam tersi bir acımasızlıkla merkezileşme sürecinin dışında kalmış küçük kırıntılara, büyük sermayenin tahammülsüzlüğü ve iştahla yutmak isteğine yanıt olduğu yine Marx tarafından anlatılır. Kuşkusuz

“Marx, kendi yaşadığı yıllarda, tekeli feodal ve merkantalist dönemlerin ortadan kalkmaya mahkum kalıntısı olarak görmüş ve kapitalizmi en yalın şeklinde inceleyebilmek için tekeli yok saymıştı. Bununla beraber, kapitalizmin daha rekabetçi döneminde, tekelin yeni kapitalist şeklini doğuracak olan sermayelerin temerküz eğilimini fark etmemiş değildi. Fakat ne olursa olsun, teorisi, bir model olarak saf bir kapitalizmi öngörür. Ancak, tekel fiyatları ile tekelci kapitalist karını açıklamakta rekabetçi kapitalizmin fiyat ve karını açıkladığı şekil ve ölçüde başarılı olamaması, teorinin işe yararlılığını tamamen kaybedeceği anlamına gelmez. Çünkü, kapitalist sistem, daha evvel ne idi ise hala odur, özü itibariyle değişmemiştir ... sistem bugünkü tekelci döneminde de rekabetçi dönemindeki kadar plansız ve piyasa mekanizması yoluyla işleyen bir sistemdir...” (Mehmet Selik, Marksist Değer Teorisi, s. 148)

yorumu üstünden atlanabilecek bir yorum değildir. İngiltere ekonomisinde tekellerin varlığından haberdar olan Marx’ın, tekelleri kapitalizmin temel öğeleri olarak almamasının nedeni, kapitalizmin yapısı ve eğilimleri hakkında en sağlam bilgiye ulaşmak kaygısıdır. Bu kaygıyı gidermek için ise tekelleri

“...soyutlanması gereken ‘feodal’ ve ‘merkantalist’ geçmişin kalıntıları olarak ele almıştır.” (Sweezy, Baran, Magdoff. Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, .s. 10)

Aynı şekilde, Marx’ın teorik mirasının niteliği üzerine Lenin’in, benzer görüşü şöyledir:

Kapital’in birinci bölümünde politikadan, politik biçimlerden ya da ‘toplumsal kategorilerden’ bir kez bile söz edilmemiştir: Tahlil yalnızca ekonomik görüngülere, meta değişimine, onun gelişimine özgü tutulmuştur. Ekonomik tahlil, -söylemenin gereği bile yok, ‘mantıklı’ savlar aracılığıyla meta üretiminde emek-parasının elde edilemez bir şey olduğunu ortaya koyar.” (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s. 38)

Marksizm-Leninizm tamlamasının, bir tesadüf olmadığı, Lenin’in politik tarihinden bağımsız bir teorik olgu olamayacağı, ya da güncel politik ajitasyona yönelik değil, bilimsel bir sürekliliğin vurgusu olduğu söylenmeli ve bu vurgu her zaman öne çıkarılmalıdır. Bu tamlama. Ekim Devrimini gerçekleştiren partinin liderine lütfedilmiş bir ‘ne iyi yaptın’ payesi değildir. Teorik ve politik düzeylerin kesiştiği noktada emperyalizmi doğru tanımlayabilmiş; dinamik bir tahlilini yapabilmiş, bu nedenle devrimi gerçekleştirebilmiş bir anlayışı temsil ettiği noktada, Lenin bir kişi, leninizm ise bu kişinin tanımı değildir. Marksizm-Hilferdingizm, Marxizm-Kautskyizm vb neden olmamıştır? Bu soruların yanıtı, bu adı geçenlerin politik düzeydeki yanlışları değildir sadece. Ya da belki en anlamlı sorunun, Marksizm-Luxemburgizm tamlamasının neden olmadığıdır. Rosa[3], Lenin’den kuşkusuz daha özgün şeyler söyledi emperyalizm hakkında, ama söyledikleri daha doğru değildi! Emperyalizm tanımının işlevli ve bilimsel olması başka şey, bilim ideoloji bağlantısını kurmak başka şeydir. Lenin, Marx geleneğini sürdüren ve olaya ideolojik yaklaşan bir aktivisttir.

“Bizim olaylarla dolu zamanımızda, tıpkı 16. Yüzyılda olduğu gibi, toplumsal konularda salt teorisyenler, ancak gericiliğin safında bulunurlar ve bu nedenle bunlar, sözcüğün tam anlamıyla teorisyen bile değil, yalnızca gericiliğin savunuculuğudur. (F. Engels. Önsöz. Kapital c3)

Engels’in üçüncü cilde yazdığı önsözde belirttiği teorik konumlanış, emperyalizm tartışmalarında Lenin’in tuttuğu yer açısından aydınlatıcıdır.

MARX SONRASI EMPERYALİZM TARTIŞMALARI

Marx sonrası emperyalizm tartışmalarının, her bir savununun politik sonuçları açısından neyi temsil ettiği ile ilişkilendirilirse, daha bir önem kazanır. Örneğin Kautsky’nin “dönek” olup olmadığı ile ilgili Lenin’in suçlaması, politik olarak doğru olmakla birlikte, aslında Kautsky’nin emperyalizm savunusunun mantıki sonucu, onun teorik olarak bir “dönek” şeklinde tanımlanmasını haklı çıkarmaz[4]. O aslında Marx ve Engels’in bayrağını teslim alan biri olarak Lenin tarafından saygıyla takip edilen ve tıpkı kurucular gibi eserlerine referans verdiği bir usta’ dır. Ultra-emperyalizm savunusu ile anavatanın savunusu arasında ilişki kurmak hiç de zor olmasa gerek. İkinci Enternasyonal 24-25 Kasım 1912’de İsviçre’nin Basle kentinde düzenlenen özel kongrede yaklaşan emperyalist savaştan “sosyalist bir devrimin çabuklaştırılması için sosyalistlerin ekonomik ve politik bunalımlardan yararlanmalarını” oybirliği ile kararlaştırmış ve Kautsky de bu kararda lehte oy vermiştir. Savaş başladığında ise tam tersini yapmıştır. O politik olarak bir dönektir ama savunduğu ultra emperyalizm ile politik tavrı arasında teorik bir çelişki yoktur. Daha sonra Lenin bu gerçeği şöyle ifade etmiştir.

“...1907 Stuttgart Uluslararası Sosyalist Kongresinde beliren fikir ayrılıklarına bakarsak, uluslararası marksizmin emperyalizme karşı olmasına karşılık, uluslararası oportünizmin daha o zamandan emperyalizmden yana olduğunu görürüz.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s24)

Bu kongrede taraflaşmada Lenin, Rosa ve arkadaşları, Alman Sosyal-Demokrat Partisi ile karşı karşıya gelmişlerdi. Ve karşıda;

“Bebel ile revizyonistlerin son tahlilde tutumları aynı kapıya çıkmakla birlikte, kullandıkları dil farklıydı. Volmar ve avenesi açıkça oportünist bir çizgiyi savunurlarken Bebel, Kautsky ve diğerleri içi boşaltılmış devrimci kalıplara yapışıyorlardı.... Rosa Luxemburg RSDİP adına söz aldı. Kendisinin ve Lenin’in tavrını açıkladı.” (Önsöz, Spartakistler Ne İstiyor? s. 24.)

Lenin, daha sonrasında, Kautsky ile tartışmalarında Rosa’yı anlayamadığını ve Kautsky’nin otoritesini tanımakla nasıl yanıldığını da anlatır.

“Rosa Luxemburg haklıydı; Kautsky’nin parti çoğunluğuna kısacası oportünizme hizmet eden eyyamcı bir teorisyen olduğunu çok önceden anlamıştı” (Şlyapnikov’a Mektuplar 27 Ekim 1914)

Benzer bir örnek Buharin açısından verilebilir. Buharin’e göre ekonominin ülke ölçeğinde merkezileşmesi ve yine anarşinin ulusal ölçekte kalkıp yerini merkezi planın alması ve tersine uluslararası alanda rekabetin sürmesi, sosyalist devrimleri tek tek ülkelerde mümkün kılmıştır. Tezini, kendisinin nasıl anladığından bağımsız olarak, Stalin’in savunduğu biçimiyle ‘tek ülkede sosyalizm’in, anavatanın savunulması derecesinde basitleştirilip uygulanması, temellerini, belki de kendisine rağmen Buharin’de bulmuştur. Eduard Bernstein özelinde sosyal-demokrasinin emperyalizme bakışı ise tam bir tutarlılık sunmaktadır. Teorik temeller, politik tezahürlerini zaman farkı ile de olsa hemen hemen bire bir belirlemekte, emperyalizm karşısında politik konumlanışlar onun teorik olarak nasıl tanımlandığı ile doğru orantılı oluşmaktadır.

Bugün için ve geçmiş bir kaç on yıl için de söz konusu olan tam tamına bundan başka bir şey değildir. Küreselleşme dönemi ve ona ön gelen yıllar açısından oluşturulan bir çok politik proje, emperyalizmin ideologlarının sisteme yüklediği olumlu kodlamaların etkisinde kaldığı oranda sınıf mücadelesini sakatlayan sonuçlar üretmişlerdir. Genel bir barış ve demokrasi söylemi, sınıf keskinliklerinin ve hatta nesnel olarak sınıf uzlaşmazlığının temellerinin kalmadığı yollu her boydan teori ilginç bir yelpaze oluşturmuştur. İşçi sınıfının ortadan kalktığından tutun da sınıfın varlığı sürmekle beraber onun devrimci dönüşümlere öncülük yapmasının tartışmalı olduğu, en iyi halde ise ‘devrimci öznelerden sadece biri’ olabileceği ileri sürülebilmektedir. Daha da ötesi politik organizasyonlar ve parti teorileri buna göre eğilip bükülebilmiştir.

Sosyalizmlerin yıkılmasından sonra, komünist partilerin önce sınıf temellerini teorik olarak sonra da isimlerini reddetmeleri, tahmin edilenden daha büyük etkilere neden olmuştur. Bir yönüyle ‘hayırlı’ olan bürokratik tekkelerin ortadan kalkması olayı, komünist ismi ile Leninist parti anlayışı özdeşleştiğinden, komünizm ve onun tarihsel dayanaklarının reddi anlamına kadar geliştirilmiştir. Leninist partinin reddine psikolojik zemin hazırlamıştır.

“bugün komünist olmak ya da olmamak, kısa vadede ve hatta uzun vadede belirli bir politik programı işaret etmiyor; ilerde yeniden işaret edebilir, ancak şu an için buna dair hiç bir belirti taşımıyor. Fakat, eğer komünist parti olmak, olumlu ya da olumsuz geçmişten bir hatıra olmanın ötesinde bir şeyi temsil etmiyorsa, zaten ona pek ihtiyaç kalmamış demektir. (İ. Wallerstein, Güncel Yorumlar, s138)

Ekim devriminin, dönemin doğru bir emperyalizm tanımının yapılabilmesi, bu doğrultuda olası politik yönelimlerin doğruca saptanmasının; bu saptamanın üstüne oluşturulan sınıfsal konumlanışın; bu konumlanışın ifadesi olan bir parti yapısının sonucu olduğu bir kez daha vurgulanmalıdır. Bugün en çok tahrif edilen konu da budur. Partide hiziplere/gruplara yer açmaya çalışan ve Bolşevik-Menşevik ayrışmasını belki de Rusya sınırlarında hapsedilmesi gereken erken Leninist bir bölünme şeklinde değerlendirenler çoğunluktadır. Ülkemizde de bunların örnekleri az değildir. En iyisinden bir söylemle, hiziplerin yasaklanması kararının daha sonradan Stalin’in zorbalıklarına ve kıyıcılıklarına zemin oluşturduğu ve yanlışa zemin hazırladığını söyleyebilmek, sonuç olarak üçüncü enternasyonalin reddine varmak zorundadır. Ve zaten çoktan varmıştır da.. Nasıl, yüzyılın başında, bu yanılgının ve sapmanın teorik zeminini, ‘emperyalizmin anarşiyi ve krizleri ortadan kaldırabileceği ve bu nedenle barışçı olabileceği’ saptaması oluşturmuşsa, aynı şekilde, içinden geçtiğimiz dönemde de esas olarak küreselleşme kavramına aynı değerler yüklenmiş; foyası dökülen emperyalizmden esasta farklı ve barışçı bir kapitalizm döneminin olabileceği yanılgısı körüklenip durmuştur.

İLK KUŞAK MARKSİSTLERDE EMPERYALİZM TARTIŞMALARI

İkinci Enternasyonalin 1907 kongresinde emperyalizm ile ilgili konu gündeme gelir. Lenin, Rosa, Kautsky, Plehanov gibi dönemin marksistleri bir grup kurup , emperyalizme ve sömürgeciliğe ve karşı politik tavır aldılar. Karşıda ise sömürgeciliğe ve emperyalizme karşı çıkmayıp, bunu ‘uygarlık taşıyıcı’ bulanlar vardı.

İlk olarak Bernstein’la başlayalım. Eduard Bernstein’a göre sömürgecilik olumludur. Uygarlığın geri ve barbar toplumlara taşınması işlevi görür. Sömürge haklarına uygulanan aşırılığa karşı çıkmak dışında bir itirazı yoktur. II. Enternasyonal içinde sağ kanatta, sosyal-demokrasinin sömürgeciliğe karşı çıkmaması gerektiğini savunanlar arasında olmuştur.

“... sömürge yayılmasının sosyalizmi engelleyeceği varsayımı, zenginlerin etki alanının kısıtlanmasına paralel olarak, yoksulların sefaletinin de azalacağı fikrine dayanmaktadır en son çözümlemede; oysa bu fikir çoktan aşılmıştır” (Aktaran H. Denis, İktisadi Doktrinler Tarihi c.2. s. 682)

Aşılanın ne olduğu ise bu alıntıdan anlaşılmaktadır. Bu noktada büyüteçle aranması gereken bir oportünizm ya da sınıf uzlaşmacılığı yoktur. Görünen köy kılavuz istemez sözü konuya uygun düşer.

“Üstün uygarlık, kendine kendi gücüyle orantılı bir hak isteyebilir en son çözümlemede. Bir toprağın kullanım tarzını tarihsel açıdan iyi ya da kötü kılan şey, o toprağın ele geçirilme tarzı değil, işlenme tarzıdır.” (H. Denis, age.)

Bernstein’a göre, sanayileşmiş bir ülke sömürgeciliğin avantajlarından yararlanarak, reformlara girişebilir ve sosyalizmi kurabilir. Burada da erken dönem bir teşhis için ipuçlarına ulaşıyoruz. Emperyalizmle ilişkilenmek ve ona sosyalizm imkanları açısından da olsa onay vermek ırkçılıkla komşu olmayı neredeyse zorunlu kılıyor.

John A. Hobson 1902’de ‘Emperyalizm’ kitabını yayınlar. Hobson’a göre, emperyalizm, Büyük Britanya’ya pahalıya mal olmaktadır ve bu nedenle bırakılmalıdır.

“Evrensel medeniyeti ilerletmek bir yana, böyle bir ittifak muazzam bir batı asalaklığı tehlikesi anlamına gelebilir; üst sınıfları Asya ve Afrika’dan muazzam bir haracın üzerine konan ileri sanayileşmiş ulusların diğerlerinden ayrık olarak gruplaşmasıyla sonuçlanır; bu haraç sayesinde söz konusu uluslar, büyük miktarlarda tarımsal ve sanayi ürünleri üretmek yerine, özel hizmetler sunan veya yeni finans aristokrasisinin denetimi altında ikincil sınai işleri yerine getiren, geniş bir müstahdem ve uşaklar kütlesini istihdam ederler.” (Hobson, aktaran O. Dilber. Marksist Eleştiri 1, s. 133)

Hobson’da bir başka öngörü dikkat çekmektedir. Daha sonraları pozitif bir anlatımla azgelişmişlik, esas içeriğiyle de üçüncü dünya vb. kavramlarla ifade edilen, ama esas olarak yoksullaşmayı ve dünya nimetlerinden mahrum bırakılmayı, bir tür paryalaşmayı anlatan ‘üçüncü dünyalaşma’ tablosunu daha o tarihte bütün çizgileriyle ifade edebilmiştir.

“Bu durumda Batı Avrupa’nın büyük bir kısmı, onu oluşturan ülkelerin bazı kısımlarını –Güney İngiltere, Fransa Rivierası, İtalya ve İsviçre’nin turistlerin en çok rağbet ettiği ve zengin insanlarla dolu bölgeleri– daha şimdiden sahip oldukları karakter ve görünümü alacaktır; yani bir yanda Uzak Doğu’dan temettü ve rant gelirleri elde eden zengin aristokratların küçük topluluğu ile daha kalabalık bir profesyonel müstahdem ve tüccar topluluğu; bir yanda da uşaklarla, ulaşım sektöründe ya da mamul maddelere son şeklin verildiği sanayilerde çalışan işçilerin oluşturduğu daha geniş bir topluluk(tan oluşan bir görünüm). Başlıca sanayi dallarına gelince, bunlar yok olacaktır; ve büyük bir gıda ve yarı-mamul madde kütlesi Asya ve Afrika’dan bir haraç olarak sel gibi akacaktır.” (Hobson, aktaran O. Dilber, agm, s133)

Hilferding kendi kitabını yazarken büyük ölçüde, Hobson’dan yararlanır. Ve Hilferding’in çalışmasından iki farklı yorum çıkar. Hilferding’in Finans Kapital’inden, Kautsky’nin ultra-emperyalizmi ile, Lenin’in bir çeşit bozgunculuk diyebileceğimiz tezleri çıkar.

Rudolf Hilferding’e göre, dönemin belirleyici öğesi finans kapitaldir. Sanayi sermayesi ile banka sermayesinin, banka sermayesinin egemenliği altında birleşmesi sonucu ortaya finans kapital çıkar. Hilferding’de finans kapital, tekelci sermayenin ana biçimi olarak tariflenir.

Finans kapitalle birlikte liberal devletin yerini müdahaleci devlet alır. Kapitalizmin uzun dönemli tarihsel eğilimi tek bir kartelin oluşumunu temellendirir. Bu kartel eğilimi piyasa anarşisinin yerini, tekellerin ekonomiyi düzenlemesine bırakmasıdır. Bu da örgütlenmiş kapitalizmdir.

‘Örgütlenmiş kapitalizm’de piyasanın anarşisinin yerini sosyalist planlı ekonomi ilkesi almıştır. Kapitalizm istikrarlı bir gelişme çağına girmiştir. Bunalımlar ve krizler geçmişte kaldığına göre, sosyalizme geçiş reformlarla ve evrimci bir yoldan gerçekleşebilir.

Finans kapitalin oluşmasının önemli toplumsal sonuçları olduğunu ileri sürer ve bunları şöyle sıralar Hilferding. Sermaye toplumsal yaşamı kolektif hale getirmiş, birleştirici bir güç olmuştur. Ekonomik güçler üzerinde siyasal bir kontrol sağlamak mümkündür artık böylece. Siyasal kontrol sağlandığında sosyalizme geçmek zor olmayacaktır. Bunun için bazı büyük bankaları kamulaştırmak yeterli olabilecektir.

Karl Kautsky ise uluslararası sosyalist hareketin o dönem için merkezini temsil eder. Bu grup emperyalizmi, kapitalizmin gelişiminin bir sonucu olarak değil, feodal mutlakıyetçi bir gelenek olarak reel politikanın alanında değerlendirir. Bu görüşün ve merkezin temsilcisi olarak Karl Kautsky gösterilmelidir.

Sanayi sermayesi Kautsky’ye göre devlet müdahalesinden yana değildir ve emperyalizm olanaklı politikalardan yalnızca biridir. Hilferding’in önerdiği tek kartel düşüncesinden esinlenerek ekonomik yaşamın serbest ticaret ve rekabete dayandığı, emperyalist devletlerin ise saldırgan ve müdahaleci politikalardan vazgeçerek, barışçı bir doğrultuyu benimsediği bir durumu öngörür. Bu durum ultra-emperyalizmdir.

Bundan çıkacak sonuç ise, proletarya ile sanayi sermayesi ittifaka girmeli, savaşa karşı barış, gericiliğe karşı demokrasi, sömürgeciliğe karşı serbest ticaret savunulmalı ve bu yolla sağlanacak ekonomik gelişme temelinde, işçi sınıfının durumu iyileştirilmelidir.

Ekonomik güçlerin koordinasyonunun kaçınılmaz olarak siyasal koordinasyona yol açacağını söyler.

“1902’de Kautsky, kapitalizmin ‘kronik depresyon’ etkisiyle yok olacağını savunmuştu açıkça; düşünüre göre, dünya piyasasını hızla genişletme olanaksızlığı, böyle bir depresyonu yaratmadan edemezdi.” (H. Denis. age, s. 689)

Kautsky daha sonraları bu fikrini reddeder ve bu akıl yürütmeyi, Luxemburgcu bir tür ‘bolşevizm’ olarak değerlendiren Hilferding’e hak verir.

Savaş sonrasında emperyalist güçler arasında silahlanmadan vazgeçenlerin oluşturacağı bir federasyonu öngörür.

“...Tekel rekabeti, rekabet de tekeli üretiyor.

Dev fabrikaların, dev bankaların ve milyarderlerin amansız rekabeti küçükleri yutan büyük mali güçler karteli düşüncesine yol açmıştır. Emperyalist büyük güçlerin dünya savaşından da, onlar arasındaki en güçlüsünün federasyonu sonucu doğabilir ve bu, silahlanma yarışına son verecektir.

Bu yüzden, salt ekonomik açıdan, kapitalizmin bir başka yeni evreyi, kartellerin politikasının dış politikaya aktarılmasını, bir ultra-emyeryalizm evresini yaşayabilmesi dışlanmış değildir...

Salt ekonomik açıdan sonuçta emperyalistlerin kutsal bir bağlaşmasıyla emperyalizmi eritecek bu güçlü patlamayı önleyecek hiçbir şey yoktur.” (Kautsky, Seçme Politik Yazılar, s. 97-98)

Hilferding ve Kautsky’de ortak olan, kapitalist gelişmenin yönünün, entegrasyonun, rekabeti ve savaşları ortadan kaldıracağını, barış ve demokrasiyi mümkün kılacağını ve bu yolla sosyalizme varılacağını söylemeleridir. Kautsky, emperyalizmde, kapitalizmin niteliksel bir evresine göre daha farklı bir evre görmez. Sanayi sermayesinin niceliksel gelişmesi dışında ‘sermaye ihracı’ onun için bir anlam ifade etmez.

Rosa Luxemburg ise çelişkiyi üretim alanından dolaşım alanına kaydırır. Kapital ikinci ciltteki genişleyen yeniden üretim süreci yani sermaye birikim meselesi esas olarak dış ticarete yaslanmaktadır. Ülke ya da tek pazar sınırlarında yeterince büyük talep olamaz. Rosa’da emperyalizm teorisinin dayanağı, artıkdeğerin gerçekleşmesi sorunudur.

Kapitalizm öncesi üretim tarzlarının hakim olduğu ülkelerden gelen ya da oralarda yaratılan talep, pazar sorununu, eksik talebin aşılmasını çözer. Emperyalist gelişme ise bu zorunlu yolun sonucudur.

Rosa Luxemburg’un emperyalizm tezi, Heinrich Cunow tarafından yazılan “Çöküş teorisi Üzerine” çalışmasının üzerine, bu tezleri geliştirmek şeklinde olmuştur.[5] Kapitalist ülkelerin sürekli yeni pazar bulamayacakları ve bir an gelip çökeceği söylenmiştir. Daha sonra bu teoriyi Rosa Luxemburg geliştirmiştir. Rosa’ya yönelik ekonomizm eleştirisi de buradan kaynaklanır.

Rosa’nın tezine göre hiç bir kapitalist, yatırımdan doğacak satın alma gücünün yaratacağı talebi doyurmak amacıyla yatırım yapmaz. Bu nedenle ülke sınırlarında genişleyen yeniden üretim süreci mümkün değildir. Ve Rosa’ya göre Marx böyle bir çerçeve kurarak, sermaye birikimi meselesinde ve doğal olarak da, emperyalizm konusunun temellerini görmek açısından eksik bir çalışma yapmıştır. Örneğin, tezini desteklemek için, Marx’tan Kapital’in artıkdeğerin sermayeye dönüştürülmesi bölümünü aktarır.

“İnceleme amacını, kendi bütünlüğü içinde, tüm diğer yan koşullardan arındırılmış olarak araştırabilmek için, tüm dünyayı tek bir ulus olarak ele almalı ve kapitalist üretimin her yerde kurulmuş olduğunu, her sanayi dalına sahiplenmiş olduğunu varsaymalıyız. (Marx, aktaran Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi, s. 254)

Aktarmasını yaparak, tezini desteklemeye çalışır. Marx’ın soyutlamaları ve kapitalizmi bir sistem olarak deşifre etme isteği ve üstüne kuracağı yüksek teori için, artıkdeğerin kaynağının ve oluşumunun üstünde ısrarla durması, kuşkusuz onu, emperyalizm olgusunun temellerini görmek isteyen Rosa’nın paradigmasının dışında değerlendirmeyi gerekli kılar. Aynı konuda Lenin’in bakış açısı, dış piyasaları, kar oranlarının düşme eğilimine karşı önleyici faktör olarak gören Marx’ın görüşüyle aynıdır.

“Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, sermaye fazlası, belirli bir ülkedeki kitlelerin yaşama düzeyini yükseltmeye değil –çünkü bu durumda kapitalistlerin kazançlarında bir azalma söz konusudur– dış ülkelere, geri kalmış ülkelere ihraç yoluyla, o kazançların artırılmasına doğru akacaktır. Geri kalmış ülkelerde kar her zaman yüksektir; çünkü buralarda sermaye kıt, toprak fiyatı nispeten düşük, ücretler az, hammadde ucuzdur.” (Lenin, Emperyalizm, s. 78)

Bu tartışma ise yazının konusu değildir ve geçerken değinilebilecek bir sorunun boyutlarını aşar.[6] Ama vurgulanmalıdır ki, Rosa’nın kurduğu temel, bize, kapitalizmin genişleyen yeniden üretim için yeni ve kapitalizm dışı alanlara yayılmasını ve sonuç olarak fiziki sınırlara ulaşıldığında sermaye sisteminin sınırlarına gelip çökeceğini söyler. Bu bakış açısı ise ister istemez, bağrında ekonomist bir eğilimi taşır.

“... Kapitalizm varolabilmesi ve gelişmesi için kapitalist olmayan üretim biçimlerinin bulunduğu bir ortama gerek duyar ama bu biçimlerin hepsi amacına hizmet etmez. Kapitalizm, kapitalist olmayan toplumsal tabakalara; artıkdeğeri için bir pazar, üretim araçları açısından arz kaynağı ve ücret sistemi için işçi deposu olarak gerek duyar.” (Rosa Luxemburg, age,s 280)

Luxemburg, dış piyasa ihtiyacının, kapitalist üretimin bir zaafı olduğunu ve bu yüzden, sermaye sisteminin evrensel bir sistem olamayacağını söyler. Rosa’ya göre kapitalizm yıkılmak zorundadır, çünkü sınırlarına geldiğinde, yani pazar fizik sınırlarına gelip dayandığında, genişleyen yeniden üretim süreci tıkanacak ve bu tıkanıklık aşılamayacaktır. Bu yüzden kapitalizm bütün yeryüzünde gerçek bir egemenlik kurma yeteneğinde değildir.

Rosa, emperyalizmle uzlaşmaz tavrı ile marksizmin devrimci kanadında yer almıştır. Oportünizmle ayrışmak gerektiğini, Kautsky ile polemiklerinde ilk olarak anlayan ve Lenin’den de önce Kautsky’ye tavır alan Rosa, pratik olarak bu kopuşu erken dönemde gerçekleştirememiştir. Rosa’ya yönelik ekonomizm yakıştırması, onun fikirlerini “frengi basili” olarak ilan eden Ruth Fischer’in tanımında en uç noktaya ulaşır. Ruth Fischer’e göre Rosa’nın emperyalizm kuramı ‘..örgütlenme sorunlarıyla ilgili tüm hatalı kavramların kaynağıdır’. Ruth Fischer’in Lenin’le olan siyasi yakınlığı bilinir. Lenin’in, Rosa’nın bağlı olduğu Enternasyonal grubunun, “bu gemi azıya almış emperyalizm çağında artık ulusal savaşlar olasılığı söz konusu değildir.” değerlendirmesine karşı olduğu ve bu anlayışın yansıması noktasında parti ve devrim anlayışında, emperyalist savaşı iç savaşa dönüştürmek ve bunda partinin öncü rolüne yapılan vurguda farklılaşmak durumunda olduğunu belirtmek gerekir. Revizyonizmi ve oportünizmi Lenin’den önce keşfedip bayrak açmasına rağmen, kesin ayrılığı gerçekleştirememesi, bu tezleri ile ilgilidir.[7]

Lenin’den önce, Buharin’e değinmek gerekir. Buharin’e göre sermayenin uluslararasılaşması tekil ülkelerdeki ekonomilerin ulusallaşması ile paralel gider. Tekelci kapitalizm, her bir ulusal ekonominin devletin öncülüğünde, tek bir dev şirket haline gelmesine yol açar. Ulusal alanda rekabet kalkar ve ulusal ekonomi dev bir tröst olarak birleşir. Uluslararası alanda tam tersi bir süreç işler; rekabet ve çatışma... Buharin’de emperyalizm kapitalizmin zorunlu sonucudur. Sömürgecilik ve savaş ise mantıki sonuçlardır.

1920’li yıllarda Buharin, daha önce taşıdığı bir eğilimi mantıksal sonucuna götürür. Emperyalizmle birlikte kapitalizmin temel yasalarının doğaları değişmiştir. Piyasa anarşisinin yerini “örgütlenmiş kaynak dağılımı” alır, bunu da devlet gerçekleştirir. Ulusal ekonomiler düzeyinde ekonomik bunalımlar kalkar. Kapitalizmin bilinçli olarak, örgütlü bir biçimde yönetilebilecek olması, merkezileşmesi, dünya ekonomik sisteminin her halkasının devrimle dönüştürülebilecek olması demektir. İşçi aristokrasisi nedeniyle gelişmiş ülkelerde olmayan, yarı kapitalist ülkelerde daha olanaklıdır.

Rosa’nın tersine, Buharin’de, kapitalist yeniden üretim sistemi için dış piyasa zorunlu değildir. Dış piyasa daha büyük üretimi gerekli kılar ve bu da bir çeşit ölçek ekonomisi yaratır; maliyetler düşer, karlar artar. Bu da dış piyasaları yeniden üretim süreci için zorunlu kılmaya yetmez.

Kısaca Troçki’nin tutumunu aktaralım. Leninist emperyalizm teorisini, eşitsiz ve bileşik gelişme yasası ile birlikte, azgelişmiş ülke konusuna uyarlamış ve buradan diğer ilk kuşak marksistlerin konusu dışında özel bir alanda yoğunlaşmıştır. Bu yönüyle Lenin’in teorisinden çıkan politik sonuçları kabullenir.

LENİN’DE EMPERYALİZM VE BUGÜNÜN SORULARI

“... Kapitalizm soyguncu içeriğinin bütün belirtileriyle, tam ve eksiksiz bir şekilde tarihsel gelişmesinin en ince ayrıntılarıyla ve ulusal özellikleriyle hiçbir zaman incelenemez. Alimler (ve özellikle alim taslakları) ayrıntılar üzerinde tartışmaktan bıkıp usanmazlar. Bu böyledir diye kapitalizme karşı sosyalist savaşımdan vazgeçmek ve bu savaşıma ihanet edenlere karşı koymaktan kaçınmak gülünç olur. Zaten Kautsky’nin, Cunow’un, Akselrod’un ve benzerlerinin de istediği bu değil mi?” (Lenin. Sosyalizm ve Savaş, s. 113)

Görüntü ile gerçeği ayrıştırmak ne kadar mümkündür? Her şeyden önce görüntünün salt yanılsama olduğunu sanmak yanlıştır. Bire bir olmasa da görüntü gerçeğin izdüşümüdür ve gerçeğin bilgisine ulaşmak, bu yüzden ‘bilim’e muhtaçtır. Bugün beliren kapitalist-emperyalizmin eğilimlerine ilişkin görüntü ve bu görüntüden kalkarak oluşturulan soruların kuşkusuz bir karşılığı vardır. Örneğin, ‘ulusal devletlerin bu çağda yeri yoktur’ söylemi, yeni bir tartışma alanı olarak görülür; ama sorunun tıpkı bugünkü sunuluşu gibi yüzyılın başında da gündemde olduğunu bilmek gerekir. Kievski ile tartışmalarında Lenin’in aynı çağda farklı gerçeklikler olduğunu ve bunları bilmek gerektiği ile ilgili anımsatmaları bugün de geçerlidir.

Bugünkü emperyalizm konusunda kritik sorular –ki bunlar küreselleşme ideolojisinin argümanlarıdır– şunlardır: 1- üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin bugünkü gelişmesi, ‘uluslararasılaşması’, ulusal devletin aşılma noktasına gelinip gelinmediği ya da buna götürüp götüremeyeceği ile ilgilidir. Bu açıdan devletin durumu nedir? 2- Günümüzde mali sermaye-oligarşi içinde, spekülasyon ağırlıklı kesim –mali sermayeyi, üretken sermaye ve para sermaye arasındaki karşılıklı ilişki içinde tanımlarsak– gelecek zamanların ve üçüncü dünyanın talanına mahsuben üretimden sonsuz kopmuş mudur? Böyle algılamak doğru mudur? Bu durum ulusal devletin temelinin kalmadığı ile ilişkili bir totolojiyi desteklemek için şişirilmiş olamaz mı? Ve kuşkusuz sermayenin uluslararasılaştığı ‘tespiti’ devletin de uluslararası bir alana kayacağı varsayımına ya da mantıki sonucuna çıkmaz mı?

Bu sorulara yanıt bulmaya girişmeden önce ne amaçla ve nasıl bir yanıt peşinde olmamız gerektiğini anımsayalım.

“ ‘Sosyal’ vaizler ve oportünistler, geleceğin barışçıl sosyalizminin hayallerini kurmaya her zaman hazırdırlar. Ama bunları devrimci sosyal-demokratlardan ayıran şey, bu güzel geleceğe kavuşmak için gerekli çetin savaşımlar ve sınıf savaşları üzerine kafa yormaya yanaşmamalarıdır.” (Lenin, Sosyalizm ve Savaş, s62)

Uyarısını dikkate alıp, bu sorulara verilen yanıtlar akademik bir tartışma kaygısıyla beraber, sınıf mücadelesinin biçimi ve yöntemi üzerine bizi zenginleştirecek bir içerikle yanıtlanmaya çalışılmalıdır. Lenin’in emperyalizm anlayışını ve yanıt ararken nasıl bir duruş sergilediğini kısaca aktaralım.

“Emperyalizm eleştirisinden, kelimenin geniş anlamıyla, toplumun farklı sınıflarının kendi genel ideolojileri yönünden emperyalist politikaya karşı takındıkları tavrı anlıyoruz.” (Lenin, Emperyalizm, s. 136)

LENİN’DE EMPERYALİZM

Lenin, Hilferding, Buharin ve J. A. Hobson’un çalışmalarından yararlanmıştır.

Lenin’e göre Birinci Paylaşım Savaşı, emperyalizmin sonucudur. Sosyal şovenizm ise oportünizm ve işçi aristokrasisi ile ilişkilendirilmelidir.

Lenin, Emperyalizm adlı çalışmasında ultra-emperyalizm tezini çürütür. Ve ileri sürdüğü şey ‘çürüyen kapitalizm’dir. Çürüyen kapitalizm ise savaş, katliam, krizler, sefalet anlamına gelir.[8] Lenin’in emperyalizm tezi, birinci ve genel algılayış düzeyinde, beş maddenin ezberlenip sıralanması şeklinde olmuştur. Bunlar sırasıyla

• tekellerin yükselişi, hakimiyeti

• finans kapital-oligarşi

• sermaye ihracı: Sermaye ihracı, uluslararası ticaretin öneminin daha canlı ve büyüyor olmasına yol açar.

Hem para sermaye akımları hem de doğrudan üretici yatırımlar söz konusudur.

• dünyanın tekellerce bölünmesi

• dünyanın emperyalist güçler arasında bölüşülmesinin tamamlanması, yeniden paylaşım

şeklinde sıralanır.

Lenin’de emperyalizm, Marx’ın üretici güçlerin toplumsallaşması ve mülk edinmenin özelliği arasında saptadığı çelişkinin somutlanması olarak, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır ve sermayenin yoğunlaşması, giderek merkezileşmesi olarak üretimin toplumsallaşması ise dünya ölçeğindedir. Marx’taki eğilimler Lenin’de somut tarihsel olgular şekline gelir.

Eşitsiz gelişim yasası, dünyanın bölüşülmüşlüğünü her an ve sürekli geçersiz kılar ve savaşlara varan gelişmeler olur. Bu Lenin açısından arızi bir durum değil, ‘kahince sözler’ diye Engels’e atıfla belirttiği neredeyse yasal düzeyde geçerliliği olan ve tarihsel olarak -ki, Paris Komünü, Ekim Devrimi ve İkinci Savaş, bu yasallığı destekleyen tarihsel olgulardır- kanıtlanmış bir durumdur. Kapitalizm, çelişkileri karşısında çözümsüzdür ve çelişkileri arttığında, şiddeti, bu durumda savaşı, politikanın bir biçimi olarak çekinmeden kullanır. Tekeller arası rekabetin boyutları ile ele alınmazsa, dünyadaki gerilimlerin, devletler arası ilişkilerin çözümlenmesi mümkün olmayacaktır. Bu nedenle Leninist emperyalizm teorisi bize bu imanı sunan bir niteliğe sahiptir.

“Rekabetin soyut ve gelişmemiş biçimleri, kapitalist örgütlenişin somut ve görünüşte yeni biçimlerinin karşısına çıkarıldı ve Marx’ın gerek eleştiricileri, gerekse savunucuları, tekelin rekabetin yerini almakta olduğu sonucuna ister istemez vardılar. Böylece, marksist gelenek içinde olabildiğince erken bir anda, Kautsky ile Bernstein arasındaki tartışmalarda, tartışma alanı, tekelin rekabetten ne bakımdan farklılaştığı, önceki aşamanın yasalarının bu yeni koşullar altında hala geçerli olanları varsa bunların hangileri olduğu sorununa kaymıştı bile. O günden başlayarak tekelci kapitalizm kavramı marksist teorinin bir köşe taşı haline gelirken rekabet teorisi de ona uygun bir şekilde geçmişe, ‘klasik’ rekabetçi kapitalizm aşamasına ait bir teori derekesine düşürüldü” (Sosyalizm ve Toplumsal. Mücadeleler. Ansiklopedisi, c. 2. s. 430.)

Bu konu üzerinde Anwar Shaikh’in yukarıdaki Marx yorumunu dikkate almak gerekirse, emperyalizmin, rekabeti ortadan kaldıran değil, tekelci rekabet düzeyinde daha da tehlikeli bir boyuta taşıyıp yeniden üreten bir aşama olarak vurgulanması, Lenin’in emperyalizm teorisinin özgün yanlarından birisi olmuştur. Diğerlerinden farklı olarak Lenin, tekel gerçeğini, rekabetin ortadan kalktığı ve üretim anarşisinin engellenebilir olduğu yanılgısı ile eksik ve bu nedenle yanlış bir tanımdan kurtarmıştır. Lenin’de tekeller yeni türde rekabet demektir.

“Ekonomik yönden emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Tam tekele ulaşmak için, yalnızca (belli bir devletin) iç pazarında değil, ama aynı zamanda dış pazarlarda, tüm dünyada her türlü rekabet saf dışı edilmiş olmalıdır. ‘Mali-sermaye çağında’ yabancı bir ülkede bile rekabetin saf dışı edilmesi ekonomik bakımdan olanaklı mıdır? Elbette olanaklıdır. Bu, rakibin mali bakımdan bağımlı hale getirilmesiyle, hammadde kaynaklarının ve sonunda bütün işletmelerinin ele geçirilmesiyle yapılır.” (Lenin. Emperyalist Ekonomizm. s. 40)...

”Kapitalizm geliştikçe hammadde eksikliği de kendini o kadar duyurmaktadır; rekabetin şartları o kadar sertleşmekte, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama çabaları o kadar alevlenmekte, sömürgelere sahip olma mücadelesi o kadar amansız olmaktadır.” (Lenin, Emperyalizm, s. 103)

Lenin, kapitalizmin ulusal sorunu genelleştirip sürekli yeniden ürettiğini, emperyalist aşamada ise bunun ulusal bağımlılık şeklinde genelleştiğini, yeni tür bir sömürgeciliğin, eskisinin yerini aldığını anlatır. Tezin buradaki özgünlüğü, demokrasi ve demokrasi mücadelesinin kavranışına ilişkin devrimci bir kapı açmasıdır. Sömürge halklar ve uluslar, bağımlılık ilişkileri altında ‘kendi kaderlerini tayin hakkı’nı, emperyalizme karşı, ayrılma, ayrı devlet olma mücadelesi ile, siyasi bağımsızlık yolunda mücadele şeklinde kullanmalıdırlar.

“Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, siyasal bağımsızlık demektir. Emperyalizm böyle bir bağımsızlığı yıkmak ister, çünkü siyasal ilhak çoğu zaman ekonomik ilhakı daha kolaylaştırır, daha ucuzlatır (yetkililere rüşvet vermek, ayrıcalıklar koparmak, lehte yasalar çıkarttırmak, vb. daha kolaydır) daha rahat hale getirir, daha az güçlük çıkarır – tıpkı emperyalizmin genel olarak demokrasi yerine oligarşiyi koymasının yollarını araması gibi. Ama emperyalizmde kendi kaderini tayinin ekonomik bakımdan ‘elde edilemezliği’nden söz etmek tepeden tırnağa saçmadır.” (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s. 41)

Ezilen halkların demokrasi mücadelesi, diğer tez sahiplerine göre sınıf mücadelesi açısından temelsiz ve boş olarak değil başka türden ele alınır. Ulusal hareketin geçmişe ait bir şey olduğu, ulusal sorunun çözüldüğü kapitalist ülkelerde savaşı iç savaşa dönüştürüp kendi devrim ve iktidar mücadelesini vermesi gereken işçi sınıfları bu tez nezdinde yeni bir müttefik bulmuştur: Ulusal hareketi bugün yaşayan ülkelerle, sömürge uluslar ve halklar.

Ulusal savaşım, ulusal başkaldırı, ulusal ayrılma da tam olarak ‘gerçekleştirilebilir’ ve pratikte emperyalizm altında bununla karşılaşılmaktadır. Kaldı ki emperyalizm, kapitalizmin gelişmesini ve halk yığınları arasında demokratik eğilimlerin büyümesini durdurmadığı için, [ulusal hareketler –ç] daha da kuvvetle ortaya konmaktadır. Emperyalizm, tam tersine, halk yığınlarının demokratik özlemleriyle, tröstlerin anti-demokratik eğilimleri arasındaki karşıtlığı daha da şiddetlendirir. (Lenin, Emperyalist Ekonomizm, s. 48)

Lenin’in demokrasi mücadelesini kavrayışı ile bugün yaygın kavranışı ile ‘demokrasicilik’ arasında esastan bir fark vardır. Demokrasinin genişletilmesi ile tanımlanabilecek bir yerden değil, iktidar hedefinden tanımlanmış bir demokrasi kavrayışına sahiptir. Bunun için devrim ve devrimci strateji anlayışı en geniş demokrasi mücadelesini hedefleyen ve bunun için de iktidara göre örgütlenmeyi zorunlu gören bir mantığa sahiptir. Emperyalizm kavrayışının mantıki tamlayanı, Lenin’in bu parti anlayışı olmuştur. Onu, Rosa ve diğerlerinden farklı kılan ise esasta budur. Bu farklılıklar, zamanla belirginleşmiş ve evrensel hale gelmiştir. Bu nedenle sürecin farklı yerlerinden yapılan Leninist parti tarifleri de farklılaşabilmektedirler. Partinin sınıfın ileri unsurlarından, öncü unsurlarından oluşması ve ideolojik birlik ekseninde bir araya gelmesi iki önemli ayraç olarak marksizmin kavranışı ile çıkarsanmıştır. İdeolojik birliğin, sınıf uzlaşmacılığı demek olan ‘oportünizm’den ve sınıf içinde varolan farklı akımlardan ayrılık anlamına geldiğini söylemeye gerek yok sanırım. Oportünizmin, Lenin’den önce Rosa tarafından saptandığını ama örgütsel ayrılığı yanlış bulduğu; oportünizmi işçi sınıfının tarihinin bir ürünü olarak değerlendirip, yanlış bulduğu hatırlanmalıdır.

LENİN’İN EMPERYALİZMİ VE BUGÜN

Küreselleşme tartışmalarının hızının görece kesildiği bugünlerde Lenin’in emperyalizm tezinin, daha bir anlaşılır olma şansı artmış bulunuyor. Bugün geçerli olan tekelci rekabet, devletlerin rekabeti, çevre ülkelerde yeni sömürgecilikten, eski tip sömürgeciliğe dönüş eğilimleri gösteriyor. Sosyalizmlerin sahnede olduğu, işçi sınıfının gücünün ve örgütlülüğünün yüksek olduğu dönemlerden sonra, artık bu ikisinin dengeleyici etkilerinden kurtulmuş kapitalizmi kendi vahşiliği ile başbaşa bırakmış bulunuyor. Asalak ve çürüyen kapitalizm tanımı, kar oranlarının düşmesi ve spekülasyon alanının genişlemisi olguları ile temellenmektedir.

“Kapitalizmin özelliği, genel olarak sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayie uygulanışından ayırmaktadır; yani para-sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan doğruya ilgili herkesten ayırmaktadır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali sermayenin egemenliği veya emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden ‘güçlü’ birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar. (Lenin, Emperyalizm, s. 74)

Mali yönden güçlü birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumu, bugünkü dünyanın genel fotoğrafı olması açısından en az Lenin dönemi kadar geçerli bir tespittir. Bu devletlerin üstün durumunu açıkladığı gibi ezilen ve sömürülen geniş bir coğrafya ve nüfusun içler acısı durumunu açıklamak konusunda da oldukça yetkindir. Kendi dönemi için Lenin’in ‘güçlü’ devletler açısından yaptığı tanımı güncelleştirmek gerekir.

“Bu dört ülke (İngiltere, Fransa, Birleşik Devletler ve Almanya kastediliyor), toplam olarak 479 milyar franka, yani dünya mali sermayesinin hemen hemen %80’ine sahiptir. Dünyadaki öbür ülkelerin hemen hemen hepsi, bu uluslararası banker ülkelere, dünya mali sermaesinin bu dört ‘direğine’, az veya çok borçlu durumdadır, az veya ok miktarda onlara hara vermektedir.” (Lenin, age, s. 76)

Sovyetlerin saheden çekilmesinden sonra, iyice kızışan kapitalist rekabet sonunda bugün esas olarak iki blok tekelci kapitalist devletlerin rekabetine sahne olmakta, rekabet bu ikisi arasında yürütmektedir. Bir yanda ABD, diğer yanda AB.. Japonya bütün ekonomik gücü ve görece avantajlarına rağmen şimdilik yarışta geri kalmıştır. Ulus devletin temellerinin kalmadığı tezinin kanıtı olarak ileri sürülen Avrupa Birliği örneği, Almanyanın öncülüğünde, ABD’nin ekonomik ve siyasi üstünlüğüne karşı rekabeti yürütebilmek amacıyla yine bütün Avrupalılar tarafından gerçekleştirilmektedir. Temel ekonomik göstergelerde ABD’yi aşan değerlere sahip olan AB, esas olarak askeri alandaki zaafları nedeni ile boğuşmaktadır. Bu alandaki zaaf ise politik alanın, ekonomik olana gerekli desteği vermek olan işlevini yerine getirmemesi demektir. Özünde bir hayli karışık olan ama yukarıda oldukça basitleştirilerek anlatılan ekonomik rekabet tablosu, görüntüyü neredeyse Kautsky’nin ultra-emperyalizm tezine yaklaştırmaktadır. Ama Avrupa Birliği’nin özünde gönüllü birlik olmadığı, tablonun geri kalanında Çin ve Sovyetler gibi hammadde ve pazar alanlarında etkili, Japonya gibi ekonomik açıdan önemli güçlerin bulunduğu hemen tobloya eklenmeli.

“Kautsky’nin ultra-emperyalizm hakkındaki ....fikri, mali sermaye egemenliğinin, dünya ekonomisindeki eşitsizlikleri ve çelişkileri azaltacağı fikrini desteklemektedir. Oysa, gerçekte, mali sermaye bu eşitsizlikleri ve çelişkileri artırır. (Lenin age, s. 118)...Kautsky’nin, içlerinde ‘ultra-emperyalizm’in embriyonunu gördüğü uluslararası karteller (tıpkı laborauvarın tablet üretiminde bir ultra-tarımın çekirdeğinin görülebileceği gbi), dünyanın paylaşılmasının ya da yeniden yaplaşılmasının barışçı bölüşmeden barışçı olmayan bir bölüşmeye veya tersi bir duruma geçişin örnekleri değil midir? (Lenin, age, s. 120)

Küreselleşme dönemi ve söylemi boyunca, kapitalizmin rekabetçi ve şiddetçi yapısını nihayet aştığı ileri sürüldü, Tıpkı Kautsky’deki savunu ileri sürüldükten sonra, çok geçmeden, kapitalizmin krizleri karşısında nasıl hırçınlaştığını gördük. Körfez Operasyonları, Somoli, Arnavutluk, Afganistan, Arjantin ve son olarak Venezüella, değişik türden de olsa tekelci kapitalizmin dünya üzerinde süren rekabetin sonuçları olarak yaşanan trajedilerdir. Ama hala temeldeki hata terkedilmiş değil. Görüntüye takılıp gerçeğin algılanmasının önüne geçilmesi

“Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma derecesi, kar sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığı için yapıyorlar ...Şu da var ki ekonomik ve siyasi gelişmeye göre, güçler de değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için, güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi meselelerin çözülmüş olduğunu bilmek gerekir. Bu değişikliklerin salt ekonomik mi, yoksa ekonomi ötesi (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı meselesi, kapitalizmin şu içinde bulunduğumuz çağına ilişkin hiç bir temel fikri değiştiremiyecek ikinci derecede bir meseledir. Kapitalist gruplar arasındaki mücadelenin özü meselesinin yerine, bunların (bugün için barışçı, yarın için barışçı olmayacak, öbür gün için yine barışçı olmayacak) biçimleri meselesini geirmek, bir sofist gibi hareket etmekten başka bir şey değildir.” (Lenin, age, s. 94)

Kapitalist rekabet, eşitsiz gelişim yasasının bir sonucu olarak bir gün için önde olanın diğer gün için aleyhine gelişmelerin olacağı ve mutlak olarak kapitalist dünyanın liderliğinin sürdürülemeyeceği anlamına gelir. Bugün için daralmakta olan Amerikan ekonomisinin, temel göstergelerde kendini geçen Avrupalı rakipleri karşısında elini kolunu bağlayıp oturmasını bekleyemezdik. Zaten öyle de olmadı. Bütünüyle yıkıcı tahribatını çevre ülkelerde yapmakla birlikte buralarla sınırlı kalmayan ve merkez ülkeler halklarını, işçi sınıflarını de doğrudan etkileyen bu kapitalisit rekabetin sonuçları, sosyalizm açısından yeni olanaklar yaratmaya devam ediyor.

“Mali sermaye ve tröstler dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişim ritimleri arasındaki farklılıkları azalmaz, çoğaltır. Oysa, kuvvetler arasındaki ilişki, değişikliğe uğradıktan sonra, kapitalist düzende, çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır? (Lenin, age, s. 120)...”

Mali sermayenin, sermaye birikiminin bugünkü sorunlarına çare bulmak noktasında, sömürüyü daha da artırmak, çevre ülkelerin talanını vahşet boyutuna yükseltmek (ki Afrika için bu geçmiş bir şeydir) dışında bir seçeneği yoktur. Bugünün sorunları kapitalizm içinde çözülemez olduklarını görmek ya da duymak istemeyene bile gösterip duyurabilecek kadar yalındır. Yalanları ve mistifikasyonları dağıtmak ise, reformcu ve uzlaşmacı politik hatların başarabileceği bir şey olmadığı gibi, güneşi balçıkla sıvamaya çalışmak olacaktır.

“Mesele şudur: bir yanda, üretici güçlerin gelişimi ile sermaye birikimi arasında; öte yandan, mali sermaye için sömürgelerin ve ‘nüfuz bölgelerinin’ paylaşılmasında mevcut oransızlıkların ortadan kaldırılması konusunda, kapitalist ortamda, savaştan başka bir araç var mıdır? (Lenin, age, s. 122)

sorusunu, rekabetin sonucunun, hep savaşlara ya da devrimlere çıktığını unutmadan yanıtlamak ve buna göre politikalar oluşturmak gerekir.

BUGÜNÜN SORULARI VE YENİ DÖNEM

Bugün kapitalist-emperyalist sistemin ve onun belirlediği bütün dünyanın soruları, yüzyılın başındaki sorularla hemen hemen aynıdır. Ulus devletin sonunun gelip gelmediğinden ve bunun yerine hangi otoritenin koyulacağından başlayan tartışmalar, soyut bir demokrasi ve barış söyleminden hızlı bir şekilde emperyalist teröre yerini bırakmış bulunuyor. Küreselleşme ideolojisi, sosyalizmlerin yıkılması ve açılan boşluğun nasıl ve hangi sermaye grupları adına doldurulacağı ile ilgili hazırlık demekti.

”Demokratikleşme süreçlerinin ilanında sosyalizmlerin yıkılması belirleyici aktör değildi; eski sosyalist sistemlerin sonu, bu süreci ancak güçlendiren, sağlamlaştıran ve genelleştiren bir etkiye sahipti. Demokratikleşme, aslında, 80’lerden itibaren devreye giren neo-liberal politikaların bir unsuruydu.” (Yasemin Özdek, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, s. 142.)

Kuşkusuz demokrasi söyleminin başat hale gelmesi, sosyalizmlerin yıkılmasından önce başladı.

“sosyalist ve kapitalist kutuplar arasında 1970’li yıllarda başlayan ‘yumuşama’ dönemi, ‘müdahale yasağı’ ilkesinin iki karşıt kamp tarafından teyit edilmesini de beraberinde getirmiştir. 1975 yılında AGİK kapsamında imzalanan Helsinki Nihai Senedi, Konferans’a katılan devletlere kılavuzluk eden ilkeler kapsamında, devletlerin egemen eşitliği, tehdide veya kuvvet kullanmaya başvurmama, sınırların dokunulmazlığı, ülke bütünlüğü gibi ilkelerin yanı sıra ‘içişlerine müdahale yasağını’ da belirtmiştir.” (age, s. 80)

Anlatmaya çalıştığımız, sosyalizmlerin yıkılması ve Körfez operasyonu arasındaki dönem, burada yazarın belirttiği yumuşama döneminin son yıllarını içerir ve bu dönemin kaynağını Helsinki Nihai Senedi’ne kadar götürmek mümkündür. Bu söylemle silahsızlandırılan işçi sınıfı ve ezilen halklar, bir dönem sonra söylemin pratik hedefi olacak kitleyi oluşturacaktır. İki kutuplu dünya, sosyalizmlerin –ve onun yenilmesiyle oluşturduğu fazladan bir olumsuzlukla sınıf hareketinin– mevzilerinin kaybedilmesinin sonrasında tek kutuplu bir şekle bürünmüştür. Bu ise belki de daha hazır olmadıkları bir savaşımın gündeme gelmesi anlamına gelmiştir.

“... İki sistemli ve iki kutuplu bir dünyada, hakim merkezler kendi etki alanlarını genişletmeye ve bu amaçla taraftar kazanmaya çalışırken, tek sistemli bir dünyada güç merkezleri arasındaki mücadele ekonomik kaynak kazanmaya yönelik bir hale gelecektir.” (İzzettin Önder, Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye içinde, s. 224)

öngörüsü haklı çıkmış ve ekonomik amaçlı savaş gittikçe sertleşmiş, bütün bir soğuk savaş dönemi boyunca yan yana duran müttefikler, aralarında artan bu ekonomik savaşımın, yeni döneme uygun formlarını eşit olarak yaratamamışlardır. Amerika öncülüğünde sürdürülen bu dönemin sonunda yine bu ülke avantajlarını kullanmış ve askeri sanayi kompleksi ile bütün dünyada doğrudan denetim kurma çarelerini arar olmuş ve küreselleşme ideolojisine hemen eklenmek üzere, medeniyetler çatışmasına uygun bir terör retoriği tutturmuştur. Yugoslavya’dan Irak’a, Somali’den Afganistan’a kadar dünyanın her köşesinde doğrudan askeri müdahaleler, bir önceki dönemin, ideolojik-siyasi ve hukuki çerçevesi ile mümkün değilken, şimdi bu müdahaleler doğrudan terör bahanesi ile yapılabilmektedir. Küreselleşme söyleminin etkin olduğu çerçeve içinde ve günümüze kadar uzanan dönemde ise anahtar kavram insan hakları olmuştur. İnsan Hakları çerçevesinde ulus-üstü kurumlar yaratılıyormuş ve insan hakları sorunu uluslararası toplumun sorunuymuşçasına müdahaleler yapılabilmiştir. Ama örneğin bugün Afganistan’a ABD’nin müdahalesi ya da İsrail’in Filistin’e yönelik müdahalelerine insan hakları savunuluculuğu pek de uygun düşmeyeceğinden şimdiki gerekçe terör olarak sunulmaktadır.

“ABD’nin 60’lardan bu yana süregelen insan hakları kampanyasının devam eden bir halkası olmakla birlikte, günümüzde insan hakları artık yeni müdahalecililiğin temel dayanağını oluşturmaktadır. 60’lardan 90’lara kadar Üçüncü Dünyalı ülkelere yönelik ekonomik ve politik yaptırımlarda araç olarak kullanılan bu kavrama, bundan böyle doğrudan güç kullanmanın da gerekçesi olma işlevi biçilmektedir.” (Yasemin Özdek, age, s. 84)

Bu saptama, kuşkusuz bizim ‘yumuşama dönemi’ tanımımız için de geçerliydi. Fakat tek kutuplu dünya içinde hegemonya mücadelesi ve rekabet, insan hakları kavramını kullanarak kimin nerelere nüfuz edeceği noktasında bir karmaşıklığı yaratmaya başladığında F. Halliday’ın 1990’da yaptığı saptama hükmünü yürütmeye başlamıştı.

“... Yıllarca süren sömürge talanları ve büyük savaşın kendisine yol açan, sosyalist bir rakibin karışması olmaksızın, kapitalistler arası bir çatışmanın, dünyasıydı bu. Bu da başkalarının 1914-1945 Avrupa iç savaşı dedikleri fakat, her Çinli ya da Vietnamlının belirteceği gibi, bundan daha fazlasına öncülük etti. Alman ya da Japon güçlerine ilişkin ifade edilen kaygılar pek sakin bir yirmi birinci yüzyıl vaat etmiyor.” (Fred Halliday, ‘Soğuk Savaşın Sonuçları.’, Dünya Solu 6)

Alman ya da Japon vurgusu, sakin olacağı beklenmeyen yirmi birinci yüzyıl tanımı fazlasıyla doğrulanmış bulunuyor. Üstelik Almanya, iki savaşın tecrübesiyle, kendisi lehine yürüttüğü Avrupa Birliği kampanyasında oldukça yol almış bulunuyor. Yine de erken bir sürtüşmenin kendi aleyhine sonuçlanacağını bildiğinden, ABD’nin politik kışkırtmaları karşısında soğuk kanlı davranmayı sürdürüyor.

Ekim Devrimi ile başlayıp sosyalizmlerin yıkılması ile kapanan parantezi bir dönem olarak tanımlamak doğru olacaktır. Bu dönem kapitalizmin hem sosyalizmler tarafından dizginlendiği hem de uluslararası sınıf hareketinin kazanımlarının güçlü olduğu bir dönemdir. Bu ikisinin birden yenilgiye uğraması, kapitalizmi, sınıf mücadelesinin bu iki türevinin etkilerinden kurtarmış; kapitalizm kendi dizginsiz yoluna, sınırsız sömürü, baskı, şiddet ve savaşlar alanına geri dönmüştür. Çok uluslu şirketlerin devlet dayanakları ve dayandıkları ulusal zemin, mutlak bir uluslararasılık olarak yanılsamaya uğratılmış ve bunun ise devletler üstü organizasyonların motor gücü olduğu savlanmıştır. Bir önceki uluslararası hukuka ait olan, ‘içişlerine karışmama’ ilkesi de facto ‘insani müdahale’ ile yer değiştirmiş. Küreselleşme söylemi, aynı zamanda, pazar ve hammadde (toprak) paylaşımının yeni bir evreye girdiğinin kanıtı ve hazırlığı olmuştur. İşte tam bu noktada ulus devletlerin döneminin bittiğine yapılan vurgu aslında bu paylaşımın ideolojik dayanaklarını oluşturmayı amaçlamıştır. Ve şu ana kadar da başarısız olduğu söylenemez.

Emperyalizmin yeni bir evreye girdiğine yönelik yapılan nitelemeler, bu açıdan küreselleşmeyi emperyalizmin yeni bir aşaması olarak tanımlamaktadırlar. Yılmaz Sezer’in yazısının başlığında olduğu gibi, Yasemin Özdek de bu tanımı yapmakta, yaşananları global devletin oluşturulması çalışmaları olarak görmektedir.

“Emperyalizmin olgunlaşarak nitel bir değişimi yaşamaya başladığı içinde bulunduğumuz dönem, bağımlı ülkelerin ’politik bağımsızlıklarının’ tanındığı, ancak uluslararası sömürü sisteminin diğer çeşitli araçlarla sürdürüldüğü 20. Yüzyılın ‘yeni sömürgecilik’ yöntemlerinde de bir değişimin yaşanmaya başlandığını haber vermektedir ... Süreç, uluslararası örgütlerde merkezileşen politik iktidar tekelinin kurulması ile emperyalizmin ‘ideal’ modeline ulaşma hedefi doğrultusunda işlemektedir. Ancak ‘uluslararası’ örgütleri yönlendiren başlıca gücün ABD emperyalizmi olduğunda da kuşku yoktur. Yaşanan sürecin emperyalistler arası çatışmaları tolere edip edemeyeceğini ise tarih gösterecektir.” ( Yasemin Özdek, age., s. 128-129)

AB ile ABD arasında iki alanda olmak üzere rekabet halen ekonomik yasalar çerçevesinde sürmektedir. Politik alan halen ekonominin lojistiği olma vasfını aşmış değildir. Birincisi para birimi ve para alanı ikincisi ise askeri alandaki hazırlık[9] ve saflaşma olmak üzere sürüp giden bu hazırlıklar, ABD tarafından, rakibini siyasi olarak erken bir saflaşmaya çekerek, siyaseten zayıf düşürme amacıyla kullanılmaktadır. Bütün bunlar artarak süren ekonomik kriz ortamında gerçekleşmektedir.

Hedef alan konumundaki çevre ülkeler ise ulus devlet ekonomik, siyasi, psikolojik desteklerini yitirmekte, yetki alanlarını emperyalist tekeller lehine kaybetmektedir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, merkez ülkelerde, ulus devletin ideolojik varlık olarak sürdüğü, bu ülkelerde sermaye tabanlı devlet organizasyonlarının, ulusal sorunların çözülmüşlüğünün ve bu ölçüde ulusal hareketlerin ömrünü tamamlamış olduğunun belirtilmesi gerekir. Emperyalizm döneminde kapitalizm, bütün bir çevre ülkeler için, ulusal sorunu genelleştirmiş, sömürü olgusunu bu ülkeler ve halklar için artırmak ve onların en demokratik taleplerini yok saymak dışında bir politika uygulamamıştır. Neo-liberal politikaların sonucunda, kendi halkları nezdinde meşruluğu tartışmalı hale gelen bu ülkeler, çeşitli yollar ve politikalarla by-pass edilmeye başlanmıştır. Artık yasal düzenlemelerden, ekonomi yönetimine, çevre ülkeler, emperyalist tekellerin ve onların sözcüleri devletlerin doğrudan yönetimine girmiş bulunuyorlar.

Uluslararası sistemde, emperyalist tekellerin kurumlarının yerel otoritelerine indirgenmiş olan ulus devletler, bu global kurumların yoksun olduğu meşruiyet sorununu çözmek noktasında işlevli olduğu noktada gözden çıkarılamamaktadır. Aynı zamanda sermaye içi çelişkiler de içinde olmak üzere sınıf mücadelesinin çeşitli düzeyleri, ulus devlet dolayımı ile yaşanmaktadır. Bu tabloda milliyetçilik, kendine, bir çeşit sol ittifak bulmayı becerebilmiştir. Ulusal bağımsızlık, siyasi bağımsızlık belgisi, ulus devletin savunusuna dönüşüvermekte, anti-emperyalizm, milliyetçiliğin gölgesine terk edilebilmektedir. Ulus devletin, kendi iktidar alanını, kendi siyasi ve ekonomik çıkarları ölçüsünde koruması, yine aynı çıkarlar doğrultusunda emperyalist tekellerle uzlaşmakla aynı şey olmakla birlikte, milliyetçi sol söylem, ulus devletin kendisine güvenmeyi tercih etmektedir.

“Kuşkusuz kapitalist dünya ekonomisi oldukça iyi örgütlenmiştir; lakin, milli devlet gibi bir partneri yok etmeyi veya çökertmeyi göze alabilecek kadar cesur mudur?” (Jurgen Habermas, Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti, Önsöz, s. 10)

DEMOKRASİ MÜCADELESİ

Emperyalist tekellerin, sınıfsal kökenlerinden sıyrılmış ve bağımlı ülkelere müdahale ederken kullandıkları bu kavram, insan hakları, etnik-ulusal haklar, yerellik, bireysellik gibi alt kavramlarla beslenmiştir. ‘Yumuşama dönemi’nin son bulması ile ise bu dönem boyunca atılan stratejik adımların avantajı ile de kitlelerin iyice bulandırılmış bilinçleri birleştirilmiş ve temelsiz bir terörizm ve onu tehdit eden dünya eğretilemesi ile emperyalizmin müdahalelerine devam edilmektedir.

Bütün bunlar ise dünyanın sömürülmesinde ve paylaşılmasında yeniden alınan pozisyonlarla ilgilidir. Emperyalizm, dünyanın büyük çoğunluğunu artık mutlak yoksulluk sınırının altına atmış, kendi uluslarında ve ülkelerinde de meşruluğunu bu uygarlığı koruyucu misyonu ile sağlamaya çalışmaktadır. Ulusal sorunları çözmek şöyle dursun her gün yeniden üretmekte olan emperyalizme karşı, onun kavramlarına referansla mücadele etmek mümkün değildir.

Lenin’in, emperyalizm çözümlemesinde, işçi sınıfının kendi ülkesinde köylülük ve sömürgelerde ezilen halklar nezdinde devrimci müttefikler bulması, sınıfsal kristalizasyonun sınırlarına ulaştığı bugünkü dünya için de geçerliliğini sürdürmektedir. Kuşkusuz, siyasal bağımsızlık mücadelesini, enternasyonalizm ile bütünlememek, devrimci stratejiyi baştan sakatlayacaktır. Ama bugün sırat köprüsünün iki yanında, bir yanda demokrasicilik, öte yanda ulusal devletini savunmaya hazır sol milliyetçilik olmak üzere iki tehlike hazır beklemektedir.

İşçi sınıfının dünya çapında enternasyonal örgüt ve mücadelesi olmadan, ezilen halkların devrimci potansiyeline seslenebilmek mümkün olamayacaktır. Bu görev yerine getirilmeden, demokrasi talepleri ile ulusal kurtuluş mücadelesinin harmanlanması her zaman için, sınıf temelleri muğlak demokrasi kavrayışını güçlendirebilir.

SONUÇ

Birinci kuşaktan marksistleri, Lenin, Rosa vb diye sayarsak, ikinci kuşak marksistlerin ekonomik olandan çok –troçkistleri ayırırsak– epistemoloji alanında, özgürlük felsefesi noktasında mesai yaptıkları ve bu noktada uzunca bir süre hayatın kıyısında kaldıklarını söyleyebiliriz. Sosyalizmler ve Sovyetler Birliği’nde olup bitenler, özgürlük sorunsalı noktasında kapitalizm karşısında sosyalizmin başarısız ve yenik düşmesi bu alana ilgiyi canlı tutmuştur. Ve kapitalist sistem, görece, sosyalizmin denetleyiciliği altında görüntü düzeyinde de olsa daha demokratik olabilmiş bu ise kapitalizme yönelik ekonomik eleştirilerin ve sermaye birikiminin sorunlarının gölgelenmesine neden olmuştur. İkinci emperyalist savaşın hem iki kesiminden birinin (Almanya’nın) hızını kesmesi hem de sermaye birikimi sorunlarına çare olması Amerika’nın önünü açmış, savaş sonrası uzun sürecek bir genişleme dönemi epistemoloji alanından kapitalizmin sorunlarını ön plana çıkaracak ekonomik sorunlar alanına geçişi uzun süre engellemiştir.

Ya Sosyalizm ya barbarlık ikileminin içinde olduğumuz, barbarlığı yaşadığımız söylenirse, kimse soyut bir ajitasyon yapıldığını düşünmemeli. Zaten büyük kitleler, yaşadığı sefalet ve işkencenin izlerini taşıyorlar. Onlar için bu bir çığlık! Artık komünistlerin, ‘epistemolojinin’, ‘pratik özgürlükçülüğün’ sınırlarında dolaşma hakları iki kere daha yoktur. Sistemin temellerine yönelik ekonomik ve politik eleştiri bütünlüğü, pratik-politik eksende yeniden kurulmalıdır.

Kapitalizm tarihinde Ekim Devrimi ile açılan parantez kapanmış ve bu durum, önemlice bir kesim tarafından emperyalizmin yeni bir aşaması olarak değerlendirilmiştir. Aslında olan, kabaca söylersek, ‘kapitalizmin kaldığı yerden devam etmesi’ diye ifade edilmelidir. Ve ne yazık ki, kaldığı yerde, sınıf uzlaşmacılığı ve bunun politik ifadeleri bulunmaktadır. Bütün bir ‘yumuşama dönemi’nin argümanları üzerinden geliştirilen ve işçi sınıfı temeli, temelsiz bir demokrasicilikle değiştirilen bu projeler, kuşkusuz, sınıf mücadelesinin keskinleştiği, sınıfsal ayrımlaşma ve taraflaşmanın hızlandığı önümüz günlerde, nesnel temellerini gittikçe artarak kaybedeceklerdir. Ama devletin artan baskısı ve doğrudan terörü mücadele yöntemi olarak ön plana çıkarması, sınıf uzlaşmacılığının çeşitli biçimlerini yine canlı tutmaya hizmet edecektir.

Bütün bunlardan sonra, epistomoloji alanındaki çalışmalarından tanıdığımız Althusser’in dediği gibi, ‘atılan köpek yavrusu değil’ demek, diktatörlüğü başta olmak üzere proletarya’yı ve devrim’ini programlarından çıkaranların varacağı yerin, bugünlerde Aren’in vardığı yerden başka bir yer olamayacağını anımsatmak gerekiyor. Politik savunu ve duruşların, teorik konumlanıştan ayrı, bağımsız olamayacağı, olsa bile zamanla açının teorik olandan yana kapanacağı unutulmamalı.

KAYNAKÇA

K. Marx, Kapital, c. 1,2,3, Sol Yayınları

K. Marx, Grundrisse, Birikim Yayınları, Ekim 1979

K. Marx - F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Ankara

Mehmet Selik, Marksist Değer Teorisi, AÜSBF Yayınları, Ankara 1974

V. İ. Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, Ankara, Eylül 1974

V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Sol Yayınları, Ankara, Şubat 1980

V. İ. Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Sol Yayınları, Ankara, Eylül 1991

Bukharin, Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi, Spartakis Yayınları, İsanbul, 1976

Rosa Luxemburg, Sermaye Birikimi, Alan Yayınları, İstanbul, Aralık 1986

Kautsky, Seçme Politik Yazılar, Kavram Yayınları

Henri Denis, İktisadi Doktrinler Tarihi c2 Sosyal Yayınları, Ankara

Yılmaz Sezer, Teori ve Politika 22, ‘Emperyalizmin En Yüksek Aşaması’

Lelio Basso, Marksizm ve Gelecek 2, ‘Emperyalizm Kuramı ve Lenin’

Yılmaz Öner, Dünya Ekonomisi, ‘Bunalım ve Siyasal Yapılar’, Belge Yayınları

Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye, Derleme, Bağlam Yayınları, İsanbul 1992

İ.Wallerstein, Güncel Yorumlar, Aram Yayınları, İstanbul, Ekim 2001

Sweezy, Baran, Magdoff, Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, Bilgi Yayınları,Ankara

Rosa Luxemburg, Saprtakistler Ne İstiyor? Belge Yayınları, İstanbul 1979

Yasemin Özdek, Uluslararası Politika ve İnsan Hakları, Öteki Yayınları, Nisan2000

Fred Halliday, ‘Soğuk Savaşın Sonuçları.’ Dünya Solu 6

Jurgen Habermas, Küreselleşme ve Milli Devletlerin Akıbeti, Bakış Yayınları, 2002

Seyfi Öngider, ‘129. Demokrasi’, Sosyalist Kurtuluş 2, 1994


[1] Mercedes Benz firması yönetim kurulu üyelerinden birinin, İstanbul Bilgi Üniversitesindeki panelde söyledikleri, aynı firmanın 1998’deki bir yetkilisinin söyledikleri ile tamamen tezat oluşturmaktadır. İlkinde, ulusal devlete ve demokrasiye karşı açıkça cephe alınırken, ikincisinde, yani 2001 yılında, tam tersi bir kaygı ile, sosyal adaletin tesis edilmesi, gelir dağılımı ve adaletin sağlanması kaygısı dile getirilmiş, eğer bunlar gerçekleşmezse, “Marx’la Engels’in komünist kehanetlerinin gerçekleşeceği,” birilerini korkutmak için olsa gerek, açık bir tehlike olarak belirtilmiştir. Aynı çok uluslu firmanın, bir kaç yıl içinde bu kadar ciddi bir strateji değişikliğine gitmesinin ardında, sosyalizm korkularından farklı bir şey aramak gerekir. Bunu mali sermayenin, finans ağırlıklı eğilimine karşı, üretkenlikle ilişkilenmek kaygısı ve telaşı olarak değerlendirmek gerekir. Kuşkusuz, bunun için peygamber Keynes, göreve çağrılmaktadır. Coşkun Adalı’nın Marksist Eleştiri’de başka bir örnek için kullandığı sözlerle söylersek: “Dünya pazarının gerçek işlevine, yani büyüme ihtiyacı olan ve üretim yapan sermayeye kaynak temin etme işlevine geri döndürebileceğini söylüyor. Gelişmelere burjuvazinin sözcüsü olarak bakıyor ve dünya burjuvazisinin çıkarı için, mali ekonominin gerçek ekonomi üzerindeki egemenliğine son verilmesini istiyor.”

[2] Özellikle sistemin merkezine spekülatif sermayeyi koymak, sistemin doğru bir tahlilini yapmayı engeller. Kapitalist üretimden kopmuş bir sermaye ne kadar mümkün müdür? Değildir! Geçici olan esas olanın yerine koyulamaz. Sermaye kuş gibidir, konacak dal ister. Bu hem üretimle dönüp dolaşıp ilişkilenmek, hem de onu koruyacak bir devlete gereksinimi olması anlamında böyledir.

[3] Rosa’ya göre emperyalizmi, emperyalist ülkelerin işçi sınıfları ve onların gerçekleştireceği toplumsal devrim yıkacaktır.

“Sömürgelerin gelişme düzeyleri göz önüne alınırsa, bu ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını kullanmaları yerli burjuvazileri iktidara getirecek ve bu burjuvaziler, bir süre sosyalistlerle ittifak kursalar dahi son tahlilde, kapitalizmle bütünleşecek, kendi işçi sınıflarını ezip, eski sosyalist dostlarına yüz çevireceklerdir” (Rosa, Siyasi Yazılar, s30)

[4] Aksi bir görüş, Yılmaz Sezer tarafından dile getirilmiştir. “Lenin ile Kautsky arasındaki kavgadan bir takım teorik sonuçlar çıkarmak elbette mümkündür, ancak bu ikisi arasında süregelen kavga’nın teorik değil, bütünüyle politik bir kavga olduğunu belirtmek gerekiyor. Kavga, birinci emperyalist savaş koşullarında, o dönemin politik atmosferinde doğuyor ve dönemin temel özelliği, ‘ne yapmalı?’ sorusuna aranan cevap, olaya damgasını vuruyor.” (Teori ve Politika22, s10) Sezer, bu görüşü ile, Lenin’le Kautsky arasında teorik bir fark görmediği gibi, Lenin’i emperyalizm konusunda, diğer çalışmalardan yararlanıp özgün bir çalışma yapmayan, sadece böyle çalışmalara atıfla, ‘çubuğu devrim ve parti noktasında büken’ biri olarak değerlendirmiş oluyor. Bu anlayış niyeti ne olursa olsun, Ekim Devrimi’ni, bu çubuğu bükme olgusunun sonucu olarak değerlendirmek zorunda kalacaktır.

[5] Bu konuda bakınız, Henri Denis, İktisadi Doktrinler Tarihi, c. 2

[6] Vurgulanması gereken bir şey de şudur: Ne Lenin ne de Buharin her ikisi de Rosa Luxemburg’dan sonra emperyalizm üzerine kitaplarını yazmış olsalar da bu çalışmalarında Rosa ile ilgili bir polemik yapmamışlardır. Ancak Lenin, Emperyalist Ekonomizm adlı çalışmasında, ulusların kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde dolaylı olarak, ve esas konuyla ilgili çalışmasında ise esastan olmasa da geçerken ve ismini vermeden konuya değinmiştir. Buharin ise daha sonraki yazılarında konuya değinir.

[7] “parti kadroları içinde örgütlenmiş proletaryanın sınıf bilinçli çekirdeği ile onun çevresindeki sınıf mücadelesi tarafından kavranmış, sınıf bilincine varma sürecindeki kesim arasına kesin bir ayırıcı duvar çekilemez”

“Mücadelenin genel temel ilkeleri hariç; merkez komitesinin parti üyelerinin kafasına sokacağı hazır, daha önceden saptanmış, ayrıntılı bir taktik yoktur.”

“taktiklerin hazırlanmasında parti önderliğinin bilinçli insiyatifinin önemsiz rolüü...Genel olarak, sosyal demokrasinin mücadele taktiği ‘keşfedilen’ birşey değildir, tersine yolunu arayan, daha çokda günlük sınıf mücadelesinin ileriye doğru devam eden bir dizi büyük yaratıcı eylemlerinin ürünüdür.”

“başlangıçta ‘eylem’ vardı.”

“bilinçsizlik bilinçten önce gelir, objektif tarihi sürecin mantığı taşıyacısının subjektif mantığından önce” (Rosa Luxemburg, Aktaran Süha Ilgaz, Yeni Öncü 18, Kasım 1989)

[8] Kapitalizmin ikinci dünya savaşından bu yana büyük çaplı bir savaş yaşamadığı ve bu nedenle, Lenin’in emperyalizm tanımında, tekelci rekabetin savaşları zorunlu kıldığı tezinin tartışılması gerektiğine yapılan vurgu, işçi sınıfı hareketinin ve sosyalizmlerin dengeleyici etkilerini gözardı eder ve bugünkü dünyada böyle bir vurgu yapmak gittikçe güçleşmektedir.

[9] Askeri alan (militarizm), esas olarak, politikayla ekonominin kesiştiği bir alandır ve bu alanda teknoloji yoğun bir üretim söz konusu olduğundan, kar oranları yüksektir.

MAYIS 2002

3

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ