Giderek Bush’laşan Obama şahsında cisimleşen emperyalist politikaların Türkiye’de AKP şahsında işbirlikçiğe hevesli bir hükümete duyduğu ihtiyaç, AKP’nin yeni döneme uyum yeteneğini ve kullanım süresinin uzatılmasını açıklamaya yardımcı olmaktadır. AKP’nin, Irak operasyonu öncesinde ve bu iş için oluşturulmuş bir parti olmasına karşın, Irak tezkeresini yeterli çoğunlukla çıkartamaması, bu partiye yönelik kuşkuları artırsa da, sonrasında gelişen Arap isyanlarının gösterdiği gibi, Erdoğan hükümeti rüştünü ispat etmek için yeni fırsatlar yakaladı; AKP, ABD’nin elinde, ‘havuç’ diye bölge halklarına sallayacağı yeni silah rolünü oynamaya aday oldu.
Sovyetler Birliği’nin yıkımı sonrasında esen ‘demokrasi rüzgârları’, kapitalizmin artık sorunsuz işleyeceği, sosyalizmin yenilgisiyle birlikte pazar sorununun çözüldüğü, kapitalizmin bütün insanlığa vaat ettiği bir refah çağına girildiği ya da girileceğine ilişkin boş inançları her yöne savuruyordu. Sovyetler’in dağılmasının ardından oluşturulan BDT’ye, sonrasında Rusya’nın tek başına kalarak etkinlik alanlarından önemli oranda çekilmesine uzanan süreç, emperyalist merkezlerin hayallerinin yanında, çelişki ve rekabetlerini de geliştirdi. Ukrayna ve Gürcistan’da başarıya ulaşan ‘turuncu devrimler’, Putin şahsında milliyetçi Rusya duvarına çarpıp geri dönünce, emperyalistlerin bu hayalleri yön değiştirmek, uzun ve sancılı bir sürece yayılmak zorunda kaldı.
İşbirliği halindeki emperyalist güçlerin Ortadoğu coğrafyasını düzenlenme çalışmaları kaçınılmaz olarak aralarındaki rekabeti körükledi. 1991’de Irak’a müdahale, bu yöndeki ilk adımdı ve uzun vadedeki hedefler açısından hammadde ve enerji kaynakları ile birlikte dağıtım, sevkıyat bölgelerinin yeniden düzenlenmesi amaçlanıyordu. ‘Demokrasi’, ‘insan hakları’ ve ‘özgürlük’ söylemleri ile gündeme getirilen ‘Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’, bir emperyalist paylaşım planı olarak sahnede yerini aldığında ise, Irak’ın sadece bir başlangıç olduğu, başta bölge ülkeleri olmak üzere bütün dünyada bir emperyalist rekabetin alevlendiği çoktan anlaşılmıştı. Diğer yandan, daha bu ilk adımında yıpranan, önemli oranda hedeflerine ulaşmakla birlikte nasıl geri çekileceğini ve sırtındaki yumurta küfelerini kime yükleyeceğini hesaplamaya başlayan ABD ve müttefikleri arasındaki çelişkiler artmıştı. Sorunları ağırlaştıran bir gelişme olarak kapitalist ekonominin büyük krizi, Ortadoğu’ya yönelik olarak bir takvimleri var idiyse de, emperyalist merkezlerin bütün hesaplamalarını altüst etmiş olmalıydı.
Bütün bu olup bitenler, ekonomik bir dev olarak Çin’in üretim potansiyeli ile dünya pazarında hâkim güç olmaya başlaması ve zorunlu olarak dünya enerji ve hammadde kaynakları üzerine daha fazla yoğunlaşması, Rusya’nın hem askeri bir güç olarak hem de enerji ve hammadde satıcısı bir ülke olarak ekonomisini düzeltmesi, peşi sıra Hindistan’ın benzer bir gelişme göstermesi, evdeki hesabın çarşıya hiç de uymadığını ortaya koydu. Kaynaklar belliydi ve Çin, Hindistan ve Rusya’nın küreselleşme sürecinin önünde bir engel oluşturması, sahnedeki yerlerini almaları, emperyalistlerin çelişkilerinin daha da derinleşmesine neden oldu. ABD ile AB arasındaki çelişkinin artmış olmasına karşın, Çin ve Rusya’nın yeni bir merkez olarak ayağa kalkma çalışmaları, ABD ve AB’yi emperyalist bir ittifak olarak aralarındaki işbirliğini, rekabet ve çatışmanın önünde tutmaya itti.
Rusya’ya yönelik ‘turuncu devrim’ hayali nasıl Putin’in şahsında bastırılmış ve ertelenmişse, Ahmedinejad ve mollaların şahsında da İran’ın ‘turuncu devrimi’ ertelenmişti. Ortalıkta dolanıp duran huzursuzluk, muhalif hareketler, kaynağını kitlelerin hoşnutsuzluğunda, en temelde sömürü ve baskı ilişkilerinde buluyordu. Bölgedeki diktatörlüklere yönelik tepkiler, özellikle Tunus ve Mısır’da sendikaların sürece örgütlü olarak katılmaları, kapitalizmin krizinin bu ülkelerde yoğun olarak hissedilmesi, isyanları ateşlemişti. Bu noktadan sonra emperyalistler ikiyüzlülükle savunmaya başladıkları ‘insan hakları’, ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ gibi kavramları devreye soktular; bu kavramlar sosyalizmin yenilgisi sonrası en etkili silahları olmuştu. Kapitalist ülkelerin her birinde işçi sınıfı demokrasiye sahip çıktığı ölçüde yürürlükte kalabilmiş bu kavramlar, başka coğrafyalarda başka anlamlar ifade etmektedir. Emperyalistler, bu kavramların en az tank ve top kadar kullanışlı olabileceğini bildiklerinden, işbirlikçi çevrelerin yanında, geliştirdikleri uluslararası kurumlar, vakıflar, sivil toplum örgütleri vb. aracılığıyla da ülkelerin iç işlerine karışmayı, içeride bir aktör olarak yuvalanmayı uzun süredir başarmaktadırlar. Mücadele geleneği, tarih ve kültür, kapitalizmin gelişmişliği ölçüsünde toplumsal yapı ve sınıf örgütlülüklerinin niteliği, gelişmişliği her bir ülkenin devlet yapısını, demokratik hak ve özgürlüklerin ölçüsünü, sınırlarını, devlet biçimini şekillendirmektedir.
Arap isyanlarından önce, Ahmedinejad’ın ikinci kez seçilmesi sürecindeki muhalif kampanyalar ve seçim hilelerine karşı sokak gösterilerinin yayılması, kitlesel muhalefetin İran’da şiddetle bastırılması, bölge halklarının birikmiş tepkilerinin başka bir yerden patlak vereceğinin habercisiydi. Bu koşullarda çıkıp gelen ekonomik kriz ise bu hoşnutsuzluğu üst boyutlara taşıdı ve muhalif hareketleri, onları kullanmak isteyecek emperyalist merkezler için de tehlikeli mecralara doğru yönlendirdi. Bu nedenledir ki, ‘uysal kedi’ gibi emperyalizme teslim olmuş Kaddafi’yi ya da Mısır’ın ‘firavunu’ Mübarek’i terk edip ‘diktatör’ ilan etmek, isyancıların yönlendirilmesi ve sisteme zarar vermemeleri için en öne çıkan tercihler oldu. Bu boyutuyla sorun sadece aktörlerin değiştirilmesi değil, yeniden düzenlenmesiydi. Çünkü emperyalistlerin değişikliklerden, muhalif kitle hareketinden zarar görmemenin ötesine uzanan amaçları var. Hedeflenen sonuçlara göre kartların yeniden düzenlenmesi; bu amaçla isyan hareketleri ile bağ kurulması; ya da Bahreyn’de olduğu gibi, ayaklanan kitleyi şiddetle bastırmak, iktidardaki Sünni El Halife hanedanını Şii çoğunluk hareketine karşı korumak için Suudilerin Bahreyn’i işgali, ABD’nin ‘demokrasisi ile çelişmez’ ve emperyalistlerin politikaları açısından birbirleriyle bağdaşmaz olmayan uygulamalardır.
Kitle hareketinin enerjisi, bölgede yapılmak istenen düzenlemenin sonucuna göre kullanılmak, yönlendirilmek isteniyor. Daha 1991 Körfez harekâtında olduğu gibi, bugünkü çatışma ve operasyonlardaki en önemli amaç, İran’ı dize getirmek şeklinde her adımda öne çıkıyor. İran dize geldiğinde, emperyalistler, eski düzene dair her şeyin yeniden şekillendirilmesinin önünde engel kalmayacağını varsaymaktadırlar. Bu noktada, sosyalizme yönelen bir işçi sınıfının önderlik ettiği bölge halklarının antiemperyalist mücadelesinin dışında sonuna kadar tutarlı olabilecek antiemperyalist direniş odakları beklemek doğru olmayacaktır.
Rusya ve Çin’in, bu emperyalist yeniden düzenlemeye karşı oldukları bir gerçek ise de, ne dereceye kadar buna karşı duracakları, onların emperyalist merkezlerden, öncelikle ne kadar farklı, sonra da ne kadar bağımsız oldukları ile ilgilidir. Bu ülkeler arasındaki çatışma ve rekabet en nihayetinde güç ilişkilerine dayanıyor ve güç ilişkileri de çok geniş bir yelpazede belirleniyor; askeri meseleler de dâhil bu yelpazede yer alan etkenler ekonomik ilişkiler üzerinde şekilleniyor. Bu ülkeler emperyalizmin kuşatmasına ve baskısına karşı kendi ekonomilerini, güçlerini, etkinliklerini korumaya çalışsalar da, Rusya’nın ekonomisinin büyük ölçüde enerji, hammadde ve silah satışına bağlı olarak gelişmesi, Çin’in yabancı sermaye yatırımlarına, dış pazarlara bağımlı büyümesi, elinde tuttuğu dolar rezervlerinin büyüklüğü gibi nedenler, ABD ve AB’den bağımsız davranabilmelerini güçleştiren boyutları oluşturmaktadır. Sermayenin sömürüsüne açılmak, metalaştırılmak üzere, insan psikolojisinin konusu olan alanlardan doğal kaynaklara, çok geniş bir alanda ve doğal olarak bütün dünya yüzeyinde bir yeniden yapılanma, eski düzenin bütünüyle değiştirilmesi ise, bugünkü emperyalist rekabetin hedefi ve genel tanımı içindedir.
Kapitalizmin son krizi, ABD’de başladı, bugünlerde Avrupa’da dolaşmaya devam ediyor. Kapitalizmin sözcüleri, Asya’nın benzer bir eğilime girmeyerek dünya ekonomisinin bu ‘zor’ günlerinde lokomotif rolünü üstlenmesini ümit etmeyi sürdürüyor. Şimdiye kadar kısmen gerçekleşen bu beklenti, Çin’in ve Hindistan’ın büyüme rakamlarında görülen düşüş göz önüne alınırsa, esas gümbürtünün daha kopmamış olması olasılığını güçlendiriyor. Tabii ki emperyalist paylaşım ve rekabet politikalarının keskinleşmesinin arkasında kendini giderek daha çok hissettiren ekonomik kriz, yıkım sonrası bir türlü kesin sonuçlara bağlanmayan enerji ve hammadde kaynaklarının bölüşümü ve nakil yolları sorununu çözüme bağlamayı acilleştiriyor. Yaşanan krizin çözümü için yaşanması kaçınılmaz olan sermayenin değersizleşme sürecinin esas olarak yaşanmaması, balonun tekrar yükselmesi için atılması gereken ağırlıkların bir türlü ve yeterince atılmamış olması, çatışmanın kaçınılmaz olarak sertleşeceğinin belirtileri.
Bugün dünyanın yaşamak zorunda kaldığı savaşlar, silahlanma ve çatışmalar, kapitalizmin ve onun bugünkü aşaması emperyalizmin barış getiremeyeceğinin, barışın ancak kapitalizmi ortadan kaldırmakla mümkün olduğunun bir göstergesidir. Kapitalizm, insanlığın yaşadığı sorunlar karşısında çözümsüzdür, bunun da ötesinde sorunun kaynağıdır. Kapitalizmin kendi çelişkilerini aşmasının bir yöntemi olarak geliştirdiği emperyalist eşitsiz ilişkiler, dünyanın her açıdan paylaşımı ve yeniden paylaşımı anlamına gelmektedir. Kâr oranlarının düşmesine karşı eşitsiz tekel kârlarını güvenceye almak, sermaye ihracı yoluyla yüksek düzeyde kârlı yeni yatırım alanları bulmak ve bu sayede sermayenin değersizleşmesine karşı önlem almak, sorunları kısa süreliğine çözer ya da erteler ama bir sonrakinde sorun daha büyüyerek geri gelecektir ve bu kaçınılmazdır. Değişen ise sadece güç ilişkileri, dengeler ve taktiklerdir.
Sosyal devletin parçalanması, metalaştırılmamış hiç bir konu ve alanın bırakılmaması, kapitalizmin bugün yaşadığı krize bulabildiği yanıttır. Küreselleşme, bu nedenle sosyalizm sonrası yeniden düzenlemelerin genel adı olarak neo-liberalizmin işçi sınıfına saldırısıdır ve emperyalist sermayenin doğrudan emrine girmemiş hiç bir irade, bölge veya yönetim kalmayana kadar ileri gitmek üzere hareket etmektedir. Kapitalizmin çözümsüzlüğü, sermayenin değersizleşmesi ve kâr oranlarının düşmesi, bu süreci kaçınılmazlaştırmaktadır.
Avrupa’daki ekonomik kriz içinde en başta Yunanistan, İspanya, İtalya gibi ülkelerde, sosyal devlet ve işçi haklarının geri alınması yolunda daha şimdiden önemli adımlar atıldı. Yunanistan’da Syriza’nın lideri Alexis Tsipras, “Onlar bizsiz karar verdiler; biz de yolumuza onlar olmadan devam ederiz” sloganı ile Yunan halkının kapitalizmden başka bir yolu deneyeceği, devrim ve sosyalizm eşiğine geldiği beklentisini oldukça geniş kesimlere yaydı. Oysaki sadece eurodan çıkma tehdidi olarak bile piyasaları sarsan, krizi derinleştiren bu sözler, devrimci bir stratejiyi ifade etmiyorlardı. Parlamenter yollarla kapitalizmin aşılabilmesinin bir hayal olduğu, Syriza deneyimi ile bir kez daha ortaya çıktı. Bu koşullarda, eğer Yunan halkına, Lenin gibi, “Evet, var öyle bir parti” diyebilecek bir önderlik ve sınıfı örgütleyerek sınıf mücadelesinin başına geçmiş işçi sınıfının komünist partisi var olsaydı, Yunan işçi sınıfı gerçekten ‘başka bir dünya’, kapitalist olmayan bir dünya yaratmaya başlamış ve bu işe öncülük ediyor olabilirdi.
Yeniden vurgulamak gerekirse, Sovyetler Birliği’nin yıkımı sonrasında yaşanan bu süreç, sosyalizmin kapitalizmden kopartmış olduğu dünya parçasının yeniden kapitalizme açılması, sosyalizmin emperyalizme karşı caydırıcı gücünden yaralanarak ulusal kurtuluş savaşlarıyla emperyalizmden bağımsızlaşan toprakların yeniden emperyalizme sıkı sıkıya bağlanması ve bu sırada bütün bu topraklar üzerinde emperyalist rekabet ve paylaşım mücadelesi ile ilgilidir. Bu süreç, sonuçta Suriye ve İran sınırına gelip dayanmıştır. Diğer yandan çelişkilerin alacağı şekil her zamankinden daha da öngörülemez bir karmaşıklıktadır. Ucu hemen bir dünya savaşına çıkacak böyle bir gerginlik içinde tarafların çekinmeden davranmaları, yaşadıkları krizin büyüklüğü ile doğru orantılıdır.
Yine vurguladığımız gibi:
“Sosyalizmin yıkılmasından bu yana önce Avrupa’da sonra Ortadoğu’da ve eski SSCB’nin etkinlik alanlarında başlayan yeniden düzenleme çalışmaları, yerel ve bölgesel çapta savaşların eşliğinde giderek hedef büyütmektedir. Şu anda Suriye-İran hattına gelip dayanan çatışma, bölgesel olmanın ötesinde potansiyeller taşımakta ve hammadde ve enerji tekellerinin rekabetinin geldiği noktayı işaret etmektedir. Emperyalist rekabetin çatışma potansiyellerinin bir dünya savaşının ateşleyicisi olabilecek hamlelerden kaçınmadan gelişiyor olması, kapitalizmin içinde bulunduğu krizin boyutlarından olduğu gibi, işçi sınıfının yenilgi koşullarının halen sürüyor olmasından; işçi sınıfının sosyalist iktidar mücadelesinden uzaklaşmasının sonucu olarak demokrasi mücadelesinin ve olduğu kadarıyla demokratik hakların sahipsiz kalmasından kaynaklanmaktadır.” (1 Mayıs 2012’de Politik Gerçekler ve Politik Tutum, Nisan 2012, s. 4-5)
Irak’taki işgali boyunca ekonomik ve askeri açıdan yıpranmasının yanında Ortadoğu halklarının doğrudan düşmanlığını kazanan ABD, peşi sıra dünyanın geri kalanının derece derece içine düşeceği genel ve büyük krizini karşılayabilmek, Bush dönemi savaş politikalarının yıktıklarını yeniden düzenlemek ve ürettiği çözümsüzlükleri onarmak amacıyla, Obama’nın temsil ettiği politikalara yönelmişti. Emperyalist merkezlerdeki bu politika değişikliği, Bush hükümeti ile uyumlu politikalar yürütmeye çalışan AKP iktidarının belli sıkıntılar yaşamasına neden olabilirdi. Ama neredeyse hiçbir problem yaşanmadı ve AKP iktidarı her vesile ile Obama politikaları ile uyum içinde çalışabileceğini Washington’a bildirdi; kabul gördü.
Bush ve Obama dönemi politikaları şimdiye kadar keskin bir çizgi ile ayrılmadığı gibi, şiddet ve vahim rakamlar konusunda Obama, neredeyse Bush’u çırak çıkartmış gözüküyor. Konu sosyalizm sonrası kapitalizmin etkinlik alanlarının, sömürü bölgelerinin artmasıydı ve küreselleşme de, emperyalistlerin mümkün olduğu kadar buraları doğrudan denetlemesi, yönetmesiydi. Demokrasi rüzgârları kesildiğinde o yüzden silahlar çok şiddetli konuşmaya başladı. Fakat bu süreç çelişkileri, faturayı ve muhalefeti biriktirdiğinde, eskiye ait yöntemlere dönülmesi gündeme geldi. Eski düzenin otoritelerini tanımak, kapitalizmin kâr hırsının nispeten dizginlenmesi, kontrolün paylaşılmasını kabul etmek, yapılması gereken düzenlemelerde ara otoriteleri tanımak demekti. Bu aşamaya kadarki süreç, özelleştirmeler, hammadde, petrol kaynaklarına ulaşılmış olması, önemli bir rahatlama sağlamış olsa da, son ekonomik kriz sorunun bu şekliyle de çözülemediğini, sömürünün doğrudan ve derin bir şekilde sürdürülmesinin gerektiğini ortaya koydu. Düzenlemeye konu olan bölge halklarına tam havuç önerisi yapılacakken, sopalar, silahlar tekrar ve kaçınılmaz olarak gündeme geldi. Havucun yerine sopa geçirip halen havuç teklif ediyormuş gibi yapmak, haliyle uygulamaya maruz kalanlar açısından pek inandırıcı olmuyor. Gerçek buyken, eldeki sopaya herkesin havuç demesi, sopayı havuç sanması isteniyor.
Giderek Bush’laşan Obama şahsında cisimleşen emperyalist politikaların Türkiye’de AKP şahsında işbirlikçiğe hevesli bir hükümete duyduğu ihtiyaç, AKP’nin yeni döneme uyum yeteneğini ve kullanım süresinin uzatılmasını açıklamaya yardımcı olmaktadır. AKP’nin, Irak operasyonu öncesinde ve bu iş için oluşturulmuş bir parti olmasına karşın, Irak tezkeresini yeterli çoğunlukla çıkartamaması, bu partiye yönelik kuşkuları artırsa da, erken bir şekilde deliğe süpürülmesini de getirmemişti. Sonrasında gelişecek olan Arap isyanlarının gösterdiği gibi, Erdoğan hükümeti rüştünü ispat etmek için yeni fırsatlar yakaladı. AKP, ABD’nin elinde, ‘havuç’ diye bölge halklarına sallayacağı yeni silah rolünü oynamaya aday olmuştu.
İlk döneminde tabanının rengi meclise fazlasıyla yansımış olan AKP, Milli Görüş’ün antiemperyalizminden kendini tamamen sıyıramamıştı. Ama bunun yanında, Irak işgaline ilişkin tezkere kazasında, devletin siyasal sisteminin ve resmi ideolojinin değiştirilmemiş olmasının da önemli bir rolü vardı. AB’ye yönelik düzenlemeler bu yönde belli bir ilerleme kaydetmiş olsa da, bir sonuca bağlanmış değildi. Bu düzenlemeye talip olup yola çıkmadan önce, AKP’nin üzerine basacağı kitle desteği, 2001 krizi tarafından önemli oranda tahkim edilmişti. Krizle yoksullaşan halkı Avrupa Birliği hayaliyle bir müddet oyalamayı başaran AKP, arkasına aldığı dış desteğin yardımıyla, bir ‘iktidar savaşı’ yürütmeye başladı! TSK ile girdiği bu savaşta, ‘seçkinci’ diye damgaladığı çevrelerle, yanına almayı başardığı halkı karşı karşıya getirerek, kendisi için sahici ama kitleler için sahte bir savaşı sürdürmeyi, kitleleri burjuva politikalara bağlamayı başardı. AKP iktidara gelir gelmez ‘Cuma Namazı’ eylemlerinin neredeyse bıçak gibi kesilmesi bunun kanıtı sayılabilir. Halk, şimdiye kadar yaşadığı bütün zorlukların, ekonomik güçlüklerin ve ‘kültürel aşağılanmanın’ sorumlusu olarak gösterilen seçkinlerin, ‘kendisi namına’ ve ‘kendi partisi’ tarafından ezilmesi adına, hükümetin işçi sınıfı düşmanı politikalarını sorgulamamayı ve her türden olumsuzluğu hoş görmeyi tercih etti. Oysaki seçkinler[1] denilenler egemenler değildi ve AKP, aynı egemenlere hizmet etmeye devam ediyordu. Sürekli yükselen politik gerginlik ortamında AKP, iç desteğini tahkim etmeyi başarıyla sürdürdü.
AKP, Milli Görüş çizgisinin ehlileşen kanadının temsilcisidir ve Türkiye’de ezilenlerle birlikte orta sınıfların kitle desteğine sahiptir. 28 Şubat süreci AKP’yi iktidara taşıdı ve o günden bu yana AKP gerginlik politikasından beslendi. IMF reçeteleri ile ilişkisini kesen, sıcak para ve cari açık ekseninde büyümeye devam eden, oluşan refahı derece derece topluma yansıtan ve toplumsal muhalefetin sindirilmesi temelinde disiplinli bir kamu maliyesi ile cari açık handikabını aşabilen AKP, bu eksende her seçimden güçlenerek çıkmıştır. Ancak;
“Toplumun orta sınıflarıyla birlikte, işçi sınıfının küçük bir kesiminin de yararlandığı bu büyüme, sürekli olamaz, sürdürülemez. İslam kültüründen gelen genetik kodlarından başka AKP hükümetinin toplumsal muhalefete ve muhalefet potansiyellerine olan sertliğinin ve tahammülsüzlüğünün kaynağını, bu hassas bütçe dengesi izah etmektedir. Parlamenter rejim içinde bulunabilecek, hatta ‘demokrasinin gereği’, zaman zaman da ‘dekoru’ olarak uygun görülecek her türden muhalefet, öncelikle kamu maliyesindeki ‘disiplin’e bir tehdit olarak algılanmaktadır. Burjuva politik aktörler arasındaki kavganın sertliği, iktidarı kaybedenin sanık sandalyesine oturması anlamına geleceğinden, sandık güvenliğinin sağlanması bir şekilde birincil önceliktir.” (1 Mayıs 2012’de Politik Gerçekler ve Politik Tutum, Nisan 2012, s. 7)
İşçi sınıfı, sendikal örgütlenme başta olmak üzere, geri ve dağınık durumdadır. İdeolojik olarak da her türden burjuva ideolojinin etkisi altına girmiş, kendi bağımsız çizgisinde düşünce ve davranış geliştirememektedir. Bu ortamda kapitalist ekonominin, orta sınıfların ve varlıklıların tüketimlerine, daha çok da borçlanabilme kapasitelerine dayalı olarak büyüyen, başta inşaat-konut sektörünün sürükleyiciliğiyle, dışardan gelen sıcak para ile özelleştirme gelirleri ve kamu varlıklarının satışına dayanan bir büyüme sergilediği görülmektedir. Orta sınıflar üzerinden toplumun geneline yayılan, işçi sınıfını da etkisi altına alan ‘ekonominin iyiliğine’ dair söylemler, gerçekliğini bu temelden alarak, işçi sınıfının kendisine dair algısını orta sınıflar üzerinden kurmasına yol açmakta; bunun işçi sınıfının politik tutumuna yansıması da, burjuva politikalarını, esasen de AKP’yi desteklemek şeklini almaktadır. İşçi sınıfının örgütsüzlüğünün ve dağınıklığının, ideolojik yenilgisinin sonucu olarak süreç bu yönde gelişmişti. Aynı süreci tersine işletmek, işçi sınıfının ideolojik ve örgütsel bağımsızlığına dayalı politikalarla mümkündür. Ancak böyle bir durumda, toplumsal muhalefetin işçi sınıfının öncülüğünde ayağa kalkmasıyla bu ‘saadet zinciri’ kırılacaktır.
İşçi sınıfının bağımsız politik aktör olarak sahnede olmak yerine çeşitli burjuva politikalarını desteklediği ve AKP’nin politik kriz ortamında mutlak çoğunluğa erişerek rakiplerini alt ettiği sürecin aşamaları şöyle sıralanabilir: AKP’ye yönelik kapatma davasının “lâiklik karşıtı odak olduğu” tespiti ile geçiştirilmesi, Ergenekon davası, TÜSİAD’ın ve AKP MKYK çoğunluğunun istemi doğrultusunda Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına aday olmaması, 27 Nisan e-muhtırası, cumhurbaşkanlığı seçimi krizi, Dolmabahçe görüşmesi, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, TÜSİAD’a karşın erken seçime gidilmesi. Ve bu sürecin sonucunda AKP’nin toplumun yarısının oy desteğini alması! Bütün bu aşamalar içinde devletin yeniden düzenlenmesi süreci plandan uygulamaya geçirilmiş, gerçeklik kazanmaya başlamış, esas olarak oligarşinin ve temsilcisi olduğu emperyalist merkezlerin istekleri doğrultusunda yönetilmiştir. Kuşkusuz bu düzenlemeler, yükselmekte olan Milli Görüş çizgisi parçalanarak ve temsil ettiği muhalefet AKP eliyle sisteme eklenerek başarıldı. 1961’den bu yana her zaman baş politik aktör olagelmiş ve darbeler gerçekleştirmiş TSK’nin AKP aracılığıyla geri çekilmesi süreci böylece tamamlandı.
Hiçbir politik parti ya da örgütlenmenin tek başına ya da birlikte dizginlemeye güçlerinin yetmeyeceği bir kitle hareketi oluşup da emperyalist merkezlerin, kendi hedefleri ile uyumlu düzenlemeler yapmak için farklı bir araca ihtiyaç duyacakları zamana kadar, TSK[2] kışlasına ‘kafeslendi’. Sürecin bir gerginlik politikası ile yürütüldüğünü, dış desteğinin de yardımıyla geri çekilmeyen ve rakibini her aşamada gerileten AKP’nin bu sayede iç kitle (oy) desteğini sürekli artırdığını sık sık dile getirdik. Oligarşinin 12 Eylül sonrasındaki gelişimi açısından sürekli gündemde tutmaya çalıştığı ‘demokratikleşme’ paketleri bir türlü sonuçlandırılamamış, havada kalmıştı. Militarizm, Kürt sorunu vb. konularda resmi ideolojinin en has kurumlarından TSK’ya çarpıp geri dönen bu paketlerini, oligarşi, ordu ve resmi ideoloji karşısında doğrudan tutarlı bir şekilde savunamadı. Bu ancak 2001 krizi sonrasında, bizzat Ortadoğu politikaları ile paralel bir şekilde oluşturulan AKP’nin sahne almasıyla ve bazı koşulların bir araya gelmesiyle mümkün oldu.
ABD’nin Ortadoğu’da bu partiye biçtiği rolle çatışan, engel olan ideolojik ve kurumsal her tür engelin aşılması kararlılığı bazı olayların sonucunda oluştu. Bunlardan ilki Irak tezkeresinin yeterli çoğunlukla geçmemesiydi. Bu AKP için yol kazası olarak ‘hoş görülebilir’di. Ama Irak Kürdistanı’nda operasyonel faaliyetlerini durdurmayan Türk askerlerinin bölgede ‘çuvallanması’, özerk Kürdistan bölgesinin istikrarının kendisi için hayatiyeti açısından, ABD’nin Türkiye’de sistem içi düzenlemeyi acilleştirdiğini göstermişti. Ergenekon süreci, bu kararlılığın ifadesi olarak başladı. Normal koşullarda alınamayacak sonuçlar ‘anormal’ koşulların, politik gerilim koşullarının sonucunda elde edildi. AKP’nin arkasındaki dış destek ve içerdeki kitle desteği bu operasyonları mümkün kılmışsa da, sonuç sancısız elde edilmedi ve olduğu kadarıyla ‘parlamenter demokrasi’nin işleyiş ve kurumlarının deformasyonu bu sürece eşlik etti. ‘Çuval olayı’nın ardından tepkisinin ifadesi olarak ABD’deki askeri akademiye öğrenci göndermeyi durduran TSK, üzerinde gerçekleştirilen sözü edilen operasyonlardan sonra, artık bu tutumuna son verdi. Bu karar, Kemalizmin bu en has kurumunun yeni-osmanlıcı açılımların önünde engel oluşturmayacak şekilde düzenlenmiş olduğunun ve operasyonun bitip yeni bir döneme başlandığının en somut göstergesidir.
Ortadoğu ve Arap coğrafyası ile ilişkilerin hızla ‘normalleştiği’, Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplantısı yapılıp vizelerin kaldırıldığı ve dışişleri bakanının komşularla ‘sıfır sorun’ politikasını açıkladığı dönemde ‘eksen kayması’ gündemi ile AKP üzerine bir sorgulama başlamıştı. Bu tartışma esas olarak AB hedefinden ve Batı’dan vazgeçildiğinin ileri sürülüp bundan şikâyet edilmesi üzerine gerçekleşiyordu. Hemen peşi sıra gelişen Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Arap isyanı ise, bu tartışmanın bağımsız bir içeriğinin olmadığını, emperyalistlerin gündemine bağlı olarak şekillendirildiğini kanıtladı. Daha önce de belirttiğimiz gibi,
“Sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda devletin yeniden düzenlenmesi faaliyetlerinin neden olduğu politik çatışma ve gerilimler AKP döneminin belirgin özelliği oldu. Bu gelişmeler içinde aynı zamanda AKP ile oligarşinin ilişkisinin ‘normalleştirilmesi’, AKP’nin ‘dizginlenmesi’ sorunu ön plana çıktı. Bu süreç aşıldığı, siyaset ‘normalleştiği’ ölçüde politik gerginliğin artık yapay olarak uzatılmaya çalışıldığı bir dönem bizzat AKP hükümeti tarafından başlatıldı. Bu sırada, AKP, emperyalizmle ilişkisi çerçevesinde dış politikayı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmeleri vitrine koymaya başladı.
AKP’nin iktidarda kalmak için ‘burjuva demokrasisinin’ kurumlarını atlayarak, ‘bypass’ ederek politika yapmaya yönelmesi, doğrudan kitlelerin geri yönlerine ve taleplerine seslenmesi, oligarşinin bilânçosundaki zarar hanesine yazıldı. Kârlarını ve kârlarının kaynağını tehdit etmediği sürece katlanılan bu gelişmeler, ‘burjuva demokrasisi’nin sınırlarının zorlanmasına, AB hedeflerinin aşınmasına neden oldu ve ‘eksen kayması’ tartışmalarını ateşledi. Aynı zamanda tek adam diktatörlüğü tehlikesi, demagog bir diktatörün mutlak yönetimi tehlikesi de, ufukta bir olasılık olmaktan daha yakın bir tehdit olarak algılanmaya başlandı.” (12 Haziran Seçimlerine Giderken Ortadoğu ve Türkiye, Mayıs 2011, s. 19)
Balkanlarda ve Arap coğrafyasında izlenen Türk dizilerinden kültür emperyalizmine ve Tayyip Erdoğan’ın ‘one minute’ çıkışıyla tavan yapan karizmasının Ortadoğu halklarına pazarlanmasına uzanan bir dizi faktör, ‘Arap Baharı’nı öncelemişti. On yılların birikimine dayanan bu isyanlar, yaşanan dünya ekonomik krizi içinde önce Tunus’tan başlayarak Mısır’a, oradan da neredeyse bütün Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasına yayıldı. Irak’a müdahale sürecinde gündeme gelen tezkere krizinde tabanına söz geçiremeyen Erdoğan, bu sefer Libya’ya müdahalenin öncesinde eskiden kalma bir Milli Görüş refleksi gösterdi. Libya’ya petrol için müdahaleye karşıydı! Aslında Erdoğan, ‘one minute’ çıkışıyla uyumlu davranmaya çalışıyordu. Sadece Libyalılara değil, Libya üzerinden bütün bölge halklarına bir mesaj vermek istiyordu. Fakat bu sefer emperyalistlerin gündeminin gerisinde kaldığını bizzat kendi ispatlamış oldu. Aniden gerçekleştirdiği 180 derece tutum değişikliği ise, üstlendiği taşeronluk rolünü kanıtlıyordu. Ama bu rol, Suriye’den öteye, İran’la savaşa kadar uzanmaktadır ve öncesindeki gelişmeler AKP ve Erdoğan için İran’a uzanacak bir test sürüşü olarak değerlendirilebilir:
“Dünyanın çeşitli bölgelerinde, hepsi de şu ya da bu ölçüde kaynağını küresel krizden alan çeşitli kitle eylemleri gerçekleşmektedir. Türkiye, emperyalist çelişkilerin düğüm noktası olan Ortadoğu’da, dünya kapitalizminin baskın gücünün taşeronluğu ile yelkenlerini doldurmayı tercih etmiştir. Bu tercih bir yönüyle Türk oligarşisinin çözümsüzlüğünün diğer yanıyla da bu çözümsüzlüğün kâr hırsıyla emperyalist politikalar yönünde teşvikinin sonucudur. Kemalizm’in bir yönüyle tasfiyesini gerektiren ve yeni-osmanlıcı bir perspektif edinen oligarşinin gemisinin, yelken açtığı bu sularda yakalanacağı fırtınalara dayanması kolay olmayacaktır. Suriye engelinden aşabilirse İran’la savaş kaçınılmaz olacaktır ve Türk Devleti bu politikaları benimsemiş, riskli sulara yelken açmaya niyetlenmiş görünmektedir.” (1 Mayıs 2012’de Politik Gerçekler ve Politik Tutum, Nisan 2012, s. 6)
Başlangıçta itidalli davranan emperyalistlere karşın, –Libya’daki geç kalmışlığını telafi etmek adına– savaş çığırtkanlığı yapan AKP hükümeti, peşi sıra NATO’yu ve büyük emperyalist güçleri Suriye’ye müdahaleye ikna etme yolunda önemli çabalar sarf etti. Suriye’nin, Türkiye sınırına yakın yerlere askeri yığınak yaptığı gerekçesiyle, “Türkiye’nin kırmızıçizgilerinin ihlal edildiği” yönünde uyarıda bulunan ABD Dışişleri Bakanı Clinton, itidali elden bırakmış, Türkiye’nin çizgisine gelmiş gözükmektedir. Türkiye’nin her vesile ile savaşa meyilli olması, sınırda Özgür Suriye Ordusu mensuplarını barındırması savaş kışkırtıcılığı sayılmamakta, kapısına gelip dayanmış savaş tehdidine karşı Suriye’nin önlem alması ‘tehdit’ olarak tanımlanmaktadır! At izinin it izine karıştığı Suriye içindeki olaylar ise, medyanın marifeti ile güdülenmekte, kitleler yönlendirilmektedir. Ama belli ki daha önceden kararlaştırılmış bir planın uygulanabilme hızı ölçüsünde olayların takvimi kendiliğinden oluşmaktadır. En son hangi görevle ve hangi koordinatlarda uçuş yaptığı tartışmalı bir TSK uçağının Suriye tarafından düşürülmesi, olayları daha da tırmandıracak gibi gözükmektedir. Bu olay da medya üzerinden ve milliyetçi reflekslerle kitleleri psikolojik olarak savaşa hazırlamak için, savaş kışkırtıcılığı için kullanılmaktadır. Savaş ikliminin nasıl bir çölleşme ve antidemokratik ortam oluşturacağının yanında, akıl ve mantık tutulmasından kurtulmanın ne kadar zor olduğu bu örnekte de ortaya çıkmaktadır.
Vaktiyle Suriye’ye “PKK’yı barındırıyor” diye şikâyette bulunup, uyguladığı baskı ile Öcalan’ı sınır dışı ettiren Türkiye’nin bugünkü siyaseti ile ne kadar ilkeli davrandığı yorum gerektirmemektedir. Suriye’nin böyle dostları oldukça düşman aramasına gerek yoktur. Suriye üzerinde uçan ABD’nin insansız hava araçlarının, –son düşürülen gibi– alçak uçuş yapan Türk keşif uçaklarının Suriye ordusunun hareketlerini Özgür Suriye Ordusu mensuplarına bildirdiği, silahlandırılmış grupların bu bilgiler sayesinde belirli bir başarı gösterdikleri söylenebilir. Annan planının uygulanmasını sözde kabul edip eylemlerini kesmeyen muhalifler, paramiliter gruplar, Suriye’ye dış askeri müdahaleyi başlatıncaya kadar eylemlerini sürdürmeyi seçmiş gözüküyorlar. Esad diktatörlüğüne karşı olagelmiş muhalif unsurların paramiliter işbirlikçi gruplarla Esad arasında kalmaları ise başka bir çelişkidir. Bu durumda yapılması gereken Esad’ı savunmak değil, Suriye’yi savunmaktır. Esad’a karşı muhalefetle emperyalist işgale karşı savaşmanın birbiri ile çelişmediğini ve bir tutarlılık oluşturduğunu da belirtmek gerekir.
Suriye düşerse tamamen kuşatılmış olacak İran için ise, bütün bölgeyi Sünni - Şii ayrımında bir çatışmaya sürüklemenin yanında, askeri gücünü sonuna kadar kullanmak seçeneği durmaktadır. İran’dan daha önce bu seçeneği bizzat emperyalistler yürürlüğe koydular bile. Şii bölgelerle Sünni bölge ve devletleri ayırmak, Şiilere karşı Sünnileri desteklemek genel tutumları olmayı sürdürüyor. Bu nedenledir ki Irak Başbakanı Nuri el Maliki, Suriye’ye bir müdahaleye ve dışarıdan silahlandırmaya karşı çıkmaktadır. Sünni Suriyelilerin silahlandırılmasının kaçınılmaz bir şekilde Irak’ı etkileyeceğini bilmektedir. Bu seçenek gerçekten vahim sonuçlar verecektir. Fakat bu noktada tekrar, belki de ‘İran Baharı’ diye adlandırılacak bir kitle seferberliğiyle İran’ın işbirliğine yönlendirilmeye çalışılacağı öngörülebilir. Malatya Kürecik’teki radar üssü, Türkiye’nin çelişkili açıklamalarına karşın, Rusya’nın yanı sıra İran’a yönelik olarak kurulmuştur. Bunun karşısında Rusya’nın Kürecik’teki üssü çelebilecek başka bir üs kurması, Erdoğan ve Davutoğlu’nun heveslendiği taşeronluğun faturasının oldukça ağır olacağını gösteriyor. Suudilerin istediği ve İran füzelerinden korunmayı amaçlayan bir radar üssünün ise 2012 yılında kurulmamış olması, 2013 yılından önce İran’a yönelik bir saldırının olmayacağı şeklinde yorumlanabilir. Ama bu, Suriye’ye bir saldırı olmayacağını garanti etmez.
Suriye söz konusu olduğunda Kürt meselesinin bir boyutu daha ön plana çıkmaktadır. Başlangıçta uzun süre Kürtleri Esad karşıtı cepheye, Suriye muhalefetinin içine çekmeye çalışan emperyalistler ve Türkiye, bu amaca ulaşamadı. Suriye’ye müdahaleye kalkışıldığında bu durum Kürtlerin sürdürmekte oldukları savaşı bir başka boyuta taşıyacaktır. İran ve Suriye ittifakı, Kürt hareketi üzerinden Türkiye’ye karşı bir koz ele geçirmiştir. Kürt siyasal hareketinin doğası, çok parçalı yapısı gereği, üzerinde var olan karmaşık ve çok uluslu etkilerin artmakta olduğu ve artacağı da görülebilir.
AKP hükümeti, uzun süredir ele geçirmiş olduğu ideolojik hegemonyanın keyfini sürmeye devam ediyor. Kendisine yöneltilen her türden eleştiriyi, arkasını önünü düşünmeden, eğip bükerek geldiği yere geri yolluyor. Demokrasinin gereklerinden olan bu türden eleştirileri çoğunluğun bakış açısından muhaliflerine yansıtıyor. Çoğunluğun bakış açısı ve algılarındaki yanlışlar, böylece her seferinde yeniden tahkim edilmiş, daha geri ve ilkel biçimlerde yeniden kurulmuş, üretilmiş oluyor. Sonuç olarak AKP hükümeti, toplumun önüne dini konulara bulayarak servis ettiği uygulamalarıyla, antidemokratik, totaliter olmaktan da öte, faşizmin yöntemlerini kullanmaya başladığını gösterirken, bundan gocunmayacağını ifade de ediyor.
Daha önce tecavüz ve pedofili ile ilgili olarak gündeme gelen iğdiş etme önerisini, islâmın kısas ilkesini hukuk sistemine sokmak için gündemleştiren AKP, iğdiş cezasına karşı çıkanları pedofiliyi savunmakla eşitleyebilecek olan büyük çoğunluğun gücünü arkasına almayı denemiş, toplumsal algının bu yönde oluşması için elinden geleni yapmıştı. Bu sefer benzer bir performansı, Roboski (Uludere) katliamı sonrası gündemi değiştirmeye çalışırken sergilemek istedi. Roboski katliamı nedeniyle yöneltilen eleştiriyi kürtaj tartışması ile çelmeye çalıştı. Bu sayede sıkıştığı köşeden sıyrılmak istediği gibi, ideolojik açıdan yeni bir hâkim tepe ele geçirmeyi de denedi. Parti farkı gözetmeksizin Kürt sorunu yine ortak bölen ve birleştiren olma özelliğini gösterdi ve Roboski katliamı sonrasında, içişleri bakanının katliam sonrası açıklamalarını sahiplenen Recep Tayyip Erdoğan’dan, Mümtaz Soysal’a, CHP’nin bir kesiminden MHP’ye uzanan bir çizgide, aynılar saflaştı. Bu çizgidekiler, AKP’nin dinî yaşam hakkı tanımı ile kadının baskılanmasına yönelik, artık gizlenemez açıklıktaki gündemini bile, milliyetçilik ve sömürgecilik uğruna sineye çekmeye hazır olduklarını beyan etmiş oldular.
Demokratik kültürün olmazsa olmazlarından biri, kadın haklarının gelişmişliği, kadının toplumsal yaşama eşit olarak katılması iken, kadını, bizzat başbakanın ‘ikincil cins’, ‘erkekle eşit olmayan varlık’ olarak tanımlaması, kadınlara yönelik şiddetin kaynağını, desteğini de açıkça ortaya koydu. Kadın cinayetlerinin soruşturulmaması, tahrik unsurunun katilden yana işletilmesi, toplu tecavüz soruşturma ve yargılamalarında bile ‘mağdurun rızası olduğu’ gerekçesiyle dosyaların kapatılabilmesi, cezaevlerindeki çocuk mahkûmlara tecavüzlerin örtbas edilmesi gibi olaylar sıradan uygulamalar haline getirildi. Başbakanın ‘en az üç çocuk’ savunusunun doğum kontrolünün engellenmesine vardırılacak yönde ilerletilmesine karşılık gelebilecek kürtaj-sezaryen yasağının Diyanet İşleri Başkanı tarafından da dini gerekçelerle savunulması, toplumsal hayatı yasalar yerine fetvalarla düzenlemek doğrultusunda laikliği tahrip eden yeni bir adım oldu. Güya ‘yaşam hakkı’ üzerinden temellendirilen kürtaj yasağı, tecavüz sonucu oluşan hamileliklerin ürünü olan çocuğa sağlık bakanı tarafından ‘devlet garantisi’ vaadi ile taçlandırıldı. Tabii ki milliyetçi ve savaşçı politikaların gereksinimi olan ucuz askerlerin temini açısından tecavüzün hükümetin sömürebileceği iyi bir kaynak olarak algılanması, bizzat AKP tarafından devlet politikası olarak açıktan önerilebilmesi, yeni bir durumdur. Oysaki aynı AKP, Avrupa Birliği uyum düzenlemeleri çerçevesinde 2005 yılında gerçekleştirdiği bir yasa değişikliği ile tecavüz sonucu oluşan hamileliklerde kürtaj olabilme sınırını 20 haftaya çıkarmış, bu değişikliği gerçekleştirirken, bugünkü tartışmaların hiçbirini gündeme taşımamıştı!
Batı’daki düşük doğum oranları ile Doğu’daki yüksek doğum oranlarının Türk ve Kürt nüfus bileşimini değiştirmesini sürekli dert edinen MGK geleneğinin, Türk milliyetçiliğinin bu değişmeyen gündeminin, Erdoğan tarafından devralınmış olduğu, kürtaj-sezaryen tartışmasıyla gözler önüne serildi. Toplumun yarısını oluşturan kadınların baskılanabilmesi, demokratik kazanımlarının geri alınması süreci, toplumun dini ideolojik yapılanma yönünde dönüştürülmesinin, demokratik hak ve özgürlüklerin, demokrasinin daraltılmasının göstergesi olduğu gibi, kadınların ve kadın örgütlerinin bedenlerine ve tercihlerine el uzatılmasına protestoları da artarak büyümektedir.
Türk toplumunun demokrasi kültürüyle ilişkisini, bütün çelişkileriyle birlikte cumhuriyet tarihi boyuncu elde edilmiş kazanımların ne kadar içselleştirildiğinin ölçüsünü verecek olan bu tartışma, ‘savaşa hayır’ diyen Kürt ve Türk kadınlarını bir başka boyutta daha yaklaştırma potansiyelini taşımaktadır. Kürt kadın hareketi, şimdiye kadar biriktirdiği mücadele deneyimi ile antidemokratik gelişmelerin önünde en sağlam duracak unsurların başında gelmektedir. Bu süreçte, aynı şekilde Türk kadınlarının duyarsız kalacakları, gelişmeleri sineye çekecekleri düşünülemez. Referansı laiklik olan ya da islâmi referanslarla yaşamını düzenlemeye çalışan kadınları bu konuda keskin bir çizgi ile ayırmak da mümkün değildir. Kürtaj tartışması, demokrasinin bir ‘vitrin süsü’ olmadığını topluma anlatmanın olanaklarını da beraberinde getirmektedir. Demokratik kadın hareketi ve demokrasi mücadelesinin bütün unsurları, kadınların eşitliği ve kurtuluşu mücadelesinin demokrasi mücadelesinin temel bileşeni olduğunu toplumsal bilince işlemelidir.
Roboski ve kürtaj bağlantılı tartışmanın bir yönüyle ‘iğdiş’ uygulamasına bağlanmak istenmesi ise oldukça manidardır ve bu tipten adamların kadın bedenine el uzatmakla kalmayıp, hukuk sistemine şeriatın hükümlerini ekleme sevdasında olduklarını göstermiştir. Tecavüz sonucu oluşan gebelikleri ‘devlet güvencesine’ almak isteyen sağlık bakanı, oluşan tepkileri yine aynı taktikle ve umursamazlıkla geri çevirerek, tecavüzcülere verilen en yüksek cezanın ömür boyu hapis cezası olduğunu söyledi ve ekledi: “Gelin bunu tartışalım”!
AKP’nin şu ana kadarki en önemli başarısı, tartışmayı yönlendirebilmesi, gündemi belirlemesi, gündemin arkasında görünmeyen bir yerlerde de neo-liberal uygulamalarını hızla gerçekleştirmesi oldu. Bu tartışma yaşanırken, 2B arazileri, yabancılara toprak satışı, deprem gerekçesi ile konut mülkiyetinin gasp edilebilmesini sağlayan ve itirazlara hukuk yolunu kapatan, özelleştirmeler karşısında iptal kararı veren Danıştay kararlarının uygulanmamasını sağlayan kararlar Meclis’ten geçirildi, yasalaştırıldı. Bu yolla iğdiş cezasını veya idam cezasını hukuk sistemine sokmayı ya da bunları esaslı bir şekilde tartıştırmayı başaramasalar da, yukarıda sayılan uygulamaları gündemden uzak tutmayı başarmış oldular. Fakat belki de sıradan bir gündem saptırma olarak anılabilecek olan kürtaj-sezaryen tartışmasının Roboski katliamı dolayısıyla gündemleştirilmesi, öncekilerden ayrı olarak bu tartışmayı kalıcı olarak hafızalara kazıdı ve Kürt halkının belleğinde silinmez bir iz bıraktı.
Kadın bedenine kürtaj üzerinden tasallut olan AKP, kaç çocuk yapılması gerektiğini buyurmakta, beş yaşından sonra çocukları dini referanslı bir eğitim sistemi ile yetiştirmek için bütün eğitim sistemi ile yeni baştan oynamakta, eğitim sisteminden sonra zorunlu askerlik döneminde birey üzerindeki son biçimlendirmelerini yapmaya devam etmekte ve bütün bunları yaparken de muhaliflerini ‘toplum mühendisliği’ yapmakla suçlamaya devam etmektedir. Hükümetin toplu görüşmelerde önerisi olan yüzde 3,5 zammı 4 yapma ‘himmetini’ gösteren Hakem Kurulu’nun bir üyesinin kolundaki saatin yüz binlerce dolar olduğunu yazan gazete haberini de bütün bu gelişmelerin üstüne eklersek, artık rahatlıkla demagojinin iktidarı altında yaşadığımızı söyleyebiliriz.
Bütün bu tartışmaların, demagojinin altında yatan gerçekliğin üstü bizzat bu demagojinin kendisi tarafından örtülmüş durumda. “Yaşlanıyoruz, genç nüfusu kaybediyoruz” açıklamalarını daha önce yapmış olun Erdoğan, esas olarak yedek işgücü depolarını doldurmayı ve biçimlendirmeyi istiyor. Daha itaatkâr bir gençlik yetiştirme projesi ise bu yedek işgücü depolarının kültürel-ideolojik alanda şekillendirilmesi kaygısından kaynaklanıyor.
Demagojinin, her zaman için burjuva politik tarzın bir özelliği olması bir yana, böylesine yaygın ve baskın hale gelmesi, burjuva demokrasisinin ideolojik-kültürel ikliminden uzaklaşılması ile paralellik gösterir. Kuşkusuz, “dün dündür, bugün bugün”, “yollar yürümekle aşınmaz” gibi veciz deyişlerin yanında, doğrudan buyuran ve tek başına eyleyen bugünün demagogları, kişi diktatörlüğünün kapısına daha yakın durmaktadır. Dünün meşhur demagogları, hesap vermekten kaçınmak, gerçekleri gizlemek ve muhalefetin yapılmasını istediği, bu yönde baskı yaptığı talepleri gerçekleştirmemek için demagojiye başvuruyorlardı. Bir şekilde muhalifine oy vermiş kitleyi kazanmak kaygısı davranışlarında, söylemlerinde etkili oluyordu. Mutlak çoğunluğu test etmiş bugünün demagogları ise, ellerine geçirdikleri iktidarın olanaklarını, azınlığın bastırılması, sindirilmesi için kullanarak, çoğunluk gücün daha da büyütülmesi, azınlığın ise daha da küçültülmesini amaçlıyorlar. Ses hızının altında işlevli olan uçak kanatlarını, ses hızından hızlı uçaklarda kullanmaya devam ederseniz yere çakılacağınız bellidir. Belli bir eşik geçildikten sonra davranış kalıplarının ve söylemlerin tamamen değişmesinin nedeni, demokratik kültürel ortamı belirleyen iktidar olma söylem ve davranış biçimleriyle, bir kez oluşmasından sonra kişi diktatörlüğünün söylem ve davranış biçimlerinin taban tabana zıt olması, diktatöryal kültürün, demokratik yöntemleri taşımasının imkânsız olmasıdır.
Demokrasi kültüründen diktatöryal söylemlere doğru değişim başladığında ise artık demagojinin iktidara doğru evrimi başlamış demektir. Tutuklu milletvekilleri konusunda AKP’nin yaklaşımı tam da böyle bir gelişmenin kanıtını vermektedir. Kendisine oy veren seçmen kitlesini kastederek, çoğunluğun görüşünün tutuklulukların sürmesinden yana olduğunu, milletvekillerinin içerde tutulmasının bu nedenle toplumsal onay gördüğünü söyleyebilen Erdoğan, bilinçli olarak elmalarla armutları karıştırmakta, bu yolla, çoğunluğun politik kültürünü biçimlendirmeye çalışmaktadır. Tutuklu milletvekillerinin zaten azınlığı temsil ettiklerini gizlemekte; Türkiye’de parlamenter yaşamın beylik sözü olan ‘millet iradesinin tecellisi’nin azınlık ve çoğunluk vekillerinin Meclis çatısı altında toplanması demek olduğunu da inkâr etmektedir. Kürdistan açısından ise tutuklu milletvekillerinin azınlığı temsil ettiklerini söylemenin anlamsızlığına hiç değinmemekte; BDP karşısında bütün burjuva partilerin azınlık olmasını geçiştirmektedir.
Bir diktatörün oluşum sürecini gözlemleyebileceğimiz AKP’li yıllar, kuşkusuz ki karşıt yöndeki çelişkilerin birikmesine de eşlik etmektedir. Şimdilik gerçekten demokratik güçlerin zayıflığı ve kendi açmazları bir yana, emperyalizmin en has elemanlarından Gülen’in cemaati ile başbakan arasında birikmeye başlayan ve su yüzüne çıkan çelişkiler, ‘tek adam’lık sürecinin çelişkilerinden biri olarak öne çıkıyor; sürece başka bir ‘tek adam’ müdahil oluyor. Bu çatışma kişisel bir sürtüşmenin ötesinde potansiyellere sahip. Mavi Marmara baskını sonrası açıklamalar, MİT müsteşarının sorgulanmak istemesine karşı başbakanın tavrı ve sonrasında Özel Yetkili Mahkemeler konusunda çıkan tartışmalar, HSYK’nın en son gerçekleştirdiği hâkim ve savcı atamaları vb. olaylar, çatışmanın devam ettiğini gösteriyor.
Suriye sorunu ile iç içe geçen İran konusunda alınacak tutumlar, bu konudaki çelişki ve farklılıklar, hatta bundan da ötesi, bu konuda verilmiş veya verilecek sözlerin iki antidemokratik güç arasındaki çatışmanın arka planını oluşturduğu söylenebilir. İki antidemokratik gücü toplasanız da çarpsanız da ortaya demokrasi çıkmayacaktır. Fakat ABD ve emperyalistler, bu iki gücün zaman zaman çarpışmasından, İran güzergâhında Erdoğan’ın gündeme gelebilecek olası reflekslerini törpülemek amacıyla yararlanmakta, Erdoğan’ı Gülen’le ehlileştirmektedirler. Gülen’in ABD’de kalması için lobi çalışmaları yapan eski CIA ajanı Graham Fuller’ın Washington Post’a yaptığı açıklamada, Gülen hareketini “çağdaş İslami politik ve sosyal düşüncenin gelişmesi açısından en cesaret verici olanı” olarak tanımlaması ve hiç de tehlikeli bulmaması göz önüne alındığında, sonuç, politik aktörlerin emperyalist merkezler nezdindeki ‘kredi derecelerine’ göre belirlenecektir denilebilir.
Bir ‘diktatörün himmetiyle’[3] yönetilmeye başlanan bir ülkeden söz ediyorsak, bir akıl tutulmasından da söz edebiliriz demektir. Bu durum başlı başına incelenmeye değer özellikler sunmaktadır. AKP’nin, 28 Şubat sürecinin ürünü olduğunu, ehlileştirilmiş –her ne kadar Erdoğan “ılımlısı ılımsızı olmaz” dese de, projedeki adıyla ‘ılımlı’– islâmın model uygulamasına talip olduğunu biliyoruz. AKP’nin anayasa tartışmalarındaki konumunu da büyük ölçüde emperyalist merkezlerin dikte ettirdiği formüller belirleyecektir. Bu süreçte AKP, mutlaka iktidarda kalma isteğiyle kendi tabanının taleplerine daha çok yer vermeye çalışacak, anayasa tartışmaları bu açıdan yeni gerilimlere neden olacaktır.
12 Eylül Anayasasının tartışılması ve değiştirilmek üzere bir masanın çevresinde toplanılması, süreci bir sonuca bağlamak yerine, “masadan kaçtı demesinler”, “dostlar alışverişte görsün” şeklinde sürüyor. Masadan kalkanın seçmen tarafından cezalandırılacağı öngörüsü, uzunca bir süredir kimsenin inanmadığı bir oyunun sürdürülmesine neden oluyor. Meclisteki partilerin en temel konulardaki uzlaşmazlığının yanı sıra, devletin yeniden düzenlenmesinde temel gösterge olacak anayasa metninin nasıl şekilleneceği bilinmezliğini koruyor. Demokrasi kültüründen uzak bir demagoji iklimine hızla yelken açan Türkiye, burjuva anlamda bile sağlıklı bir anayasa sürecine girebilecek gibi gözükmemektedir. Taban tabana zıt söylemlere sahip burjuva politik aktörlerin demokratik bir anayasa hazırlamaları olanaklı olmadığı gibi, anayasanın kilit meselelerini çözmeleri de olası değildir. Fakat bir yandan da bu tartışma başlamış ve ağır aksak ilerlemektedir. Bu aktörlerin hangi konuda ve ne kadar anlaşacaklarından öteye, sosyalizm açısından, anayasa konusunda işçi sınıfına ne anlatılacağı daha önemlidir.
Bugün, fiilen bir kişinin iki dudağı arasına sıkışıp kalmış bir siyasal sistem söz konusudur. Sistem, ‘yarı-başkanlık’ veya ‘başkanlık’ biçiminde değiştirilmeden de, –12 Eylül Anayasası’nın tamamlayanları olan ‘seçim yasası’, ‘siyasi partiler’ ve ‘yerel yönetimler’ yasalarının da sayesinde– kişi diktatörlüğü gibi çalışıyor. Parlamentonun işleyişi, neredeyse tek partinin demokratik görüntü verme isteğiyle mümkün olabiliyor. Bugünkü anayasa süreci, dünya ekonomik krizinin sonucunda Türkiye’nin bölgede öne çıkarken yeni-osmanlıcı açılımların somutluk kazanıp ‘düzenleyici’ –hatta ‘savaş ağası’– rolünü oynaması koşullarından bağımsız değildir. Bu koşullarda büyük ölçüde gerçeklik kazanmış tek adam diktatörlüğünün resmileştirilmesi, taçlandırılması anlamı taşıyacak ‘başkanlık sistemi’ doğrultusundaki anayasal önerilere, taleplere karşı çıkılmalıdır. Bu koşullar ise, sınıf mücadelesinin yönelimleri dışında değiştirilemez. İşçi sınıfını ve ezilen kitleleri, burjuva politik kamplaşmaların dışına taşımak, komünist ideolojik çizgi üzerinde, işçi sınıfının bağımsız siyasal örgütlenmesini ve eylemliliklerini gerçekleştirmek, demokrasinin tek güvencesidir.
AKP hükümeti süresince Türkiye’de iki anayasa referandumu yapıldı. 2007 yılında yapılan ilk anayasa referandumunda, cumhurbaşkanının halk tarafından doğrudan seçilmesi kararlaştırıldı. AKP’nin ‘başkanlık’ sistemine geçiş yapmak, bunun gerçekleşemediği koşullarda ‘yarı-başkanlık’ sisteminin temellerini atmak için giriştiği çaba böylece hedefine ulaştı. Bu referandumda bizim tutumumuz ise, söz konusu anayasa değişikliğine karşı çıkmak yönünde oldu:
“Bugünkü referandum, cumhurbaşkanını halkoyuyla seçmekten öteye, yarı-başkanlık sistemine geçişi gündeme getirmektedir. Tek kişinin yönetimi ve karar vermesi her türden demokrasi anlayışıyla olduğu gibi sosyalist demokrasi anlayışı ile de kökten çatışır. Komünistlerin seçimlerde propaganda ve örgütlenme hak ve olanaklarını daraltıp daha çok ehven-i şer tercihlerde bulunmalarına yol açacak yarı-başkanlık ya da başkanlık sistemi, –toplumun kültürel yapısı ve bugünkü örgütlülük düzeyi düşünüldüğünde– giderek cemaatçi bir hafızın ya da militarist, şoven histerilerin etkisinde bir başbuğun, führerin diktatörlüğünü mümkün kılacak demektir. Halkın yönetime katılması, önüne koyulan seçeneklere ‘evet’ ya da ‘hayır’ demesinden değil, bizzat seçenekleri kendi oluşturması, egemenlere dayatması, örgütlü yapıları ile temsilcilerini seçerek onları denetleyebilmesi, burjuvazi ile uzlaşmalarını engellemesi ve böylece her gün siyasetin içinde olmasından geçer. Referandum, bu açıdan, halkın yönetimden daha da uzaklaştırılması sonucunu doğuracaktır.” (Anayasa Değişikliği ve Referandum, Ekim 2007, s. 15)
12 Eylül 2010 Anayasa Referandumunda anayasa değişikliğine ‘evet’ tutumumuz ise, arka planında, öncelikle değiştirilen maddelerin eski maddelerden geri olmaması ve sonra da temel olarak askeri diktatörlüğün dikte ettiği anayasanın değiştirilmesi önerisine karşı çıkarak onu savunucu bir konuma düşülmemesi, askeri diktatörlüğün anayasasının değiştirilmesi yönünde farklı kesimlerce yıllardır ileri sürülen ve toplumsal onay gören birikimin ifade edilebilmesi, böylece anayasanın toptan değiştirilmesi talebinin daha güçlü biçimde ileri sürülebilmesi gerekçelerine dayanıyordu. Askeri diktatörlüğün ürünü mevcut anayasa, yapısı itibariyle antidemokratiktir, ne genişlikte olursa olsun kısmi değişikliklerle, iyileştirmelerle demokratikleştirilemez. Bu yüzden, demokratik bir toplum ve devlet yapısı isteniyorsa, mevcut anayasanın toptan değiştirilmesi, tutarlılık içinde, en baştan, bütünüyle demokratik bir anayasanın hazırlanması gerekir. Kapitalizmin demokrasiyi, demokratik kazanımları sınırlayarak hayale çevirdiği mevcut koşullarda, demokratik hakların geliştirilmesi, bütün demokratik kazanımlar, ancak işçi sınıfının demokratik mücadeleye ağırlığını koyması, belirlemesi ölçüsünde olanaklıdır. Bundan da öteye demokrasinin tutarlı olarak, sonuna kadar elde edilebilmesi, yığınların demokratik özlemlerinin gerçekleşebileceği maddi temeli sağlayacak işçi sınıfının iktidarını gerektirir.
Bu anlamda, ‘kamu görevlilerinin seçilmesi ve geri çağrılması’, ‘maaşlarının ortalama işçi ücretlerini aşmaması’, ‘halk milisi’ gibi önermeler, Paris Komününden beri işçi sınıfı iktidarının ilkeleri olmalarının yanı sıra, aynı zamanda, demokrasinin sonuna kadar gelişmesinin koşullarıdır. Bu çerçevede, sonuna kadar gelişecek demokrasi, işçi sınıfı iktidarı ya da diğer bir ifadeyle işçi sınıfı demokrasisi olacağı gibi, anayasa tartışmasında işçi sınıfı demokrasisinin özelliklerinin ileri sürülmesi, ağır basması ölçüsünde, hazırlanan anayasanın demokratikleştirilmesi sağlanabilecektir. Bu doğrultuda, komünistler için, anayasalar da tıpkı parti programları gibi, cümleyi işçi sınıfı iktidarından başlatacakları metinlerdir. Bununla da bağlantılı olarak, tutarlı demokratik bir anayasanın işçi sınıfının iktidarı ile başlaması gerekir ve anayasa tartışmalarında takınılacak tutum, 12 Eylül Anayasa Referandumunda ifade edilen ‘toptan değiştirilsin’ talebinin içeriğini, sosyalist bir anayasanın unsurlarıyla açıklamaktan geçer.
Diğer yandan, sosyalizm adına demokrasi ile çoğulculuğu eşitleyen anlayışlar, örneğin Kürt sorununun çözümünü böyle bir yönelimle ele almayı yeni anayasa tartışmasının temel ekseni olarak değerlendirmekte, sosyalist bir anayasa savunusu geliştirmek yerine sınırlı ‘demokratik’ bir anayasayı desteklemeyi seçebilmektedir. “Türklüğe, militarizme, Sünniliğin egemenliği ve erkek egemenliğine ve doğanın yağmalanmasına” karşı çıkarak, kısaca demokratik, halktan yana bir anayasayı savunarak, sosyalist bir öneri geliştirilmiş olmaz. Sosyalist bir öneri bunları içermeli ama bunlarla sınırlı kalmamalıdır. Bunlarla sınırlı kalan ve maddi temellerini koymayan böyle bir ‘çoğulcu demokratik’ anayasa önerisi, Türkiye’nin emperyalist amaçlar ekseninde ve ılımlı islâm modelinin temsilcisi olarak yeni-osmanlıcı bir perspektifle düzenlenmesi açısından geliştirilecek anayasa önerileri ile ilkesel olarak çatışmayabilir ve hatta uyuşabilir de! Antidemokratik durumlara, olgulara karşı çıkmak, doğrudan ve kendiliğinden işçi sınıfından ve halktan yana bir sonuç vermez. Sosyalistlerin bu tartışmadaki amacı, işçi sınıfının doğrudan yönetimine karşılık gelen sosyalist bir anayasa savunmak olmalıdır. Tartışılacak olan devlet yapısı olacağına, rejim olacağına göre, doğrudan seçim, yerinden yönetim ve geri çağırma mekanizmasını savunmak, tekellerin egemenliği ve mülkiyetini kısıtlamaktan başlayarak toplum yararına planlamaları ve kolektifleştirmeleri gündeme almak, sosyalist tutuma uygun olarak ileri sürülebilecek en demokratik anayasa önerisi olacaktır. Sosyalizm açısından eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratik bir anayasa savunmak, bu kavramları anayasaya yazmakla yetinmemeyi, maddi temellerini de anayasada belirtmeyi gerektirir.
Anayasa sorunundan laiklik sorununa, Kürt ulusal sorunundan savaş kışkırtıcılığı sorununa, bütün toplumsal sorunlarda tutarlı demokratik çözümler, sınıf mücadelesinin toplumsal gelişmelere damgasını vurmasına, belirleyiciliğine bağlıdır. Buna karşılık sınıf mücadelesi, belirli anlarda büyük gücünün işaretlerini gösterse de, genelde hem maddi hem manevi açıdan oldukça düşük düzeylerde seyretmektedir. Sınıf hareketi, neo-liberal saldırının ve geçmiş kriz dönemlerinin atomizasyonlarını, dağınıklığını tersine çevirmeyi henüz başaramadığı gibi, büyüme döneminde de orta sınıf göz boyamalarının, hayallerinin peşinden sürüklenmekten de kurtulamamıştır.
Yüz binlerin bayrakları, pankartları, sloganlarıyla meydanları doldurduğu 1 Mayıs 2012, işçi sınıfının gücünü gördüğü ve gösterdiği, birliği ve mücadelesi ölçüsünde umutların yeşerdiği, toplumsal gelişme hedefli tasavvurların temellendirilebildiği sayılı günlerden birini oluşturmuştur. Çeşitli görüşlerin yer alması, büyük yığınsal katılım ve coşku, bu 1 Mayıs’ın önde gelen yanını oluştururken, sendika konfederasyonlarının ayrı ayrı mitingler yapmaları da sınıfın birliğinin bölünmesi eğilimini yansıtmıştır. Sınıfın sendikal farklılıklar ve daha da büyük ölçüde örgütsüzlük, dağınıklık temelinde bölünmesi, onun birliğini sağlayabilecek bir komünist önderliğine sahip olmamasına dayandığı gibi, bu sorun, yani sınıf hareketinin komünist önderliğine sahip olmaması sorunu, hem özel olarak sınıf hareketinin başarısı hem de genel olarak toplumsal sorunların çözümlenmesi, toplumsal gelişmenin sağlanması açısından belirleyici önemdedir.
THY işçilerinin mücadelesi de bu açıdan değerlendirilebilir. Toplu sözleşme görüşmeleri grev aşamasına geldiğinde, hükümet oyunun ortasında kural değiştirip benzeri bulunmayan bir biçimde bütün hava işkoluna grev yasağı getirdi. Buna tepki olarak işçiler iş yavaşlatmaya ve iş durdurmaya gittiler, yüzlerce uçuş iptal oldu. THY de 300’den fazla işçiyi işten çıkartarak çatışmayı tırmandırdı. Bu noktada mücadelenin, tam boy bir kavgayı göze almaktan, iş durdurarak taleplerini kabul ettirmeye çalışmaktan başka pek bir başarı şansı yoktu. Mücadelenin, THY yönetiminin yanı sıra hükümeti de doğrudan karşısına almak zorunda olduğu böyle bir gelişimi, sınıfın hem ülke içindeki hem de uluslararası çok çeşitli kesimlerinin desteğini sağlayabilirdi. Bu boyutlara çıkan mücadelenin başarısı ise, açıktır ki, ekonomik kazanımlarla sınırlı değildir; hükümeti geriletmeye, demokratik kazanımlara, siyasi gelişmelerin seyrini, yönünü değiştirmeye kadar uzanır.
Ancak THY işçilerinin mücadelesi böyle bir boyut almadı. İş durdurmak yerine protesto gösterileri biçiminde direniş ile THY yönetimi ve hükümetle pazarlıklar sürdürülmesi tercih edildi. Bu aynı zamanda, sınıf mücadelesinin düzeyinin düşüklüğünün, örgütlülük ve bilinç düzeyinin yetersizliğinin ifadesidir.
Öte yandan burada sözü edilen sorun, yalnızca sendikal boyutla sınırlı, ona özgü bir sorun da değildir. Daha açıkça vurgulamak gerekirse, sınıf mücadelesinin boyutları birbirinden bağımsız değildir, birindeki gelişmişlik düzeyi diğerini de o yönde etkilemek durumundadır. Sınıfın ekonomik mücadelesindeki gelişme, yükseliş, politik mücadele için zemini genişleteceği, ilişkilenme olanaklarını artıracağı gibi, politik gelişmişlik de sınıfın birliğini güçlendirip perspektifini sağlamlaştırarak ekonomik mücadelesinde başarı kazanması yönünde etkilidir. Sınıf hareketine ancak komünizmin yol göstermesi, kısmi ve kısa vadeli mücadeleleri genel ve uzun vadeli mücadelelere bağlayabileceğinden, işçi sınıfı hareketinin komünist önderliğine kavuşturulmasıyla işçi sınıfının komünist politik hareketinin yaratılması, politik mücadele açısından olduğu gibi ekonomik mücadele açısından da temel ve belirleyici önemdedir. Komünizmin işçi sınıfı hareketi ile birleştirilerek komünist işçi partisinin inşası, işçi sınıfının mücadelesinin başarısının, kendisiyle birlikte bütün toplumun kurtuluşunu gerçekleştirmesinin önkoşuludur.
[1] Seçkin denilen kesim ise, bir kısım orta sınıf, kentli, devletin kuruluş felsefesinin sınırlarını çizdiği ölçüde burjuva kültürünü benimsemeye çalışan, lâik, batılı değerleri benimseme yolunda haylice yol almış olsa da toplumun azınlığını oluşturan bir kesimdi. 70’li yıllar boyunca gecekondularda büyüyen işçi sınıfı, devrimci çizgilerin etkisiyle, yönünü sola ve sosyalizme çevirmiş, proletaryanın yığınsallaştığı kentlerde milliyetçilik ve siyasal islâm azınlıkta kalmıştı. Devrimci çizgiler ve sınıf hareketiyle birlikte, bütün eksikleriyle beraber modernizmin değerleri ve ölçütleri de yükseliyordu. Bu haliyle geliştiğinde çatışma, emek - sermaye ekseninde yükselecekti. 12 Eylül, bu sürece müdahale etti. Askeri diktatörlük koşullarında ve sonrasında sermayenin geçirdiği evrim, neo-liberal politikaların kırsal kesimi eritmesi, sosyalizmin ve solun ezilip varoşlarda biriken yığınların bu sefer gerici ideolojilerin oy deposu olarak tarikatların dayanışma ağlarına hapsedilmesi, emek - sermaye çelişkisinin üstünü örtmeye, burjuva politik aktörlerin manevra alanını genişletmeye devam etti. Bugün AKP’nin ‘seçkinler ve mukaddesatına düşkün halk’, ‘dindar gençlik’ ve benzeri söylemler üzerinden sürdürdüğü taraflaşma üzerinden toplumu rahatça maniple etmesi ve yönetebilmesi, böyle bir arka plana dayanmaktadır ve bu şablon bir süre daha işe yarar gözükmektedir!
[2] TSK’nın ‘kafeslenmesi’ ile Türkiye’ye demokrasi geldiğini söylemek, emperyalizmin demokrasiyi de geliştirdiğini ileri sürmektir. Eğer aşılırsa Suriye engelinden sonra gündeme gelecek olan İran’a müdahale –ki bu ikisi keskin bir çizgi ile ayrılamaz– karşısında her türden muhalefeti aşmak için, yine aynı emperyalistler bu sefer TSK’nın darbeci küllerini alevlendirmeye başladıklarında şaşırmamak gerekir.
[3] Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin ‘Eski Bahçe’ diye bilinen ağaçlık iç bölümünü gezmek isterseniz sizi bir tabela karşılayacaktır:
“Bu eski bahçe Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın Himmetleri ile düzenlenmiştir.” (abç)
Türkiye’nin şu anki durumunu anlatmak için de bu aynı tabelanın rahatlıkla kullanılabileceğini söyleyebiliriz!
TEMMUZ 2012
14
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com