Demokrasi kavramı, bileşenleri olan eşitlik ve özgürlüğün hangi çerçevede ve temellerde kurulduğu ve hangi düzeyler için kullanıldığıyla ilişkili olarak anlam kazanır. Bu nedenle, sınıfsal eşitsizliklerin sorgulanmasına varmayan, çözüm üretmeyen hiçbir demokrasi tanımı, eşitlik ve özgürlüğü biçimsel olmanın ötesine taşıyamaz, gerçek içeriğine kavuşturamaz.
HACI YILDIZ
Demokrasi, kullanıla kullanıla eskimiş, deyim yerindeyse, galat-ı meşhur olmuş bir kavramdır. Galat-ı meşhur olmuş kavramların günlük hayatta kullanılmasının yararları ağır basarken, demokrasi kavramının eskimiş, taşıdığı anlamları kaybetmiş ve bu nedenle ağırlığını taşıyamayan halleriyle kullanılması, ideolojik düzeyde süren sınıf mücadelesine onarılmaz zararlar verebilmektedir. Burjuva ideologlarının ve küçük-burjuva çizgilerin kavrama yüklediği anlamlar bir yana, kavramın farklı düzey ve alanlara ait karşılıklarının olması, parçalı yapısı, bütünlüklü bir tanımının bir hamlede yapılabilmesini neredeyse imkansız kılmaktadır. Bir düzeye karşılık gelen anlam ve parçası, bütünlüğüne karşın ve onu parçalamak, reddetmek üzere öne çıkarılabilmekte, diğer açılardan ifade ettiklerinin önüne geçebilmekte, bu ise, ideolojik kırılmalara elverişli yapısıyla, ezen sınıfın ideolojik hakimiyetinin bir aracı, silahı olarak kullanılmasına yol açmaktadır.
Kuşkusuz bu zorluklar, kavramı pragmatist çıkarları için kullananlar açısından birer imkan haline gelmektedir. Marksizmin en stratejik kavramlarını demokrasi ekseninde ele alması, sınıflar mücadelesinin her veçhesini, demokrasinin tüketilmesinin sonucu olacak tam demokrasiye ulaşma sonal amacına bağlaması, kavramın geniş bir alanda kullanılmasına, ya da bu alanlarla ilişkilenmesine yol açmaktadır. Bu ise, belirli koşullar altında demokrasi kavramının ilişkilendiği, tekabül ettiği herhangi bir noktasının hedef seçilmesini, ve bu nokta üzerinden marksizme saldırmayı mümkün kılmaktadır. Bu saldırının koşulları, demokrasinin eksik ve parçalı yorumları tarafından hazırlanmaktadır. Bu tip demokrasi anlayışları, ‘tam gerçekleşmesi’nin önündeki en büyük engelin kaldırılması eyleminin –ki devletin devlete özgü en son eylemi olarak tanımlanmıştır– belirlediği devrim anlayışını gölgelemektedirler. Devrim ve sınıf iktidarından bağımsızlaştığında demokrasi kendi başına amaçlaşmış, her bir parçasının marksist ideoloji üzerinden kurulmuş bütünlüğü bozulmuş olur. Demokrasi kavramı, artık burjuvazinin yorumuna teslim edilmiştir. Bu noktadan sonra demokrasinin marksizmin içinde kalınarak tariflendiği ne kadar iddia edilse de bu, ya utanma belasıdır, ya da birilerini rahatça kandırabilmenin lakırdısı.
Marksizme yönelik çeşitli saldırılar, sınıfsız toplum amacıyla girişilmiş bir devrim perspektifinden ‘kurtarılmış’ demokrasi kavramının, artık eğilip bükülmeye ve parçalanmaya elverişli hale gelmiş herhangi bir yönüne (kuşkusuz güncel olaylar her gün böyle gelişmelere gebedir) odaklanarak, onu bütünlüğünden, yani sınıf mücadelesinden; eşit, özgür, sınıfsız ve sömürüsüz toplum ifadesinden yalıtmaya, bu durumda, azınlık egemenliklerinin tesisine indirgemeye çalışmaktadırlar.
Demokrasi eşitliktir, özgürlüktür, haklardır ve bunların sağlanacağı mekanizma olarak yönetim hakkı, yönetimde eşitliktir. Bu taleplerin kaynağı, ilkel komünal toplumda yaşanmış eşit ve özgür ilişkilere kadar uzanır. İlkel komünal toplumlarda insanlar arasında var olan eşitlik, doğa - insan - toplum ilişkilerinin niteliği tarafından belirlenmiştir. Kuşkusuz ki, bunu da belirleyen, artık-ürüne ve sınıfların oluşumuna yol açmayan üretici güçlerin gelişmemişliği olmuştur.
“...Barbarlardaki üretimin büyük üstünlüğü buradaydı; bu, uygarlığın başlamasıyla yok oldu; gelecek kuşakların görevi, bunu yeniden fethetmek olacak; ama, bugün insan tarafından doğa üzerinde kazanılan güçlü egemenlik ve artık olanaklı bulunan özgürce ortaklaşma temeli üzerinde.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 132)
İlkel toplumda var olan eşitlik ve özgürlükle, geleceğin sınıfsız toplumunda gerçekleştirilecek olanının ortak temeli sınıfsızlıktır. Bu nedenle demokrasinin aşılması, tam gerçekleşmesi ile mümkün hale gelecektir. İlkinin üretici güçlerin gelişmemişliğinde gerçekleşmiş, gelecektekinin ise, tam tersine, üretici güçlerin sınırsız gelişiminde gerçekleşecek olması, aynı sonucu, sınıfsızlığı verecektir; bu noktadan sonra eşitsizliklerin sınıfsal ayrımlar şeklinde gelişmesi olanaklı olmayacaktır. Bütün bu tarih için ise, eşitlik ve özgürlük, hep nüfusun bir kısmı için geçerli olacaktır. İster bu, kapitalizminki de dahil, sınıflı toplumların azınlık egemenliklerinin demokrasisi, isterse çoğunluğun egemenliği demek olan sosyalizmin demokrasisi olsun. Bu iki toplumun paranteze aldığı bütün bir tarih için geçerli olan egemenlerin eşitliği, egemenlik olarak demokrasi’dir.
İnsanın bir başka insan tarafından sömürüsünün söz konusu olmadığı geçmişin toplumsal ilişkileri içinde, tam anlamıyla bir eşitlik hüküm sürebilmişti. İnsan toplumunun doğayla kurduğu üretim ilişkisinin, onun her bir bireyinin özgürlüğünün sınırlarını ve imkanlarını oluşturduğu belki de on binlerce yıl boyunca varlığını sürdürmüş olan, insanların eşit ve özgür yaşadığı toplumlar ve bu toplumların hatıraları, insanlığın ortak hafızasına kazınmıştır. Sınıflı toplumların egemenlerinin, unutturmaya ve içeriğini her seferinde yeniden belirlemeye çalıştıkları eşitlik ve özgürlük kavrayışları ise, insanlığın ortak hafızasının derinliklerine bir yerlere kazınmış olanla sürekli çelişmektedir.
İnsanlık, eşitlik ve özgürlük ülküsünden hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Çünkü, bu ülkü, aynı zamanda geniş kitlelerin maddi talepleri olarak sürekli gündemde tutulmuştur. Bu da, ezilen, sömürülen ve bu nedenle eşitlik ve özgürlükten başka bir şey hayal[1] edemeyecek olan sınıfların mücadelesinin maddi itici gücü olarak insanlığın sınıfsız ve sınırsız toplum özlemini besleyip durmuş, olanaklarını oluşturmuştur.
Sınıflı toplumlar ve bunun kanıtı olarak devletin ortaya çıkmasından bu yana egemen sınıf dışında kalan diğer sınıf ve tabakalar, bu sınıflara ait insanlar, şu ya da bu şiddetle de olsa, eşitlik ve özgürlük taleplerini ileri sürmüşler, baskıya, zulme, sömürüye karşı çıkmışlardır. Eşitlik ve özgürlüğü talep edenler ezilenler olurken, bunu engelleyen ise, egemen sınıflar olmuştur. Çünkü bu sınıflar, eşitsizlikten kârlı çıkmaktadırlar; eşitsiz ilişkiler bunların yararınadır.
Engels, ilk sınıflı toplumun şafağında insanlığın toplumsal hafızasını tarif ederken, devletin temel kurumlarından olan polisin kimlerden oluşacağının sorun olduğu söyler.
“...Demek ki, Atinalılar, devletleriyle aynı zamanda piyade ve atlı okçulardan kurulu gerçek bir jandarmadan, Güney Almanya ve İsviçre’de denildiği gibi, Landjäger’den başka bir şey olmayan bir polis kurdular. Ama bu jandarma kölelerden oluşuyordu. Bu aynasızlık mesleği, özgür Atinalıya öylesine alçaltıcı görünüyordu ki, kendisini böyle bir alçaklığa vermektense silahlı bir köle tarafından tutuklanıp götürülmeyi yeğ tutuyordu. İşte bu, hâlâ gensin eski zihniyetiydi. Devlet, polis olmadan varlığını sürdüremezdi, ama henüz gençti ve gensin eski üyelerine utanılacak bir şey gibi görünen bir mesleği saygıdeğer kılmak için yeterli manevi otoriteye sahip değildi.” (F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 139)
Devlet, ilk günden bugüne yetkinleşerek, insanlığın hafıza ve bilincini çarpıtarak, toplumdan bağımsızlaşarak onun üstüne yerleşmiştir. Eğer ilkel toplumun eşitlikçi yapısı göz önüne alınırsa, baskı kurumları olmadan bunun gerçekleşmesi düşünülemez. Geçmişin eşitlikçi toplumsal örgenlikleri, artık-ürün üzerinde bireysel özel mülkiyetin gündeme gelmesiyle, özel mülk edinmenin güvencesi olarak, bir dönüşüme uğramıştır. Köleci toplumda özgür insanların, Engels’in aktardığı üzere, polis olmaktan utanç duymalarının nedeni, ilkel toplumun saygın kurumlarının, giderek toplumun üstünde konumlanan bir gerçeklik kazanması ve bunu da zaman içinde evrimleşerek gerçekleştirmesidir. İlkel toplumdaki toplumsal örgenlikler, kurumlar, eşitlikçi yapılarıyla toplumun hizmetindeydiler ve başlangıçta bu halleriyle saygındılar. Sonradan toplumun hizmet ve biat ettiği kurumlara dönüşecekler ve bu nedenle saygınlıklarını da kaybedeceklerdir. Artık saygın olmayan bu kurumların ve savundukları ayrıcalıkların, bunlara dair başka türden kurumların silahlı güçlerce desteklenmedikçe yaşamaları, varlıklarını sürdürmeleri elbette ki mümkün olmayacaktı. Egemenler, devlet aracılığıyla, toplumun geri kalanını yönetmeye bu sayede başlamıştır.
Buna karşın, ezilen sınıfların eşitlik ve özgürlük istemleri, sömürüye karşı çıkmak, daha iyi yaşam koşulları olarak şekillenmiştir. Köleci toplumun meşhur Spartaküs ayaklanmasından, feodalizmin köylü ayaklanmalarına, Şeyh Bedreddin’den Thomas Münzer’e[2] eşitlik ve özgürlük istemi hep canlı tutulsa da, gerçekten sınıfsız, sömürüsüz, kardeş bir dünyanın maddi imkanları ilk kez kapitalizmin vahşi çarklarının dönmesiyle birikmeye başlayacaktır. Felsefeleri, programları sloganları ne olursa olsun bundan önceki hareketlerin hiçbiri, bütün insanlığı kapsayan, ayrıcalıkları, eşitsizlik ve baskı ilişkilerini kökünden kazıyıp atabilecek maddi temellere sahip değildi. Bu maddi temellere sahip bir sınıf, ilk kez, topraktan ve üretim aletlerinden koparıp özgürleştirerek kendine bağladığı insanları, dişleri arasında öğütüp posasını çıkaran kapitalizmin çarklarının iştahla dönmesiyle oluşacaktır. Bu yeni sınıf, mülksüzlükte eşitlenmiş işçi sınıfıdır. Burjuvazi bu sınıf üyelerine bireysel kurtuluş reçeteleri yazıp dursa da işçi sınıfının bir sınıf olarak kurtuluşu, ancak bütün eşitsizlik ve ayrıcalıkların ortadan kaldırılmasındadır. Olayların akışı, gerçek eşitlik ve özgürlüğün taşıyıcı maddi gücü olan bir sınıfı, işçi sınıfını yaratmıştır. İşçi sınıfının çıkarı, kendinden önce eşitlik ve özgürlük bayrağını taşımış bütün sınıflardan farklı olarak, kendisi için de ayrıcalıklar istemekte ya da diğer ezilenler aleyhine ezenlerin ayrıcalıklarına ortak olmak eşitliğinde değil, bütün eşitsizlik ve ayrıcalıklara sonuna kadar tutarlı bir şekilde karşı çıkmaktadır. Kendisini bu yolla bir sınıf olarak ortadan kaldırarak, sınıfsızlığı gerçekleştirmektedir.
Demokrasinin sınıfsal ve tarihsel karşılıkları, en genel anlamının evrimi içinde açığa ve bilince çıkmaktadır. Bunun için demokrasinin en genel karşılıkları olan eşitlik ve özgürlükün sınıfsal ve tarihsel evrimini kısaca da olsa takip etmek, bize demokrasinin farklı düzeylerdeki anlamlarını birbirleriyle ilişkisi içinde tarif etmek için bir çok materyal sunacaktır[3].
Demokrasi egemenlerin, ezilen, sömürülen sınıfların talepleri karşısında egemenliklerini düzenlemelerinin aracı olarak bir devlet biçimidir. Bu ilişkinin bir yanında, eşitlik, özgürlük ve yönetme hakları için baskı ve talepte bulunan ezilen geniş kitleler, diğer yanında ise, bu talepleri kendi egemenliğine tabi kılmaya ve bu açıdan şekillendirmeye çalışan egemen sınıf ve onun devleti bulunur. Egemenlik ilişkisi, üretim ilişkileri zemininde gelişen bir siyasal süreç üzerinden şekillenir.
Egemenlik düzeyinde eşit olanlar, devletin sahibidir; devlet egemen sınıfındır. Bu özellik, hem geçmişin üretim biçimleri için hem de bugünün kapitalizmi için, sınıf mücadelesi içinde şekillenir. Temel sınıflar arasında kalan sınıf ve tabakalar, her zaman için çeşitlilik gösterirler. Çelişkili konumları, belirli koşullar altında, küçük bir azınlığının devlet kurumlarında görev almaları, egemen sınıfın yanında saf tutmalarına neden olabilmektedir. Devletin baskıcı niteliği unutulmazsa, bu sürecin hangi dinamiklerle gerçekleştiği öngörülebilir. Egemenlerin ara sınıflara yönelik havuç ve sopa politikası, bir bütünün iki parçası gibidir ve biri olmadan diğerinin işlevi eksik kalır, gerçekleşmez. Bu zeminde, ezilenler cephesinde bulunan ara sınıfların eşitsizliklerin giderilmesine yönelik talepleri, yönetmek açısından eşitsizliğin giderilmesi, artık-ürünü paylaşır ve alttaki sınıfları sömürürken egemenlerle kendilerinin eşitlik talebine dönüşebilir; buna tekabül edebilir. Yani eşitsizliklerin kaldırılması, ya da herkes için eşitlik şeklinde değil de, daha çok, egemenlerle eşit haklara sahip olmak şeklinde belirebilir ve bu da ezilen sınıfların bütününün çıkarlarına ve kurtuluşlarına hizmet etmez. En alttaki sömürülen sınıfların bağımsız mücadelesi yükselmedikçe de ara sınıfların eşitlik ve özgürlük taleplerinin burjuvazinin egemenliğine tabi olması engellenemez; egemenlerin hegemonyasından çıkmaları güçtür.
Ezilen sınıfların eşitlik ve özgürlük talepleri demokrasinin esas dinamiğidir. Bir devlet biçimi olarak demokrasinin, egemen sınıf dışındaki sınıf ve tabakaların üyelerini yönetim ve devlet işlerine dahil etmesi, sınıf egemenliğinin bir türüne, bu durumda aynı zamanda, üretim ilişkilerinin gelişmişliği oranında devletin ve sınıf mücadelelerinin bir gelişmişliğine tekabül eder. Demokrasi biçimi altında devletin, egemen sınıfın egemenliğini tesisinin ve yeniden üretiminin biçimi, görüntüsü, kendini, azınlık - çoğunluk ilişkisi olarak gerçekleştirir. Bunun bir nedeni, ezilen sınıfların eşitlik, özgürlük ve yönetime katılım talepleriyken, diğer bir nedeni de bu taleplerin egemen sınıf iktidarı ile mutlak olarak çelişmemesi, onunla uyumlulaşabilmesidir. Bu durumda azınlığın egemenliği, azınlık - çoğunluk ilişkileri üzerinden kurulabilmekteyken, bu ilişkiler özü değil, özün, yani egemenliğin gerçekleşme biçimini ifade eder. Bu nedenle Engels, “demokrasi kavramını kullananlara ilişkin”, demos’la, yani halkla ilgili şöyle bir anımsatma yapar.
“Bu kavram, demos her değiştiğinde değişir ve böylece bizi bir adım öteye götürmez.”[4]
Demokrasinin, eşitlik ve özgürlük kavramları üzerinden tariflenmesi, her konuyu ölçmeye yarayan bir terazi gibi algılanmasına yol açsa da, belli kolaylıklar da sunmaktadır. Özellikle eşitlik ve özgürlük kavramlarının çerçevesi, bu durumda demokrasinin kendisi, demos her değiştiğinde değişir. Ama eşitsizlik ve sınıflı yapı aynı kalır. Tabii Engels’in dediği gibi, bunun üzerinden bir adım ileri gidilmemiş olarak! Sınıflı toplumlar, kapitalizme kadar, yurttaş, vatandaş statüleri üzerinden yönetime katılma esasını uygulamışlardır ve bu kavramlar, mülk sahibi olmakla bir tutulmuştur. Bazen de yurttaşlar arasında mülkiyetin büyüklüğüne göre bir sıralama yapılmış, devlet ve yönetim işleri buna göre tahsis edilmiştir. Daha önceki demokrasilerin tarihi, egemenlerin yurttaş kavramını kurup belirlemelerinin tarihidir. Azınlıklar egemenliklerini, hem eşitlik ve özgürlük taleplerini bastırarak, hem de bu talepleri yönlendirip şekillendirerek kendi egemenliklerine eklemlemek suretiyle ama her koşulda devlet aygıtını kullanarak gerçekleştirmişlerdir.
Burjuva devrimlerine kadar demokrasinin dayandığı eşitlik ve özgürlük anlayışı, hep ezilen geniş yığınları konusunun dışında tutmuştur. Başlangıçta burjuvazinin herkes için eşitlik gibi bir ufku yoktur. Burjuvazinin, bir bütün olarak feodalizmi hedef alacağı sonraki dönemlerinde ileri süreceği eşitlik anlayışı, mutlak krallıkları desteklediği ve siyasal haklar talep ettiği dönemlerde talep ettiği eşitlik anlayışından farklılaşmıştır. İktidarı hedeflediğinde, kendisi dışındaki sınıf ve kesimlerin de sözcülüğünü yapmaktadır. Bir yandan burjuvazinin siyasal evrimi içinde savunduğu eşitlik anlayışı değişmiş, diğer yandan ise bu anlayışın gelişmesinde, mücadeleye katılan geniş yığınların etkisi görülmeye başlamıştır.
Burjuva demokrasisinde, bir devlet biçimi olarak demokraside karşılığını bulan eşitlik ve özgürlük anlayışı, tüm insanlar için demokrasi anlamına gelmektedir. Bu nedenle de, tarihsel olarak demokrasi kavramının evriminde bir kopuşu, niteliksel bir farklılığı ifade eder. Demokrasi kavramının, tarihsel olarak yüklenip geldiği eşitlik ve özgürlük formlarını genişleterek tüm insanlığı kapsaması, onu tarih öncesinden ayıran farklılığı; devlet biçimi düzeyine yükselmiş olmasıdır. İlk defa olarak burjuva devrimlerin açtığı yoldan, tüm insanlar seçme, seçilme ve yönetime katılım haklarına sahip olmuşlardır. Biçimsel, hukuki düzeyde kalacak olsa da bu genelliğin bir kez gerçekleşmesi, tüm insanların eşitlik ve özgürlüğünün tanınması, eşitliğin maddi temellerinin sağlanmasının önündeki önemli bir engelin aşılmasıdır. Yurttaşlık, artık mülkiyet temelinde tanımlanan bir kavram değildir. Mülksüz sınıfların eşitlik talebi, devletin biçimini belirleyebilen bir etkendir artık.
Genel olarak demokrasi kavramının, biçim olarak demokrasiden farklı bir düzeyde tanımlanmasına hizmet edecek olan bu ayrım, aynı zamanda, eşitlik ve özgürlüğün konusu olan her düzey için (cins, ırk, ulus eşitliği; parti, örgütlenme, oy verme, söz hakkı; yaşama hakkı - eşitliği, eğitim hakkı - eşitliği, sağlık hakkı - eşitliği vs.) yapılması gereken ayrımların imkan ve sınırlarını da oluşturur. Nelerin eşitliğin konusu ve nelerin eşitler arasında öncelikli olacağını belirleyip belirleyemememiz, sahip olduğumuz eşitlik ve özgürlük anlayışının, bu durumda demokrasi kavrayışımızın sınırlarınca saptanır; tersinden söyleyecek olursak, eşitlik ve özgürlük anlayışımızı, sınıfsız toplum perspektifine kadar vardırıp vardırmadığımızca belirlenir.
Diğerlerini de kapsayan ve çözümü öncelikli olup, diğer çelişkilerin çözüm olanaklarını içinde barındıran olgular, ancak bu perspektife sahip olunduğunda ayrıştırılıp öncelik ve nedensellik sırasına konulabilir. Bu durumda demokrasi kavramı, bir karmaşanın değil, sınıfsız toplumun maddi temellerinin belirlediği türden bir eşitlik ve özgürlük anlayışının kapsamına girer. Aksi durumda, emekçi sınıfların eşitlik ve özgürlük yönündeki hak taleplerinin karşısına, burjuvazinin çoğu kez yaptığı gibi, eşitlik ve özgürlüğün ihlal edildiği gerekçesiyle çıkılması mümkün olabilmektedir[5]. Ulusal eşitlik ile çeliştiğinde sınıfsal kurtuluşun, inanç özgürlüğü ile çeliştiğinde bilimsel eğitimin tercih edilip öncelik verilmesi gibi, her durum için bir tercihin belirmesi, ancak bütünlüklü bir dünya görüşüne, ideolojiye sahip olmakla mümkün olabilecektir.
Feodalizmin uzun yılları içinde, burjuvaziden önce halk katmanı, Engels’in, en sonunda ‘beyaz bir karatavuk bulmak kadar zor’ diye tanımladığı ve bütün bir feodal dönem boyunca safları sürekli boşalan bir sınıf olarak (özgür köylülük) neredeyse yok olmak üzeredir[6]. Kapitalizm öncesi sınıflı toplumlar tarihi boyunca halk yurttaşlıkla, yurttaşlık da mülk sahibi olmakla eşitlenmiştir. Mülk sahibi yurttaşların eşitliği yönetime katılım hakkı (derecesi değil!) açısından tanımlanmıştır. Bu durumda feodalizmde halk sınıfının siyaseten erimesi, yok olmaya yüz tutması anlaşılabilir bir olgudur. Bizim ona yüklediğimiz anlamda, nesnel olarak köylülük ve serflik halkı oluşturmaya devam etmektedir. Ama bu sefer halk mülkiyetten dışlanmış ve toprağa bağlı olarak feodale tabi serfliğin sürekli genişleyen saflarını oluşturmaktadır. Yurttaş olarak kendini kabul ettireceği tarihsel olaylar ise mayalanıp durmaktadır.
Köleci toplumun egemenleri nasıl mülk temelinde tanımlanmış vatandaşlık statülerine göre yönetim işlerine ve kademelerine gelebiliyorlarsa, feodal toplumun azınlığını oluşturan egemenleri de kendi askeri ve ekonomik güçlerine göre belirlenen bir statü üzerinden hiyerarşik bir dizin içinde bulunmakta, daha zayıf olan daha güçlünün himayesine girmekteydi. Bu feodal sözleşmede (fief), en tepede kraldan yetki alan vasallar bulunuyordu. Onlar da kraldan aldıkları toprakları kendi altlarındaki derebeylerine dağıtırlardı. Bunlar ise kendi altlarında daha küçük birimlere toprakları dağıtırlar ve bu zincir böylece sürüp giderdi. Bu ilişki en altta küçük toprak parçasını işleyen köylüye kadar iniyordu. Özgür köylüyü köleci Roma’nın proletaryası ile, serfi de köle ile karşılaştırmak, ama her iki durumda da serfin konumunu köleden, özgür köylüyü de proleterden nesnel olarak üstün tutmak yerinde olur.
Feodal ilişki bir bağımlılık ilişkisiyken, egemen sınıf üyesi derebeyleri arasında, yönetmek ve artık-ürüne el koymak açısından bir eşitlik vardı. Bu yolla, üretici sınıflar ekonomik ve siyasi olarak feodal baskı ve sömürü çemberinin içine dahil ediliyor, köylülük ve serflik mutlak olarak yönetimin ve eşitliğin dışında tutuluyorlardı. Köylünün ve serfin, senyörün mahkemesinde de olsa hukuk içine dahil edilmesi, nüfusun azlığının bir sonucu olarak emek-gücünün kısıtlılığından kaynaklanmaktaydı. Köylünün topraktan kaçıp, başka senyörlere sığınması, ciddi bir işgücü sıkıntısı yaratabiliyordu. Bu nedenle köylüyü toprakta tutabilmek için, baskı ortamında bile bir takım haklar tanınmak zorunda kalınmıştı.
Feodalizmde aristokrasinin mutlak iktidarlarından söz etmek yerinde olur. Kralda cisimleşen otorite, aslında senyörlerin yetkelerini güvenceye alan bir simgedir. O nedenle en büyük feodal bey olan kral, aynı zamanda diğer feodal beylerin iktidarının da güvencesi ve simgesidir. Yönetim işleri, yönetmek, aristokrasinin, feodal beylerin tekelindedir. Ta ki, feodal toplumun bağrında burjuvazi sahneye çıkana ve aristokratik ayrıcalıkları satın alıp ele geçirmeye başlayana kadar da böyle kalacaktır.
Feodal toplum ve onun devletini feodal sözleşmede (fief), vasal ile süzerenin oluşturduğu siyasal birimde aramak gerekir. Siyasal yetke, senyörlük biriminin içinde gelişmektedir. Senyörün toprakları üzerinde, idari, mali ve adli hükümranlığı bulunmaktadır. Sayısı değişmekle birlikte senede geleneğe göre belirlenen kerelerce vasallarını toplayan senyör, onlara bildirimlerde bulunurken, aynı zamanda onların görüşlerini de almaktadır. Aralarındaki anlaşmazlıkları çözen mahkemeyi kurmak ve karar vermek yetkisi senyöründür. Senyör de aynı zamanda bir üstüne karşı vasal konumundadır. Ama burada, yönetici sınıfların sınırlarını çizen, köylülük ve serfliktir. Köylülük, kesin sınırlarla soyluluktan ve toprak sahipliğinden ayrılmıştır. Bu toplumda haberleşme ve posta hizmetleri ile, değirmen işletme hakkı da beyin yetkisindedir. Bu ayrıcalıklar ikisi birden bilgi akışını denetlemeyi ve baskıyı mümkün kılan önlemlere ilişkindir. Köylünün artık-ürünü kaçırmasına karşı denetim değirmen açma ayrıcalığıyla, bir muhalefetin gelişmesinin engellenmesi ise haberleşme denetimi ile sağlanmaya çalışılmıştır.
Kral, feodal devletin başı olarak en büyük süzeren ve asla bir vasal durumuna düşmeyen otoritedir. Kendisine ait çok büyük bir toprak parçası olması gerekmemekle birlikte, bütün otorite ve hukuki toprak sahipliği onda toplanmaktadır. Bir fief sözleşmesinin içinde, toprağın esas sahibi olarak kralın ya da onu temsilen senyörün hakkı, süzerene hizmet veren kişiyle, toprağı işleyen kişinin hakkı, aynı anda bir arada bulunmaktadır.
Egemen sınıf olarak feodal beylerin dağılımı ve oluşturdukları birlikler, egemenlik ilişkilerinin kurulması, yeniden tesisi ve sürekli kılınması amacıyla gerçekleşen iktidar mücadeleleri şeklinde gelişir ve egemen sınıf içi ilişkiler alanında değerlendirilmelidir. Egemen sınıf içi ilişki ve çatışmalar ne biçim alırsa alsın, değişmeyen olgu, egemenliğin üzerinde tesis edildiği ve zor yoluyla artık-ürününe el konulan ezilen sınıflar serflik ve köylülüktür.
Burjuvazi, yeni bir üretim tarzının temsilciliğine soyunacağı koşullar gelişip, özgür emek-gücüne duyduğu ihtiyaç bir zorunluluk olarak belirince, bütün bir feodal dönem boyunca toprağa bağımlılaşarak yok olan bu halkı temsilen ve öncelikle kendi şahsında yeniden kurmak üzere siyaset sahnesine girer. Toprağa saplanmış halde serfliğin içinde eriyen halk bir kez bu bağımlılıktan kurtulduğunda, bir toplumsal kesim olarak, şehirlerde yeniden kurulacaktır. Atina’nın demos’u, Roma’nın populares’i, burjuva devriminin özgür bireyi şahsında, feodalizmin zincirlerinden kurtulmuş olarak şehirlerde yoğunlaşacak ve halk, tarih sahnesindeki yerini tekrar alacaktır; ama bu sefer artık-ürünü üreten ezilen sınıfların kimliğiyle, yurttaş kimliğiyle bütünleşmek üzere.
Burjuvazi tarafından ilk ifade edilişi ile eşitlik, feodal beylere vergi verenlerin onlarla eşit statülere sahip olma hakkını talep etmesi şeklinde gerçekleşir. Sonradan, onu mücadelesinde destekleyecek olan ezilenlerle, köylü ve işçilerle eşit olmaktan çok uzaktır. Bu aşamada halk kavramı işçi ve köylüleri içine almaz. Burjuvazinin bu dönemi 17. ve 18. yüzyıllar boyunca süren mutlakıyet mücadelesi ile ilişkilidir. Burjuvalar, farklı ve çok sayıda derebeyine vergi vermektense, bir tek krala vergi ve daha çok da borç vermeyi, tek bir pazar ve bu pazarın güvenliğini sağlamanın yolu olarak görürler. Burjuvazi bu döneminde, ticari talepleri, daha sonradan hızla sanayiye dönüştüreceği manüfaktür üretimiyle karşılamaya çalışmaktadır.
Feodal beyin şatosu ya da ortak korunma için oluşturulmuş kalenin dışında, ticareti ve zanaatları içinde toplayan, giderek kendi burçlarını oluşturarak yükselen şehir ve burada yaşanan sınıfsal ilişkiler giderek nitelik değiştirecektir. Şehrin iç içe geçmiş tabakalarından oluşan burjuva sınıf kapitalistleşirken, işçi sınıfı ve ara sınıflar belirgin bir hal alır. Önceleri aristokrat sınıfın lüks ihtiyaçları için ticaretle uğraşan tüccarlar, bunların ve çeşitli türden metaların üretimi ile uğraşan zanaatçılar, zaman içinde diğer şartların da oluşmasıyla, giderek genişleyen bir kent, ülke ve dünya pazarının oluşmasına ve bu pazar için üretim yapılmasına hizmet edeceklerdir.
“Ticaretin ve tüccar sermayesinin gelişmesi, her yerde, değişim-değerleri üretimine doğru bir eğilim yaratmış, hacmini artırmış, çeşitlendirmiş, kozmopolitleştirmiş, ve parayı, dünya-parası haline getirmiştir. Ticaret, bu nedenle hazır bulduğu ve farklı biçimleri, geniş ölçüde, kullanım-değeri göz önünde bulundurularak yürütülen üretim örgütleri üzerinde az çok çözücü bir etkide bulunmuştur. Bunun, eski üretim tarzında meydana getireceği çözülmenin genişliği, kendi sağlamlığına ve iç yapısına bağlıdır. Ve, bu çözülme sürecinin nereye varacağı, başka bir deyişle, eski üretim tarzının yerini hangi yeni üretim tarzının alacağı ticarete bağlı olmayıp, eski üretim tarzının kendisinin niteliğine bağlıdır...” (K. Marx, Kapital, c. 3, s. 291)
Eski üretim tarzının niteliği de, “feodal üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçişi kolaylaştıran belli başlı öğelerden” etkilenir.
“dünya pazarındaki ani genişleme, dolaşımdaki metaların çoğalması, Asya’nın ürünleriyle Amerika’nın hazinelerine sahip çıkmak için Avrupa uluslarının gösterdikleri hırs ve rekabet, sömürgecilik sistemi –bütün bunlar, üretim üzerindeki feodal zincirlerin parçalanmasına maddi katkıda bulunmuşlardır.” (K. Marx, age, s. 292)
Marx’a göre şu halde, feodal üretim tarzından geçiş “iki farklı biçimde” olur.
“...Üretici, doğal tarımsal ekonomi ve ortaçağların kent sanayilerinin loncaya bağlı el zanaatlarının tersine, tüccar ve kapitalist halini alır. Bu, gerçekten devrim yapan bir yoldur. Ya da tüccar, üretim üzerinde doğrudan bir egemenlik kurar. Tarihsel yönden bir basamak taşı olarak ne denli fazla hizmet ederse de –dokumacıları, bağımsız oldukları halde, kendilerinin yünlerini onlara satmak ve onların kumaşlarını satın almak suretiyle denetimi altına alan 17. yüzyıl İngiliz kumaşçılarında olduğu gibi– kendiliğinden, eski üretim tarzının alaşağı edilmesine yardımcı olmaz, ancak kendi önkoşulu olarak onu koruma ve sürdürme eğilimi taşır. (K. Marx, age, s. 293)
Ülke ve sonra da dünya pazarı için mal bulmak, ortaçağın dar sınırlarında gerçekleşen üretimin parçalanmasını gerektirmiştir. Bu ihtiyaç ise, ortaçağda “modern üretim tarzının, ancak kendisi için gerekli koşulların oluştuğu yerlerde gelişmiş bulunan manüfaktür biçiminin”[7] (Marx) sınırlarını genişletecek ve sanayinin itici gücü olacaktır. Üretim ilişkilerinin gelişmesinin bütün bu koşulları içinde, ekonomik olarak güçlenen burjuvazi, feodal ayrıcalıkları satın almış, aristokratları borçlandırarak, devlet üzerinde hak talep edecek duruma gelmiştir. Feodal sisteme vergi vermesi ölçüsünde, vergi ile ilgili danışma meclislerinde oy verme hakkını kazanması, onun halk sınıfı içinde sayılmasını sağlamıştır. Ama bu, ülke ve dünya pazarı için üretim yapan sanayi üretiminin, kapitalist üretimin ihtiyaçlarını karşılamayacaktır. Kapitalist üretimin koşulları, baştan bir dünya pazarı şeklinde gelişirken, burjuvazinin ufku da bu pazarın ihtiyaçları ile paralel gelişir.
Burjuvazi, daha önce, en büyük feodal birim olan kiliseye ve onun dogmalarına savaş açmıştır. Aydınlanma hareketi, mutlakıyetle beraber sürmüş ve burjuva devriminin fikri cephaneliğini oluşturmuştur. Feodal mutlakıyet tesis edildiğinde ise, burjuvazinin ekonomik gücü iyice pekişmiştir ve burjuvazi artık, sanayi üretiminin gelişiminin karşısında engel oluşturan feodal sistemi bir bütün olarak karşısına almak zorundadır. Bu durum karşısında iyice sıkışan mutlakıyet, hem parasal giderlerin karşılanması ve hem de bu finansman karşılığında burjuvazinin ileri sürdüğü taleplerin, olası siyasal sonuçlarına karşı aristokratlarla, yerel feodal iktidarlarla birlikte, yeni gelişen güç burjuvaziye karşı harekete geçer.
Şimdi artık sanayi üretimi hızla gelişmektedir ve sürekli büyüyen işçi sınıfı, siyasal bir aktör olarak sahnedeki yerini almaya başlar.
Fransa dışında Avrupa’nın hemen her yerinde burjuvazi, sanayi üretiminin gerektirdiği yığın işgücünün serbest kalması ve kapalı ekonomilerin (kendine yeterli köy ve kırsal alanların) pazar ilişkileri alanına sokulabilmesi için feodal yapılara, üretim ilişkilerine saldırma ve her şeyi değiştirme açlığı içindedir. Artık zaman, burjuvazinin devrimci olduğu, bütün eski yapıları değiştirdiği dönemdir. Bunun için iktidarı hedeflemek zorunda kalacaktır. Çünkü feodal devlet, kapitalist üretim ilişkilerinin ve burjuvazinin gelişimini engeller. Burjuvaziyi, feodal mutlakıyete, devlete karşı mücadelesinde yalnızca, yanı başında büyüyen işçi sınıfının, eşitlik ve özgürlük sloganlarını kendi kafasındaki anlamlara kavuşturma tehlikesi dizginlemektedir. Burjuvazinin, satın aldığı feodal ayrıcalıklara dayanarak feodalizme karşı savaşımını yürütmesi ise mümkün değildir. Mutlakıyet başarılı olduğu ve pazar birliği sağlandığı ölçüde kapitalist üretim ilişkilerinin önündeki engellerin ve bir bütün olarak feodal yapının tasfiyesi kaçınılmaz bir görev olarak burjuvaziyi beklemektedir.
Burjuvazi, toplumun azınlığı olarak, feodal otoritelerle baş edebilecek güce de sahip değildir. Eşitlik ve özgürlük talepleri, egemen sınıf aristokrasi ile mücadelesi içinde sürekli daha çok gelişmiş, daha tutarlı bir hal almıştır. Aydınlanma döneminin düşünsel cephaneliğini kullanarak feodalizmin ideolojisi ve dünya görüşüne alternatif çıkması, kendi ideolojisini oluşturmasını sağlamaktadır. Şimdi ise olayların gelişmesi, bu kavramların içeriğini genişleterek doldurmasının maddi temellerini sürekli olarak geliştirmektedir. Yine olayların akışı onu, gerçekten üreten, sömürülen sınıfların sözcülüğüne, halkın öncülüğüne itecektir. Çünkü dönemin devrimci sınıfı burjuvazidir ve toplumun bütününü temsilen davranmaktadır. Herkes için eşitlik ve özgürlük, her yere olduğu gibi, her toplumsal katmana ve sınıfa yayılan bir slogandır.
Bütün insanları eşit olarak tanımlayacak bir sınıfsal güç olarak burjuvazi, ekonomik gelişmesi için mücadele ederken, eşitlik anlayışında devrim yapmıştır[8]. Ama devrimin, burjuvaziyi aşıp geçme tehlikesi de büyümekte, burjuvazi bocalamaktadır.
Burjuva demokrasisi, kapitalist üretim ilişkilerinin üstünde şekillenmiştir. Daha önceki demokrasilerden ayrı olarak bu sefer, bütün toplumun, toplumun bütün sınıflarının üyelerinin biçimsel ve hukuki eşitliğinin kabulü gerekecek, bu ise önceki evrelerinden nitelikçe farklı ve gelişkin bir durumu ifade edecektir. Bu yönüyle burjuvazinin eşitlik anlayışı, aristokrasi ile kendisi arasında talep ettiği eşitlikten, bütün sınıfları (bir müddet bu sınıfların kadınlarını dışarıda tutarak!) kapsayacak şekilde genişleyen bir eşitlik anlayışına evirilmiştir. Bu sefer söz konusu olan ne köle üzerinde uygulanan devlet şiddeti ve otoritesi ne de serfin artık-ürününe ekonomi dışı zor yoluyla el konulmasıdır. Burjuva demokrasisinin böyle gelişmesi ilk olarak kapitalist üretimin niteliğinin ve sonra da siyasal bir zorunluluğun, yani emekçi sınıfların mücadelesinin sonucudur.
Feodal toplum yapısının işleyişini ve egemen sınıf içi ilişkileri genel olarak ifade eden fief sözleşmelerinin, aynı zamanda sürekli bozulup yeniden tesis edilmesi gereken bir niteliği vardır. Değişen güç ilişkileri ve gücü artan kralın mutlak otoritesi, egemenliğin bir kişiye ve yakın çevresine kadar daralması sonucunu verdiği ölçüde, feodal-yerel otoritelerin, egemen sınıf üyelerinin tepkisini çekebilmektedir. Magna Carta[9] anlaşması, hem bu açıdan, hem de burjuva bireyin ideolojik temellerinin bu anlaşmaya dayandırılması açısından, incelenmeye değer tarihsel bir örnek oluşturur. Belki de, feodalizmin en üst egemenlik sözleşmesine (fief) tarihsel olarak örnek gösterilebilecek bir belgedir.
Magna Carta, feodal beyler ile kral arasında yapılan ve toprakların paylaşılıp yönetilmesine dair kurallar koyup güvenceler arayan, toplam yirmi altı kişinin taraf olduğu, ama yüz binlerce serfin yaşam koşullarını belirleyip artık-ürünlerini paylaşmaya dair bir anlaşmadır. Burjuva devrimler çağından geriye bakıp, Magna Carta’da sözleşme ve güvence sistemini, taraf olma ve katılımı, ve burjuva bireyin köklerini bulmak, bütün bunları bu anlaşmaya dayandırmak, demokrasi kavramı açısından ideolojik bir tercihe işaret eder. Kuşkusuz ki burjuva ideologlar, kendi özgürlük ve eşitlik anlayışlarını propaganda ederlerken, ideolojik malzemelerini tarihten bulup çıkarma yoluna, bir tür kolaja eğilimlidirler. İdeolojik olarak böyle bir kolaj mümkün olsa da, burjuva bireyin oluşumunun nesnel koşulları bu ya da benzeri has feodal sözleşmelerde değil, kapitalist meta üretiminin tarihsel koşullarında; burjuva üretim ilişkilerinin gelişiminin tarihsel koşullarında bulunabilir.
Burjuva ideolojisi düşünsel gıdasını, malzemesini, Atina’nın köleci demokrasisinde bulmuş ve bu açıdan kendini binlerce yıl öncesinin toplumuyla temellendirmiş olabilir. Burjuva demokrasisinin nesnel temelleri ile köleci toplumunkiler birbirleriyle ilişkilendirilemezler! Kuşkusuz biçime ve işleyişe ilişkin benzerlikler bulunabilir. Magna Carta’da da burjuva bireyin ideolojik dayanaklarını bulmaya çalışmak, böylesine bir kolaj anlayışına sahip olmayı gerektirir.
Magna Carta’da merkezi otoriteye karşı çıkmayı, yerelliği, ve bu ölçüde farklı toplumsal kesimler, sınıflar arasındaki azınlık - çoğunluk ilişkisini görmek ne derece doğrudur? Bu anlaşma olsa olsa feodalizmin egemen sınıfının iç yönetmeliği olarak değerlendirilebilir ancak. Feodal merkez olarak egemen sınıfın, kralın şahsında kendini ifadesidir. Anlaşmanın dışında kalan sınıflar ise köylülük ve serfliktir. Sözleşme yapma, hakları güvenceye alma, karşılıklı taraf olmak ve yönetime katılmak açısından Magna Carta, feodal üretim tarzının egemenlik ilişkilerinin, egemen sınıf içi bir belgesidir. Burjuva bireyin ideolojik tasarımını bu en üst fief anlaşması örneğine dayandırmak, kapitalist üretim ilişkileri üzerinde şekillenen burjuva bireyi (ve anlayışını) gerçek üretim ilişkilerine bağlı olarak değil de, burjuva ideolojik tasarıma uydurarak ele almanın tercih edildiğini gösterir. Bu tercih, demokrasi kavrayışı açısından belirli ideolojik konumları belirtir, bu konumlara zemin sunar.. Bu durumda Magna Carta anlaşması, feodal güç birimlerinin ilişkilerini düzenlemek anlamında ortaçağın ve feodalizmin demokrasisinin, yani egemenlik ilişkilerinin belgesi, egemenlerin yönetmek ayrıcalığı ve yönetirken geliştirdiği ilişkiler bütününün kanıtı olarak tanımlanmalıdır.[10] Aksi halde, bu anlaşma merkeze karşı yerelin özerkliğinin ve bununla aynı anlama gelmek üzere demokrasinin kutsandığı bir sunak olarak görülür. Bu sunakta kimlerin kurban edildiği, hangi sınıfların artık-ürünün nasıl gasp edildiği kuşkusuz görülmez olacaktır. Burjuva birey, bu anlaşmaya taraf olan aristokrasinin evriminden gelişmemiştir ve bu anlaşmaya taraf olanların feodal ayrıcalıklarının felsefesiyle de ilişkili değildir. Feodal toplumda siyasal otoritenin parçalı durumda bulunması, egemenlik ilişkisinin, bu toplumun egemen sınıfının özelliğidir.
Kralın, yeni ortaya çıkacak burjuva sınıfının desteği ile, otoritesini mutlak olarak hissettireceği 16. ve 17. yüzyıla kadar feodal devleti fief sözleşmeleri içinde aramak ve kralı da bu devletin simgesi, en büyük feodal bey olarak değerlendirmek mümkündür. Bu durumda yasama, yürütme ve yargı, feodal beyde cisimleşmiştir. Mutlakıyetin tesis edilmesi ise, burjuvazinin, aristokrasiye ve feodal parçalılığa karşı kralı desteklemesinin bir sonucu olacaktır. Magna Carta bize, feodal toplumun azınlığı olan egemenlerin, çoğunluk olan serfleri ve köylülüğü dışlayarak, kendi sınıf egemenliklerinin sınırlarını çizmesi ve biçimini belirlemesinin kanıtını sunar. Nasıl ki köleci toplumda büyük mülk sahipleri daha fazla ayrıcalığa sahipse, feodal ortaçağda da daha fazla mülke hükmeden, daha güçlü olan kral, daha küçük olan derebeylerine (küçük krallara) göre daha güçlüdür ve ayrıcalıklıdır Yerel derebeyleri de bir araya gelip bir güç oluşturarak, kralın mutlak otoritesini denetleyebilmişler, belli sınırlar çizebilmişlerdir.
Magna Carta anlaşmasında serfler ve köylüler, tıpkı köleci toplumun köleleri gibi, mülkiyet hakları çerçevesinde, ancak nesne olarak konu edilmişlerdir. Bu anlaşma çerçevesinde, tıpkı köleler ve köylüler gibi, anlaşmaya taraf olan feodal beyler dışında kalan bütün toplum kesimleri egemenlik ilişkisinin, bu durumda demokrasinin ve yönetimin dışında bırakılmaya devam edilmiştir. Bu anlaşma, gündeme gelmesiyle bile, daha önce var olan zımni bir anlaşmanın ihlalinin ürünü olduğunu kanıtlamış olmaktadır. Bu yönüyle ihlal edilmiş olan bir fief sözleşmesinin güvenceye alınması, sınırlarının belirginleştirilmesi, egemenlik ilişkisinin yeniden tesisi olarak görülebilir. Feodal ilişkilerin yeniden üretimi içinde, kralın yalnız olmadığı, sonuç olarak feodal beylerin en büyüğü ve feodal ilişkilerin bir simgesi olarak, bu ilişkilerin yeniden üretilmesi dışında mutlak otoritesini kullanamayacağını belirtmek amacıyla gündeme getirilmiştir.
Burjuva birey anlayışının ve burjuva demokrasisinin temelleri, bu nedenle, Magna Carta’da değil, zeminini ilkel sermaye birikiminin ve onun koşullarından olan köylülüğün tasfiyesinin (yerlerinden yurtlarından edilmesinin) oluşturduğu mülksüzleşmede; öncesi ve sonrası ile burjuva devriminin gelişimi içinde aranmalıdır. Ama demokrasiyi parçalılık, çok taraflılık, çoğulculuk ve merkeziyetçilik karşıtlığı olarak tanımlayan ideolojik tercih, bu parçaların, tarafların, hangi sınıflara ait olduğuna, hangi üretim ilişkileri zemininde bu sözleşmelerin yapıldığına önem vermez. Bu sayede, sınıflar gerçeğine rağmen ve onunla uyum içinde, bu durumda aynı zamanda sınıfların dışında ve üstünde, sınıflardan bağımsız olarak bir demokrasiyi tesis etmek mümkün görülür! Bu tercih, sınıfsal gerçekliğin maddi temellerinden kalkarak kavranmasını değil, ideolojik olarak zihinlerde kurulabileceğine ve bu zeminden kalkarak yeniden yaratılabileceğine dair bir inanca da kapı aralar. Kuşkusuz bir kez Magna Carta keşfedildiğinde, 1215’ten günümüze bu tarz bir demokrasi anlayışı adına keşfedilebilecek daha bir çok malzeme bulmak mümkündür.
Meta ekonomisinin genelleşmesi olarak kapitalizm, eşitliği genelleştirir, tüm nüfusa yayar. Çünkü kapitalist üretimin amacı olan kâr, artıkdeğerden, yani emeğin sömürüsünden kaynaklanır. Piyasada, değişim değeri üzerinden kapitalist tarafından satın alınan emek-gücü, tüketimi doğal bazı sınırlara sahip olsa da, bütün diğer metalar gibi kullanımı tamamen satın alana kalmış bir metadır. Onu satan emekçi, değişim değeri üzerinden karşılığını almakla, kullanımını satın alana bırakmış olur. Ama emek-gücünü satın alan kapitalist, değişim değerini (ücreti) karşıladığı gibi, fazlasını da üreten bir zaman dilimi boyunca onu tüketerek, çalıştırarak, bir artıkdeğer elde eder. Kapitalizmde sermaye birikiminin olduğu gibi, faizin ve toprak rantının kaynağı da bu artıkdeğer, yani emek-gücünün sömürülmesidir.
“...çünkü emekçi, her şeyden önce yaşamak zorundadır ve dolayısıyla kapitalistin sömürebileceği bir malzeme olarak pazarda daima bulunabilmesi için bireysel tüketim ile yaşamını sürdürmesi gerekir. Ne var ki, bu tüketimin kendisi, burada, yalnızca emek-gücünün sermaye tarafından üretken tüketimi için bir koşul olarak kabul edilmiştir; yani ancak emekçinin bireysel tüketim yoluyla emek-gücü olarak kendisini sürdürmesi ve yeniden-üretmesi ölçüsünde kabul edilmiştir.” (K. Marx, Kapital, c. 2, s. 58)
Dolaşım sürecinde değişim değeri üzerinden kurulan eşitlik, hem üretim sürecindeki sömürünün kaynağıdır hem de onu gizleyen, ideolojik olarak sömürüyü mümkün kılan bir çerçeve oluşturur.
Kapitalist sanayi üretiminin gelişmesi, işgücüne olan ihtiyacı arttırdığı ölçüde burjuvazi, özgürlük sloganını yükseltir. Kendisi için istediği eşitlik, köylülüğün toprağa ve feodal beye bağımlılığının ortadan kaldırılması şeklini, yani siyasal bir biçim alır. Köylülüğün özgürleşmesi ile küçük üreticiliğin yıkıma uğrayıp üretim araçlarından yoksun hale gelmesi paralel olarak gelişir. Kapitalist üretim biçiminin gelişmesine engel olan feodal ayrıcalıklar ve ilişkiler burjuvazinin siyasal hedefi haline gelmiştir.
Eşitlik ve özgürlük, aynı zamanda kapitalist üretimin hukuki ve düşünsel koşullarını oluşturacaktır. Burjuva devrimleri bu nedenle herkes için eşitlik ve özgürlük talep eder[11]. Burjuva devriminin özü toprak ve köylülük sorunu olarak belirginleşir. Toprağın feodal mülk halinde kalması ve yaygın sanayi üretimi için gerekli emek-gücünün, toprağa bağımlı köylülükten çözülüp özgürleşememesi ile, emekçi sınıfların siyasal talep ve eylemleri burjuva devriminin şiddetini belirler. Köylülüğün özgürlük talebi kadar, toprak sahibi olma talebi de burjuva devrimlerinin hedeflerindendir. Bu yönüyle, feodal mülkiyeti yok etme hedefinde bir müttefik bulduğu gibi, tarımda kapitalist ilişkilerin gelişmesini, ve kapitalist toprak sahipliğinin önünü açmış olur. Feodallerin artan baskı ve vergileri, toprağa bağımlılığın ve onun sağladığı güvencelerin yitip gitmesi ölçüsünde köylülük, özgürlüğün ve eşitliğin anlamını toprak talebinde bulmaktadır. Burjuvazi bu sloganları atarak, feodal toprak mülkiyetine ve ayrıcalıklara saldırmaktadır.
Tarımda kapitalizm geliştikçe, küçük üreticiliğin mülksüzleşmesi sonucunu verecek, toprak sahiplerinin azınlığı, toprakların büyük bölümünü ele geçireceklerdir. Köylülüğün bir kısmının topraktan hemen kopup özgürleşmesi ya da küçük üretici toprak sahibi olarak bu özgürlüğünün, rekabet sonucu toprağını kaybedeceği bir zamana ertelenmesi, sonucu değiştirmez. Siyasal olarak özgürleşmenin ekonomik olarak karşılığı mülksüzleşmek olarak yaşanır. Mülksüzleşme ise, emek-gücünün üretim araçları mülkiyetini kaybedip, sermayeye bağımlılık ilişkisine girmesidir. Bu ise kapitalist üretimin ön şartıdır ve gerçekleşmesi, ilkel sermaye birikimi dönemine karşılık gelir.
“Doğrudan üretici, emekçi, ancak toprağa bağlı bulunmaktan, bir başkasına köle, serf ya da bağımlı olmaktan çıktıktan sonra, kendisi üzerinde tasarrufta bulunabilir. Metaını, satabileceği bir pazarın bulunduğu her yere götürebilen özgür bir emek-gücü satıcısı halini alabilmesi için, ayrıca, lonca düzeninden, bunların çıraklar ve kalfalar için koyduğu kurallardan, çalışma yönetmeliklerinin kısıtlamalarından da kurtulması gerekiyordu. Demek oluyor ki, üreticiyi ücretli-işçi haline getiren tarihsel hareket, bir yandan bunların kölelikten ve loncaların koydukları bağlardan kurtulmaları olarak görülüyor; ve işte, burjuva tarihçilerimiz için, işin yalnız bu yanı söz konusudur. Ama öte yandan, bu yeni özgürleşmiş kimseler, sahip oldukları bütün üretim araçları ile eski feodal düzenlemelerin sağladığı her türlü güvenceler ellerinden alındıktan sonra, ancak kendi kendilerinin satıcısı haline geliyorlar. Ve onların mülksüzleştirilmesini anlatan bu öykü, insanlık tarihine, kandan ve ateşten harflerle yazılmıştır.” (K. Marx, Kapital, c. 1, s. 679)
Toprak talebi karşılandığı ve küçük mülkiyet tabanı yaygınlaştığı ölçüde, mülksüzleşme süreci zamana yayılacaktır. Ama bunun dışında feodal beyler güçlerini korudukları, burjuvazi ile uzlaşma imkanı buldukları ölçüde, köylünün toprak sorununun çözümü kısmi kalacaktır. Toprak talebi karşılanan köylüden farklı olarak, güvencesiz işgücü piyasasının sağladığı belirsiz özgürlük ortamındaki işçi sınıfı ve mülksüzler gerçekten eşit ve özgür olmak hayali ile burjuva devrimlerinin en ön saflarına atılmışlardır. Onların talebi iş, ekmek, barınak, eğitim, sağlık ve insanca yaşamın bütün koşullarıdır. Kapitalistler ise bu talepleri ancak çok küçük ölçüde karşılarlar. Arkasındaki kitle desteğini oluşturan mülksüz sınıfların, devrimin sloganlarına kendi sınıf içeriklerini vurmasından korktuğu ölçüde, hem onlara öncülük yapan, hem de bu kitlelerin yıkıcılığını feodal beylere şikayet ederek aristokrasi ile uygun anlaşma koşulları kollayan burjuvazi, bu şekliyle devrime ihanet ettiğinde de, aslında kendi sınıf çıkarının gereğini yerine getirmektedir. Varsın, kapitalist üretim ilişkilerinin yayılması biraz yavaşlasın ve varsın toprak sahiplerine ödenecek rantlar yükselsin. Burjuvazi için esas olan sınıf iktidarının uzun vadede güvenceye alınmasıdır.
İşçi sınıfının büyüyen yapısı, köylülükle beraber siyasal sahnede yerini alması ve siyasal olarak eşitlik ve özgürlük kavramlarına burjuvaziden farklı anlamlar yüklemesi, burjuva devrimlerinin niteliğini belirlemiştir. Fransa dışında burjuvazi, işçi sınıfı ve müttefiklerinin sloganlarından korktuğu ölçüde hep tutuk davranır ve feodal güçlerle uzlaşma yoluna gider.
İşçi sınıfı, burjuvazinin kendi devriminin sloganlarına koyduğu sınırları, evrensel nitelikli taleplere getirdiği sınıfsal kısıtlar ve engellerin her birini sorgular. Ve bu sorgulama tarihsel bir kategori olarak burjuva devriminin sloganlarını işçi sınıfının da atmasına engel olmadığı gibi, kendi sınıfsal içeriği ile doldurduğu, doldurabildiği ölçüde, bu sloganların aynı zamanda gerçek sahibi de olur. Çünkü, işçi sınıfı demokratik talepleri tutarlı bir şekilde takip edip, sorunların kaynağı olarak sınıflı toplum yapısı ve özel mülkiyet sistemini çözümledikçe, burjuvazi gerçek eşitliğin ve özgürlüğün önüne en büyük engel olarak dikilecektir. Bu iki kavrama burjuvazinin yüklediği anlamlar ne kadar çeşitlilik gösterse de, bunların her biri, esasında ticaret özgürlüğü ve “piyasadaki değerlerin bir diğer eşiti ile değişilebilmesi yasası” temeli ile belirlenmektedir. Bunun da artıkdeğerin ve sermayenin kaynağı olarak işçinin, görünmez zincirlerle sermayeye bağlandığı köleliğiyle aynı anlama geldiği ortaya çıktıkça, işçi sınıfı, burjuvazinin ona çizdiği sınırları aşıp geçecektir. İşte Marx’ın ‘sürekli devrim’ diye tanımladığı bu olgu, 1848 devrimleri, bu çelişkinin ürünüdür. Burjuvazi devrimden ve onun ideallerinden yüz çevirmiş ve bu yolda yıkmaya çalıştığı feodal düzenle işbirliğine yönelmişken, devrim işçi sınıfının omuzlarına kalmıştır. Burjuvazi, daha baştan burjuva devrimlerinin kavramlarının içeriğini ondan çok daha evrensel çapta ve tutarlı olarak savunabilecek olan mülksüz sınıfın hareketi karşısında gericileşmiştir.
Bugün Avrupa’da demokrasi adına ne türden hak ve özgürlük varsa, işçi sınıfının 1848’den bu yana süren mücadelesinin, burjuva devrimleri içinde burjuvazinin ihanetinden kurtarıp ona rağmen geliştirebildiklerinin; ve bu yüzden burjuva demokrasisi diye şekillenen kavramın içine girer. En gelişmiş hak ve özgürlükler bile (ki bunlar bahşedilmese, mücadele içinde kazanılsa da) sömürünün ve burjuva iktidarının sürdüğü bir devlet biçimi olarak, burjuvazinin iktidarına tekabül eder. Demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi sonucunda elde edilecek burjuva demokrasisi ve buna tekabül eden demokratik cumhuriyet, işçi sınıfının, tek tek demokratik haklar için mücadelesinin ve bunların her birini kazanmasının, en nihayetinde sömürüyü ve baskıyı ortadan kaldırmadığını, bizzat yaşayarak görmesine, bu bilgiyi sınıf bilinci düzeyine yükseltmesine en uygun biçim olduğu için, onun mücadelesinin de en uygun koşullarını oluşturur. Bu yüzden, bir devlet biçimi olarak demokratik cumhuriyet, burjuvazinin bir tercihi değil, işçi sınıfının mücadelesinin bir sonucudur.
Her türden hak ve özgürlüğün kısıtlandığı ve burjuvazinin de azınlığı olan oligarşilerin mutlak iktidarlarına tekabül eden kapitalizmin bugünkü emperyalist aşamasında ve özel olarak emperyalizmin bugünkü stratejileri içinde eğer hâlâ yürürlükte olan hak ve özgürlükler varsa, bu durumun ancak işçi sınıfının mücadelesinin, tarih bilincinin, sınıf bilincinin sürdürülmesi, tasfiye edilememesi ölçüsünde geçerli olduğu unutulmamalıdır.
Burjuvazinin devrime ve onun ideallerine sırt çevirdiği noktada işçi sınıfı, demokrasi mücadelesini sürdürür. Bu mücadelede ileri sürülen sloganlar burjuva devrimi sırasında atılan sloganlarla aynıdır. Bu sloganların toplamına bir çağın nitelemesi olması itibariyle burjuva demokrasisi denmektedir. Burjuva demokrasisi, bir yönüyle, bu sloganların hedeflerine en çok yaklaştığı, en çok geliştiği noktayı ifade eder. Ama başka bir yönüyle de, özel mülkiyet rejimine dayanan bir burjuva devlet biçimidir ve ne kadar gelişkin olursa olsun sömürüye, artıkdeğer sömürüsüne dayanır; onu ortadan kaldırmaz. Demokratik hak ve olanakların gelişkinliği ölçüsünde işçi sınıfının mücadelesinin ürünü olması açısından barındırdığı olanaklar ve koşulları, bir bütün olarak mücadelenin koşullarını da oluşturur ve bunları geliştirir. İşçi sınıfının mücadelesinin koşullarını yaratması, iyileştirmesi, geliştirmesi ölçüsünde demokrasi, demokratik hak ve özgürlüklerin gelişmişliğidir. İktidar mücadelesinde işçi sınıfının olanaklarını oluşturduğu gibi, bizzat işçi sınıfının mücadelesinin kazanımları olması ölçüsünde, yine işçi sınıfının deneyim, birikim ve gelişkinliğinin de ifadesidir. İşçi sınıfının mücadelesi açısından, en gelişkin demokratik koşulları oluşturur; sömürü olgusunu en net biçimde görmesini sağlar. Demokratik cumhuriyet işçi sınıfının bilincinin, sosyalist siyasal bir nitelik kazanmasının en gelişkin olanaklarını sunar.
Mülk sahiplerinin yönetime katılım biçimini belirleyen ilk demokrasi deneyinden, mülk sahibi olsun ya da olmasın toplumda yaşayan bütün bireylerin yönetime katılımı anlamına gelen ve tarihsel olarak burjuva demokratik devlet biçimi olarak şekillenen demokrasinin burjuva devrimlerine kadarki evrimi, aynı zamanda kendi çelişkilerinin açığa çıkarılmasının, bu durumda sınırlarının ortaya konulması ve aşılmasının imkanlarını da oluşturmuştur. Sermaye iktidarının ortadan kaldırılmasından yani proletarya diktatörlüğünün kurulmasından sınıfsız topluma kadar geçerli olacak demokrasi ise, kapitalizmin sınırları içinde geçerli olanın tam tersi, sermaye ilişkilerinin belirleyiciliğinden kurtulmuş olmasının bir sonucu olarak devrimle değil, sonuna kadar kazanılıp tüketilmesi yoluyla aşılacaktır. Bu, bütün herkesin yönetici olmasının bir sonucu olarak yöneten - yönetilen ayrımının ortadan kalkması örneğinde olduğu gibi, diğer alanlarda da mümkün hale gelecektir.
Demokrasinin gerçekten kazanılması, ve devrimle değil de kendiliğinden tükenip sönmesi sürecine girebilmek için, işçi sınıfının burjuva iktidarını yıktığı ve egemen sınıf olarak örgütlendiği bir devrim gereklidir. Bu temel fark, demokrasi kavramının marksizm açısından tarifinden geçer. Marx, “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi”ne giriştiğinde, daha demokrasi hakkındaki ilk sözlerini söylemektedir. Demokrasinin taşıyıcısı ve sonuna kadar tutarlı savunucu olarak işçi sınıfı kavramına daha ulaşmamıştır. Bu aşamada, halk kavramı, Marx’ta da temeldir.
“Demokraside onu oluşturan uğrakların hiçbiri kendisine uygun düşenden başka bir anlam kazanamaz. Her biri gerçekten bütünsel demosun uğrağından başka bir şey değildir. Bütünün niteliğini krallıkta bir parça belirler. Tüm siyasal anayapının bu tek değişmez noktaya göre değişmesi gerekir. Demokrasi siyasal anayapının cinsidir. Krallık bir türdür ve kötü bir türdür. Demokrasi aynı zamanda hem içerik hem de biçimdir. Krallık ancak biçim olabilir, ama içeriği bozar. ...”
“Aynı biçimde demokrasi de bütün siyasal anayapıların özünü, yani özel bir siyasal anayapı olarak toplumsallaştırılmış insanı dile getiriyor. Cins kendi türlerine göre neyse, demokrasi de öteki siyasal anayapılara göre odur, ama şu farkla ki cinsin kendisi burada, gerçeklikleri özlerine uygun düşmeyen öteki türler karşısında özel bir tür olarak görünüyor. Eski Ahit’e göre Yeni Ahit neyse, bütün öteki devlet biçimlerine göre demokrasi odur. İnsanın varoluş nedeni yasa değil ama yasanın varoluş nedeni insandır; yasa demokraside insanın varoluşudur, oysa bütün öteki rejimlerde insan yasanın varoluşudur. Demokrasinin temel farkı işte budur.” (K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, s. 46-7)
Marx, “demokrasi bütün ana yapıların çözülmüş bilmecesidir” dese de, daha bu aşamada, “yasa değil ama yasanın varoluş nedeni insan” olacak bir sistemin, taşıyıcı maddi, sınıfsal gücünü keşfetmiş değildir. İnsanların gerçekten eşit olması, demokrasinin bütün toplumu kapsaması, proletaryanın sınıf mücadelesini, sınıfsız toplum perspektifine yerleştirmesiyle olanaklı olacaktır. Enternasyonalin manevi çocuğu olarak tanımladığı Paris Komünü deneyimi ile Marx, bunun zorunlu ve ilk adımı olarak proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesini, halka bir sınıf olarak öncülük etmesini, proletarya diktatörlüğü tezini formüle edecektir.
Demokrasi, ilk defa olarak gerçek imkanlarına bu tezle kavuşur. Sınıfların ortadan kaldırılması için mülk sahibi azınlığın iktidarı ortadan kaldırılmalıdır. Bu da devrim dışında bir yolla gerçekleşemez. Devrim, demokrasinin önündeki engeli, azınlığın egemenliğini ortadan kaldırmaktır.
Bu kavrayış, demokrasinin marksist kavranışında, demokrasicileri hoşnut etmeyen bir kesinlik taşır. Demokrasi gibi her kapıyı açan bir kavramın, böyle net ve bir noktaya tabi olarak tanımlanması, her türden burjuva düşünüşün temel hedefi olmuştur. Onlar demokrasinin sınıfsal tanımlarından uzak dururlar ve karşıdırlar.
Demokrasinin, sınıflı toplumlar çerçevesinde kendini sonuna kadar gerçekleştiremeyişi, bu açıdan sınırlılığı, onun çelişkisinin kaynağıdır. Giderilmesi ise bizzat demokrasinin aşılması[12] ile olacaktır. Demokrasinin aşılması, onun kazanımı mücadelesi içinde çelişkilerinin açığa (bilince) çıkarılarak, sonuna kadar gerçekleştirilemeyeceğinin; bir bütün olarak demokrasinin elde edilemezliğinin ortaya koyulması ile mümkündür. Eğer demokrasi eşitlik ve özgürlükse, özel mülkiyet ve sınıflı toplumsal yapılar, gerçek eşitlik ve özgürlüğe engeldir. Bu nedenle bu sistemlerde kurulacak eşitlik ve özgürlük hep eksik ve yanılsamalı olacaktır. Bütün sınıflı toplumların tarihini sona erdirmenin başlangıcı olarak sosyalist devrim, bir yönüyle demokrasinin kazanılması, aşılması mücadelesiyle doğrudan ilişkiliyken, diğer yönden demokrasinin sınıflı toplum tarihi içindeki evriminden nitelikçe farklılaşır.
İşçi sınıfının iktidar mücadelesinin bir ürünü olarak gelişen demokrasi, aynı zamanda sınıfın kendi demokrasisini iktidar mücadelesinde içselleştirmesi, kendini eğitmesi sürecidir. Sosyalist devrim bu sürecin ürünüdür ve böyle olduğu ölçüde de çoğunluk egemenliği olarak kendini biçimlendirmesi mümkün olacaktır.
Burjuva demokrasisinin sınıf ayrımını ve sömürüyü ortadan kaldırmaya yeterli olmayan sınırlarının (üretim araçlarının özel mülkiyetinin) ortaya koyulması, sınıf savaşının, işçi sınıfının iktidar mücadelesinin ürünüdür. Bu nedenle devrim, demokrasi meselesi açısından bir tercih, aşırıya kaçılmak zorunda kalınan tarihsel ve sınıfsal koşulların talihsiz bir tecellisi değil, bir zorunluluktur. Devrim, demokrasinin kazanılması mücadelesinin bir gereği olarak şekillenir. Lenin bu zorunluluğu anlamayan ya da demokrasinin tutarlı olarak savunulması söz konusu olduğunda sınıfsal olarak yalpalayanlar için şöyle diyor:
“Küçük-burjuva demokratlar, sınıflar savaşımı yerine, sınıflararası uyuşma üzerindeki düşlerini geçiren şu sözde sosyalistler, sosyalist dönüşümü de sömürücü sınıf egemenliğinin alaşağı edilmesi biçiminde değil, azınlığın, görevlerinin bilincine sahip çoğunluğa barışçıl bir boyun eğmesi biçiminde, bir tür düş olarak tasarlıyorlardı.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 33)
Bu düşünceler, bütün düşler gibi güzel gözükmektedir. Ama bu düşün cazibesine kapılıp, sınıflar gerçeğini unuttuğumuzda, demokrasiyi kazanıp aşmak mümkün olmaktan çıkar. Çünkü bu küçük-burjuva düş, burjuva devlet kurumuna çarpıp dağılır. Ama dağılan sadece düş değil, bu düşe bağlanan umutlar ve sınıf savaşımının kazanılmış bütün mevzileri olacaktır.
Bunun için burjuva devlet kurumunun, devlet aygıtını nasıl geliştirdiğine bakmak gerekir.
Burjuva devlet, mutlakıyetin çöküş döneminde ortaya çıkmıştır. Bu devletin en ayırıcı ve temel iki kurumu sürekli ordu ve bürokrasidir. Lenin, Marx ve Engels’in yapıtlarında “bir çok kez, bu kurumları burjuvaziye bağlayan binlerce bağın” belirtildiğini söyler.
“Her işçinin deneyi, bu bağlılığı açıklıkla ve göze çarpar bir biçimde gösterir. İşçi sınıfı, kazık yiye yiye bu bağı tanımayı öğrenir. Bu nedenle, işçi sınıfı, bu bağın kaçınılmazlığını açıklayan bilimi, küçük-burjuva demokratların, ondan pratik sonuçlar çıkarmayı unutarak, onu ‘genel olarak’ kabul etmek gibi daha da büyük bir hafifliğe düşmedikçe, bilisizlik ve hafiflik yüzünden yadsıdıkları bu bilimi, büyük bir kolaylıkla kavrar ve iyice sindirir.” (Lenin, age, s. 37)
İşçi sınıfının “olayların bu akışı” içinde kavradığı ve sonuçta onu,
“...devrimi devlet iktidarına karşı, ‘bütün yıkım güçlerini toplamaya’ zorlayan; ona devlet makinesini iyileştirme değil, tersine yıkma, yok etme görevini” (Lenin, age, s.39)
yükleyen, ne türden ve hangi toplumsal gelişmelerdir? Bürokrasi ve sürekli ordu, burjuva toplum gövdesi üzerindeki asalaklar olarak tanımlanmaktadır. Bu asalaklığı, toplumu bölen iç çelişkiler, yani sınıf çelişkileri yaratmaktadır. Ezilen ara sınıfların, kurtuluşu hangi programda ve hangi yönde görecekleri, onların somut çıkarlarını algılamaları ile, bu ise, bir yandan en demokratiği bile olsa burjuva devlet aygıtının baskı kurumları ve bürokrasi üzerinden ara sınıflar ile geliştirdiği ilişkiler, diğer yandan işçi sınıfının bütün toplumun kurtuluşuna götüren programının, partisinin öncülüğü arasındaki hegemonya mücadelesi tarafından belirlenir.
İşçi sınıfı, burjuva devleti parçalamak için, güç olmak zorundadır. Güç olması ise, toplumun çoğunluğunu yanına kazanması, çoğunluk hareketi olması, çoğunluğu temsil etmesine bağlıdır. Çünkü burjuvazinin gücünden farklı olarak işçi sınıfı, özel baskı aygıtlarına, azınlığın çoğunluğu yönetmesi için gerekli türden olup toplumun üstünde ve ona yabancılaşmış baskı araçlarına değil, tam tersine, çoğunluğun azınlık üzerinde kuracağı türden baskı araçlarına ihtiyacı vardır. Bu ikisi arasındaki fark, demokrasi anlayışları arasındaki farkı oluşturur. Çünkü işçi sınıfının amacı ayrıcalıkları korumak değil, bütün topluma mal ederek yok etmektir.
Kapitalizmin gelişiminin işçi sınıfını toplumun nesnel olarak çoğunluğu yaptığı koşullarda, işçi sınıfının siyasal olarak çoğunluk olması; kendi ideolojisi ve programını birliğinin temeli yapmış olmasına bağlıdır. Burjuvaziye karşı mücadelesinde birliğini kurmayı başardığında, onu devirecek gücü de kazanmış olur. Kapitalizmin gelişiminin işçi sınıfını toplumun çoğunluğu yapamadığı koşullarda, işçi sınıfının diğer ezilenleri yanına kazanması, onların öncülüğüne soyunması, hem burjuvaziyi devirecek gücü kazanması için, hem de çoğunluğun hareketi olması için gereklidir. İşçi sınıfının tek başına çoğunluk olduğu, ya da tek başına çoğunluk olmasa da burjuvaziyi devirecek güce eriştiği koşullarda, ezilen sınıfların kazanılması, toplumun karşıt ya da bir şekilde tarafsızlaşmış kesimlerinin, işçi sınıfı iktidarının kendi çıkarlarına olduğunu algılamasına bağlıdır. Bu ise proletarya devletinin en önemli görevlerindendir.
“...proletaryanın ellerinde devlet iktidarı, proleter olmayan emekçi yığınlarının, proletaryanın yanına kazanılması için bir araç, bu yığınların burjuvaziden ve küçük-burjuva partilerinden koparılıp alınması için bir araç haline gelebilir ve gelmek zorundadır.” (Lenin, “Kurucu Meclis Seçimleri ve Proletarya Diktatörlüğü”, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, s. 191;Toplu Eserler c. 30, s. 262)
İşçi sınıfı, emekçi kesimleri tarafsızlaştırarak, desteklerini alarak, devrimi yapacak bir güç olmuş ve iktidara gelmiş olduğunda, çoğunluğun çıkarlarını, kendi programına tabi kılmak, bu ölçüde onları temsil etmek zorundadır. İşçi sınıfı çoğunluğun muhalefetine, karşı çıkmasına rağmen, toplumun çoğunluğunu karşısına alarak iktidar olamaz. İşçi sınıfının toplumun çoğunluğu ve temsilcisi olup olmadığını ortaya çıkaran ise, onun mücadelesinin evreleri, iktidara yönelişi, ve bizzat iktidarı ele geçirebilmesi olacaktır. Toplumsal olayların ve sınıf mücadelesinin gelişiminin içinde, işçi sınıfının toplumun çoğunluğunu temsil ve onun adına hareket edip etmediğinin en kesin ölçütü, devrimci kalkışma ve burjuva devleti parçalama eyleminin kendisidir. Devrimci kalkışma, sınıf mücadelesi içindeki tarafların güçlerinin gerçek ölçüsüdür. Başarılıp başarılmadığı, azınlık mı çoğunluk mu olunduğunun gerçek ölçütünü[13] verir. Buna karşılık, işçi sınıfı iktidarını parlamentoda ya da seçimlerde çoğunluk olmak koşuluna bağlamak ve bu biçimsel kurumlar içinde çoğunluğu kazanmadığı taktirde, işçi sınıfı iktidarının meşru olmayacağını ileri sürmek küçük-burjuva ideolojilere karşılık gelir.
İşçi sınıfı, örneğin genel seçimleri, böyle bir kalkışma, devrimci girişim öncesinde kendi güçlerini sınama, test etme ve ‘toplumsal taraflaşmayı’ ölçmek amacıyla, Engels’in dediği gibi, bir “termometre” olarak kullanır:
“genel oy hakkı, işçi sınıfının olgunluğunu ölçmeyi sağlayan göstergedir. Bugünkü devlet içinde bundan daha çok hiçbir şey olamaz ve hiçbir zaman da olamayacaktır; ama bu kadarı da yeter. Genel oy hakkı termometresinin, emekçiler için kaynama noktasını göstereceği gün, onlar da, kapitalistler gibi, ne yapmaları gerekiyorsa onu yapacaklardır.” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 202-3)
Ama bizzat seçimleri azınlık ya da çoğunluk olmanın göstergesi ve şartı sayanlar için Lenin,
“... proletaryayı, kapitalizm koşullarında, halkın çoğunluğunun (yani burjuva parlamentosunda bir oy çoğunluğunun) iradesinin bir biçimsel ifadesini elde etmek zorunda olduğu ve iktidarın devrinin daha sonra gerçekleşeceği fikriyle doldurarak aslında burjuvazinin yanında yerini almaktadırlar.”
“Alman ‘bağımsız’ sosyal-demokratlarının ve çürümüş sosyalizmin benzer liderlerinin bu önermeye dayanarak ‘bir azınlığın diktatörlüğüne’, vb. karşı yükselttikleri bütün bu feryatlar, salt bu liderlerin, en demokratik cumhuriyetlerde bile fiilen egemen olan burjuva diktatörlüğünü kavrayamamış olduklarını ve bunun proletaryanın sınıf savaşımı ile ortadan kaldırılmasının koşullarını anlayamadıklarını göstermektedir.” (Lenin, “Kurucu Meclis Seçimleri ve Proletarya Diktatörlüğü”, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, s. 200; Toplu Eserler c. 30, s. 272)
demek suretiyle, toplumsal olayların akışı içerisinde, işçi sınıfının iradesinin, burjuva devletin biçimsel ifadesi olan temsili kurumlara yansımasının zorunlu olduğunu, işçi sınıfının ancak bu yolla iktidar olabileceğini ileri sürmenin işçi sınıfını ve ezilenleri köleliğe mahkum etmek anlamına geldiğini belirtir.
Bazı küçük-burjuva ideologlar “azınlık iktidarına karşı çıkmak” adına, işçi sınıfı partisinin seçimlerde veya parlamentoda çoğunluk olmasını şart koşup, sınıfın tek başına iktidarını yanlış bulmaktadırlar. Bu karşı çıkış, iç içe geçmiş bir çok ön kabulü içermektedir. İşçi sınıfının toplumun azınlığı olduğu, azınlık iktidarının zorunlu olarak diktatörlüğe çıkacağı iddiasının yanında, burjuva devlet kurumunun ele geçirilip kullanılabileceği, ve bu nedenle zora dayanan bir devrimin gerekmediği de ileri sürülmektedir.
Bir azınlığın egemenliğini tesis etmek için örgütlenmiş burjuva devlet kurumları, tam tersine, çoğunluğun egemenliğinin tesisi için gerekli şekli alamaz, buna engel olur. Demokrasi mücadelesi, en gelişkini de dahil olmak üzere, demokratik cumhuriyetin, sonuçta burjuva egemenliğinin bir biçimi olduğunu ortaya çıkarmanın koşullarını yaratır. Bu koşullar, işçi sınıfının öncüleri olan komünistler tarafından, devletin bir azınlığın devleti olduğunu, ve bu gerçeğin onun ele geçirilip kullanılması ile değişmeyeceğini geniş kitlelere teşhir için kullanılırlar.
Bu nedenle burjuva devlet aygıtı yıkılmalıdır. Burjuva devlet aygıtını devralıp, onu değiştirmeye ve egemenliğini bunun üzerinden tesis etmeye çalışacak işçi sınıfı, Lenin’in “görünmez binlerce bağ” dediği ilişkiler yumağı içinde burjuvazinin egemenliğini yeniden oluşturmaya ya da yine bir azınlığın egemenliğini tesise yönelir.
İşte bu nedenle burjuva devlet makinesinin parçalanması ve proleter demokrasinin, eski demokrasinin kurumlarını reddederek kendi işleyişine uygun kurumlar yaratması gerekir. Ama bunun için işçi sınıfının önce, bu gerekliliği kavraması ve demokrasiyi bir yaşam ilkesi olarak kendi iktidar mücadelesinde kurması şarttır.
“Öyleyse, bu dönemin devleti, zorunlu olarak, yeni bir biçimde (genel olarak proleterler ve mülksüzlerden yana) demokratik ve yeni bir biçimde (burjuvaziye karşı) diktatoral almak zorundadır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 43)
Proletarya devrimi, üretim araçlarının kamulaştırılması ile, devlet olarak “devlete özgü son eylem”ini de yapmış olur. Egemenlik işçi sınıfınındır ve bunu kimseyle paylaşmaz. Bu, demokrasinin sönmesi, bütün ayrıcalıkların son bulması için gerekli koşuldur. Bu koşul gerçekleştiği ölçüde demokrasi artık tamdır. Gerçekten demokrasi artık tükenen, sönen ve uykuya dalan devletin kendisidir. Ama bu hiç de proleter demokrasinin bir sınıf egemenliği olmadığı anlamına gelmez. Devlet olarak, son eyleminin başarısı, yani özel mülkiyetin ortadan kaldırılması gerçekleştiği ölçüde, bu türden önlemlere bir daha gerek duymayacak ve demokrasinin tam olarak gerçekleşip ortadan kalkması mümkün olabilecektir. Ama bundan önce, kurulması gereken ara halka, özel mülkiyete bu son darbeyi vurup sosyalist devrimi gerçekleştirmek, yani burjuva devlet makinesini kırıp parçalamak gerekliliğidir.
Her türden ayrıcalığın peşinde koşan ve demokrasiyi tutarlı bir şekilde savunamayacak olan küçük-burjuvazinin temsilcileri, işçi sınıfı içinde, devlet makinesinin demokratik reformlarla ele geçirilip kullanılabileceği propagandasını yaparlar. Küçük-burjuvazinin bu politikası, işçi sınıfı hareketine dayanıp devlet içinde arpalıklar ele geçirmek dışında, çoğunluk gücü olarak işçi sınıfı hareketini oyalamak, gerçek hedeften saptırarak bölüp dağıtmak sonucuna götürür. Küçük-burjuvazi, devrimin görevleri karşısında yalpalar ve kendi başına ondan, gerçek çıkarının işçi sınıfının iktidarında olduğunu kavraması beklenmemelidir. Ancak toplumun öncülüğünü kazanmış, ezilen sınıfları kendi hareketine eklemiş, onlara öncülük yapan işçi sınıfı hareketi, bu ikircikli ve yalpalayan davranış içindeki ara sınıfları, kendi yanına çekmek doğrultusunda burjuvaziden koparabilir. Bu sonucun görülmesi, işçi sınıfını, kendi üzerlerinden nemalanan ve bütün demokratik kazanımların içini boşaltan bu asalak kitleyi ortadan kaldırmaya, bürokrasiyi ve onların temsil ettiği devleti ele geçirip kullanmak doğrultusundaki son inançlarının yıkılmasına, bu durumda, devlete karşı,
“bütün yıkım güçlerini toplamaya zorlar; ona devlet makinesini iyileştirme değil, tersine yıkma, yok etme görevini yükler.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, s. 43)
Demokrasi mücadelesi işçi sınıfının iktidarı ve proletarya diktatörlüğü hedefinden bağımsızlaştığında ise demokrasi, bir kavram olarak sınıfsal temellerinden koparılmıştır ve ayrı bir sistem olarak öne çıkarılmaya başlar. Bu anlayış, devletin egemen sınıf burjuvaziyle bağının ilk anda görülmesini engeller, sınıflar üstü ve tarafsız gözükmesinin koşullarını sağlar. Ara sınıf ve katmanların koltuklar ve payeler kapıp öne çıkmaları, egemenlerin bu sınıflar içinde kendine yandaş bulması anlamına gelir. Bu sayede, burjuvazinin egemenliğini gizlemeye ve bu gizlilik üzerinden yeniden tesis etmeye hizmet eden bir anlayıştır. Küçük-burjuvazinin dünya görüşüne denk gelen bu demokrasi anlayışı, demokrasinin tutarlı bir savunusunu yapamaz. Bu tür anlayışlar en genel olarak liberalizm başlığı altında toplanılabilir. Bu kavrayış, kendi maddi temelini yine kapitalizmin yanılsamalı piyasa ilişkilerinde bulur ve buradan kaynaklanır. Stanley Moore’un özlü bir şekilde anlattığı gibi;
“...Demokratik cumhuriyet kapitalizm için en uygun siyasal biçimdir, çünkü bürokratik yönetim ve genel oy arasındaki ilişki kapitalist sömürü ve mal değişimi arasındaki ilişkinin en uygun tamamlayıcısıdır.” (Stanley Moore, Devlet Kuramı, s. 85-7)
Bu durumda liberalizmin demokrasi kavrayışına ve özellikle sosyalizmin yıkımı sonrası gelişmelere kısaca değinmekte yarar var. Çünkü üçüncü bir yol olarak demokrasi anlayışı, bugünlerdeki bütün post-modern çeşitliliği altında esasında liberalizmden başka bir şey değildir.
Sosyalizmle kapitalizmin bazı özelliklerinin birbirine yakınlaştırılıp (convergence) kaynaştırılarak her türlü sınıf iktidarının dışında bir demokrasinin ortaya çıktığının ve demokrasinin sınıflar üstü olabileceğinin ileri sürülmesi, sosyalizmlerin yıkımı ve yenilgi koşullarında daha fazla savunulur oldu. Zaten bu türden görüş sahipleri, sosyalizmin yıkımından öncesine uzanan bir süre boyunca, hem kapitalizmin hem de sosyalizmin alternatifi olabilecek en uygun sistem olarak demokrasiyi savunup durmaktaydılar. O zamanlar sosyalizmi doğrudan karalamak ve saldırmak pek akıllıca sayılmadığından, sosyalizmin de iyi yönleri olduğunu kabul etmiş görünür, kuşkusuz kapitalizmin özel mülkiyetçi temeldeki ‘iyi’ yanları ile harmanlanarak oluşturulacak karma demokratik bir sistemin mümkün olduğunu savunurlardı.
Demokrasiyi, üçüncü bir alternatif ve en iyi tercih olarak ileri süren fikir sahipleri, sosyalizmin yıkılmasıyla kendi görüşlerinin doğrulanmasının nesnel temellerinin oluştuğunu ileri sürmüşler ve demokrasiye, demokratik sisteme bir şans verilmesi gerektiğini daha kuvvetlice vazedip durmuşlardır. Bugünlerde ise artık demokrasiyi her derde deva bir kavram olarak ileri süren burjuva ideolojisinin her bir çeşidinin, sosyalizmden demokrasiye nakledilecek olumlu tek bir özellik bulamamasına bakarak, aslında geçmişte de sosyalizmin yeminli düşmanları olduklarını çıkarmak mümkündür! Demokrasinin ayrı bir sistem olarak görüldüğü durumlarda bile, artık burjuva ideolojik yelpazenin hiç bir noktasında sosyalizmden demokrasiye, demokratik rejime aktarılacak bir parçadan, bir özellikten söz eden herhangi bir kimseye rastlamak mümkün değildir.[14] Bu türden şeylerin bile sözü edilmez olmuş, demokrasi ile sosyalizmin olabilecek her türlü bağı reddedilmiştir!
Sadece burjuva cepheden değil, sosyalizmin içinden yöneltilen eleştirilerin önemlice bir kısmı da sosyalizmin yıkılmasına esas gerekçe olarak demokrasi meselesini göstermektedir; demokrasi meselesini aşamadığı, demokratik olmadığı için yıkıldığını ileri sürmektedirler. En genel anlamda doğru kabul edilse bile içeriden yapılan bu türden eleştirilerin, demokrasinin olması gereken biçim ve yöntemleri üzerine söylediklerine bakarak, burjuva demokrasisinin sınırları içine geri çekilmeyi önerdiklerini çıkarabiliriz. Çünkü bu türden eleştiriler, çoğulculuğu temel alarak işçi sınıfının mutlak iktidarını, bu durumda egemenliğini demokratik sistemle uzlaşmaz bulup diğer toplumsal kesimlerle işçi sınıfını eşitledikleri bir demokrasiyi sosyalizmle uzlaştırmaya çalışmaktadırlar. Bu ise mantıki olarak demokrasinin aşılması ile ulaşılacak sınıfsız toplum perspektifine değil, işçi sınıfı dışı konumları da demokrasinin eşitleri olarak kabul eden ve doğal olarak özel mülkiyet temelini ortadan kaldırmayı akamete uğratacak bir açılımı beraberinde getirmektedir.
Önceleri burjuva cephenin bir kısmı tarafından sosyalizmden de kapitalizmden de daha erdemli bir yönetim biçimi, bir sistem olarak propagandası yapılan demokrasi, sosyalizmin yıkımı ve işçi sınıfının yenilgisi ile birlikte doğrudan kapitalizmin bir ürünü, onun zorunlu siyasal biçimi olarak, başka bir tanım çerçevesine oturtulmaya çalışılmıştır. Liberal demokrasi kavramı, demokrasi kavramının önüne geçmiştir. Burada liberal kavramının taşıdığı, ekonomik alana, üretim ilişkileri alanına ait yüklerin fark edilmemesi mümkün değildir! Sosyalizmin ve sosyal devletin tasfiyesi, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi, çevre ülkelerin yeni türden bağımlılık ilişkilerine sokulup sermaye birikim rejimleri çerçevesinde yeniden düzenlenmesi; bütün bunlar, liberal sıfatının demokrasi kavramı ile ilişkilendirilmesi çerçevesinde gerçekleşmiştir.
Doğu Avrupa ülkelerinin kapitalizme entegrasyonu, devlet işletmelerinin tasfiye süreciyle başlamıştır. Bunun için de, uzun süredir devletçi bir geleneğe yaslanarak atalet içinde yaşarken, yaslandıkları bu duvarın yıkılması sonucunda şaşkınlaşan insanların serbest piyasanın erdemlerine, özgürlük ve demokrasinin olmazsa olmaz maddi temelinin yine kapitalizmin bizzat kendisi olduğuna inandırılmaları gerekmiştir! Devletin ekonomiden çekilmesi ile demokrasinin maddi temellerinin kendiliğinden oluşacağı tezi, bireyin kendini gerçekleştireceği özgürlük koşullarına kavuşması ile ilişkilendirilmiştir. Bu nedenle liberal demokrasi savunusunun saldırıya, serbest piyasa koşullarının propagandası ile başlaması, özgürlük kavramını nasıl tanımladığını hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde ele vermektedir.
Buna göre insanlar, serbest piyasanın fırsatlarından yararlanmak üzere eşittirler ama bunun ötesinde hiç kimse bir diğeri ile doğuştan eşit değildir. Bu nedenle de farklılıklar hep vardır ve zaten olması gerekir. Kuşkusuz ki bu savunuda eşitsizlik, kötü bir şey olarak görülmez ve aynı zamanda doğuştan, tanrısal kabul edilir. Doğuştan gelen eşitsizliklerin topluma faydalarının olduğu ve bunun da reddedilmesi değil, erdem olarak görülmesi gereken bir olgu olduğu ileri sürülür. Toplumda varolduğu ileri sürülen fırsat eşitliğinin sağladığı zemin üzerinden yeteneklerin yarışması, kuşkusuz ki eşitsizliklerin kendilerini ifade etmeleri demek olacaktır ve eşitsizliğin kaynağı da kendisi de kötü ya da olumsuz olarak değerlendirilemeyeceği gibi, bunun sonuçları da olumsuz olarak değerlendirilmemelidir. Hatta, bir ödül sistemi olarak algılanması gereken ve doğuştan kaynaklanan bu eşitsizlik, sistemin ve toplumun yaratıcı gelişiminin dinamiği olarak kutsanması gereken bir erdemdir. Yeterince azimli ve çalışkan olmayanlar altta kalacaklar, mücadele edenlerse kazanacaktır! Toplum miskinleri değil, yırtıcı ve yaratıcı bir şekilde hedeflerine ilerleyenleri omuzlarına almalı ve onları, sahip oldukları özel mülkiyetlerini kutsayarak ödüllendirmelidir; eşitsizlikleri yok etmeye çalışmak bu nedenle toplumsal dinamikleri ve yaratıcılığı öldürür!
Liberal demokrasi, genel olarak demokrasinin eşitlik bileşeni ile ilişkisini böyle kurar.
Eşitlik kavramı böyle algılandığında özgürlük kavramının içi de doldurulmaya başlanmış demektir. Bu türden çalışkan ve aynı zamanda toplumun temelini oluşturan bireylerin önü kesilmemeli, onların kendilerini gerçekleştirmeleri için gerekli ortam hazırlanmalıdır. Özgürlük, bireyin kendini gerçekleştirmesinin maddi koşullarının oluşturulmasıdır. Bu da ancak, serbest piyasa koşullarında, herkesin hedeflerine koşması ile ilgili bir kavram olarak düşünülebilir! Yeni liberal ideologlar, özgürlük ve pazar kavramları arasında yaşamsal bir bağ kurarlar. Bunlara göre pazar mekanizması dışında insanın özgürleşmesi ve yücelmesi mümkün değildir. Hayek ve Nozcik gibi bir dönemin moda ideologları, insanın ancak pazar ilişkileri içinde özgürlüğün bilincine varabileceği savunmuşlardır. Türkiye’deki liberal yazarlardan[15] birisi de, örneğin Adam Smith’in görünmez elini kutsarken, üretim anarşisini, yani güçlünün elini öptüğünü aklına bile getirmez.
“O, bilgi ve algılama limitlerimizi aşan ekonomik faaliyetleri düzenleme metotlarıyla karşı karşıya geldiğimizi gören ilk insandır. Ünlü ‘görünmez el’ tasviri, insanın nasıl farkında bile olmadan niyetleriyle hiç ilgisi olmayan sonuçları teşvik etmeye yönlendirildiğini ifade etmektedir.” (Atilla Yayla, Özgürlük Yolu: Hayek’in Sosyal Teorisi, s. 119)
Bu ideologların niyetleri bir yana, gerçekten de işçi sınıfının, pazarın ne olduğu ve kendisini nasıl görünmez bağlarla sermayeye bağladığı üzerine edindiği tecrübe ve bilinç, burjuvazinin bu ideologlarının anlatımlarını tersten okuyarak olumlamamıza neden olacak gibidir! Gerçekten işçiler özgürlüğün değerini pazar ilişkileri içinde daha bir iyice anlayabilirler! Ama bu ideologların iddialarının tersine, sermaye ile kurdukları ilişki içinde, kendi özgürlükleri demek olan köleliklerini yaşadıkları için!
Milton Friedman gibi düşünürler, demokrasiyi anlatırlarken aslında kendi açılarından onu nasıl anladıkları, ona nasıl sınıfsal anlamlar yüklediklerini de ele veriler. Eşitsizlikleri kabul eden Friedman, üç kişi yolda yürürken birinin bulduğu 20 doların, bu kişinin hakkı olduğunu, diğer iki kişiyle bölüşmesi gerekmediğini söyleyerek doğuştan gelen, kazanılan eşitsiz konumları meşru gördüğünü belirtmiş olur. Ve şöyle bir sonuç çıkarır.
“Serveti dünyadaki tüm insanların ortalamasından daha yüksek olan herhangi bir kimsenin hemen bu fazlalığı diğer bütün dünya sakinlerine eşit şekilde dağıtarak elinden çıkarması gerektiğini kendimize ya da yurttaşlarımıza karşı ileri sürmeye hazır mıyız? Hepimiz, eğer başkalarınca yerine getirilirse, böyle bir davranışı hayranlıkla karşılar ve övebiliriz. Ancak dünya çapında bir ‘hazıra konma’ uygar bir dünyayı imkansızlaştırır.” (Milton Friedman, Kapitalizm ve Özgürlük, s. 267)
Friedman’a göre, demokratik rejimin yetki alanı, pazarın özgürlüğünün başladığı yerde biter. Demokrasiyi kullanarak, pazarı kısıtlamayı yasaklamayı önermekte ve demokrasinin anlamını bu şekilde savunmaktadır. Yani, sermayenin merkezileşmesi, yıkım ve toplumsal eşitsizliklere müdahale etmek için demokrasi kullanılmamalıdır. Bugün, ekonomi ile siyaseti birbirinden ayırmak gibi, tamamen ideolojik olan önermelerin sahipleri, Türkiye’yi ve bağımlılık ilişkisi içindeki ülkeleri, siyasi mercilerin denetimi dışında çalışan ve siyasi mekanizmalara hesap vermek zorunda bulunmayan bir takım kurullar eliyle yönetmek istemektedirler. Halihazırda bunu da büyük ölçüde başarmışlardır. Bu sayede demokratik araç ve kurumların engelleyiciliğinden kurtulmayı, işçi sınıfı ve emekçilerin demokrasi mücadelesi üzerinden sermayenin “sınırsız olması gereken özgürlüğüne” gereksiz müdahalelerini yok etmeyi ummaktadırlar.
En nihayetinde burjuva ideologlar, demokrasinin sınırı ve varlık gerekçesi olarak, pazarın dokunulmazlığını kabul etmeyi zorunlu bir anayasa maddesi olarak savunacak kadar ileri gidebilmişlerdir. Bugün de bu ideolojik etkiler devam etmekte, serbest piyasa ve özgürlükler ilişkisi üzerinden bir çeşit demokrasi amentüsü oluşturulmaya çalışılmaktadır.
İşte tam da bu durum, yani demokrasinin köklerinden ve burjuva devrimler çağında aldığı anlamlardan böylesine sıyrılarak tarif edilmesi, baştan beri anlatmaya çalıştığımız yenilgi koşullarının, burjuvazinin arsızlıkta gemi azıya almasının bir sonucudur ve bu tartışmada taraf olunarak demokrasi doğru bir şekilde tanımlanamaz, savunulamaz. Onu biz, kendi bildiğimiz gibi tanımlamalı, kendi bildiğimiz yerden okumalıyız. Çünkü demokrasinin sınıfsal bakış açısı dışında kavranması mümkün değildir.
Kapitalizmde demokrasinin sınırları özel mülkiyet tarafından çizilir. Sömürüyü ortadan kaldırmayan her türlü eşitlik girişimi eksiktir ve eşitsizliği tekrar üretmek sonucunu verir. Bir işçi eğer patronuna,
“Benim sana sattığım meta, bütün metalardan farklıdır; onun kullanımı değer yaratır, kendisinden daha büyük olan bir değer. Zaten sen de, onu bunun için satın almıştın. Senin yönünden sermayenin kendiliğinden genişlemesi gibi görünen şey, benim için, fazla emek-gücü harcanmasıdır.” (K. Marx, Kapital, c. 1, s. 230)
dedikten sonra, Sokrates’in en cahil kişinin, en karışık problemleri soruları doğru sorarak çözebileceğini kanıtlaması gibi,
“Bir günlük emek-gücü için bana para ödediğin halde, onu üç gün kullanmış olursun. Bu, hem aramızdaki sözleşmeye, hem de değişim yasasına aykırıdır. Bu nedenlerle ben normal uzunlukta bir işgünü istiyorum ve bunu da kalbimi işe karıştırmadan yapıyorum, çünkü para konularında duyguların yeri yoktur. ... sizin benim karşımda temsil ettiğiniz şeyin, göğsünde kalbi yoktur. Orada çarpar gibi görünen benim kalp atışlarımdır. Normal bir işgünü istiyorum, çünkü ben de diğer bütün satıcılar gibi malımın değerini talep ediyorum.” (K. Marx, age, s. 231)
diye söze devam ederse, özel mülkiyet sınırına gelip dayanmış olur. İşçi sınıfı bu sınırda tabii ki, karşısında egemen sınıfın devletini özel mülkiyetin bekçisi olarak bulacaktır.
Öyleyse der Marx,
“burada bir karşıtlık, her ikisi de değişim yasasının damgasını taşıyın iki hak arasında bir çatışma vardır. Eşit haklar arasında son sözü kuvvet söyler. Ve bunun için de, kapitalist üretim tarihinde, bir işgününün belirlenmesi, sürüp giden bir savaşımın kolektif sermaye, yani kapitalist sınıf ile kolektif emek, yani işçi sınıfı arasındaki savaşımın bir sonucu olarak kendisini gösterir.” (K. Marx, age, s. 232)
Emek bir metadır, ama bütün diğer metalardan farkı, değerin yaratıcısı, kaynağı olmasıdır. Bu nedenle, diğer bütün metaların alım satımında geçerli olan, değer eşitliğinin bozulmasının sebebi bir düzeyde ticari kurnazlıklar, başka bir düzeyde tekel kârları, ayrıcalıkları iken, ve yine de karşılıklı eşitsizlikler sonuçta birbirini dengelerken, emek metasının alım satımında geçerli olan kural, onun bu özelliğinden, kendi değişim değerinden fazla bir değeri ürüne katabilmesinden kaynaklanır. Diğer bir tüketim nesnesini ne kadar kısa ya da uzun bir zaman diliminde tüketirseniz tüketin, ürüne aktarılan değeri değişmez ve sizin kullanımınızın biçimi, onu ne eksik ne de fazla kullanmanızı sağlayabilir. Ama emek-gücünün kullanımı, tüketim süresi, onun değişim değerinden daha fazla üretmesine imkan verir; bunun nedeni de değerin tek kaynağı olmasıdır. Sömürünün ve kapitalist üretimin kaynağı ve amacı, işte bu özelliği nedeniyle emek-gücü istismarıdır. Sömürüye karşı çıkmanın ve eşitliğin amacı da işte bu gerçek eşitliği sağlamaktır. Emek-gücü kullanımı ne kadar değer üretmişse, aynıyla karşılığını isteyen işçi, kapitalistlerin bir sınıf olarak gereksizliğini öne sürüyor demektir. Bu ise, siyasal düzeyde iktidara ve egemenliğe talip olmaktan başka bir anlama gelmediği gibi, gerçekleşmesinin başka bir yolu da yoktur.
İşçi artık, burjuvazinin eşitlik anlayışının sınırına gelip dayanmıştır. Ama hâlâ kendisi için eşitlik gerçekleşmemiştir. Eğer bu sınır aşılmış olsaydı, sermayenin de kapitalistin de maddi temellerinin, varlık koşullarının ortadan kaldırılması mümkün olurdu. Ama maddi temellerinin, varlık koşullarının ortadan kaldırılması, sömürücü azınlığın egemenliğinin yıkılmasına bağlıdır. Kapitalizm sadece, kolektif mülkiyetin, sosyalizmin maddi temellerini hazırlar, ama bu temele uygun üretim ilişkilerinin kurulması, işte bu egemenlik ilişkisinin, yani azınlık egemenliğinin aşılmasına bağlıdır. Devrimin öznel koşulları oluşturulmadan bu sınır aşılamaz. Öznel koşullar arasında, işçi sınıfının demokrasi mücadelesinin ve eğitiminin önemli bir yeri vardır.
Proletarya diktatörlüğü, devlet olmayan devlet olma özelliğini, tarihteki bütün devletlerden farklı olarak, ilk defa emekçi sınıfların yani çoğunluğun devleti olmasından alır. Emekçi sınıfları öncülüğünde birleştiren işçi sınıfı, bu hegemonyasını demokrasi mücadelesi; eşitlik, hak ve özgürlükler mücadelesi içinde kurmalıdır. Bu yolla devrimi yapacak bir güç olmayı başaracak, toplumun, emekçi sınıfların desteğini alarak bir kez iktidar olduğunda, gerçek demokrasinin önündeki en büyük engel olan özel mülkiyeti kaldıracaktır.
Demokrasinin uykuya dalması, sönmesi, en azından egemenlik ilişkisinin, azınlığın egemenliğinden, çoğunluğun egemenliği biçimine geçmesine ve azınlık egemenliğinin daha önce yarattığı bütün araçları özsel olarak yadsımasına bağlıdır.
“Sosyalistlerin bir başka siyasal ve teorik yanlışı da, demokrasinin biçimlerinin, ilkçağdaki tohumlarından başlayarak, egemen sınıflar birbirlerinin yerini aldıkça, yüzyıllar boyunca, zorunlu olarak değişmiş bulunduklarını anlamamaları olgusuna bağlıdır. İlkçağ Yunan cumhuriyetlerinde, ortaçağ kentlerinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, demokrasi çeşitli biçimlere bürünür ve çeşitli derecelerde uygulanmış bulunur. İnsanlık tarihinin bugüne değin gördüğü en büyük devrimin, dünyada ilk kez olarak, iktidarın sömürücüler azınlığından sömürülenler çoğunluğuna geçişinin, eski demokrasinin, parlamenter burjuva demokrasisisin çerçevesi içinde olabileceğini, en derin değişiklikler olmaksızın, demokrasinin yeni uygulama biçimlerini vb. ete kemiğe bürüyen yeni demokrasi biçimleri, yeni kurumlar yaratılmaksızın olabileceğini düşünmek adamakıllı saçma olur.” (Lenin, “Komünist Enternasyonal 1. Kongresi, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler ve Rapor”, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, s. 125-6; Toplu Eserler c. 28, s. 464)
Ücretli emek ve sermaye ilişkisinin dışına çıkabilen bir demokrasi kavramı, burjuva demokrasisi sınırları içinde tanımlanamaz. Piyasanın gerektirdiği eşitlik anlayışını aşar ve sömürünün ortadan kaldırılması, sınıfsızlık temelinde bir eşitliği hedefler. O, artık başka türden bir sınıf demokrasi olmak zorundadır. Bu durumda, en gelişmiş haliyle burjuva demokrasisi, hem işçi sınıfı açısından mücadelesinin hem de burjuvazi için eşitsizlik, ezme - ezilme ve sömürü ilişkilerini kitlelerin ve işçi sınıfının bilincinden gizleyebilmesinin en uygun koşullarını aynı anda sunabilmektedir. Bu niteliklerinden hangisinin geçerli olacağı, sınıf mücadelesinin seyri, niteliği ve nereye yöneldiği ile ilişkili olarak belirlenir.
İşçi sınıfının, sınıf savaşımı içinde elde ettiği haklar, onun mücadelesinin olanaklarını geliştirir. İşçi sınıfı, hem kendisini hem de toplumun diğer emekçi kesimlerini, gerçek eşitlik ve özgürlüğün koşullarının özel mülkiyet rejiminin ortadan kaldırılmasıyla oluşacağına ikna etmek için, sorunların kaynağının özel mülkiyet rejimi ve sınıflar olduğunun görülebildiği noktaya kadar geliştirmeyi ve bunun mücadelesini sürdürmelidir. Bu açıdan kazanılan her hak ve özgürlük, iktidar mücadelesinin yeni bir mevzisi olacak, işçi sınıfının bilincinin, örgütlüğünün ve savaşımının boyutlarını geliştirecektir. Eşitsizliklerin, ezme - ezilme ve sömürü ilişkilerinin kaynağının sınıflar gerçeği olduğunun görülmesini sağlayan koşullar, demokrasinin gelişmişliğini, bu nedenle de sınıf mücadelesinin en uygun koşularını oluştururlar.
Sınıf mücadelesinin çeşitli nedenlerle geri çekildiği, yenildiği, uzlaştığı her durumda, tersi bir gelişim söz konusu olacaktır. Nasıl elde edilmiş ve sınıfın bilincine nasıl işlemiş olursa olsun, yeni durumda burjuvazi, demokrasi kavramını muğlaklaştırarak, sınıf bilincini dağıtmaya, çelmeye, bulanıklaştırıp burjuva yargılarla sakatlamaya çalışacaktır. Burada kıstas, işçi sınıfının mücadelesinin iktidar hedefine göre değil de çeşitli türden kısmi kazanımlara, demokratik hakların elde edilmesine göre kurulmasıdır. Bu aslında, egemenlerle uzlaşma anlamına gelir. Kazanımların korunması da, geri çekilmenin, yenilginin biçimi de sınıf örgütlülüklerinin mücadelesine, sınıf bilincinin sağlamlığına, sürekliliğine bağlıdır. Çok fazla kaybın söz konusu olmaması durumunda bile, işçi sınıfı bir noktada ‘demokrasi’ kavramı üzerinde burjuvazi ile uzlaşmayı seçmiş demektir. Çünkü burjuva demokrasisi, her türden sömürü ve ezme - ezilme ilişkisinin üstünü örtmekte, bilinçlerden gizlemeye yarayan en uygun koşulları oluşturmaktadır.
Sınıflar ve üretim ilişkileri ekseninden soyutlayıp, bütünlüğünden koparılarak kullanıldığında, en gelişkin demokrasi bile, işçi sınıfı ve komünizm açısından nihai amacı imleyen, onun eğitimini sağlayan niteliklerinden sıyrılmakta, aksine eşitsizliklerin, sömürünün sürdürülebilmesine hizmet eden bir kavram olmakta; bu çerçeveyi kitleler nezdinde kabul edilebilir kılan bir tercih olarak belirmektedir.
Demokrasi, demokratik hak ve özgürlüklerin gelişmişliği, sorunların gerçek kaynağı olarak işçi sınıfının ve toplumun bir bölümünün, sınıfları ve özel mülkiyet rejimini görmesini kolaylaştırırken, diğer bir bölümün, bunun tam tersine, bizzat demokrasinin kendisini çözüm olarak görmesine yol açabilmekte, kitlelerin bu noktaya takılıp kalmasına sebep olabilmektedir. Bu sonuçlardan hangisinin belireceği, bir düzeyde, sürüp giden sınıf savaşımının, sınıf üyeleri tarafından ‘kendiliğinden kavranması’, ‘algılanması’, bir başka düzeyde ise, onun öncüsünün sahip olduğu mücadele hattı ve ideolojisi tarafından belirlenir.
Demokrasi, hem sınıfsal içerikler taşımakta hem de sınıfların güç ilişkileri ölçüsünde, bizzat sınıflar arası ilişkiyi, sınıf mücadelesinin aldığı biçimleri ifade etmektedir. Bu nedenle, uzlaşmaz sınıfların mücadelesinin bir sonucu olmasının yanında, başta her iki uçta yer alan uzlaşmaz sınıfların üyeleri olmak üzere, toplumun bütün üyelerini bağlayan genel toplumsal düzenlemeleri de ifade etmektedir. Sınıflar arası güç ilişkilerinin her bir aşamasında tanımlanabiliyor olması ölçüsünde mutlak olamayacağı da böylece ortaya çıkmış olur. Değişiminin, gelişmesi yönündeki hareketinin bir yönü vardır ve bu yöne yüzü dönük olan sınıf, işçi sınıfıdır. Aslında bundan dolayı kavramın ve ifade ettiği her şeyin nedeni, sorumlusu işçi sınıfıdır. Yürürlükte ve geçerli olan demokratik hak ve özgürlüklerin, işçi sınıfının karşıtı ile yani burjuvazi ile mücadelesi temelinde belirmesi, hak ve özgürlüklerin onunla birlikte tarif edilmesi anlamına gelmektedir. İşçi sınıfı ile pazarlık ve mücadele içindeki burjuvazinin de bu kavramın ifade ettiklerini kabul etmesi, en azından güç ilişkileri kendi lehine değişene kadar kabul etmek zorunda kalması ölçüsünde demokrasi, sınıflar üstü bir görünüm kazanır.
Bu görünümü kazandığı ölçüde burjuvazinin, işçi sınıfını karşısına almış olmasından kaynaklı olarak, bu pazarlıktaki konumu, demokrasiye sırtını dönmüş olması hali gölgede kalır. Elde edilişinin bu biçimi, sınıflar üstü gözükebilmesine; genel ve evrensel insanlık değerlerini, insan haklarını ifade etmesi anlamında, bütün sınıfların ortak değeri gibi gözükmesine neden olmaktadır. Bu yanılgının yayılması ve genel kabul görmesi ise sınıf hareketinin geri çekilmesi, politik hedeflerinden vazgeçmesi, burjuvazi ile çeşitli düzeylerde uzlaşması ölçüsünde daha da mümkün olmaktadır. Bu koşullarda demokrasi, sınıf mücadelesinin bir tarafı ve bizzat kendisinin itici gücü olan işçi sınıfının eyleminin değil de, bütün insanlığın ortak, ve bütün sınıfların birlikte eyleminin bir sonucu gibi gözükür, gözükebilir. Kuşkusuz bu sonuç, ideolojik ve politik düzeylerde süren sınıf mücadelesinin bir ürünü olacaktır.
Uzun süredir yenik ve en geri konumlarda bulunan, çoğunca da burjuvazi ile uzlaşmaya hazır anlayışlar ve örgütlenmelerce yönetilen sınıf hareketinin bugünkü niteliği, bu zemin üzerinden, demokrasi kavramının kullanımında tam bir karmaşanın oluşmasına imkan verebilmektedir. Sınıf mücadelesinin niteliğinden kaynaklı olarak bugünün tarihsel koşulları, yanılgının büyümesine sebep olmaktadır.
Demokrasinin gelişmesi, sınıf mücadelesinin ürünüdür. Demokratik hak ve özgürlüklerin genişliği, özgürlüklerin sınırını göstermesi, demokrasiyi oluşturan özelliklerin, parçalarının, onu kullanan sınıfın hareketinin yönü açısından, sınıf mücadelesinin kendisine bir çerçeve çizmesi anlamına gelir. Bu çerçeve ise azınlık - çoğunluk ilişkileri çerçevesidir. Burjuvazi, azınlıklarla çoğunlukların oluşmasını, emek - sermaye karşıtlığının bilince çıkmasını engelleyerek ve örgütsel ifadelerine saldırarak kendi lehine oluşturmaya çalışır. Bunu devleti üzerinden gerçekleştirebildiği ölçüde, burjuva egemenliğinin üstünü örten bir özellik kazanır. İşçi sınıfı ise, çoğunluğun gücüyle, çoğunluğu temsilen ve çoğunluk hareketi olarak karşısına azınlık iktidarını alır.
Burjuvazinin ekonomik egemenliği, devlet aracılığıyla kendi politikalarına çoğunluğu kazanmasına ve çoğunluk egemenliği olarak görülmesine hizmet eder. Görülür bir şekilde üretici güçlerin sahibi, görünmez binlerce bağla bürokrasi ve sürekli orduyu kendine tabi kılan sınıf olarak burjuvazi, oluşturacağı çeşitli türden çoğunlukların öncüsü ve oluşturucusu olma imkanına sahiptir. Bu durum, toplumda var olan ve sürekli yaratılan sayısız türden çelişkilerin emek - sermaye çelişkisini gölgede bırakmasına, gizlemesine yarar. Bu ise nesnel olarak çoğunluk olan sınıfın, ezilenlerin, her durumda bölünmesine, azınlık durumuna düşmesine neden olabilmektedir. Burjuva demokratik cumhuriyet, bu toplumsal zemin üzerinde, burjuvazinin en emin yönetim biçimi olarak şekillenir.
İşçi sınıfı, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi içinde, demokrasinin sınıf mücadelesine çizdiği burjuva çerçeveleri aşma bilincine erişebilir. İşçi sınıfı emek - sermaye karşıtlığı dışında belirlenen her türden azınlık - çoğunluk ilişkisini bozup, kendini ve toplumu emek - sermaye çelişkisi temelinde kurma imkanına nesnel olarak sahiptir. Bu durumda her bir toplumsal çelişkiyi emek - sermaye çelişkisine tabi kılmak, bizzat o çelişkilerin çözüm imkanını içermesinden ötürüdür ve işçi sınıfı hak ve özgürlüklerin kazanılması mücadelesi içinde, her türden çelişkinin çözümü olarak emek - sermaye çelişkisinin önceliğini, temel teşkil ettiğini topluma kabul ettirebilir. Bu ise politikanın konusudur. İşçi sınıfının politika yapış tarzı, önceliklerini ve propaganda faaliyetinin niteliğini belirler. İşçi sınıfı politikası, nesnel olarak çoğunluk olan ezilenleri, siyasal düzeyde de çoğunluk durumuna yükseltmeye ve bu çoğunluğun öncüsü olmaya yöneliktir. Toplumsal sorunların emek - sermaye karşıtlığından kaynaklandığını gösterebildiği, kendini ve toplumu emek - sermaye karşıtlığı temelinde örgütleyebildiği ölçüde, her türlü demokratik talebin destekleyicisi olarak toplumun öncülüğünü kazanabilir. Demokrasi mücadelesinde iktidar için hazırlığını geliştirir. Sömürüyü gizleyen bu demokratik örtüyü yırtıp, gerçek özgürlüğün maddi imkanlarına, yani kendi iktidarına ulaşabilir. Bu nedenle demokratik cumhuriyet, işçi sınıfının mücadelesi için en uygun koşulları oluşturur.
Demokrasinin, demokratik cumhuriyetin hem burjuvazi için en emin yönetim biçimi olması, hem de işçi sınıfının en uygun mücadele koşullarını sunması, bir çelişki gibi gözükmektedir. Ama bu özellikler kendi başlarına ve tanımsız bir noktadan değil, sınıf mücadelesinin seyrine, yönüne ve dengelerine göre bir anlam kazanır, sınıf mücadelesinin çeşitli yönlerde gelişimi içinde öne çıkarlar; sınıf bilinci ve örgütlülüğünden bağımsız değildirler. Bu iki özellikten biri, diğerine karşı, mücadelede hangi sınıfın ağır bastığıyla ilişkili olarak öne çıkar, öne çıktığı ölçüde de diğerini geri iter.
Kapitalizmin çelişkileri derinleştikçe, bir tarafta mülksüzler sınıfı çoğalmakta diğer tarafta küçük bir azınlık bütün toplumsal servete el koymaktadır; toplum gittikçe daha çok iki temel kampa bölünmektedir. İşçi sınıfı çeşitlenerek ve genişleyerek, toplumun ezici çoğunluğu haline gelmektedir. Bu durumda demokrasinin bu iki özelliğinden hangisinin ağır basacağını belirleyen, işçi sınıfının mücadelesinin komünizmin öncülüğüne girmesine ve burjuva fraksiyonlardan, üçüncü yol gibi her tür küçük-burjuva görüşün etkisinden sıyrılmasına bağlıdır. Çünkü;
“...Tüm bilmem hangi üçüncü yol düşü, küçük-burjuvaların gerici bir sızlanmasıdır. ... Ekonomi-politik bilimi de, her meta ekonomisinde, ancak kapitalizmin ta kendisinin gelişmesi ile gelişen, çoğalan, sağlamlaşan, pekişen sınıf, yani proleterler sınıfı tarafından değiştirilebilecek burjuvazi diktatörlüğünün zorunluluğunu açıklayan Marksizmin içeriği de bunu gösterir.” (Lenin, “Komünist Enternasyonal 1. Kongresi, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü Üzerine Tezler ve Rapor”, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü içinde, s. 125; Toplu Eserler c. 28, s. 463-4)
K. Marx, Kapital, c. 1-2, Sol Yayınları, Ankara, Kasım 1992
K. Marx, Kapital, c. 3, Sol Yayınları, Ankara, Şubat 1990
K. Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara 1997
V. I. Lenin, Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Ankara, Mayıs 2003
V. I. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yayınları, Ankara, Kasım 1992
V. I. Lenin, Collected Works (Toplu Eserler), Progress Publishers, Moscow, 1977
F. Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara, 2002
Stanley W. Moore, Marx, Engels, Lenin’de Devlet Kuramı, Simge Yayınları, İstanbul
Milton Friedman, Kapitalizm ve Özgürlük, Altın Kitaplar, İstanbul, 1988
Alaaddin Şenel, Siyasal Düşünceler Tarihi, Sevinç Matbaası, Ankara, 1982
İlhan F. Akın, Kamu Hukuku, Üçdal Neşriyat Yay., İstanbul
Atila Yayla, Özgürlük Yolu: Hayek’in Sosyal Teorisi, Liberte Yayınları, Ankara, 2000
[1] Hayal güzel olabilir ama onu kuranın tahayyül ettiği güzellik, başkalarına eziyet ve eşitsizlik anlamına gelebilir. Eşitliğin ve özgürlüğün sınıfsal tanımlarının eksikliği, hayal kuranların, bu talepleri dile getirenlerin sınıfsal kökenlerince belirlenmiştir. Bu nedenle gerçek eşitliğin olanaklarını ve sorumluluğunu taşıyabilecek sınıf olarak proletarya, en nihayetinde tarih sahnesine çıkana ve demokrasinin sorumluluğunu yüklenene kadar, eşitlik ve özgürlük talepleri hep eksik ve yarım kalmıştır.
[2] 16. yüzyıl Almanya’sında, kilise ile bütünleşmiş feodal yapıya karşı gerçekleştirilen yıkıcı köylü isyanlarının lideri.
[3] Köleci ve feodal toplum içinde egemenlik ilişkisi olarak demokrasi konusu, geniş bir hacim tutacağından, biz burada en genel başlıkları ile konuya değinip, kapitalizme ve burjuva devrimlerine geçeceğiz. Ama yine de, eşitlik ve özgürlük kavramlarının evrimi açısından kısaca değinmek yararlı olacaktır.
[4] Engels’in Bernstein’a, 24-3-1884 tarihli mektubundan; F. Engels, Selected Correspondence, Foreign Languages Publishing House, Moskova, n.d: 445.
[5] Örneğin, çoğu burjuva politikacı, işçi sınıfını halka şikayet etmek yolunu rahatlıkla tutabilmektedir. Temizlik işçilerinin grevi, halkın sağlık koşulları adına, otobüs şoförlerinin grevi ise, halkın ulaşım özgürlüğü adına mahkum edilmeye çalışılabilmiştir. Sağlık emekçilerinin ekonomik ve sosyal haklar için yaptığı eylemler hastalara şikayet edilerek, halkın sağlık hakkının engellendiği şeklinde propaganda edilebilmektedir. Bu durumda denklemin nasıl kurulduğu, sahip olunan sınıfsal duruş ve bunun ideolojisi ile ilgilidir. İdeoloji, toplumsal ilişkilere hangi pencereden bakıldığına ilişkindir. Örneğin, halkın ulaşım ya da sağlık hakkı, şoförlerin ya da sağlık emekçilerinin kölece çalıştırılması karşılığında sağlanamaz. Bu durumda halktan beklenen, kendi ulaşım özgürlüğüne sahip çıkıp, şoförlerin ve ulaşım koşullarının ya da sağlık emekçilerinin çalışma koşullarının düzeltilmesi olabileceği gibi, bunun tam tersi de söz konusu olabilir. Bu durumda ideolojik mücadele örgütlü mücadelelerin alanında belirlenmektedir.
[6] Kuşkusuz, yönetme hakkına sahip olan, demokrasinin konusu olarak halk kesimleri, bu açıdan neredeyse yok olmak şeklindeyken, gerçekte ezilenlerin safları toplumun büyük çoğunluğu düzeyine yükselmiş, halk sınıfları en alttakiler şeklinde yoğunlaşmış ve ara sınıf ve tabakalar nispeten küçülmüştür.
[7] “–manüfaktür döneminde– modern üretim tarzı, ancak, kendisi için gerekli koşulların, ortaçağlarda oluştuğu yerlerde gelişmişti.” (K. Marx, Kapital, c. 3, s. 292)
[8] Fransa’da 10 Aralık 1792’de gerçekleşen devrim, bir halk ayaklanmasıdır ve oy hakkını mülk sahipleri ile sınırlayan 1791 Anayasasını yürürlükten kaldırır. Soyluluk ve kralla uzlaşma taraftarları, devrimi terk ederler.
[9] Magna Carta, Osmanlı’daki Patrona Halil ayaklanması ile benzeştirilebilir.
[10] 1215 tarihli Magna Carta yirmi beş baron ile kral Yurtsuz John arasında yani yirmi altı kişiyi bağlayan bir sözleşme olarak görülebilir. Ama bu bir vasal - süzeren sözleşmesi olarak süzerenin haklarını güvenceye almaktadır. Bu yönüyle alta doğru bütün süzerenlerin kazanımı sayıldığında toplumsal temeli hayli genişlemektedir. Bu anlaşma sayesinde, “Hiçbir özgür, soyluların yasal mahkemesinin kararı dışında, ülkenin yasalarına dayanılmaksızın yakalanamaz ve hapsedilemez, mallarından, mülklerinden ya da haklarından edilemez, sürülemez ya da herhangi bir nedenle zarara sokulamaz.” Burada geçen özgür tanımının köylülüğü dışladığı ve feodal statüye sahip olanları içerdiğini tekrar belirtelim.
[11] İlk olarak bütün sınıfların erkek vatandaşları dışında bırakılan kadınlar bu eşitliğin içinde telaffuz edilmese de, kadınların bağımsız mücadeleleri, işçi sınıfının içinde karşılığını bulduğu ölçüde, eşitlik ve özgürlük talebinin kapsamı tüm nüfusa yayılacaktır.
[12] Sonuçta işçi sınıfı ideolojisi de bir ideolojidir ve bilimselliği, bilimle ilişkilenmesi, burjuva ideologların yaptığı gibi bilimi kendi sınıfsal çıkarlarına alet etmek açısından değil, kendisi ile birlikte bütün toplumu eşitliğe ve özgürlüğe kavuşturmanın olanaklarını yaratmak açısındandır. Kuşkusuz ki işçi sınıfının çıkarları burjuvazininkilerle uzlaşmazdır ve kendi demokrasisinden burjuvaziyi dışladığı ölçüde, fiilen bütün sınıfları ve (içinde bulunulan tarihsel kesit için) toplumun bütününü kapsamaz gözükür. Ama aynı olguya bir başka yönden bakılırsa, evrensel ve genel olma özelliğini kuvveden fiile geçirmesi de bu yolla olacaktır; burjuvaziyi mülksüzleştirerek işçileştirir ve demokrasinin aşılmasının önündeki maddi bir engeli yok eder. Bu açıdan da sınıfsaldır. Burjuvazinin ve işçi sınıfının, kısacası sınıfların ortadan kalkması, bu nedenle yine işçi sınıfının iktidarından geçmektedir! Bu yönüyle her türden burjuva ideolojisinin tersine, mevcut durumun devamından yana değildir. Kendisi de dahil olmak üzere bütün sınıfların ortadan kaldırılmasını hedeflediği için bilimsel olabilmektedir; kendisine ayıracak ve güvenceye alınacak mutlak çıkarları yoktur. Onun çıkarı, ayrıcalıkları ve kendisini yok etmesindedir. Ama kuşkusuz bunun için önce burjuvaziyi ortadan kaldırması gerekmektedir.
[13] Devrimci kalkışmayı, Marx’ın paranın iki işlevini tarif etmesi üzerinden karşılaştırmak ilginç olabilir. “Değerin ölçüsü ve fiyatın ölçütü olarak para’nın birbirinden tamamen farklı iki işlevi” (Kapital, c. 1, s. 106). Sınıf güçlerinin ölçüsünü vermesi açısından devrimle, bu kalkışmanın sonucunun ortaya çıkmasının (zafer ya da yenilginin) ölçütü olarak devrimi, azınlık - çoğunluk ilişkilerinin gerçek tezahürü olarak görmemiz gerekir.
[14] Bu konuda tersinden bir örnek bulmak ise mümkün. Burjuva liberal cephe, sosyalizmin demokrasiye verecek hiçbir olumlu parçası olmadığını söylerken, liberal ‘sosyalist kamptan’ birisi, kapitalizmden sosyalizme aktarılacak demokratik öğeler, parçacıklar bulabiliyor. Burjuva parlamentosunun belli koşullar altında Sovyet sistemi ile birlikte varlığını sürdürmesini, sosyalizmin kitle tabanını artıracağı ve meşruluk zeminini genişleteceği varsayımı üzerinden kabul ediyor.
“Kurucu Meclis gibi bir yapılanmanın Sovyet Temsilcileri yanında yeri olabilir miydi? Olabilirdi ve olmalıydı da. Toplumda değişik temsil biçimlerinin varolması halkın iradesinin daha iyi yansımasının olanaklarını verir.” (M. Sayın, “Devlet Olmayan Devlet”, Yeni teorik-politik sosyalist demokratik Kurtuluş Dergisi 7)
[15] Eski Sovyetler Birliği üyesi Türki Cumhuriyetlerden bir heyetle Türkiye’de yapılan bir toplantıda, heyete, serbest piyasanın erdemleri anlatılır. Fiyat, kaynak tahsisi, üretim, dağıtım vb kavramlar üzerine konuşulur. Konuklar, her şeyi dinlerler ve oradakileri hayretler içinde bırakan bir soru sorarlar. “İyi ama bütün bunları kim planlayacak?” Yazara göre bu örnek, “tamamen akla dayanan ve rasyonel olma iddiasındaki bir sistemin insanların kafasına bir planlayıcı akıl olmaksızın toplumsal düzenin oluşamayacağı inancını nasıl yerleştirdiğini göstermektedir”.
HAZİRAN 2007
12
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com