AB karşısındaki yanıtların her birinin karşılığı sınıfsal ve ideolojik olarak tanımlanmalıdır. “Evet” şıkkının da “Hayır” şıkkının da arkasında, fiilen farklı sınıflardan ve farklı ideolojilerden kesimler yer almakta, kimin neyi savunduğu büyük ölçüde belirsizleşmektedir. Sol, sosyalizm ve işçi sınıfı adına “Evet” tercihini yapanlar olduğu gibi, tam tersine aynı kesim ve ideolojiler adına “Hayır” tercihini savunanlar da bulunmaktadır. Sol liberal kesimler, işçi sınıfı adına “Evet” demekte, faşizmle ilişkisini sıkılaştıran ‘milliyetçi sol’ ise aynı şekilde “Hayır” tercihini, savunduğu sosyalizm anlayışı adına ileri sürebilmektedir.
KUZEY YALÇIN
Avrupa Birliği tartışmalarının hangi tarafında olunursa olunsun, savunular kendini demokrasi kavramını esas alarak temellendirmektedir. Konunun anlaşılması açısından tarafların sahip oldukları demokrasi anlayışları ön plana çıkmaktadır. Demokrasi kavramının yaşamın her alanını kapsayan geniş bir alanda işlevli olması, kavramı yanlış formüle etmenin önüne geçemediği gibi, bir de bunun tersine, yanlış kavrayışın yayılmasına yol açmakta, bu ölçüde bir referans noktası olabilme özelliğini gitgide kaybetmektedir. Belki de bu durum başlı başına belirsizleşen demokrasi kavrayışları üzerinden, Avrupa Birliği (AB) tartışmaları içinde konumlanmış farklı sınıfsal çıkarların gerçek amaçlarını gölgelemeye de olanak sağlamaktadır.
Bu nedenle AB tartışmalarında tutulan pozisyonları tartışabilmek, öncelikle demokrasinin tarihini ve temellerini kavrayışımız tarafından belirlenmekte ve bu ölçüde de kavramın olabildiğince yanılsamalardan soyutlanması elzem olmaktadır. Demokrasi kavramının temellerinin belirsizleşmesi ölçüsünde AB sorununu ülkeler, kültürler ve imajlar üzerinden algılamamız, ipin ucunu kaçırmamıza neden olmakta, mantık zinciri bir kez kopunca da bir daha atı arabanın önüne koşmak mümkün olamamaktadır. Avrupa ülkeleri sahip oldukları ve sorgulanmasına pek de girişmedikleri ileri medeniyetleri dolayısıyla demokrasinin hamisi ve yaratıcısıymışçasına kutsanmakta, böylece de Cumhuriyet’le beraber hedef olarak gösterilen ve ‘milletçe’ ulaşmak için didinip durduğumuz çağdaş uygarlık, Avrupa demokrasisi olarak mutlaklaştırılmaktadır.
Oysa ki, Avrupa demokrasisinin bir tarihi ve bir sahibi vardır: Bu tarih burjuva devrimleri tarihidir ve sahibi de herkesten önce işçi sınıfıdır. Demokrasinin temelini oluşturan sınıf mücadelesi gerçeği, bilinçli yaşanan bir süreç; hissedilir, görülür bir olgu olmaktan çıktığında, bir tarih bilgisi olarak bile unutulması kaçınılmazlaşmaktadır. Demokrasiyi, sınıfsal ve tarihsel referanslarını unutarak kavramaya çalıştığımızda, AB sürecinde edinip pekiştirdiğimiz yanılsamaları gidermek bir daha mümkün olamamaktadır. Her ne kadar kitleler taleplerinin karşılanmadığı ve haklarının ellerinden alındığını gördükçe AB hayallerinin parçalandığını hissetseler de, bu hayalle formüle ettikleri taleplerini kazanmanın sınıf mücadelesini yükseltmek dışında bir seçeneği kalmasa da, sınıf mücadelesini bilinçli formlarına ulaştırmak öyle kolay ve kendiliğinden gelişen bir süreç olmamaktadır. Bu başarılamadığında demokrasiyi yaşayan bir olgu olarak yeniden kurmaları ve kavramaları olanaklı değildir. Bu nedenle artık bu yanılsamaların kırılması daha bir gündemdedir. Birlik yolunda biz ‘millet’ olarak bir yerlere ulaşamasak da, birilerinin bazı hedeflere ulaştıkları; bu karmaşanın ve gürültünün ortasında gerçekleştirilen dönüşümlerin, emekçi sınıfların zihni ve duyarlılığından kaçırıldığı da ortadadır.
Bugünlerde kafası bir hayli karışık olsa da AB’ye katılım amacındaki Türk oligarşisi, Türkiye’de her düzeyde sorunun çözümünün AB’ye katılımdan geçtiği yanılsamasını yaymaya devam etmektedir. Her ne kadar birlik inancının giderek bir hayal kırıklığına dönüştüğü gözlemlense de, yine de bu yoldan dönüşümlere devam etmemiz istenmektedir. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün bir televizyon programından belirttiği gibi, “ne yazık ki bu dönüşümleri gerçekleştirmeye tek başına iç dinamiklerin gücü yeterli olmamaktadır.” Bakanın itiraf ettiği gibi, “bu yolda atılan her adım ve dönüşüm, dış dinamikler sayesinde olmaktadır ve bu yoldan, yani artık dış dinamikler sayesinde gerçekleştirilmiş olan dönüşümlerden, eğer biz AB’ye katılımı gerçekleştiremezsek bile geri dönüş yoktur.[1]” Bu anlayış, AB’ye katılımın değil, bu sayede devlet ve toplum düzeyinde gerçekleşmiş olan dönüşümlerin esas olduğunu da itiraf etmektedir. Bu da bakana göre, yadsınamaz kazanımlar olarak görülmektedir! Kuşkusuz bu görüş bakanın kişisel görüşü olmanın ötesinde olsa gerektir.
Siyasal İslam kategorisine giren geniş kesimleri kapsadığını düşündüğümüz bu pragmatizm, aynı şekilde çeşitli sol çevreler nezdinde de karşılığını bulmaktadır. İnsan hakları mücadelesi yürüten kurumlardan, sol radikal politika alanındaki kimi örgütlenmelere kadar hemen herkes, bu dönüşümler sayesinde, devletin bir nebze de olsun dizginlenebildiğini düşünmekte ve bunun üzerinden soluklanabileceklerini varsaymaktadırlar. Kuşkusuz herkesin istediği düşü kurmasının önünde hiçbir engel yoktur! Devletin, artık eskisi gibi kendilerini itip kakamayacağı, bunu da AB sürecine borçlu olduklarını ileri sürenlerden, işkencelere karşı önlemin veya son dönemde TCK’nın 301. maddesi üzerindeki tartışmalardan görüldüğü gibi söz hakkının ve düşünce özgürlüğünün tek savunucusunun AB olduğunu ileri sürenlere kadar, her tür pragmatizm bir cephede buluşmuştur. Eskiden sol cenahta moda olan ‘cephe’ kavramı, önündeki ‘halk’ sıfatıyla bir türlü buluşamasa da, itiraf etmek gerekir ki ‘halk’, bir dönem için de olsa AB ‘cephe’sinde buluşmuş görülmektedir. Kuşkusuz yalancının mumu yatsıya kadar yanacaktır! Ama bu arada varılacak menzil kimileri için oldukça caziptir.
Toplumsal sorunların çözümlerinin, sınıf mücadelesi ve bunun sonucu olarak kazanılacak demokrasiye değil de bir emperyalist odağa, dış dinamiklere bağlanması yönündeki sağcı politikaların geçmişi eskidir. Bu eski fikre yirmi birinci yüzyılda da geniş kitlelerin ikna edilebilmiş olması, sendika bürokrasinin yadsınamaz marifetleriyle de olsa işçi sınıfının büyük bölümünün bu görüşe bağlanması, işçi sınıfı ve emekçi kesimleri bu görüşe ikna ve ortak etmek, medya imparatorlukları çağında bile hayra alamet sayılmamalıdır! İşçi sınıfı, toplumsal sorunların demokrasi eksikliği ve gelişmemişlikten kaynaklandığı argümanını, burjuvazinin onu ifadelendirmesinin ötesindeki gerçekliğini algılamadan kabul etmekte, bu iki açığın ise, AB’ye katılım sürecinde giderilebileceği fikrini büyük oranda benimsemiş gözükmektedir. Demokrasi, AB sürecinden çıkacak ikramiye olduğuna göre, öyle sıkıntıya girip sınıf mücadelesini yükseltmek, olsa olsa AB yolunda ‘zaten bir çok şeyden feragat eden’ burjuvazimizi korkutmak dışında bir sonuç vermeyecektir! Yani demokrasiye yaramayacaktır! Bu görüşün mantığı da, 12 Eylül öncesinde gelişen olaylar karşısında ‘olay çıkarmayalım, eylem yapmayalım faşizm gelir, faşizme mazeret oluruz’ diyenlerle benzerlik göstermektedir. Ya da başka bir benzetme yapmak gerekirse, Kürt direnişinin yükselmesinin, faşist harekete ivme vermesi olgusu karşısında, faşist hareketi yükselttiği için Kürtlerin silahlı mücadele ile yanlış yaptığını savlayan görüşle aynı mesnettendir. Yine TÜSİAD Avrupa Birliği temsilcisi Bahadır Kaleağası’nın dediği gibi, “Kürtler açısından bunca yıl savaşıp bu kadar yıkım yaşanmasına gerek yok muydu gerçekten?” Zaten bugün Kürtler için gerekli görülen ve Kürtlerin talep ettikleri, AB yolunda tanınacak haklar cinsinden miydiler? Ve bu kadar yıkıcı bir savaş yaşanmasaydı, AB süreci gerçekten daha mı az sancısız olurdu? En azından TÜSİAD’ın AB temsilcisi böyle düşünmektedir!
Kuşkusuz, demokrasinin birlik sürecinde kendiliğinden, yani dış dinamiklerin bahşişi[2] olarak geleceğini benimseyen işçi sınıfı, demokrasinin ve hakların kazanımının tek yolu olan sınıf mücadelesini geri plana itmiş, burjuvazinin her tür dayatmasını, sınıf çatışmasının değil, AB sürecinin bir gereği olarak kabul edip sineye çekmiş demektir. Bu durumda sınıf mücadelesi ve siyasal bir sınıf hareketi, büyük oranda ideolojik ve politik dayanaklarını kaybetmiş olmakta, kanımızca da demokrasi mücadelesi esas itici gücünü yitirmektedir. İşçi sınıfının üstüne çöreklenen sendika ağaları ve sağcılığın bu türünü, bir süredir geçimini Dünya Bankasının “dönüm parası” adı altında dağıttığı paralara bağlamış köylülerin akıbetine benzetmek yersiz olmaz.
AB tartışması esasında demokrasi tartışılarak, demokrasi kavramı üzerinden çarpıtmalarla yürümektedir ve zaten geride bıraktığımız süreç de büyük ölçüde demokrasi kavramı üzerinden tüketilmiştir. Örneğin, 1995’de gerçekleştirilen Gümrük Birliği anlaşmasının oligarşi için kazançlarının karşısında bazı burjuva kesimlerle birlikte ezilenlerin geniş bir bölümü için kayıpları ortadayken sağ cephede AB’yi savunmak için on küsur yıl sonra bile, kutsal ‘demokrasi ve serbest piyasa ilişkisi’ ideolojik gerekçe olarak kullanılabilmektedir. Solda ise durum içerik olarak farklılaşmakla beraber biçim ve yöntem olarak giderek sağ ile aynılaşmaktadır. Öncelikle demokrasinin bir tarihi ve sahibi olduğu uyarısını yapmak bu açıdan bir kez daha gereklidir. Avrupa Birliği’ni savunan ve karşı olanların özellikle sol içinde karşılıklarını bulması ve çeşitli gerekçelerle görüşlerini ifadelendirmeleri, dikkat çekicidir.
Bu çerçevede, radikal sol, marksist yapıların gündemlerinin yakıcılığı kendileri açısından ne kadar acil olursa olsun, toplumsal olarak giderek marjinalleşmeleri ölçüsünde, AB tartışmalarındaki söylemleri, toplumsal ölçekte siyasal süreçlere etki edecek mecalde değildir; bu kesimler daha çok dolaylı olarak esas aktörler üzerinden etkide bulunmaktadırlar. Bunun tersine Türkiye’nin Kürt Sorunu, Kürt halkının ulusal sorunu açısından AB tartışmaları, Kıbrıs ve Ege meselelerinden daha kapsamlı sonuçları ile, ‘Birlik’ ve ‘Demokrasi’ ilişkisini her aşamada yeniden ve yeniden gündemleştirmektedir. Ölçek açısından toplumsal etkileri sınırlı sosyalistler, geçmişten bugüne ulusal sorunu gündemleştirmiş çevreler olarak, Kürt sorunu üzerinden hacimlerinin ötesinde bir etki ve politika imkanına kavuşmaktadırlar. Tabii bu ilişki bir başka sonuç daha vermektedir. Ulusal kurtuluş mücadelesi ile ilişkinin niteliği, ulusal örgütlenmelerin etki alanına girmeyi ve sorunu sınıf hareketi ve komünizm açısından değil de, demokratizmin sığlığında ele almayı getirmektedir. Böylece ulusal hareketin ulusal demokratik önderlikleri, küçük-burjuva sosyalist örgütlenmeler üzerinde belirleyici olmaktadır. Avrupa ülkelerinin ve demokrasinin ne olduğunu değil ama AB savunusu yapan, değişik akımların akıl yürütmelerini sorgulamak bu açıdan hem gerekli hem de ilginç olabilmektedir.
Konumuz, siyasal İslam’ın AB sürecindeki muradı ve yaklaşımı olmadığı için, kendimizi sadece sol, sosyalist akımların bazılarının düşünce sistemleri ve AB’ye yaklaşımlarının mantığı üzerinden bir tartışma ile sınırlayacağız. Kuşkusuz bu anlayışların değerlendirmesini yapan, kendini de sahip olduğu demokrasi anlayışı üzerinden konumlandırmak zorundadır.
Görmeyen insanlar üzerinden geliştirilmiş bir deyiş vardır. Tuttuğu yerden tariflemek! Aslında görmeyen insanların görenlere göre üstünlüğü, görmediklerini bilmeleridir ve tanıdığım hiçbir görme engelli, bu gerçeği unutarak bir olguyu tarife kalkışmamıştır. Görme engelli insanlar, gerçekliği zihinlerinde yeniden kurmak için ‘parça’ - ‘bütün’ ilişkisinin diyalektiğine bu nedenle özellikle dikkat ederler. Ama görsel olarak yeteneklerine zeval gelmemiş olanlar, gerçekliği zihinde kurmak için gerekli ‘parça’ - ‘bütün’ ilişkisinin önemini küçümseyebilmektedirler. Ya da olayların akışının kontrollerinde olduğu güveni, parçalar arasındaki ilişkinin eğilip bükülmesine yol açarak bütünün niteliğini değiştirebilmektedir. Olayların akışının kontrolde olduğu ve bir noktadan zaten geriye çevrilebilir, esas amaca hizmet eder konuma yönlendirilebilir diye düşünülmektedir. Bugün AB tartışmasıyla ilgili herkesin konuyla ilgili bir tahayyülü vardır ve bu tahayyül, neredeyse herkese göre değişebilmektedir. Bu durumda analitik düşünmek, aklın kılavuzluğuna başvurmak gereklidir. Ama akıl da sahip olunan sınıfsal ve toplumsal konumlar ve zeminler üzerinde işleyen bir program gibidir.
Öncelikle AB’nin bütün çelişkileri ile birlikte emperyalist bir odak olduğunu söylemekten gocunmamak gerekir. Çünkü bu ‘klişe’ söz, klişe olduğu için bazı çevrelerce hiç de cazip bulunmasa ve hatta bir banallik göstergesi sayılsa da, iki kere ikinin dört ettiğinin kesinliğinde bir gerçeği vurgulamaktadır. “Klişe ve dogma” suçlamalarını, AB’nin demokrasinin mekanı ve müsebbibi olduğunu ileri sürenlere olduğu gibi iade etmek gereklidir. Hali hazırda AB, ABD’nin tersine tek bir oluşum, merkezi bir oluşum değildir. Merkezileşmeye çalışmakta, bu yönde bir basıncı bizzat rakiplerinin varlığından almaktadır. Merkezileşme doğrultusundaki gelişiminin odağında emperyalist güçler, devletler bulunmaktadır. Bu nedenle AB’yi bütün çelişkileriyle beraber kavramamız gereken emperyalist bir odak olarak tanımlamalıyız. AB karşısında ABD’nin avantajlarının önemli bir bölümünü de bu tamamlanmamışlık hali oluşturmakta, ABD, yeni gerilimleri tırmandırıp savaşları yayarak AB’nin gelişmesini engelleyebildiği kadar engellemekte, bu mümkün olmadığı ölçüde de kendisine bağımlılaştırmaya çalışmaktadır. Geçmişte komünizme karşı bir engel oluştursun diye desteklediği Avrupa Topluluğu projesi, bu tehdidin kalkmasından hemen sonra, 1992’de Maastricht Antlaşması ile ortak para birliği ve ortak pazara geçme kararını almasından da anlaşılacağı gibi, ABD için en önemli potansiyel rakip olarak belirmiştir. Bugün ABD’nin diğer emperyalist kamplar karşısında militarist açıdan neredeyse mutlak üstünlüğü bir yana, yeni dönem için bu üstünlüğü sorgulayan birçok gelişme potansiyeli mevcuttur. ABD’nin dünyayı şimdilik bölgesel savaş ve gerilimler üzerinden planlamaya ve yönetmeye çalışmasının ardında bu potansiyel rakiplerinin olası tehditleri yatmaktadır. AB’nin ABD’ye göre mukayese edilebilir bir askeri gücünün olmaması ilk dezavantajını oluşturmaktadır. Hali hazırda federatif de olsa merkezileşememiş bir devlet gücü olarak AB projesi bin bir sorunla boğuşmaktadır. Avrupa’nın bu iki dezavantajına esas olarak bir üçüncü olumsuzluk daha eklenmektedir ki, bu da Avrupa işçi sınıfının demokrasi geleneğidir. Birlik sürecinin çelişkilerinin giderilmesinin, esas olarak demokrasiyi yenmek, galebe çalmak demek olacağı düşünülürse, merkezileşme yönünde atılan her adım, sınıf mücadelesini emperyalistlerin demokrasisi içinde ehlileştirmeyi güçleştirecek ve Birlik karşıtı bir yörüngeye sokacaktır. Birliğin kökleşmesi ve güçlenmesi yönünde atılacak her adım, demokrasinin gerilemesi, Avrupa işçi sınıfının tavizleri üzerinden yürünerek gerçekleşecektir. Birliğin merkezileşmesi, bütünleşmesi, bu yöndeki çelişkilerin giderilmesine, bu ise büyük ölçüde demokrasinin itici gücü, dinamiği olarak tanımladığımız sınıf hareketinin kazanımlarının tasfiyesine bağlıdır.
Olduğu ve sürdüğü kadarıyla Avrupa’da demokrasinin belki de bu çelişkiler arasında, Birlik karşıtı konumlanışlar üzerinden varlığını sürdürdüğü söylenebilir. Küreselleşme karşıtı hareketlerin, şimdilik Birlik karşıtı bir söylemle demokratik hak ve özgürlüklerin savunusunu birleştirmeye çalıştığı, becerebildiği kadarıyla emperyalist oluşumun saldırılarını bu minvalde durdurmaya çalıştığı gözükmektedir. Avrupa işçi sınıfı ise mücadelesini giderek Birlik karşıtı bir politika üzerinden kurmaya başlamıştır. Avrupa’da sınıf hareketinin geleceğinde Birlik karşıtı politikaların ağırlık kazanacağını öngörmek mümkündür.
Haklarının ve kısmen ayrıcalıklarının savunusu temelinde hareket eden Avrupa işçi sınıfı şimdilik kendisi bir bütün olmaktan uzaktır. Bu gerçek, İtalya’da kabul edilen çalışma yasalarının Fransa’da geri tepmesi örneğinde yansısını bulmuştur. Eğer Türkiye’de de gündemde olan bir tartışma üzerinden benzetme yapmak gerekirse, daha çok büyük ölçekli üretim yapan mekanlarda yoğunlaşmış sigortalı ve sendikalı işçilerin, sınıfın diğer kesimleri karşısındaki konumları, Avrupa işçi sınıfının kendi merkezinden çevreye ve dünyanın geri kalanına doğru diğer işçi sınıfları ve uluslarla ilişkisi ile yaklaşık olarak aynı türdendir. Bu nedenle de, Avrupa ülkelerinin işçi sınıflarının (ve böyle tanımlamak ne kadar mümkünse, ‘Avrupa işçi sınıfı’nın) niteliğine, enternasyonal görevleri ve bunlar karşısındaki tutumları gibi konulara değinirken, bugün kapitalist üretim ilişkilerinin dünya üzerinde aldığı biçim, emperyalist rekabet ve bir bütün olarak dünyadaki işçi sınıfının niteliği, yapısı, koşulları gibi faktörler göz önüne alınmalı, bütün bu koşullar birlikte değerlendirilmelidir. Kuşkusuz bu gündemler bu yazının kapsamının çok ötesindedir. Ama yine de bu konular üzerinde bir takım verileri kullanmak zorundayız.
Kapitalizm, bundan önceki sermaye yapıları ve niteliği ile tanımlanabilecek dönemlerinin ve buna bağlı emek rejimlerinin sınıfsal koşulları ile değil, enternasyonal ölçekte bir değerlendirme ile analiz edilmelidir. Bu anımsatmalar, ulusalcılık, emperyalizm, Avrupa işçi sınıfının devrimci olup olamayacağı gibi tartışmalar açısından önemlidir. Tıpkı, ‘yeni sendikal anlayışlar’ın, büyük ölçekli üretimde örgütlü, sigortalı, sendikalı kesimlere, bir bütün olarak “aristokrat işçi” nitelemesi yapması ve onları örgütlenmenin hedefinden dışlaması gibi, benzer kavramlara atıfla yine bir bütün olarak Avrupa işçi sınıfını “işçi aristokrasisi” diye niteleyip mahkum etmek, dünya işçi sınıfı (bu jargona göre, “işçi sınıfı” yerine, “devrimci muhalefet” demek daha doğru olur!) karşısında onları dışlamak da, belirli sonuçlara yol açacaktır. Bu sonuçlardan ilki ve belki de ikincisine göre hoş görülebilir olanı (daha az yanlış olanı da denebilir), onun (‘Avrupa işçi sınıfı’nın) mücadelesinin hedeflerini tali kabul etmek, göz önüne almamak ve ondan bağımsız, belki de ona karşın politikalar belirleyebilmek olarak ortaya çıkmaktadır. İkincisi ise, ‘Avrupa işçi sınıfı’nı bir bütün olarak ‘karşıdevrimci’ ve emperyalistlerin işbirlikçisi olarak tayin eden ulusalcı anlayışlara kadar çıkar[3]. Kuşkusuz bu anlayış dünyayı, sömürgeler ve sömürgeciler olarak, sadece coğrafi bir bölünmeyle algılamayı tercih etmekte, sınıfsal bölünmüşlüğü yadsımaktadır. Daha doğrusu sınıf gerçeğinin üstünü ulusalcılıkla örtmüş olmaktadır.
Daha önce de belirtildiği gibi, her ne kadar yaldızları dökülse de toplumun gündeminde AB ve Birliğe katılım vardır ve toplum büyük ölçüde sorunlarının çözümünü AB’ye havale etmeye isteklidir. Seçenekler eşit derecede meşrulaştırılarak, işçi sınıfının gündemine AB’ye katılım belirleyici bir gündem olarak sokulmuştur. Artık bu noktadan sonra “Hayır” denmesi, işçi sınıfının gündeminin şekilsizleştirilmesini engellememekte, tıpkı “Evet” gibi bu şekilsizliğe ve bulanıklığa eşit derecede hizmet etmektedir. Çünkü her iki şıkkın da gerekçeleri aynılaşabilmekte, aynı gerekçeler hem “Evet”in hem de “Hayır”ın savunularında geçerli argümanlar olarak kullanılabilmektedir.
Gündemdeki tartışmanın tehdit içeren esas yönü budur. Bu tartışmaya nasıl yaklaşılacağı, tartışmada kullanılan materyaller, burjuvaziden bağımsız olarak işçi sınıfı ve sosyalistler tarafından belirlenmediği sürece, sosyalistlerin kendi propaganda ve teşhirlerini gerçekleştirmeleri mümkün olmayacaktır. Bu durumda tartışmada doğru tavrı ifade eden “Hayır” sloganının, “Emperyalizme ve kapitalizme hayır” şekline sokulabilmesi, tartışmayı hangi sınıfsal tekabüliyetlerden ve bunun belirlediği sınıfsal pozisyonlardan yürüttüğümüze bağlıdır. AB’ye, onun tartışması ve algılanmasına eşit uzaklıktan yaklaşıp, aynı eşitlikten “Evet” ya da “Hayır” tercihlerinde bulunulması, tercihlerin içeriğini boşaltmaktadır. Sorun, tercihlerin içeriğinin nasıl ve kim (hangi sınıf ve kesimler) tarafından doldurulacağından kaynaklanmaktadır. Ortada bir tartışma varsa, bu tartışmanın tarafları, örgütlü güçleri bulunmalıdır ve tartışmanın içeriğinin, gerçek sınıf güçleri tarafından belirlenmesi ancak bu sayede mümkün olabilecektir. İşçi sınıfının örgütlülükleri ve bunların nitelikleri ortada veri iken, yani işçi sınıfı büyük ölçüde burjuvazinin örgütlülüklerine ve onun ideolojik yönlendirmelerine teslim olmuş durumdayken sürüp giden demokrasi tartışması, burjuvazinin çeşitli fraksiyonları arasındaki kavgada taraf tutmak dışında bir seçeneği işçi sınıfına sunmaz. Kuşkusuz işçi sınıfı, burjuva kanatlar arasında süren tartışmalarda taraf da olabilir! Ama bu sadece taraf olmak kaygısıyla gerçekleşiyorsa ve işçi sınıfı kendisi için bir adım ötesini hesaplamıyorsa, artık bu noktada taraf olmak, burjuvazinin kuyruğuna takılmak dışında bir anlama gelmez.
AB karşısındaki yanıtların her birinin karşılığı sınıfsal ve ideolojik olarak tanımlanmalıdır. “Evet” şıkkının da “Hayır” şıkkının da arkasında, fiilen farklı sınıflardan ve farklı ideolojilerden kesimler yer almakta, kimin neyi savunduğu büyük ölçüde belirsizleşmektedir. Sol, sosyalizm ve işçi sınıfı adına “Evet” tercihini yapanlar olduğu gibi, tam tersine aynı kesim ve ideolojiler adına “Hayır” tercihini savunanlar da bulunmaktadır. Sol liberal kesimler, işçi sınıfı adına “Evet” demekte, faşizmle ilişkisini sıkılaştıran ‘milliyetçi sol’ ise aynı şekilde “Hayır” tercihini, savunduğu sosyalizm anlayışı adına ileri sürebilmektedir. Bunların yanında bir de baştan bu yana, tercihini AB’den yana yapmış olan, çözümü de Birliğe katılımda bulan Kürt ulusal hareketi ve onun siyasi temsilcileri bulunmaktadır. Sadece bu tercihinden kalkarak, Kürt ulusal hareketinin sınıfsal içeriği ve tekabüliyetleri, doğrultusu hakkında yargıda bulunmak ise eksik ve yanlış sonuçlara götürebilir.
AB konusunda toplumun önünde bulunan bu gündemde enternasyonalizm, işçi sınıfı ve sosyalizm adına söylenecek söz, propaganda ve ajitasyon öncelikle milliyetçilikle her türden ayrılığın üstüne vurgu yaparak tüketilmelidir. Sosyalistlerin[4] “Hayır”ı dışındaki her türden “Hayır” savunusu, burjuvazinin ulusalcılığının şekillenmesidir ve işçi sınıfı adına, onun çıkarına konuşmamaktadır. İkinci olarak, “Hayır” tercihi ile sol liberalizmin dışında gözüküp “Evet” sonucuna çıkan, ehven-i şer tercihçiler vardır. Bunlar da aslında, “Hayır” savunusu yapar gözüküp başka bir kulvardan “Evet” cephesine eklenmektedirler.
Bu kadar açıklamadan sonra, tartışmanın işçi sınıfı açısından içerdiği tehlikeyi ve yaklaşım biçimlerinin hangi sınıfsal ve ideolojik karşılıkları olduğunu belirtmek gerekir. İşçi sınıfı, bugünkü tartışmayı kabul ettiği, gündemini bu tartışma üzerinden oluşturduğu ölçüde, sosyalistlerin ve işçi sınıfı ile bir türden alışverişi olanların, tartışmaya kayıtsız kalmaları mümkün değildir. Zaten, gündeme nasıl yaklaşılacağı ve bu gündemin bizim politikalarımızda nasıl yer alacağı, bizzat gündemin oluşturulmuş bulunan hali ile çok da ilgili değildir. Sosyalistlerin işçi sınıfı ile ilişkilenişlerinin nitelikleri ve bu ilişkinin bugünkü düzeyi açısından tartışma, yine sosyalistlerin yanıtları ile açıklığa kavuşacak da değildir. Bu tartışmada sosyalistlerin vereceği yanıt, ne kadar doğru olursa olsun, kitlelerin bilincini aydınlatmaktan, onları burjuvazinin hegemonyasından çıkarmaktan çok, şimdilik ve daha çok, kendi örgütlenmelerinde yararlanacakları herhangi bir gündem niteliğindedir ve propagandanın alanına, konusuna girmektedir.
Bu konudaki toplumsal onay, AB’ye “Evet” ya da “Hayır” mengenesine sıkıştırılmış işçi sınıfının bilinç, ideoloji ve örgütsel düzeydeki şekilsizleşmesinin sonucu olarak ortaya çıkabilmiştir ve sosyalistlerin ortaya çıkan bu manzaraya aynı ölçekte karşılık verecekleri bir etkinlik veya örgütlülükleri bulunmamaktadır. Bu denklemi kabul ettiği ve bir kez şıklardan birini seçtiği, seçmek zorunda hissettiği her iki durumda da işçi sınıfı, burjuva ideolojilerin birisinin peşine takılmış demektir. Bir tarafta ulusal, milliyetçi burjuva kesimler, diğer tarafta ise oligarşinin politikaları durmaktadır. Bu konuda sol, sosyalist saflarda bu kadar çok gürültü çıkması ve işçi sınıfının, ilericilik, devrimcilik adına, bir ucunda “Evet”, diğer ucunda ise (‘emperyalizme karşı çıkmak’ adına MHP’ye kadar uzanan) “Hayır”cı bir yelpazeye dağıtılmış olması, gerçek bir (işçi sınıfını bölmesi anlamında) ‘bölücülük’ olarak şekillenmektedir. “Evet” ya da “Hayır” aynı derecede şekilsizleşmiş ve anlamsız şıklardır. İşçi sınıfının her iki tarafta yer alan kesimleri, esas olarak burjuvazinin şu ya da bu kanadına eklenmiş, onların destekçisi yapılmıştır. Çünkü bu tercihler, burjuvazinin farklı kanatlarının birer taraftan sıkıştırıp durduğu aynı mengenenin iki ucunu ifade etmektedir. Arada kalan işçi sınıfı, şekilsizleşen ise onun ideolojisi ve örgütlülükleridir. Bu durumda, işçi sınıfını bölücü bu ideolojinin (‘AB’ci’ ya da ‘karşıtı’ olmak halinin) teşhir edilmesi gerekmektedir.
Bir emperyalist kamp olarak şekillenen AB’ye katılıp katılmamak tercihleri arasında oyalanmak işçi sınıfının gündemi olamaz. Bu olsa olsa oligarşinin, sahip olduğu sermaye birikimi ile doğru orantılı olarak politik, askeri ve ekonomik gücü oranında gündemine alabileceği ya da muhataplarına dayatabileceği bir meselesidir. İşçi sınıfının bu duruma uygun tek bir sloganı olabilir: “Kahrolsun emperyalizm - Yaşasın sosyalizm!”
Bir bütün olarak AB’ye katılıp katılmamak tercihinin muhatabı işçi sınıfı olamaz. Bu nedenle AB’ye katılıp katılmamak sorusu, şizofren tehditler içeren bir sorudur; işçi sınıfının bilincinde, ideolojisinde tam anlamıyla ortadan yarılmayı ifade etmektedir. Bu durumda şıklardan “Evet” olanı yönünde görüş belirteni mahkum etmek, hemen ve kolaylıkla mümkün gözükmektedir. Çünkü onların hakkından gelmek için, emperyalist kampa katıldıkları açıklaması yeter görünmektedir! Ama “Evet” şıkkını reddettikten sonra bir refleksle “Hayır”ı seçmek de aynı derecede sorunlu bir duruşu ifade etmektedir ama bu durum ne yazık ki aynı açıklığı ile görülmemektedir. Çünkü “Hayır”, burada, bir çok etkenle birleşerek ‘emperyalizme hayır’ anlamından farklılaşmaktadır. Slogan düzeyinde AB’ye “Hayır” demenin hoş görülürlüğü ve “Hayır”ın bir düzeyde iş görmesi, açıklaması doğru yapılmadığında bir bilinç yarılmasına sebep olmaktadır.
Farklı gözükmelerine karşın tıpkı “Evet” diyenler gibi “Hayır” tercihinde bulunanlar da, aynı sınıfsal ve ideolojik yükleri taşımaktadırlar. Bu tartışmada yanıtlardan herhangi birini hangi gerekçeyle seçerseniz seçin, aynı tuzağa düşülmekte, burjuvazinin belirlediği çerçevede aynı gündeme dahil olunmaktadır. Sistem içi bir tartışmada en olmadık yerlerde saf tutma durumu ile karşılaşmak, bu noktadan sonra artık sürpriz sayılmamalıdır. Bir kere, işçi sınıfının bugünkü örgütlülük ve politik kabiliyeti üzerinden bu soruyu muhatap kabul etmek, emperyalist bir bloğun bileşenlerinden birisi olup olunmaması gerektiği yönündeki bir sorunu “Evet” ya da “Hayır” şeklinde yanıtlamaya çalışmak, emperyalist bir blok olarak AB’nin işçi sınıfı nezdinde, en azından zımnen meşruluğunun kabul edilmesi ön kabulü üzerinden şekillenmektedir. Burada “Hayır”, ‘emperyalizme hayır’ anlamından farklı olarak, ‘ulusal devlet’ savunusuna ve (bugünkü dünyada ne kadar mümkünse o kadar olan) ‘milli burjuvazinin’ taleplerinin peşine takılmaya karşılık gelmektedir. Çünkü bu kesimler de “işbirlikçiliğe hayır” sloganı atabildikleri gibi, hiç çekinmeden ‘emperyalizme hayır’ (ama ‘kapitalizme evet’!) anlamını yükleyecek şekilde, AB’ye “Hayır” propagandası yapabilmektedirler. Oysa ki, pazardan silinmek istemedikleri ve milli sınırlar içinde rekabet şansları kalmadığı için, uluslararası sermayenin tahakkümüne karşı çıkmak isteyen, esas olarak orta burjuvazinin ve bürokrasinin bir bölümünün tepkisi olan “Hayır” seçeneği, emperyalist rekabet karşısında yok olmamak ya da ayrıcalıklarını kaybetmemek için girişilmiş bir savaşın sloganı olmak dışında bir anlam taşımaz.
Avrupa Birliği emperyalist projesinin, “Evet” ya da “Hayır” şıkları arasında sıkıştırılması ve işçi sınıfının gündeminin emperyalistlerce belirlenip politikalarına yedeklenmesinin, yukarıda belirttiğimiz bir üçüncü ve daha inceltilmiş olan ‘ehven-i şer’ tercihi vardır ki, bu esasında iki şıktan da sakıncalıdır. Çünkü bu anlattığımız tuzağa düşmemiş gözükürken, siyasal iradesizlik ürünü olan şu düşünce silsilesini izler: Bu fikir, ‘zaten olacaklar olacak, bu durumda olacak olanlar arasında en olasıya göre tavır alalım ve daha sağlam bir zemine basmaya çalışalım’ şeklinde ürkekçe dile gelmektedir.
Buradaki mantık zinciri, öncelikle AB’ye karşı olanların emperyalist bağımlılığa karşı olmaya çalıştıkları ve bunun ise nafile bir çaba olduğu gerekçesini kendine temel yapmaktadır. Çünkü bu gerekçeye göre, Türkiye zaten emperyalizme bağımlı, yarı-sömürge sayılabilecek bir ülkedir. Bu nedenle “Hayır” diyenlerin gerekçelerinin belki de en önemlilerinden biri geçersizleştirilir! Sonrasında bu mantık zinciri şöyle devam eder. ‘Madem bağımlıyız ve hiçbir sözümüz geçerli olmuyor, bu durumda AB’ye girdiğimizde, hiç değilse içeriden söz söyleme ve etkileme şansımız olur.’ Ve şöyle bir soruyla kendini taçlandırır. “Daha kârlı değil mi?”
Bu mantık zincirinin dizilişi, sınıfsal düşünüşten genel olarak demokrasiciliğe geçişin yansımasını verdiği ölçüde, beraberinde politik kavram ve öngörülerin nasıl değiştiğini izlememize olanak sağlar. Bu tercih, hangi sınıf ve ‘yüksek sosyalizm’ çıkarları için mücadele ettiğini ileri sürerse sürsün, bir müddet sonra, burjuvazinin bir kanadına eklenmek sonucunu vermek zorundadır.
Yine de bu mantığın ortaya koyduğu soru üzerinden temellendirdiği tercihine yanıt vermek gerekirse, bizce ortada işçi sınıfı açısından bir ‘kâr’ gözükmemektedir. Bilindiği gibi oligarşinin emperyalist merkezlerle farklı düzeylerde işbirliği halen sürüyor. AB kurumları içinde yer alan nispeten demokratik platformların karar alma süreçlerinde ne derece etkili olduğu, kararların nerelerde alındığı ise kamuoyu açısından çok da belirli değil. Bu açıdan, Türk oligarşisi, bu karar alma süreçlerinin içinde ya da dışında mı sorusunun yanıtı, bu mantık açısından verilemez. Kuşkusuz emperyalistlerle işbirliği ilişkisinin kendine özgü kurumları, şirketler düzeyinden devletler düzeyine uzanan karşılıkları vardır. Ayrıca bu durumda AB’ne girip de içeriden söz söyleyecek olan kimdir? Türkiye halkları mı, Türkiye işçi sınıfı mı? Bunlar kendi sınıf çıkarları ekseninde TC sınırları içinde çok mu yol kat ettiler, çok mu belirleyici oluyorlar ki Avrupa Birliği’ne girince söz söyleme hakkına sahip olacaklar? Kuşkusuz, AB’nin demokratik platformları, her ne kadar karar alma süreçlerinin dışına itiliyor ve giderek Avrupa emekçi sınıflarının söz ve karar alma, bu süreçlere katılma şansı ve imkanları azalıyorsa da, yine de oradaki demokrasi bilinci ekseninde etkili olabilen kurumlardır[5]. Giderek tekellerin lobicilik faaliyetlerine kaymış olan karar süreçleri, gizli karar merkezlerinin oluşumu, bu süreçte AB için misliyle geçerlidir.
TC oligarşisinin bu süreçler üzerinde ne derece etkili olacağı, kendi sermaye birikimi ve gücü, emperyalist rekabetteki rolü ile doğru orantılıdır. Bu açıdan TC’nin eksikliğini duyduğu güç faktörünü, Türkiye nüfusunun fazlalığı ölçüsünde, temsili kurumlarda yer almasının sağlayacağı basınçla gidermeye çalışacak olan Türk oligarşisi[6], eğer gerçekten nüfus ile doğru orantılı temsil edilecekse, bu Türkiye halklarının kalabalıklığı ölçüsünde oligarşinin kendi güçsüzlüğünü örtbas etmesi için yine oligarşi tarafından kullanılacak bir imkan olmanın ötesinde değerlendirilemez. Bu durumdan da esas olarak Türkiye halkları değil, oligarşisi yararlanır. Çünkü böyle bir Birlik içinde kendi öz-örgütlülükleri, sınıf yapıları ve sosyalist öncülük olmadan yer alacak olan işçi sınıfı kendi bağımsız çizgisini ifade edemeyecek, bu durum böylece sürüp gidecektir.
Avrupa Birliği tekelleri ve devletleri, kendi iktidarlarını Türkiye oligarşisi ile paylaşacak kadar mantığını ve var oluş gerekçesini kaybetmiş değildir; ya da Türk oligarşisi sermaye birikimi, yapısı vb bakımlardan Avrupa tekellerinin ciddiye alacağı bir rakip değildir. TC onlar için böyle bir muhatabın, bu türden bir sermayenin devleti değildir. Bunu anlamak için bütün Türk bankalarının bilançolarını alt alta koyup topladıktan sonra, bırakın Avrupa’nın bütününü, Alman ya da Fransız bankalarından ortalama bir tanesinin bilançosunu alıp karşılaştırmanız fazlasıyla yeterli olacaktır. Tabii ortalıkta Türk sermayesinin bir bankası kalmışsa. Bu durumda Türkiye’nin Birlik süreci ile ilişkisi, ‘tek ihraç malı’ olarak nitelenen askeriyesi ve onun işlevleri üzerinden şekillenecek demektir.
Bu durumda yukarıdan beri eleştirmeye çalıştığımız, sözde “Evet” ve “Hayır” ikileminin dışında gözüken, ama aslında “Evet” diyen tercih, aslında sözcüklere takla attırarak şöyle demektedir: “Türkiye, zaten bağımlılık ilişkisi içinde AB’nin dışında duracağına içine girerek, hiç değilse söz söyleme, etkileme şansını yakalasın”. Burada kavram olarak ‘Türkiye’nin neyi ifade ettiği belirsizdir ve bu özellikle bu şekilde seçilmiş bir sözcüktür. Savunu, kurduğu her cümlede sınıfsal yüklerini boşaltmaya devam etmektedir. ‘Türkiye’ kavramı, ‘Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerini’ mi, ‘Türkiye halklarını’ mı yoksa ‘tekellerin Türkiye’sini mi’ karşılıyor? Bunların hepsini aynı anda karşılayamayacağına göre, bu belirsizlik, özenle ve bilerek seçilmiş bir kavram olarak ‘Türkiye’ kavramında kendini açığa vurmaktadır.
Bu akıntıya kapılma hali, özel olarak eğer işçi sınıfının bağımsız siyasal örgütlenmesi için hiç bir kaygı güdülmeden, işçi sınıfının edilgenliği ve yenilgi koşullarının sürekliliği mutlaklaştırılarak ifade ediliyorsa, aslında birkaç özel kaygı nedeniyle utangaç bir “Evet”çilik yapılıyor demektir.
Bunlar özel olarak neler olabilir? İlk olarak, işçi sınıfının hak ve koşullarının gelişeceğine, işçi sınıfının bu Birlikten kazançlı çıkacağına dair bir ortalamacılık olarak tanımlanabilir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, sol liberalizmin tercihi bu saikten kaynaklanmaktadır. Sol liberallerimize göre ehven-i şercilerimizin tercihlerinde daha az belirleyici olan bu saik üzerinden, uzlaşmacılık, sınıf mücadelesinden ve onun görevlerinden kaçmak vb suçlamalar yapılabilir. Ama bunlardan da önce şu noktalara değinmek gerekiyor.
Bu açılardan hayli tartışmalı olarak şekillenen süreç, sanki dünyanın en ileri demokrasi kulübüne katılım işlemleri gibi yansıtılmıştır. Türkiye’de işçi sınıfının farklı kesimlerinin sendikaları, AB şubeleri gibi çalışmıştır. Özellikle, yerel yönetimler ve merkezi devletin ademi-merkezileştirilmesi ile ilgili olan düzenlemeler, yerel sermaye sahiplerinin, manevra alanlarını genişlettiği ölçüde ilgisini çekmiştir. Özellikle bu türden olanlara karşı, Kürt bölgesinde faal hemen hemen bütün sendikalar, küreselleşmeci yasaları özgürlük, özerklik perspektifi ile sessizce kabul etmiş, diğer sendikaların geliştireceği tepkiler diğer faktörlerin yanında bir de bu yüzden güdük kalmıştır.
Daha önce belirttiğimiz gibi AB, emperyalist hedeflerine doğru ilerledikçe, işçi sınıfının mücadelesinin ona dayattığı her tür demokratik ‘yük’ten kurtulacaktır ve bir şekliyle ilerlemesi de bu yöndeki başarılarına bağlıdır! Aksi durumda bu yolda ilerlemesi mümkün değildir. Kendi kamuoyu ve işçi sınıfları nezdinde toplumsal onay gören politikalar doğrultusunda gelişen AB sürecinin sonuçları ortaya çıktığı ölçüde, bu toplumsal onay parçalanmakta, geri çekilmekte, bir önceki adımda ona destek olan kitleler ve işçi sınıfı, bu kez onun muhalefeti olarak, Birlik sürecinin karşısına geçmektedir. Küreselleşme karşıtı eylemler ile Birlik karşıtı politik eylemlerin aynı hamurdan olduğu ve birbirini desteklediği ortadadır; kuşkusuz yükselen milliyetçiliğin de birlik karşıtlığı zeminine kaydığı gerçeği ile birlikte.
Türkiye işçi sınıfının demokrasi sorunları, ideolojik ve örgütsel geriliği, dağınıklığı nedeniyle, AB’ye “Evet” diyerek bu sorunların çözülüp, Avrupa işçi sınıfının mücadelesinin nimetlerinden, kestirmeden yararlanacağını düşünen kesimler, sendika bürokrasisi ve sol liberaller, Birlik sürecindeki bu makası görmüyorlar veya görmek işlerine gelmiyor. Avrupa işçi sınıfı, Birlik süreci kendi aleyhine gelişmeleri ortaya çıkardığı sürece, bu emperyalist oluşuma karşı muhalefetini yükseltecek, yükselen bu muhalefet Birlik’in önündeki açının kapanmasını engelleyecektir. Bu durumda Türkiye’deki demokrasi talebi ve eksiğini gidermek üzere “Evet” cephesine katılanlar, Avrupa’da şu ana kadar mücadele tarihinin ürünü olarak kazanılmış hakları hayal ederek işbirlikçiliğe yelken açarken, aynı zamanda Avrupa işçi sınıfının mücadelesinin fiilen karşısında yer almış olacaklar, işçi sınıfının birliğini bir düzeyde daha dinamitlemiş olacaklardır.
Bu durumda sol liberallerin ve ehven-i şer yeni “Evet”çilerin tercihlerini oluştururken, Avrupa işçi sınıfının hareketinin yönüne, politika tercihlerine bakmadıkları, böyle bir gereksinim duymadıkları ileri sürülebilir. Böyle bir iddia, en azından bugün Avrupa’daki sınıf hareketinin talepleri ve tercihleri tarafından kanıtlanabilir. Eğer Avrupa işçi sınıfı toptan ‘işçi aristokrasisi’ ya da ‘karşıdevrimci’ diye damgalanmamışsa, onun ve hareketinin yönünün karşısında bölücü duruma düşmek doğru mudur? Lenin’i sık sık anıp, onu hiç anlamayan bu türden sosyalistlerin, Alman devrimini bekleyen Bolşeviklerin kendi varlıklarını Avrupa ve Alman devriminin parçası, devamı, onun öğrencisi olarak tanımladığını anımsamaları mümkün müdür? Avrupa ülkelerindeki işçi sınıfının politikalarına karşı, ona rağmen harekete geçilmesini ve karşıt sonuçlar üretecek politikalara meyletmeyi açıklayacak gerekçeler nelerdir? Bunlar sınıfsal gerekçeler olabilir mi? Ama bu konumdaki sosyalistlerin savunuları, kendilerini giderek daha çok Kautsky’nin ‘barışı getireceğini müjdelediği’ ‘ultra-emperyalizm’ tezine ve ilgili geleneğe yaklaştırmaktadır.
Sanırım, sol liberallerden farklı olarak Türkiye’deki utangaç “Evet”çiliğin tercihinin açıklaması olabilecek esas ve özel beklenti, Kürt meselesinin biraz olsun hafifletilmesi ve sınıf dinamikleri ile çözülmesinden umut kesilen bu meselenin Avrupa Birliği mevzuatı çerçevesinde bir çözüme ulaştırılması ya da bu mevzuat tarafından çözüm olanaklarının iyileştirilebilmesidir. Bu beklenti, yukarıdaki sorunun da yanıtını oluşturmaktadır. Avrupa işçi sınıfına rağmen, onun politikalarının karşısında Türkiye’den Birliğe çekinik bir “Evet” sesi vermek, ‘beğenmediğimiz’, ‘aristokrat’ Avrupa işçi sınıfı ile Kürt ulusal mücadelesinin politikaları arasında sıkışıp kalma sonucunu da doğurmuş olmaktadır. Ve bu sonuç önümüzdeki dönemde kendini daha da açığa çıkaracaktır. Ayrıca bu akıl yürütme, sadece Kürt sorunu üzerinden yürümez. Aynı zamanda AB ve ABD arasında neredeyse niteliksel bir fark görerek, ABD’nin Ortadoğu’daki vahşet ve saldırganlığını dengeleyebilecek tek unsur olarak karşıt bir emperyalist bloğun dengeleyiciliğine bel bağlamayı gündemine alır.
Bu durumda utangaç “Evet”çiliğin, burjuva politikalara eklenmiş işçi sınıfları pahasına, bölgede şiddet ve terör estiren ABD karşısında, daha demokratik bir seçenek gibi gözüken AB’ni güçlendirmek gibi bir taktik seçeneğe, stratejik olarak işçi sınıfının bağımsız politikalarından vazgeçerek teşne olduklarını söylemek kaçınılmazdır. İşçi sınıfının ödemesi istenen bütün bu faturaların karşılığında beklenen ise, Amerikan emperyalizmi karşısında Birlikçi politikaların desteklenmesi suretiyle Kürt ulusal sorununun bir düzeyde çözülmesidir. Bu durumda, hem ulusal hareketin hem de sınıf hareketinin bir bütün olarak oligarşiye yedeklenmesi ise, belirsiz bir zamanda da olsa, ilerde bir gün sosyalizmin zeminini hazırlayacak koşullar adına gerçekleştirilmektedir!
Marksizm, ulusal sorunda ezilen ulus sosyalistleri ile ezen ulus sosyalistlerinin üstlendikleri görevin, aralarındaki işbölümünün esas amacı ve hedefini, işçi sınıfının evrensel birliğinin sağlanması olarak görür. Bir kalıp olarak anlaşılmanın ötesinde bunun her somut durumda şekillenmesi farklı olabilmektedir.
İşçi sınıfının birliği dendiğinde öncelikle bu, üretim sürecinin içinde, en küçük ölçekte fabrika temelinde bir arada konumlanan farklı milliyetlerden işçilerin birliği anlamına gelir. Felsefi temelleri tartışmalı olmakla birlikte, esas olarak fabrika temelinde işçilerin birliğini parçalayan, onları bölen milliyetçi ideolojiler ve ulusal temeldeki ‘milliyetçi sosyalizm’ anlayışları, diğer etnik grupları, azınlıkları ve ulusları yok sayması sonucunda ‘öteki’ni dıştalar ve işçi sınıfının birliğini imkansız kılar. Bu nedenle tek ulus temelinde sosyalizmi temellendiren programlar, işçi sınıfının birliğini parçalayan onu bölen ideolojiler olarak mahkum edilmeli, milliyetçi sağ ile yakın akrabalığı teşhir edilmelidir. Bu, en genel anlamda sosyalizmin milliyetler temeline değil sınıflar temeline dayanması; ulusal programlar değil, enternasyonal ve işçi sınıfı temelinde bir sistem olarak gerçekliğini bulabilmesi nedeniyledir. İşçi sınıfının enternasyonal birliğini hedeflemek, aynı fabrikalarda farklı milliyetlerden işçilerin birliğinden öte, farklı ülkelerdeki, farklı coğrafyalardaki, farklı milliyetlerden işçi sınıflarının birliğinin, sovyetler örgütlenmesi biçiminde birliğinin mümkün kılınması anlamında ifade edilmelidir. Bu gerçek bugün yaşanan Kürt meselesi için de geçerlidir.
Bugün her türden sorunda ‘Türklük’ ve ‘milliyetçilik’ temelinde bir muhalefet oluşturmaya çalışmak, işçi sınıfının mücadelesine ve birliğine değil, onu burjuvazinin çeşitli kanatları arasında birinin kuyruğuna takmaya yaramaktadır ve bu anlamıyla bölücüdür.
Bunun yanında, ezen ulus sosyalistlerinin ‘ayrılma hakkının savunusu’, ezilen ulus sosyalistlerinin ise ‘birlik yönünde propaganda yapması’ şeklindeki işbölümünün esas amacı, karşılıklı lütufkar davranışlar içine girmek değil, bu milliyetlerin, nüfusun yoğun bölümünü oluşturdukları (Sovyet örneğinden düşünülebileceği gibi, kendi bölgemiz açısından da düşünülebilir) kendi ülkelerinde kuracakları sınıf iktidarlarının, milliyetçiliği dışlayarak işçi sınıfının birliğinin komünizm perspektifi ile oluşmasını sağlamaktır. Oysa bugün, en azından ezen ulus sosyalistlerinin önemlice bir bölümü, kendi üstlerine vazife olanı unutup, ezilenin üstüne vazife olanı, büyük bir yüzsüzlükle baş gündemleri yapmaktadırlar.
Ezen ve ezilen ulus komünistlerinin aralarında yaptıkları işbölümü, bütün ülkelerin öncü işçilerinin ve komünistlerinin, gelecekte işçi sınıfının en geniş birliğinin, bugünkü zoraki ve baskılanmış birliklere feda edilmemesi için, geçici olarak kabullendikleri bir zorunluluktur. Fabrika temelinde bir arada yaşayan, üreten ve mücadele eden farklı milliyetlerden işçilerin oluşturacağı birlik, hem her bir ülkedeki mücadelenin bölünmesini önlemek, hem de farklı ülkelerdeki sınıf iktidarlarının milliyetçilik bulaşığından kurtulması için de zorunludur.
Farklı ulusların tanınması, ayrılma hakkının somut olarak desteklenmesi, ulusal eşitsizliklerin ve güvensizliğin giderilmesinin koşullarını oluşturacağı içindir. Bu durumda da ayrılma ve ayrı devlet kurma somut talebi, gerçek bir birliğin nesnel zeminini hazırlaması, oluşturması nedeniyle gündeme gelmiş olmalıdır.
Hem çeşitli burjuva kesimlerin ve militarizmin iddiaları hem de oligarşinin korkularının konusu olmasından ayrı olarak AB’nin ideolojisi ve politikaları, bu yönüyle incelendiğinde sonuç olarak işçi sınıfını bölücü bir potansiyel taşımaktadır. İşçi sınıfının birliğini ve mücadele gücünü, perspektiflerini parçalamaktadır. Bugünkü haliyle AB, Türkiye’nin ‘Kürt Meselesi’ni azınlık hakları çerçevesinde tanımlayarak, burjuvazinin korkularına çare olmak istemektedir. Gerçekten TC’nin bu sorun ekseninde üniter yapısını ne kadar sürdürebileceği, nasıl sürdürebileceği soruları ve kaygıları AB’nin azınlıklar formülü çerçevesinde karşılıklarını bulmakta, böylece, ulusal sorunun çözümünde ayrılık hakkının dışlanması ile olası radikal kopuşların önüne geçilmek istenmektedir. Bu politika, AB’nin bütün yumurtalarını TC sepetine koyduğu ve koyacağı anlamına gelmemekle birlikte, kendi yörüngesine girmiş bir TC’nin AB’nin çıkarına olacağı da bir vakıadır. Bu nedenle denklem sadece ‘Kürt Mesele’sindeki görünür aktörlerle çözülemez. Bu denkleme, AB - ABD tekelci rekabetinin alanı olarak Türkiye, yine aynı meseleden olmak üzere bir bütün olarak Kürdistan ve Kıbrıs konuları dahil edilmek zorundadır. Bu nedenle “AB ideolojisi bölücüdür” derken, her türlü sağ ve milliyetçi ‘sol’un iddialarının aksine, AB’nin politikalarının ‘milliyetler temelinde bölücü olduğu’ yargısı ifade edilmemektedir. Kuşkusuz ki bu politikalar içinde olası durumlar için farklı senaryoların geliştirildiği öngörülebilir. Ama bunlar AB’nin bugünkü politikalarının, esas olarak ulusal kurtuluş yönünde gelişen olayları ve bu yöndeki talepleri, dinamikleri göz önüne almaksızın, onları dışlamak suretiyle, TC’nin birliğinin sürdürülmesinden yana, bunu amaçlayan bir yerden geliştirildiğini görmemizi engellememelidir. Bu yönüyle, (federasyon, özerklik vb’ni gündeme getirerek de olsa) Kürt ulusunun ayrı devlet kurma talebini mutlak olarak dışlayan bir yerden çözüm yelpazesini tanımlayarak uluslar arasında eşitliğin tesis edilmesini sakatlamakta, eksik bırakmakta, eşitliği bu düzeyde dışlamakta ve bu nedenle de işçi sınıfının birliğinin nesnel temellerini yadsıyarak bölücü bir işlev görmektedir. AB’nin bu yöndeki güdülemesinin de mutlak olmadığı, TC’nin birliğinin imkanlarını, azınlıklar temelinde bir formül ile sağlarken, bu müdahale nedeniyle Türk ve Kürt işçi sınıfının birliğini sağlamanın temellerini zedelediğini, ayrılma ve bağımsızlık seçeneklerini baştan dışlamak suretiyle, gelişecek çözümlerin Kürt ulusunun gerçek iradesi olarak şekillenmesini engellemiş olduğunu ayrıca belirtmek gerekmektedir!
Kuşkusuz Kürtler, bütün seçeneklerin eşit olarak tartışıldığı bir süreç sonunda, kendi kararlarını vermelidirler ve bu karar, bireysel haklar, özerklik ve benzeri çerçevede şekillenebileceği gibi, tam tersine ayrılmak, ayrı devlet olmak şeklinde de şekillenebilir. Ama burada tercihlerin bir ya da bir kaçını saklayarak varılmak istenen sonuçlardan hiç biri, ulusal sorunu hangi çerçevede olursa olsun çözemez. Örneğin, ÖDP eski genel başkanı Ufuk Uras’ın[7] Kürt televizyonu Roj TV’de konuşma yaparken, dönüp dönüp de, “biz birliğin garantisiyiz ve bizim politikalarımız bölünmeye engeldir, engeller” diye tepinmesi, zaten halihazırda birlikten yana tavır belirtmiş olan Kürtlerin, ulusal gururlarına yapılmış bir hakaret dışında ne ifade edebilir ki? Buna rağmen, bir Kürt temsilcisinin çıkıp da, “efendi onu biz beyan ediyoruz, ama bir zahmet sen de bizim en az siz Türkler kadar devlet olma hakkımız var, onu bir zikrediver de, bu birlik gönüllü mü zorunlu mu oluyor, onu bilelim” dememesi, demokrasi denen kavrama kimin ne kadar yaklaştığının bir göstergesi olsa gerek.
[1] Can Dündar’ın programındaki konuşmalar mealen aktarılmıştır.
[2] AB konusundaki tavırları açısından, profili ağırlıklı olarak hizmet sektörüne doğru kaymış işçi sınıfının demokrasi ile ilişkisi, ne yazık ki, asgari ücretle sürünen ve patronundan bir talepte bulunamayan garsonun konumuna benzemektedir. O bahşişlerle günü kurtarmayı ve hatta iyi hizmetlerde bulunup, biraz da birikim yapmayı düşünen bir durumdadır artık.
[3] Erol Manisalı, Cumhuriyet gazetesindeki köşe yazılarından birinde yaklaşık olarak şunları söyledi. Avrupalıların üstünlük komplekslerini gözlemleyip bunu açıklamaya çalışırken, okuduğu bir biyoloji kitabındaki teze dayanarak, ve bu tezi benimseyen bir yerden, olgunun genetik olabileceğini ileri sürüyor. Avrupalıların ne kadar iflah olmaz olduklarını kanıtlamak için evrim teorisine atıfla, uzun yıllar (300-400 yıl gibi) sömürgeci uluslara mensup olan kişilerin, yaşadıkları koşullarca belirlenen kültürel ortamdan kaynaklı olarak gelişen iflah olmaz bir üstünlük (fiziksel) geni geliştirdiklerini iddia edecek kadar ileri gidiyor.
[4] Sosyalistler de kendiliğinden işçi sınıfını temsil edemezler. Ama bu sorun farklı bir düzeyde konuya yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Ve bu anlamda ‘adına konuşmak’ söylemi, temsiliyeti değil, sınıfsal çıkarlara karşılık geleni ifade etmektedir.
[5] Bu durumun açıklanmasına ilişkin tasvirler Lenin’in emperyalizm ile ilgili çalışmalarında, tekellerin karar alma süreçleri, siyasi ilişkileri bahsinde ayrıntılı olarak bulunmaktadır.
[6] TC’nin AB politikaları resmi devlet politikalarıdır ve neredeyse bugüne kadar karşı olanlar da dahil hükümetlerin hepsi bu politikayı harfiyen uygulamıştır. Oligarşi, AB hedefi ile, bütün düzeyde gündemi belirlemektedir. Ama öngörülmüş adımların tükenmesi ve bu ölçüde uzun süreli hedef olmaktan çıkması ölçüsünde, bu hedefin planlı adımlarının dışında plansız adımların da gündemi işgal etmesi, aslında öngörülenlerin gerçekleşmesi ve bu durumda TC tarafından edimlerin yerine getirilmesi ölçüsünde Birlik tarafından atılması gereken adımların atılmaması, AB’nin taahhütlerinin yerine getirilmemesi olarak değerlendirilebilir. Bu açıdan gerçekçi bir değerlendirme de, Birliğe katılımın başlangıçtaki tarifinin değiştirilmesidir. Ayrıcalıklı ortaklık teklifi, bu tarz bir kabuldür ve oluşmuş hayallere karşın Türk kamuoyunu gerçeklerle yüzleşmeye hazırlamaktadır. Esasen Birlik ile TC arasındaki ilişki, emperyalist tekellerle Türk işbirlikçi tekellerinin sürüp giden ilişkisinin aracı konumdaki Türk devletinin yeniden biçimlendirilmesi doğrultusunda sürmektedir. Bir önceki dönemdeki işlevselliğinin aksine, emperyalist rekabetin bu döneminde, ilişkinin alabileceği yeni biçimler doğrultusunda, öne koyulan muhtemel yeni hedeflerle Türk devletinin oluşturduğu uyumsuzluğun giderilmesi, bu yönde varolan engel ve kısıtların ortadan kaldırılması yönünde bir düzenleme sürüp gitmektedir. Artık Birlik adına edilen bütün sözler, bu yeniden düzenleme dışında bir anlam ifade etmeyecektir. Bu açıdan oligarşinin Birlik sevdası, gerçekten Birliğe katılım amacının dışında, içerdeki geniş burjuva kesimlere rağmen, bölgede gelişen emperyalist rekabette fiyatını artırmak, bu fiyatın karşılığı olarak girişilecek politikalar için de devleti yeniden düzenlemek dışında bir anlam ifade etmemektedir. Birlik adına kitlelerin bilincinin bulandırılması, beyinlerin işgal edilmesi, Birlik oyununun karşılıklı sürdürülmesi, sürüp giden bu pazarlığın sahne dekoru olarak kabul edilmelidir.
[7] “Birlikte Yaşam” kampanyası çerçevesinde yapılan bir konuşmadan söz ediliyor.
HAZİRAN 2007
12
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com