Toplumdaki politik saflaşmanın, kutuplaşmanın son derece keskin boyutlara ulaştığı, parlamento, hükümet, cumhurbaşkanlığı, ordu, yargı, bütün devlet kurumlarının birbirleriyle çatıştığı, milyonların katıldığı mitinglerin yapıldığı, askeri müdahale, çatışma ve savaş tehdit ve girişimlerinin giderek tırmandığı, cumhurbaşkanlığı seçimlerinin engellenip parlamento seçimlerinin öne alındığı derin politik kriz koşullarında, Türkiye seçim sürecine girdi.
Milliyetçi militarizm ile küreselleşmeci islamcılık arasındaki politik saflaşma, emperyalizm ve oligarşinin seçenekleri doğrultusundadır. Savaş ve katliam girişimleriyle darbe ya da şeriat tehlikelerini durdurabilecek olan tek gerçek güç, işçi sınıfının toplumun tüm ezilenlerini etrafında toplayarak yükselttiği mücadelesidir.
Dinciliğe karşı laiklik ile militarizme karşı demokrasi görünümünde gelişen kutuplaşma, yerleşik politik bölünmeleri bozacak düzeye vardı. Varolan partiler arasındaki eski ayrımlar birbirine karıştı; aday listelerinde yer alan sürpriz isimler, eski politik saflaşmaların bozulup yeni saflaşmaların oluşmasını daha açık bir şekilde ortaya çıkardı.
Politik saflardaki altüst oluş, yaşanmakta olan politik krizin derinliğinin göstergelerinden birisi. Bir diğeri ve daha önemlisi, devlet kurumları arasındaki, yeni cumhurbaşkanı seçimini engelleyecek düzeye varan çatışma. En az bir yıl öncesinden beri, parlamentodaki çoğunluğuna rağmen Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını engelleme, AKP’ye cumhurbaşkanı seçtirmeme doğrultusunda, laiklik savunusuyla gerekçelendirilerek sürdürülen kampanya amacına ulaştı. Önce, Genelkurmay açıklaması, “darbeci” olarak nitelenen emekli paşanın başkanlığındaki ADD’nin başını çektiği “Cumhuriyet mitingi” ve tekelci sermayenin doğrudan temsilcisi TÜSİAD’ın taleplerinin partisi üzerindeki basıncıyla Erdoğan, cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçmek zorunda kaldı. Gül’ün adaylığının gecesi ise, Genelkurmay bir muhtıra yayınlayarak seçime müdahale etti; bu doğrultuda Anayasa Mahkemesi de, hukuki değil politik nitelikteki bir kararla cumhurbaşkanlığı seçimini engelledi. Bunun karşısında AKP de erken seçimlere gitme ve cumhurbaşkanının da halkoyuyla seçilmesi tutumu aldı.
Krizin derinliği ve çatışmanın keskinliği ölçüsünde, olağan dönemlerde üstü örtülen, yönetilenlerden, kitlelerden gizlenen gerçekler, rejimin antidemokratik niteliği, çıplak biçimde ortaya döküldü. Bütün ‘parlamenter demokrasi’ görüntülerine, “hakimiyet kayıtsız, şartsız milletindir” laflarına karşın, seçilmişlerin, parlamentonun, hükümetin iradesinin üzerinde bir iktidar gücünü elinde tutan, özellikle askerin beğenmediğinde politikaya müdahale edip belirlemesine dayanan, antidemokratik devlet yapısı gizlenemez biçimde açığa çıktı.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde kavganın odaklandığı nokta, 1982 Anayasasıyla, darbeci Kenan Evren’in şahsında, cumhurbaşkanına verilen yetkilerdi. Toplumsal muhalefeti açık terörle bastıran 12 Eylül askeri diktatörlüğü, devleti, seçilmişlerden, dolayısıyla onları seçen yönetilenlerden daha da uzaklaştırarak baskıcı yanını güçlendirmek üzere, bu düzenlemeleri gerçekleştirmişti. Ama bu yetkilerin ‘istenmeyenlerin eline geçmesi’ olasılığı ortaya çıkınca, kavga, hukukun ve sonuçta 1982 Anayasasının kendisinin çiğnenmesine kadar vardı.
Ordunun, yönetimi sivillere ‘emaneten’, ‘işleri bozuncaya kadar’ bırakması, beğenmediğinde geri alması, elbette hiçbir ‘demokrasi’ anlayışına sığmaz. Ama bu antidemokratik anlayış yalnızca üst düzey askerler ya da devlet yöneticileriyle sınırlı değil. Toplumda oldukça yaygın bir etkinliğe sahip ve varolan partiler de aslında büyük ölçüde aynı anlayışı paylaşıyorlar. Bu yüzden aradan on yıllar geçti, parlamentolar, hükümet partileri değişti ama 12 Eylül cuntasının topluma giydirdiği, parlamenter rejime müdahaleyi içselleştiren, baskıcı, antidemokratik Anayasa ve devlet yapısı değiştirilmedi.
Militarizm ve dincilik saflaşmasında birbirinin karşısında yer alan egemen sınıf politikaları ve partileri, antidemokratiklikte, demokrasi karşıtlığında buluşuyorlar. Sözde halkın çıkarları adına politikalarını savunup seçimlerde kitlelerden, seçmenlerden oy istiyorlar. Gerçekte ise, işçilerin, emekçilerin, Kürtlerin, ezilenlerin değil, egemenlerin, emperyalizmin, işbirlikçi tekelcilerin iktidarını temsil ediyor ve çıkarlarını savunmaya aday oluyorlar.
Birbirleriyle laiklik - demokrasi ekseninde çatışmaya girmiş tarafların ve partilerin ‘demokratlığı’ kendi politik hedeflerine yarayacak çıkışlardan öteye gitmiyor, tutarlılık taşımıyor. Seçim barajlarını kaldırmaya yanaşmadıkları gibi, bağımsız adayların önünü kesmek, Kürt hareketinin parlamentoda temsilini engellemek için düzenlemeler yapmaya gelince aralarındaki kavgayı bırakıp antidemokratiklikte birleşiyorlar. Aynı şekilde, erken seçim kararına rağmen, internete sansür, polis yetkilerini artırma gibi baskıcı yasaları apar topar meclisten geçirdiler; aralarındaki bütün kutuplaşma görüntüsüne karşın aynı cephede, hak, özgürlük, demokrasi düşmanlığında yan yana yer aldılar, alıyorlar.
Keskinleşen politik cepheleşme ve çatışma ortamında okların sivri ucu, Kürtlere, Kürt ulusal hareketlerine, mücadelelerine doğru çevriliyor. Bir yandan on binlerce, yüz binlerce askerle operasyonlar gerçekleştirilip sınıra yığınak yapılıyor, sınır ötesi bombalanıyor; diğer yandan sınırın iki tarafında da özel operasyonlar, provokasyonlar gerçekleştiriliyor. Şemdinli’de olduğu gibi, ‘derin devlet’, ‘kontrgerilla’ saldırılarında suçüstü yakalananlar hakkındaki mahkumiyetler, devlet görevlilerinin benzer suçlarına örnek oluşturmak üzere bozulurken başta DTP’liler, Özgür Gündem olmak üzere, Kürtlerin haklarını savunanlar, hedef gösteriliyor, tutuklanıyor, saldırıya uğruyor. Kürtlere, Kürtlerin haklarını savunanlara yönelen tehdit, en belirgin ifadesini Genelkurmay muhtırasında “Ne mutlu Türküm diyene” anlayışını benimsemeyenlerin düşman olarak ilan edilmesinde buluyor; Kürtlerin varlığını, haklarını inkar etme temelindeki bu yok etme, imha politikasını desteklemeyenleri terörizmin destekçisi ve hatta terörist olarak isimlendirerek sürüyor. Sınır ötesi harekat ve savaş doğrultusunda attığı adımlarla, ulusal imhacı tehdit, her geçen gün daha da büyüyor.
Toplumun politik olarak iki keskin safa bölünmüş olması, militarizm ile dincilik arasındaki karşıtlık ve kutuplaşma, aslında birçok farklı çelişki ve çatışmanın üzerinde ortaya çıktığı gibi, hem bu çelişkilerin ürünü hem de bunları bir biçimde örtüyor ve gizliyor. Görünüşte laiklik ya da demokrasi sorunu ön plana çıksa da, arkaya itilen sorunlar kendilerini açığa vurduğunda, karşılıklı saflar da farklı biçimler alıyor. İşçilerin, emekçilerin, ezilenlerin sorunları öne çıktığı ölçüde, aralarındaki çatışmaları geriye iten militarist ya da dinci kamplar, toplumun ezilenlerinin, sömürülenlerinin karşısındaki yerlerini alıyorlar. Milliyetçilik ve Kürtlere yönelik saldırganlık tırmandıkça, AKP de dahil burjuva partileri yarışa katılıp şoven saldırganlıkta diğerlerinden geri kalmamaya çalışıyorlar.
İçinde bulunulan ve TC tarihinin en büyük krizi olarak ifade edilen politik kriz, Ortadoğu’da çatışmalar ve savaş biçimini alan gelişmelere doğrudan bağlıdır; temelinde emperyalizmin bölgeye yönelik politikalarına ilişkin çelişkiler yatmaktadır ve onları yansıtmaktadır. Sovyetler Birliği ve sosyalist bloğun yıkılmasının ardından, emperyalizm saldırısını daha da pervasızlaştırdı. Ortadoğu’daki petrol ve enerji kaynaklarını ve yollarını hedef alırken bağımlılığı daha ağır ve doğrudan biçimlere çıkartmak üzere askeri müdahale ve işgale girişti, Afganistan’da, Irak’ta savaş başlattı. Yüz binlerin katledildiği savaş, halklara kan, ölüm, sefalet getirirken başta ABD ve AB olmak üzere emperyalistler arası çelişkileri keskinleştirdiği gibi, varolan dengelerin ve politikaların değişmesine yol açtı. Ancak Irak’taki direniş, ABD’nin kendine müttefik aramadan tek başına hakimiyet kurma doğrultusundaki ‘imparatorlukçu’ politikasının önüne çıkınca, yanına müttefik alarak, varolan güçlere, bölge devletlerine dayanarak ‘istikrar’ sağlama, hakimiyetini sürdürme doğrultusundaki eski politika yeniden gündeme geldi.
Bölgedeki diğer güçler gibi, Türkiye’deki politik güçler de bu zeminde, bu iki politika arasındaki çelişki temeli üzerinde kendilerine rol biçmekte, mücadeleye girmektedirler. Bu yüzden, ‘demokratik hakların, demokrasinin geliştirilmesi’ söylemleriyle ileri sürülmüş olan Büyük Ortadoğu Projesi içerisinde alınan rol, emperyalizmin işbirlikçisi, amerikancı nitelikte olduğu gibi, benzer biçimde ulus devletin güçlendirilerek bölgede etkinliğinin artırılması rolü de, aynı ölçüde emperyalizmin işbirlikçisi ve amerikancıdır; aynı ölçüde bölge halklarının düşmanıdır.
Sosyalizmin, işçi sınıfının mücadelesinin yaşadığı yenilgi koşullarında, emperyalizmin saldırılarına karşı tepkiler, Ortadoğu’da islamcılığa yöneldi; gelişen islamcı hareketler de emperyalizmin hedefi oldu. Özellikle 11 Eylül 2001 El Kaide saldırısından sonra, emperyalizm, islamcı hareketlere karşı bir yandan ‘terörle savaş’ olarak adlandırdığı askeri yöntemlere başvururken diğer yandan da ‘radikal İslam’ın karşısına ‘ılımlı İslam’ı çıkartma yoluna gitti. Bu koşullarda doğup iktidara gelen AKP de, aynı çelişkileri sergiledi. Bir yandan islamcı bir hareketten gelen AKP yoksulların, ezilenlerin desteğini almaya çalışıyordu. Öte yandan izlediği politikalarla, uygulamalarıyla emperyalizme, egemen sınıflara, işbirlikçi tekelci sermayeye en sadık bir biçimde hizmet etti. Özelleştirme ve taşeronlaştırmadan iş yasalarına, sosyal güvenlik ve sosyal devletin tasfiyesinden kamu yönetimi yasalarına kadar her konuda IMF programlarını sapmadan uygulayarak işçileri, emekçileri daha da yoksullaştırdı, örgütsüzleştirdi, güvencesiz, ağır çalışma koşullarına ve işsizliğe itti.
Bir yandan halkın, emekçilerin yanında olma görüntüsü vermeye çalışan AKP, öte yandan emperyalizmin ve tekelcilerin istediği politikayı uygulamış olmasını ‘istikrarın’ güvencesi olarak göstermekte ve TÜSİAD’dan yeniden destek istemektedir. CHP, DP ve diğer burjuva partileri de AKP’den geri kalmamakta, başta TÜSİAD, ‘piyasalara’ güven vermek için çaba harcamakta, iktidar olabilmek için egemenlerin desteğini aramaktadırlar. İktidar adayı partilerin, oylarını istedikleri kitlelerden önce, TÜSİAD’ın, egemenlerin desteğinin peşinde koşmaları, aynı zamanda, egemenliğin ulusun bütününde değil de hangi parçasında, hangi sınıfta olduğunu somut olarak göstermektedir.
Militarizm ve dincilik saflaşmasında birbirinin karşısında yer alan egemen sınıf politikaları ve partileri, antidemokratiklikte, demokrasi karşıtlığında buluşuyorlar. Aynı şekilde sözde halkın çıkarları adına politikalarını savunup seçimlerde kitlelerden, seçmenlerden oy istiyorlar. Gerçekte ise, işçilerin, emekçilerin, Kürtlerin, ezilenlerin değil, egemenlerin, emperyalizmin, işbirlikçi tekelcilerin iktidarını temsil ediyor ve çıkarlarını savunmaya aday oluyorlar.
Görünüşte keskin politik kutuplaşmanın tarafları, emperyalizmin işbirlikçiliğinde, antidemokratik militarist devlet yapısının korunmasında, şoven milliyetçilik ve sömürgeci saldırganlıkta aynı safta yer alıyorlar. İçinde bulunulan derin politik krizin yaratıcıları safındaki bu partiler çözüm olamaz. İşçiler, emekçiler, ezilenler için çözüm, emperyalizm ve oligarşinin seçeneklerinin karşısında işçi sınıfının komünist seçeneğinin yaratılmasında, komünizm önderliğinde işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesindedir.
Toplumsal saflaşmada egemen sınıfların cephesinin karşısına işçi sınıfınınki çıktığında, egemen sınıf politikalarının arasındaki çatışma ortadan silinecektir. Çünkü o zaman politik gündemin ilk sırasını, her türlü baskının, zulmün, katliamın, savaşın, antidemokratik saldırının, yoksulluğun ve sömürünün kaynağı olan toplumsal düzenin değişmesi alacaktır. O zaman, egemen sınıfın bütün temsilcilerinin karşısında birleştiği işçi sınıfının komünizm mücadelesi, antidemokratik militarist devlet yapısının yıkılmasını, emperyalizme bağımlılığa son verilmesini, sömürgecilik zincirinin kırılmasını, kesin ve bir daha tehlike olmayacak biçimde olanaklı kılacaktır.
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com