Ana sayfa

Savaş, katliam, sefalet, gericilik, hakların, kazanımların gaspı...

KURTULUŞ İŞÇİ SINIFINDA, SOSYALİZMDE

İnsanlığın bütün sorunlarının temelde emperyalist-kapitalist sistemden kaynaklandığı bugünkü dünyada, işçi sınıfını temel almayan, komünizmi hedeflemeyen hiçbir hareketin bu sorunlara kalıcı ya da tutarlı çözümler sağlaması mümkün değildir; yalnızca komünizmi hedefleyen işçi sınıfı hareketi, kapitalizmi ortadan kaldırarak insanlığın kurtuluşunu olanaklı kılabilir.

 

 

EMPERYALİZMİN SALDIRISI VE TEPKİLER

Dünya ölçeğinde, politik gelişmeleri, Ekim Devrimiyle başlayan çağın yenilgisi ve işçi sınıfının mücadelesinin gerilemesi belirlemeyi sürdürüyor. İşçi sınıfının, sosyalizmin yenilgisi, gerilemesi karşısında, emperyalizm, konumunu, hakimiyetini güçlendirmek üzere, daha açık biçimleri de gündeme getirerek, saldırısını artırıyor. Emperyalist saldırı, bir yandan askeri işgal, savaş, hakların, özgürlüklerin kısıtlanması, kaldırılması, baskı, şiddet biçimlerini alırken diğer yandan da toplumsal ideolojik egemenlik açısından gericiliğin yaygınlaşması, manevi değerler düzeyinde demokratik kazanımların geriletilmesi buna eşlik ediyor.

Tırmanan emperyalist saldırganlık, ister istemez hem emperyalistlerin aralarındaki çelişkileri derinleştiriyor, keskinleştiriyor, hem de kendisine tepkilerin ortaya çıkmasına, giderek daha belirgin biçimler almasına yol açıyor. ABD, Irak işgalinde, işbirlikçi hükümet yaratarak olsun, bütün halka yönelik katliam yaparak olsun, direnişi kıramıyor, aksine işgalden bu yana direniş gelişip daha fazla yaygınlık kazanıyor. Çoluk, çocuk, sivil, yaralı demeden uygulanan ABD vahşetinin sergilenmesi, hemen Vietnam savaşının hatırlatılmasına neden oluyor. Vietnam karşılaştırmaları ise boşuna değil. ABD’nin Irak’ta bütün çabasına, vahşetine rağmen kıramadığı direniş, emperyalist saldırganlığın durdurulmasının, yenilmesinin olanaklarını taşıyor; dolayısıyla emperyalist saldırı dalgasının geri çevrilebilmesi için başlangıç noktası olma umudunu temsil ediyor.

ABD’nin Irak’taki katliamına karşı dünya çapındaki tepkilerin, işgale karşı gösterilen tepkiyle karşılaştırıldığında zayıf kalması, öncelikle, ABD Başkanlık seçimleri sonuçlarına dayanıyor. ABD yönetiminin Irak’a saldırısına karşı, hem ABD içinde hem de bütün dünyada, yükselen protestolara rağmen, Bush’un yeniden seçilmeyi başarması, savaş karşıtı, işgal karşıtı mücadeleyi zayıflattı. Emperyalist saldırının ideolojik boyutu, en önemli olarak 11 Eylül ve El Kaide’yi başarılı biçimde kullanarak, terörizme, hatta İslam’a karşı bir haçlı seferi biçiminde giderek daha azgın bir gericiliği toplumsal düzeyde hakim kıldı. Bu gerici, saldırgan ideolojik hakimiyet, ABD’den öteye, Avrupa ve diğer ülkelere de dalga dalga yayılmakta. Hollanda gibi demokratik değerlerin, hoşgörünün yerleştiği varsayılan bir ülkede, İslam’ı eleştiren film yapımcısının öldürülmesinden sonra, nüfusun büyük bir çoğunluğu, özel yaşama karışılabilmesini, hatta terörle mücadele için yasaların çiğnenmesini onaylar duruma geldi. Güvenlik korkusuyla topluma düşman olarak terörü gösterip bunu da İslam’la çakıştıran bu ideolojik egemenlik, katledilen Iraklıları İslam’la ve terörle özdeşleştirebildiği ölçüde, gösterilebilecek tepkileri de bastırmaya hizmet ediyor.

ABD’nin saldırı politikası karşısında diğer emperyalistlerin tavırları da ikili bir özellik taşıyor. ABD’nin, maddi, manevi gücünü sonuna kadar zorlayan saldırısı, giderek bir krize girmekte olmasından kaynaklanıyor. ABD, etkinlik alanlarını genişletip derinleştirmeye, bağımlılıkları pekiştirmeye çalışırken aynı zamanda diğer emperyalistler karşısında varolan üstünlüğünü kullanarak bunu korumaya, sürdürmeye de çalışıyor. Bu anlamda ABD saldırısının genel olarak dünya halklarının emperyalizme bağımlılığını artıran yönü, diğer emperyalistlerin de çıkarlarına hizmet ederken, diğerleri karşısında ABD’nin üstünlüğüne, etkinliğini genişletmesine yarayan yönü ise diğer emperyalistlerin çıkarlarıyla çelişiyor. Bu temelde diğer emperyalistler öncelikle ABD’nin tek yanlı müdahalesine karşı çıkıyor, ama bunu engelleyemedikleri ölçüde ortak olmaya, talandan pay almaya çalışıyorlar. Bu saldırı sırasında ABD’nin zayıf düşmesinden ise, ancak boşluğu kendileri doldurabilecekleri ölçüde memnun oluyorlar. Esas olarak, ABD’nin yenilgisinin, emperyalist-kapitalist sistemin varlığını tehlikeye düşürebileceğinin değerlendirmesiyle de tercihlerini elbette direnişten, halktan yana değil, emperyalizmden, saldırgandan, ABD’den yana yapıyorlar.

Gelecekte emperyalist rekabetlerinin sonucu birbirleriyle çatışmalarının olasılığı ne kadar güçlü olursa olsun, varolan durumda ABD ve AB arasındaki ittifak, işbirliği ilişkileri ağır basıyor. Ukrayna seçimlerinde, eski sosyalist ülkelerin emperyalist-kapitalist pazara entegrasyonu, Rusya’nın etkinliğinin gelişiminin engellenmesi ve geriletilmesi açılarından ortaklaşan ABD ve AB, aynı safta birleşiyor, Yuşçenko’yu destekliyorlar. Aynı zamanda da giderek tırmanan rekabet içinde kendi gücünü dayatabilmek, çıkarlarını savunabilmek üzere ve gelecekteki olası çatışmayı göz önünde tutarak AB’nin kendi ordusunu kurması vurgulanıyor.

Tırmanan emperyalist saldırganlık, çelişkileri keskinleştiriyor, yeni mücadelelerin, çatışmaların, savaşların koşullarını geliştiriyor, olgunlaştırıyor. Başını ABD’nin çektiği emperyalist saldırganlığın odağında Ortadoğu bulunurken, Irak’tan sonra ABD’nin hedefine, başta İran, bölge ülkeleri giriyor. Çelişkiler keskinleşir, savaş tehditleri ve tehlikeleri yükselirken emperyalist rekabette, saldırganlıkta pay sahibi olabilmek ya da muhtemel saldırıya karşı durabilmek amacıyla dünyanın çeşitli yerlerinde savunma hazırlıkları, silahlanma eğilimleri gelişiyor. Rusya’da Putin, yeni bir nükleer silah geliştirdiklerini açıklarken, Japonya’da, askeri müdahale yapabilmek için anayasa değişikliği gündeme geliyor. Saddam Hüseyin yönetiminin istenen tavizleri yerine getirmesinin ABD saldırısını engellemeye yetmemiş olduğu akılda tutulunca, silahlanma çabalarının artmasını anlamak zor değil. ABD, Irak’a saplanmışken, direnişi kırmakta zorlanırken, başka güçler kendi konumlarını güçlendirmek için bu durumu bir fırsat olarak kullanmaya çalışıyor. Özellikle kendilerini gelecekte hedef olarak gören Kuzey Kore’den İran’a kadar nükleer alternatife yönelme eğilimi gelişiyor. Hatta Enerji Bakanı Güler’in, nükleer teknolojiye sahip olabilmek gerekçesiyle nükleer santralleri savunan açıklamasıyla, Türkiye’nin de nükleer güç olma talebi ileri sürenlerin kervanına katıldığı söylenebilir.

Emperyalist rekabet ve saldırı, enerji kaynakları ve yollarıyla Ortadoğu üzerinde odaklanırken, bölge ülkelerine de bu çerçevede yeni düzenlemeler ve roller düşüyor. Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesiyle bu hedefe yönelik düzenlemeler uygulamaya konurken NATO kurulmuş olduğu Avrupa’dan bölgeye doğru yöneltiliyor. Balkanlar ve Afganistan’dan sonra Irak’ta görevlendirilip Moritanya’dan, Fas’tan İsrail’e, Ürdün’e kadar işbirliği içinde, emperyalist saldırganlık doğrultusunda bölgede etkin hale getiriliyor. Bölge ülkeleri bir yandan kendileri emperyalist saldırının hedefi durumundayken bir yandan da karşısında duramayacaklarına dayanarak emperyalist talandan pay kapma hesabına giriyorlar.

Türkiye’deki politik yönelimleri de bu türden çelişkiler belirliyor. Türkiye’deki egemen politikalar da, emperyalist saldırının neden olduğu kayıpları, zararları azaltma çabaları ile emperyalist saldırıya ortaklık rolleri üstlenip vurgundan pay kapma hevesleri arasında biçimleniyor. Emperyalist saldırının müslüman Ortadoğu üzerinde odaklanmasına bağlı olarak nüfusu ‘ezici çoğunluğuyla’ müslüman, politik rejimi ‘Batı’ yanlısı Türkiye’nin köprü rolü, müslüman Ortadoğu’yu ‘Batıya’ bağlama, müslüman Ortadoğu halklarını kapitalist-emperyalist sistemin çerçevesi içinde tutma rolü belirginleşiyor. Türkiye’nin NATO ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi ile de, AB üyeliği ile de ilişkilenmesi bu temelde biçim alıyor.

ABD ile AB arasındaki rekabetin, mücadelenin varolan koşullarda ortaklık, ittifaklar çerçevesinde gerçekleşmesine bağlı olarak, Türkiye’ye, Genişletilmiş Ortadoğu Projesi, NATO ve AB ile ilişkili olarak düşen görevler birbirlerini dıştalamıyor, birbirlerini tamamlıyorlar. ABD ve AB arasında çelişkiler birikir, rekabet kızışırken, emperyalist-kapitalist sistemin varlığını korumak, sürdürmek açısından çıkarlarının ortaklığı, Türkiye’ye ilişkin politikalarında ortak paydalara sahip olabilmelerine zemin yaratıyor. Bu anlamda Genişletilmiş Ortadoğu Projesinde, NATO’da, AB adaylığında, birbirlerinin karşısına konmadan ve doğrudan bir çatışmaya yol açmadan, Türkiye’ye benzer işlevler tanınabiliyor. Bu ise, kabaca, bir ayağını ‘Doğuya’ bir ayağını ‘Batıya’ basmak, ‘Doğunun’ içinde ‘Batıyı’ temsil etmek, ‘Doğunun’ parçası olarak görülürken ‘Batının’ amaçlarına hizmet etmek, müslüman Ortadoğu halklarının emperyalizme isyanına karşı duvar oluşturmak, fiziki gücüyle emperyalist saldırıyı destekleyip direnişi bastırmaktır. Bugün AB açısından Türkiye’nin adaylığının değerlendirilmesi de bu çerçevenin dışında değildir. Artık 11 Eylül’den sonra değişen dengeler içerisinde, ‘müslüman teröre’ karşı stratejik bir güç olarak Türkiye’ye ihtiyaç duyuluyor; kalabalık nüfusu ve düşük geliriyle yükleyeceği büyük maliyetin nasıl karşılanabileceği bu çerçevede ele alınıyor.

BURJUVA POLİTİKALAR VE YIĞINLAR

Egemen sınıfların, emperyalistlerin egemenliklerini, hakimiyetlerini sürdürebilmek için yöneldikleri geleneksel yöntemlerden olarak, hakimiyetleri altında tutmak istedikleri kitlenin bir kesimini kendi saflarına çekerek diğerlerine karşı kullanması, savaştırması, bir azınlığın çoğunluk üzerinde hakimiyetini sağlayabilmesi, koruyabilmesi açısından çoğunlukla bir zorunluluk olmakla birlikte, bastırmak istediği kitlenin bir kesiminin silahlandırılmasının, harekete geçirilmesinin kendi içinde barındırdığı tehlikeler yüzünden de çelişkili bir durum yaratır. Emperyalistlerin Türkiye’ye yüklediği rol temelinde hükümete gelen AKP’nin durumu da bunu yansıtmaktadır. Müslüman tabanına dayanarak ‘müslüman terörizmine’ karşı ‘Batı demokrasilerini’ savunmayı üstlenen AKP’nin “müslüman demokratlığı”, faşizmin “nasyonal sosyalizmi” kadar çelişkili bir kavramı ifade etmektedir. AKP’nin politikalarında da bu çelişki kaçınılmaz olarak her adımda ortaya çıkmaktadır. Emperyalistlerin çıkarlarını, taleplerini gerçekleştirmeye çalışırken dayandığı tabanın çıkarlarıyla, talepleriyle çatışmakta, bu çelişki, izlenen politikalarda aksamalara, kesintilere, yalpalamalara yol açmaktadır. Bu çelişki, daha Irak savaşının başlangıcında, AKP yönetiminin de beklemediği bir biçimde AKP çoğunluklu meclisin asker gönderme tezkeresini geçirmemesiyle, ABD işgalinin Türk Ordusu eliyle gerçekleştirilmesini engellemişti. Bugün de AKP hükümeti, bir yandan Irak’taki işgali, direnişin bastırılmasını, ‘teröristlerin’ ezilmesini, işbirlikçi hükümeti ve seçimlerin yapılmasını desteklerken diğer yandan da müslüman tabanının Felluce katliamına tepkisi karşısında ‘soykırım’ ifadesine varan kınamalarla ABD yönetiminin diplomatik saldırılarına uğruyor.

Dayandığı kitlenin taleplerinin aksi yöndeki politikaların uygulanabilmesindeki zorluklar, egemenlerle işbirlikçileri, ABD emperyalizmiyle AKP hükümetini çelişkiye düşürdüğü gibi, kendisinin de hedefinin bir parçası olduğu talandan pay alma hesabına dayanan işbirlikçilik, talanın kendisine vermek durumunda olan zararı, kaybı sınırlandırma çabası sırasında da, işbirlikçisi olduğu egemen güçle, emperyalistle çelişen, daha doğrusu pazarlık eden bir konum alıyor. Bu yüzden Türkiye, Irak’ın işgalini, ABD’nin en sadık müttefikleri olarak KDP ve KYB’yi içeren işbirlikçi hükümeti desteklerken, Irak Kürdistan’ının, ileride ayrı devletin oluşumuna varabilecek biçimde güçlenmesini, bu doğrultuda özerklik, federalizm gibi gelişmeleri engellemeye, etkisini, gelişmesini sınırlamaya, denetimi altında tutmaya çalışıyor. Türkiye, sömürgeci egemenliğini koruyabilmenin güvencesini Kürdistan’ın parçalanmışlığına, her parçanın sömürgecilik zincirinde tutulmasına dayandırmak biçimindeki geleneksel politikasını, emperyalistlerin farklı politikalarıyla çeliştiğinde uygulamakta zorlanıp emperyalist politikalarla uyumlulaştırabildiği ya da kendisine nispi bir etkinlik alanı açabildiği ölçüde de sürdürmek istemektedir. Türkiye’nin bu doğrultuda Irak Kürdistan’ı üzerindeki baskısı ve müdahalesi Kerkük merkezli olarak yoğunlaşmaktadır. Kürt, Türkmen ve Arap nüfusların karşılıklı göç ettirilmeleri temeline de dayanarak Kerkük’ün Kürdistan idari yapısına dahil edilmesini engellemeye çalışmakta, müdahale tehdidini ileri sürmektedir. Buna karşılık 1997’den beri Irak Kürdistan’ında Barış Gücü olarak varlığını sürdüren askeri kuvvetlerini, taleplerinde direnen KDP ve KYB’nin ABD üzerinde etkin olması sonucunda, geriye çekmek zorunda kalmıştır.

Yine geleneksel sömürgeci politikalar açısından, Kürtlere Türkiye’de tanınan kültürel, vb haklar, AB sürecinde kaçınılamayan ama mümkün olduğu kadar sınırlı tutulmaya çalışılan kayıplar, zararlardır. Bu yaklaşım çerçevesinde, haklar, özgürlükler, yığınların demokratik kazanımları olmaktan çok, egemen politik güçlerin birbirleriyle rekabetinin, mücadelesinin araçları olarak ele alınmaktadır. Böyle bir yaklaşımla izlenen politika, rakibine karşı güçlenmek için kendi muhalefetini bastırmak, rakibini zayıf düşürmek için de rakibinin muhalefetini desteklemekten ibaret olur. Gerçekten AB sürecine eşlik eden yasal düzenlemelerde, ‘demokratikleşmede’ bu yaklaşımın belirtilerini görmemek mümkün değil. Gerçekleştirilen düzenlemelerde, tanınan haklarda belirleyici olan yan, kitlelerin haklarının, özgürlüklerinin sağlanması, yerine getirilmesi değil, umut edilen daha büyük çıkarlar uğruna AB’ye taviz verilmesidir. AB açısından ise, söz konusu haklar, yığınların geçmiş mücadelelerinin ürünü kazanımları temsil etmekle birlikte, bunların gündeme getiriliş biçiminde, emperyalist çıkarlarına uygun tutumlara ve yapılanmalara zorlamakta araç olarak kullanma hedefi öne çıkmaktadır. Hatta Kürt hareketinin de aynı politika kalıpları içerisinde tavır geliştirdiği, egemen güçlerin, emperyalistlerin çıkar mücadelelerine dayanarak kendisine alan açmaya çalıştığı ileri sürülebilir. Zaten yığınlar kendi kaderlerini kendi ellerini almadığı, politik gelişmeleri belirlemediği sürece de farklı bir politika anlayışının öne çıkması beklenemez.

Yığınlar hakları, çıkarları için kendileri mücadeleye atılmadıkça, egemen politikalardan bağımsızlaşmadıkça, egemenlerin, aralarındaki çatışmalarda, mücadelelerde, destekçisi, kuyrukçusu olmaktan, kendi çıkarları yerine egemen güçlere hizmet etmekten kurtulamaz. Kitlelerin eyleminin, politik tutumunun, emperyalistlerden, işbirlikçilerinden, egemen güçlerden bağımsızlığının tutarlılığı ise, ancak bu yönelime, niteliği gereği, sömürüyü, baskıyı, ezilmeyi, eşitsizlikleri, güç mücadelelerini, hakimiyeti yeniden üreten toplumsal ilişkilere son verme yeteneğine sahip sınıfın, işçi sınıfının damgasını vurmasıyla, işçi sınıfının çıkarlarının, hedefinin ifadesinin, komünizmin temel alınmasıyla, belirleyiciliğiyle mümkündür. Buna karşılık, emperyalizme, sömürgeciliğe karşı direnişlerde, işçi sınıfı yerine farklı sınıfsal temeller, ulusal ya da dinsel ideolojik-politik çizgilerin belirleyiciliği, emperyalist saldırının, sömürgeci hakimiyetin temelinde yatan toplumsal sisteme, kapitalizme karşı olma hedefi, tutumu taşımadığı için, emperyalizmin, sömürgeciliğin bir bütün olarak ortadan kaldırılmasını sağlayamaz, söz konusu hakimiyet ilişkilerini yeniden üretir.

Kapitalizme karşı olmayan, işçi sınıfını temel almayan bir mücadeleyle, belirli bir anda, belirli bir yerde, emperyalizmden bağımsızlık kazanmak ya da sömürgecilik zincirini kırmak bütünüyle imkansız değildir. Ama emperyalist bağımlılık da, sömürgeci kölelik de kapitalizmden kaynaklandığından, kapitalizm bir bütün olarak yıkılmadığı sürece, belirli bir anda ya da yerde yıkılan bağımlılık, hakimiyet ilişkilerinin başka bir anda ya da yerde yeniden kurulmasından kurtulmak mümkün değildir. Bu nedenle, ulusal mücadele içerisinde burjuvazinin, milliyetçiliğin ağır basması, önderliği, ulusal kapitalizmin kuruluşunu sağlama anlamında başarı kazansa bile, bir yandan ulusal kapitalizmin emperyalist-kapitalist sistemle bütünleşmesi ve işbirlikçilik temeli üzerinden, diğer yandan bu ulusal kapitalizmin yayılma ve başka uluslar üzerinde üstünlük, hakimiyet kurma çabaları içinde ulusal sorunu yeniden üretir. Diğer bir ifadeyle, ulusalcılık, milliyetçilik çözüm değildir, yanılsamadır; kitlelerin kendi çıkarları, egemenlikleri için değil, burjuvazinin, egemen sınıfların kendi aralarındaki çıkar ve üstünlük mücadelesine destek olarak sevk edilmesine, kullanılmasına hizmet eder.

İslamcılık gibi dinci akımların konumu da farklı değildir. Bu akımlar da kitleleri, bütün sorunların kaynağı kapitalizmi yıkma hedefine değil, yanıltıcı hedeflere yöneltmektedirler. Emperyalizmin hakimiyet mücadelesinin, saldırısının, nüfusu çoğunlukla müslüman olan Ortadoğu bölgesinde yoğunlaşmasına bağlı olarak, dünya ölçeğinde saflaşma, ‘uygarlıklar savaşı’, ‘Batı - Doğu karşıtlığı’, ‘Hıristiyanlık - Müslümanlık çatışması’ görünümü alırken, emperyalizm karşıtı hareketlerin içinde de İslamcı akımlar güç kazanıyor. Bir yanda, ABD’de ve Avrupa’nın bir çok yerinde müslümanların terörle özdeşleştirilmesi, müslümanların ve giderek ‘Ortadoğu görünümlü’ başkalarının yabancı düşmanı, ırkçı saldırılara uğramaları, diğer yandan Irak’ta, Ortadoğu’da ya da Uzakdoğu’da bütün Batılıların emperyalist hakimiyetle özdeşleştirilmeleri, 11 Eylül’de İkiz Kulelerde bulunanların, çalışanların düşman olarak nitelenmesi, hatta Irak’ta emperyalist ambargoya karşı yardım görevlisi olarak yıllardır çalışanların yalnızca Batılı olduğu için kaçırılıp öldürülmesi, aynı yanıltıcı görüntünün –gelişen düşmanlık, çatışma ve savaş ortamının kaynağı emperyalizmi ve temelinde yatan kapitalizmi kitlelerin gözlerinden gizleyen örtünün unsurları olarak– iki yüzünü oluşturuyor.

Yığınların, savaşlarda katledilmelerinden açlığa, sefalete mahkum edilmelerine, haklarının, özgürlüklerinin, kazanımlarının gasp edilmesinden çeşitli hakimiyet biçimleri altında köleleştirilmelerine kadar insanlığın bütün sorunlarının temelde emperyalist-kapitalist sistemden kaynaklandığı bugünkü dünyada, işçi sınıfını temel almayan, komünizmi hedeflemeyen hiçbir hareketin bu sorunlara kalıcı ya da tutarlı çözümler sağlaması mümkün değildir; yalnızca komünizmi hedefleyen işçi sınıfı hareketi, kapitalizmi ortadan kaldırarak sorunların çözümünü, insanlığın kurtuluşunu olanaklı kılabilir. Bugün, işçi sınıfının, sosyalizmin yenilgisi, sınıf mücadelesinin gerilemesi, bir yandan emperyalizmin dizginlenmemiş bir biçimde saldırısını tırmandırmasının, diğer yandan da emperyalist saldırıya tepkinin milliyetçi, dinci akımların peşlerine takılmasının, yönlenmesinin zeminini yaratmaktadır. Varolan sorunları ağırlaştıran, mücadele koşullarını giderek daha da geriye çeken bu kısırdöngünün kırılabilmesinin olanağı, işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesi, yükselmesi, politik gelişmeleri, yönelimleri belirlemesindedir.

İşçi sınıfının mücadelesinin bütünlük kazanması, uzun vadeli hedefleri doğrultusunda sınıf düşmanına, burjuvaziye karşı başarılar elde etmesi için komünizm hedefine sahip olması önem taşıdığı gibi, bu açıdan komünizmin işçi sınıfına önderliğinin sağlanması da belirleyici rol oynar. Diğer bir deyişle, komünizmin işçi sınıfı hareketi içerisinde etkinliği, önderliği, işçi sınıfının mücadelesinin ileri atılması, yükselmesi yönünde etkili olur; aynı zamanda işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesi, küçük de olsa ileri adımlar atması, komünizmin işçi sınıfı içerisinde örgütlenmesi, güç olması için zemin yaratır. Kısacası, işçi sınıfının mücadelesinin gelişmesi, ilerlemesi, komünizmin örgütlenmesi, güçlenmesi doğrultusunda, komünizmin işçi sınıfı içerisinde güçlenmesi ise, işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesi üzerinde olumlu yönde etkide bulunur; birinin gelişmesi, güçlenmesi, diğerinin de gelişmesine olanak yaratır.

İçinde bulunulan ağır baskı, sömürü koşullarının kaldırılabilmesi, emperyalist saldırının geri çevrilebilmesi açısından da, işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesi, komünist önderliğine sahip olması, işçi sınıfının komünist siyasi hareketinin, komünist işçi partisinin varlığı, yaratılması yaşamsal önemdedir. İşçi sınıfının komünist siyasi hareketi, komünist işçi partisi, işçi sınıfının bugünkü baskı, sömürü, saldırı koşullarına karşı mücadelelerinin ilerlemesi, gelişmesi üzerinde yaşam zemini bulup yükselebileceği gibi, işçi sınıfının komünist önderliğine, komünist partisine sahip olması, mücadelelerine ivme kazandıracaktır. İşçi sınıfının komünizm hedefli mücadelesi, emperyalist işgale, sömürgeci esarete karşı mücadeleleri tutarlı, kalıcı başarılara ulaştırabileceği gibi, emperyalist burjuvaziyi kendi evinde vurup kapitalizmi yıkarak emperyalizmi bütün acı sonuçlarıyla birlikte dünya yüzünden silebilecektir.

EMPERYALİST SALDIRI VE İDEOLOJİK BOYUTU

Emperyalist tekelci rekabet ve savaş ortamında insanlığın sorunları katlanarak artıyor. Sorunların bir türlü tükenmez oluşu ve üstelik katlanarak artışı ise, sistem içi çözümlerin sonuçlarının, sorunları yeniden üretmesinden kaynaklanıyor. Geniş kitlelerin sorunlarının çözümü adına burjuvazinin uyguladığı politikaların olumsuz sonuçlara yol açması, üstelik bu politik süreçlerin başlangıç ve bitiş noktalarının, algı düzeyinde bile neredeyse dolaysız hale gelip çıplak gözle görülecek kadar sadeleşmesi, bir süre tekrarlandıktan sonra gerçeği algılayışı mümkün kılmalı ya da kolaylaştırmalıyken, her yanı koyu bir kavrayışsızlık ve umursamazlık sarabiliyor. Gerçeğin çıplaklığına, doğrudan algılanabilir düzeyde sadeleşmesine bakıp, kitlelerin inisiyatifi adına umutlanmak gerekirken, çoğu kez tam tersi tepkilere kaynaklık ettiğini gözlemlemek düşündürücüdür. Tablonun içinde barındırdığı çelişki ile birlikte bu kavrayışsızlık ve umursamazlığın anlaşılması, ancak insanlığın kültür birikiminin yok edilip insan kimliğinin şekilsizleştirilmesi için yürütülen saldırının sosyal-psikolojik boyutunun açığa çıkarılması ile mümkün olabilir.

Bugün için saldırganlığın en uç boyutunu ABD’nin Irak’taki şiddeti temsil ediyor, ama saldırının tek biçimi ve boyutu bundan oluşmuyor. İnsanlığın bir bölümü, paylarına düşen sorunları savaş ve şiddet biçiminde doğrudan yaşar ve her an hissederken, önemli bir bölümü, bu insanlık dramını televizyonlardan izleyip uzak durmaya sevk ediliyor; bir ölçüde de tercihini bu yönde kullanmış oluyor. Bu ateşten uzak tutulmaları ve ateşe yaklaştırılmamaları için geniş kitlelere çeşitli biçimlerde salık verilen ve dayatılan yol, her koşulda özgürlük ve demokrasiye ait kazanımlarından vazgeçmeleri ve üstelik bütün bu haklarını aynı zamanda tefecilik de yapan bir emanetçiye teslim etmelerinden başka bir şey değil! Bir kez bu tercih kabul ettirildiğinde ise, yangının alevlenip yayıldığı her durumda, kitlelerin hak ve özgürlüklere dair ellerinde ne kalmışsa sırasıyla onları da emanetçiye teslim etmek zorunda kalacakları bir sır değil. Burada kurulan ilişki açısından, demokrasinin, demokratik hak ve özgürlüklerin terörü beslediği veya tersinden terörün demokratik hak ve özgürlük ortamından beslendiği, en azından bu ortamı istismar ettiğine dair ima kuvvetli bir vurguya sahip ve bu ölçüde de ima olmaktan çıkma yönünde hızla ilerliyor. Bu yönde alınan mesafenin demokrasiyi tasfiye edeceği ise apaçık ortada.

Sosyalizmlerin yıkılması ile birlikte, geniş bir coğrafyayı kapitalizmin döngüsüne katmak için, serbest piyasa ve liberalizm şampiyonluğu yapan çevreler, bunların dışında bir demokrasinin olmadığı ve demokrasinin de altyapısının serbest piyasadan, liberal ekonomik sistemden oluştuğunu vaaz edip durdular. Bu söylem sadece eski sosyalist ülkelere yönelik olarak uydurulmuş değildi. Uzun bir süredir, sosyal devlet düzenlemeleri içinde yaşayan toplumların kazanımlarını tasfiye etmenin aynı şablon üzerinden gerçekleştirilmeye çalışıldığına tanık oluyorduk. Ekonomide rasyonelliğin ancak tam rekabet koşullarında ve kârlılık esasına dayalı olacak biçimlerde düzenlenmesinden geçtiğini propaganda eden kapitalistler, bunun önündeki en önemli engelin işçi sınıfının örgütlülükleri ve demokratik kazanımları olduğunu kuşkusuz biliyorlardı. Genel olarak emperyalist dönemin karakteri olması itibariyle iktidarın tekellere kadar daraltılmış olması bir yana, bunun ideolojik düzeyde ve açıktan propaganda edilmeye çalışılması şimdiye kadar özenle sakınılıp kaçınılan bir yoldu. Bu olgu, iktidarın bir çok alandaki düzenlemelerinin sonucunda gerçekleşir ve propaganda edilmesi düşünülmediği gibi, saklanılıp inkar edilen bir özellik arz ederdi. Bu açıdan demokratik hak ve örgütlülüklere yönelik saldırının demokrasi adına başlatılmasında ve kavramsal olarak da demokrasinin, burjuva sınıfının bütününün çıkarlarını da dıştalayan bir şekilde, kapitalist baronlara kadar daraltılmasında şaşılacak bir şey yok. Ama artık, esas olarak iktidarın, gerçeği bilen ve ulusunun çıkarlarını kollayabilecek; gerçeği ve bilgiyi gerektiği kadar açıklayıp kitlelerden saklaması gerekebilen, bunu da kitlelerin güvenliğinin en iyi şekilde sağlanması adına yapan bir grup tarafından kullanılması, giderek daha çok mutlak hale gelmektedir. Bu mutlaklığın dışında bir yerde işlevi olabilecek demokrasi ise göreli bir olgu olarak tanımlanmaktadır.

Bireysel hak ve özgürlüklerin, birey olmanın gerekleri olarak, serbest piyasa ve liberalizm eksenli demokrasi şampiyonluğu, sosyalizm pratiklerinin ve sosyal devletin tasfiyesi sürecinde baş rolü almış ve bu başarıldığı oranda da işlevini tamamlamaktadır. Birey adına işçi sınıfının örgütlülükleri, toplumsal örgütlülükler ve bunların görüş açısındaki kamucu perspektif tasfiye edilmiş, birey merkezli demokrasi kavrayışının bugünkü sorunlara, esas olarak da teröre çare olmadığı ve ne yazık ki bu nedenle bireysel hak ve özgürlüklerimizden vazgeçmemiz gerektiği çoktandır vaaz edilmeye başlanmış; liberalizmin özgür birey safsatası bir çok ülkede kullanılıp işlevini yerine getirdikten sonra, modası geçmiş bir mal gibi fırlatılıp kenara atılmıştır. Gürcistan’da uygulandığı ve şimdi Ukrayna’da sahneye konan oyunda olduğu gibi eski sosyalist ülkelerin kapitalist pazarlar olarak düzenlenmesi sürecinde hâlâ kullanılan özgürlük ve birey olma şablonları ile peşi sıra hemen yürürlüğe sokulan anti-demokratik düzenlemelerin ve sosyal devlete dair tasfiyenin nasıl bir tezat oluşturduğu ise bu gürültü patırtı içinde görülememektedir. Şimdi demokrasinin referans noktası, esas olarak birey değil toplum güvenliğidir. Terör safsatası üzerinden hızla geliştirilen bu safha, birey ve özgürlük kavramlarının içinin nasıl doldurulduğuyla doğru orantılı hayal kırıklıkları yaratmaktadır. Bugün gerçekten de kapitalizmin hak ve özgürlük kavrayışının rahminde bireyin yok sayılması ve hiçleştirilmesi ekseninde tam bir totalitarizm şekillenmektedir. Bütün bu gelişmelerin, kapitalizmin tekelci rekabet mantığı ve emperyalizmin çelişkileri ekseni dışında anlaşılması ise mümkün değildir.

Demokrasi alanının daraltılması, hak ve özgürlüklere yönelik saldırı, ‘iyi’ - ‘kötü’ denkleminin yaratılması üzerinden gerçekleşmektedir. İyiyi gelişmiş kapitalist Batı, kötüyü ise bunun dışında kalan halklar, ezilenler cephesi ve özellikle de İslam coğrafyasının merkezinde yer alan Ortadoğu ve Arap halkları temsil etmektedir. Demokratik değerleri Hıristiyanlığın tutuculuğu ile değiştirilen Batı’nın medeniyetinin, ‘kötü’ İslam coğrafyasının karşısına ‘iyi’ adına çıkarıldığını görüyoruz. İlkel, barbar ve geri olan ‘kötü’, çıplak şiddet ve savaşla terbiye edilmeye ve gerekirse yok edilmeye çalışılabilir! Batı’nın halkları bu denklemi kabul ettikleri ölçüde, antik dönem Atina ve Roma’nın, aslanların önüne atılan köleleri coşkuyla seyredebilen vatandaşlarından bir farkı kalmıyor. Ortadoğu halklarının ve ezilenlerin uğradığı zulme insanlığın geri kalanının yabancılaşmasının temelleri de bu denklem üzerinden oluşturulmaya çalışılıyor. Kuşkusuz, kapitalizmin ekonomik durgunluğu derinleşip tekelci rekabet arttıkça, sömürge rantları düşmekte, emperyalizmin, sömürgeciliğin sürdürülmesi daha masraflı hale gelmekte ve aynı zamanda gelişmiş kapitalist ülkelerdeki sınıf mücadelesi de uzlaşmacı zeminlerden devrimci bir perspektife doğru yönelmenin imkanlarına kavuşmaktadır. Bu durum ezilenlerin yoğunlaştığı coğrafyalardaki savaş ve şiddetin gerçek nedenlerinin kavranmasını kolaylaştırmakta ve uzak kalma, ötekileşme ve yabancılaşma duygularını yok eden faktörleri devreye sokan bir süreci mümkün kılmaktadır.

Dünya üzerinde demokrasi adına yaşanan gelişmelerin en genel anlatımı neredeyse bütün coğrafyalarda esas olanı ifade edebilmekte, anlatımın farklılaştığı alan ise gelişmelerin yönü açısından değil ağırlıkları açısından olmaktadır. Kuşkusuz eskisinden farklı olarak bugünkü durumda, yeni olan bir şeyler de var. Gelişmelerin etkisinin bütün ülkeler üzerinde, aynı oranlarda olmasa da, hemen hemen aynı yönde olması ve toptan bir anlatımın neredeyse bütün coğrafyaları aynı ölçüde açıklayabilmesi, bu yeni durumun ipuçlarını veriyor.

Yeni durum, artık dünya işçi sınıfının sorunlarının giderek aynılaşması temelinde, aynı olgunun ve gelişmelerin sınıf üzerindeki yabancılaştırıcı etkilerinin azalarak, ortak düşünebilmenin nesnel temellerine oturan ve kısa vadeli çıkarları da gittikçe aynılaşan bir işçi sınıfının oluştuğunu göstermektedir. Yapısındaki farklılaşmalar ve çeşitliliği artarken hem mutlak hem de göreli olarak toplum içinde genişleyen işçi sınıfı, eğer içinde bulunduğu yenilgi durumu ve psikolojisinden, örgütlülüklerini tahkim edip sınıf mücadelesini yükselterek çıkarsa, burjuvazinin gelecek devrimci dalgadan yakayı kurtarması imkansız gözüküyor. Ama burjuvazi, bu tablodan dersini çoktandır çıkarmış, işçi sınıfı gücünü yeniden fark etmeden, bunu engelleyecek düzenlemelere girişmiş bulunmaktadır. Demokrasiye yönelik saldırısı ve işçi sınıfının bütün örgütlülüklerini, sisteme muhalif olabilecek bütün oluşumları eğer ezebiliyorsa doğrudan ezmesi, yok eğer bunu gerçekleştiremiyorsa, içlerini boşaltıp yedeklemesi, bu telaşının ürünüdür. Sosyalizmlerin zaafları ile beraber yıkılması, saldırının şiddetlenerek arttığı ve işçi sınıfının kazanımlarının sadece tarihten değil, bilinçlerden de kazınarak atılması yönünde gayretkeş çabaları beraberinde getiriyor. Kendi birliğini kurup mücadelesini yükseltecek işçi sınıfının çözümlerinin reformist biçimlerden devrimci biçimlere doğru eğilim gösterebileceği koşullar olgunlaşırken, demokratik hak ve özgürlüklerin, işçi sınıfının mücadelesini yükseltmesinden, en azından buna kalkışmasından önce, tek tek yok edilmesi ve mücadelenin imkanlarının daraltılması, burjuvazinin esas stratejisi olarak beliriyor.

AVRUPA BİRLİĞİ VE ‘DEMOKRATİKLEŞME’

Avrupa Birliği tartışmaları içinde Türkiye’deki egemen sınıflar, çevreler ve bu sınıfların sözcüleri de, uzun bir süre Türkiye işçi sınıfının gündemini işgal eden ‘demokrasinin’ Birliğe girerek elde edilebileceğini söylüyorlar. Tam bir umutsuzluk ve sefalet koşullarında yaşayan Türkiye halkları, bu propagandanın etkisine açık, Avrupa burjuvazisinin kendisinin sorunlarına çare olacağını umuyor. İşsizlik, ücretler, sendika, kadın hakları ve diğer konulardaki düzenlemeler Avrupa standartlarına ulaştırılırsa, her tür sorunumuzun çözüleceğine inanmak isteyen yığınlar, başka bir şey düşünmeden, Türkiye’ye müzakere tarihi verilmesine endekslenmiş olarak yaşıyorlar. İşin garibi, Avrupa Birliği’nden müzakere tarihi alınmasıyla, burjuvazi, üyelik görüşmelerinin başlayacağını müjdeliyor, ama kimse kalkıp kırk küsur yıldır Avrupa rüyası ile cebelleşen Türkiye’nin bu zamana kadar neyin görüşmelerini gerçekleştirmekte olduğunu sormuyor.

Sadece burjuva cephede değil, sol liberal çevrelerde ve Kürt hareketi içinde de AB’ci anlayışların etkin olduğu gözlenebilmektedir. AB’ne uyum yasaları ve reformlar çerçevesinde demokratik devrimin tamamlandığını ve şimdi sosyalist devrimi gündeme almak gerektiğini söyleyebilen anlayışları, devrim, sosyalizm ve benzeri konularda ciddiye almanın abesliği ortadadır. Bunlar açısından konuyu kavramanın aczinden çok, ‘sosyalizm kurulamıyorsa, sömürüye karşı çıkılamıyorsa, kötünün iyisi olarak, uyum yasaları çerçevesinde, kapitalizm içerisinde sömürünün sınırlanması, demokratik dönüşümlerin tamamlanıp sosyalizmin gündeme alınması’ türünden bir kavrayışın yürürlükte olduğu söylenebilir.

Sol liberal çevrelerin bu savunuları, tam da topluma gözdağı vermek ve gelişecek her türlü örgütlü mücadelenin önüne set çekmek amacıyla, tutukluların, hükümlülerin, tutsakların hak aramasını yasaklayan ceza infaz yasası gündemdeyken ileri sürülmektedir. Buna karşın sol liberalizm, demokrasinin AB sürecinden başka çıkar yolunun olmadığını savunuyor. Kamu Personel Rejimi Yasası, Yerel Yönetimler Yasası, özelleştirme, taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma saldırıları altında Türkiye’de demokratik devrimin tamamlandığını savunanların, sosyalizm laflarının ne kadar samimi olduğunu düşünmek yararsız olacağı gibi, bunların sosyalizm anlayışının işçi sınıfının çıkarına olması da imkansızdır.

Birlik süreci ile Türkiye’de demokrasinin gelişeceğini söyleyen ve işçi sınıfının haklarının güvence kazanacağını propaganda edenler, örneğin, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) ve Birleşmiş Milletler sözleşmelerinin bu konulardaki düzenlemelerinin birliğin karmakarışık mevzuatından çok daha açık ve ileri düzenlemeler olmasına rağmen neden uygulanmadığını ve neden bu yöndeki gelişkin bir çok sözleşmenin imzalanmadığını da burjuvaziye sormayı akıl edemiyor. Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da bu nispeten ileri mevzuatın tek tek ülkelerde uygulanmasını tavsiye etmek dışında bağlayıcı kararlar alınmıyor. Kuşkusuz göreli olarak bakıldığında, Avrupa işçi sınıfının hakları ve kazanımları Türkiye işçi sınıfından daha ileri. Ve Türkiye’nin yasal düzenlemelerle bu ileri mevzuatı çalışma yaşamına ithal etmesi hiç de fena olmazdı! Ama bu mevzuat, arkasında gerçek güçler olduğunda yaşam belirtisi kazanabilir. Şimdilik bize havuç olarak sallanan bu mevzuatın bir de sopası var. Avrupa Birliği yönünde işbirlikçi tekelcilerimizin istediği düzenlemelerin gerçekleşmesi karşısındaki direnci kırmak için sallanan bu havuç, her seferinde sopayla desteklenecek. Avrupa işçi sınıfı da çoktandır geliştirmek için pek de mücadele etmediği haklara ve örgütlülüklerine sahip çıkmak için harekete geçmiş, durumun ciddiyetinin farkına varmış gözüküyor.

Avrupa Birliği’nin sosyal politikaya, çalışma yaşamına yönelik olarak 1997’ye kadar hukukunu belirleyen, Avrupa Konseyinin Sosyal Politikaya İlişkin Antlaşma (SPİA) çerçevesinde yaptığı düzenlemeler, asgari koşulların tanımlanması düzeyinde kalmaktaydı. SPİA’da olduğu gibi, 1997’de yerine geçen AT Anlaşması da, grev, toplu sözleşme ve ücretler konusunda bütün ülkeleri bağlayıcı karar almamayı, tekleştirici olmamak gerekçesi ile ilke edinmiş oluyordu. AT Anlaşması ile, yürürlükten kalkan SPİA’nın içerdiği ve istisna olarak belirtilen küçük ve orta boy işletmelerin gelişiminin engellenmemesi, bu işletmelere idari, mali ve hukuki kısıtlamalar getirilmemesi hükmünün korunması, yasanın yönünü açıkça belirtmektedir. Çalışma yaşamına ilişkin konuların, en genel düzeyde temel insan hakları çerçevesinde düzenlenmesi ve bu açıdan büyük ölçüde sınıfsal dengelerce belirlenecek niyet ve yorumlara bırakılması, ileride burjuvazi tarafından gündeme sokulacak bozucu dayatmaların habercisi sayılmalıdır. Ayrıca iş hukuku ve çalışma yaşamına dair düzenlemelerin insan hakları gibi soyut düzenlemelerle ilişkilendirilme yoluna gidilmesi, emperyalist Avrupa sermayesinin niyetlerini de aslında açıkça ortaya koymaktadır. Bu konuda iyi niyetle yorum yapmak, komünistlerin işçi sınıfına önerilebilecekleri bir yol değildir. Birliğin genel olarak çalışma yaşamını bireysel iş hukuku çerçevesinde düzenlemesi bir yana, asgari düzeyde yaptığı düzenlemelerin de küçük ve orta boy işletmelere uygulanamazlığı, Türkiye için daha da ağır bir anlam kazanır. Çünkü Türkiye’de işçi sınıfının büyük bölümü bu tip işyerlerinde çalışmaktadır.

Avrupa işçi sınıfının kazanımlarının bir çok yerde geri alındığı, işçi sınıfına yönelik saldırının liberalizm ve serbest piyasa ekseninde tam yol sürdüğü koşullarda, dünya kapitalist sistemi açısından ekonomik bir daralma içinde olunduğu ve rakip kapitalist ülkelerle rekabet koşullarının iyileştirilmesi ve olanaklarının artırılmasının, işçi sınıfının sahip olduğu haklardan tavizler kopartarak, örgütlenme ve ekonomik kazanımlarının geriletilmesiyle mümkün olduğu, burjuvazi tarafından rahatça dile getirilebilmektedir.

Hepimiz aynı gemide olduğumuza göre birazcık fedakarlık yapmasını işçi sınıfından beklemek burjuvazinin hakkı değil mi? Başlangıçta bu soruyla şekillenen ideolojik saldırının her alanda etkili olduğunu ve bir çok sendikanın gönüllü fedakarlığı kabul ettiğini biliyoruz. Oysa ki kazın ayağının başka olduğu ve bu durumda kaybedenin her zaman işçi sınıfı olacağı rahatlıkla görülebilirdi, görülmeye başlandı da! Tam da bu noktada sınıf mücadelesi daha keskin biçimler almak üzere hareketlendi. Avrupa’nın bir çok kentinde protesto eylemleri yapıldı. Fransa’da, İspanya’da, İtalya’da ve daha bir çok ülkede yüz binlerce işçi, emekçi, sosyal politika alanında Birliğin düzenlemelerini protesto etmek için alanlara indi. Bütün bunlar geriye çekilen hakları sahiplenmek için gerçekleşmiş eylemlerdi. Ekonomik kriz koşullarının giderek ağırlaştığı, sınıfa yönelik saldırının, milliyetçi ve faşist gelişmeleri besleyecek şekilde sürdürüldüğü göz önüne alındığında, işçi sınıfının mücadele koşullarının olumsuzlukları da ortaya çıkmaktadır.

Avrupa Birliği projesinin ulus üstü bir oluşum olduğu ve bugünkü duruma göre ileri bir konumu temsil ettiği yönündeki algı, bu biçimin içeriğini gizlediği ölçüde, tekelci sermayenin sözcülüğünü de yapmaktadır. Birlik içinde daha dar bir çerçeve oluşturan gelişmiş kapitalist ülkelerin bu süreçten kârlı çıkacağı bellidir. Ama geri kalanlar açısından, ikinci kuşakta bir Birlik ve giderek pazar düzenlemeleri söz konusu olacaktır. Türkiye için daha şimdiden görülen ise, 1995’te imzalanan Gümrük Birliği’nin ötesinde bir anlamı olmayan imtiyazlı ortaklık statüsünün dayatılacağıdır. Birliğin kendisinin kapitalist tekelci bir yapı olduğu ve Avrupa içinde eşitsiz ulusal ilişkileri daha da körüklediği ortadadır. Görülmesi gereken gerçek, Türkiye’deki sermaye sınıfının çıkarlarının AB’nin düzenleme talepleri ile çakıştığı, ayrıca IMF ve DTÖ’nün eşitsiz ekonomik ilişkileri yeniden besleyen nitelikteki talepleriyle de aynı yönde olduğudur. Bu açıdan AB ile kapitalist-emperyalist sistemin bu iki kurumu arasında tam bir uyum bulunmaktadır. Birlik süreci içinde Türkiye’de reformlar AB’nin basıncı ile gündeme gelmiş olmakla birlikte, IMF ve DTÖ’nün dayatmaları ile de uyum içinde gerçekleştirilmiştir.

Bu olguya bağlı olarak, Türkiye işçi sınıfının özlemlerini Avrupa Birliği’ne endekslemek kolaycılığı, sadece bir kolaycılık meselesi olmaktan öte nasıl çeşitli tonlara ayrılan işbirlikçi bir karakter arz ediyorsa, ulusal sorunların çözümünü de Birliğin bu yöndeki düzenlemelerine endekslemek, yine sadece kolaycılığı değil, esas olarak işbirlikçi bir açılımı temsil etmektedir. Tam da bu noktada Kürt sorununda çözümü Birlik süreci içinde arayan anlayışın, aynı akıbeti paylaşacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur.

Kürt ulusal hareketi, uzun bir süredir kendi iç ayrışma ve çatışmaları üzerinden yol almakta, yeni şekillenmelere uğramaktadır. Bu gelişmeler ekseninde, ulusal hareketin kendi kaderini tayin hakkını ‘birlik’ yönünde kullanması, birlikçi bir söylem tutturmasında şaşılacak ya da garipsenecek bir şey yoktur. Nasıl ayrılma tercihi karşısında şaşırmamak, bu talebi garipsememek gerekiyorsa, ulusal hareketin bu yönelimi karşısında da aynı kavrayışla davranmak gerekmektedir. Ama burada söz konusu olan tercihin niteliğinin ne olduğu, kiminle birlik yapıldığı, önemli bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır.

ABD işbirlikçisi Barzani çizgisinin Kuzey temsilciliğine soyunan bir grubun yönelimi bilinmektedir. Bu grup karşısında merkezde yer alanların etkinliği ve ağır basması bir olumluluk olarak gözükmektedir. Bu durumda, ABD işbirlikçilerinin toplumsal temellerinin zayıflığı ise, tehlikenin küçük olduğu anlamına gelmemektedir. Bu grubun küçümsenmesi, ABD’nin bölgedeki dengeler üzerindeki etkisi nedeniyle, büyük bir yanılgı olur. Etkinlikleri, işbirlikçi yönelimin ileride güçlenebilecek olmasından, gelişecek olayların seyri içinde bu politikaların taban bulabilme şansından kaynaklanmaktadır. Bu olasılık, esas olarak ABD’ci çizginin Ortadoğu ölçeğinde etkinlik kurmasıyla doğru orantılı bir biçimde artacaktır. Merkezde yer alan anlayışın bu çizgi karşısında konumlanırken tuttuğu pozisyonun etkileri de, şimdilik gölgede kalan bir faktör olarak aynı yönde işlev görmektedir. Kürt hareketini temsil etme iddiası açısından ağır basan örgütlenme, birlik yönünde irade belirtirken, sosyalizm vurgusunu ve marksizmi gündeminden çıkardığı ölçüde, birlik tercihinin, kiminle ve hangi zeminde gelişeceğine dair bir netlik de oluşmaktadır.

AB çerçevesinde kurumlaşması beklenen Türkiye demokrasisi içinde ‘birlik’ beyanı olarak tanımlayabileceğimiz bu tercih, sınıfsal karşılık ve çelişkileri ile birlikte yürümektedir. Bu açıdan, Azınlıklar raporu ve Kürt hareketinin Kürtlerin azınlık değil de asli kurucu unsur olduğunu ileri sürmesi, ‘Demokratik Cumhuriyet’ hedefini öne çıkarmaktadır. ‘Demokratik Cumhuriyet’, içerdiği bütün çelişkileri ve açılımlarının ortaya koyduğu kadarıyla, kendi açılarından ne kadar olabilecekse o kadar olan bir eşitlikle, Kürt burjuvazisinin devlete dahil edilme, devlet iktidarına ortak olma talebini ifade etmektedir. ‘Demokratik Cumhuriyetin’, niyetlerden arınmış bir şekilde sınıfsal tanımı, Kürt hareketi açısından bundan başka bir şey olabilir mi?

Birlik tercihinin esas olan bu yönü dışında, gittikçe daha tali bir nitelik kazanan ikinci yönü ise, sosyalizm vurgusu ve kaldığı kadarıyla marksizm söyleminin sürece eşlik etmesidir. Türkiye’deki bütün ezilenlerle birlikte davranmak tercihi, Kürt halkının kendi kaderini Türk halkının kaderiyle ortaklaştırması ve birlikte kazanılacak bir demokrasinin nimetlerinden birlikte yararlanmak söylemi, ‘Demokratik Cumhuriyetin’ sınıfsal karşılığının hemen yanında yer almaktadır. Kürt işçi sınıfının ve köylülüğünün taleplerine karşılık geldiği ölçüde Türkiye’de sosyalistlerle birlikte davranmak, demokratik ya da sosyalist devrim perspektifinin dışında bir demokrasinin kazanılması ekseni ile ele alınmaktadır. Bu ölçüde Kürt özgürlük hareketinin bugüne kadar kazandığı prestij üzerinden, Türkiye’de emekçi sınıfların ve sosyalist hareketin önüne AB ekseninde bir demokrasi hedefi konulmaktadır.

‘Demokratik Cumhuriyet’ talebini, demokratik devrim talebi ile örtüşen ve devrimin yolunu temizleyen bir hedef olarak görmek mümkün değildir. Sol liberal çevrelerin, AB ile uyum çerçevesinde çıkarılan yasalara bakarak demokratik devrimin tamamlandığını düşünmeleri ile, yine AB’nin demokrasisine göre tanımlanan bir ‘Demokratik Cumhuriyet’ hedefinin demokratik devrimin yoluna giriş anlamına geldiği ya da bu yoldaki engelleri temizleyeceği kavrayışı arasında özünde ne kadar fark olabilir? Böyle koyulmuş ve bu eksende gerçekleştirilecek bir ‘birlik’ tercihi, Kürt ve Türk emekçi sınıflarını sisteme iyice eklemlemekten başka bir işlev görmeyecektir. AB’nin, ulusal sorunlar ve azınlıklar meselesinde sunduğu çerçevenin ve varsayılan genel kavrayışının şimdilik yeterli bir ölçek oluşturduğu konusunda, hem sol liberalizm hem de Kürt ulusal hareketi açısından bir ortaklık oluştuğunu görmek şaşırtıcı olmamaktadır. Bu anlamda, çoktandır işçi sınıfı merkezli düşünüş yerine demokrasi merkezli projeleri tercih eden ve buradan sosyalizm adına laf söyleyebilen çevrelerin demokratik devrimlerinin ‘Demokratik Cumhuriyet’ hedefi üzerinden AB’nin sınırlarına hapis olduğunu da deşifre etmek gerekir.

Bu durumda, Kürt ulusal sorununun çözümünü, bir yanda ABD işbirlikçisi Barzani çizgisi, diğer yanda AB işbirlikçisi bir diğer çizgi şeklinde birbirleriyle tamamen zıt konumlanmış, ama özünde demokratik emperyalizm hayalinden beslenen anlayışlardan beklemek yanlış olur. Kürt meselesinin çözümü bir kez bu rotada görüldüğünde ise, bugün zayıf olan işbirlikçi çizginin karşısında yarın güçlenecek olanın farkını, ABD ile AB’nin emperyalizmleri arasındaki farka indirmiş olmaktan başkaca bir meziyetimiz de kalmaz. Bunları söylemiş olmak, çözümün yine bu gelişmeler içinde oluşacak olan işçi sınıfı merkezli bir örgütlenmeyi gerektirdiğini söylemiş olmayı içerir. Kürt ulusal sorunun çözümünün gerçek sahibinin Kürt işçi sınıfı olduğu, Kürt ulusal mücadelesi içindeki ayrım, çatışma ve sınıfsal tercihler üzerinden ortaya çıkacaktır. Böylesi bir oluşumun ise, bugünkü gelişmelere kayıtsız kalmayan ve aynı zamanda da bu gelişmeleri mutlak veriler olarak değerlendirmeyen bir yaklaşıma dayanacağını varsaymak gerekir.

ABD SEÇİMLERİ VE EMPERYALİZM KARŞITI MÜCADELE

2 Kasım’da bir ülkede seçim oldu; ancak bu seçim sanki onun dışındaki dünyada kendi seçimlerinden daha ön sırada yer aldı. Bütün dünya bu seçime kilitlendi. Bu bir yanılsama, bir illüzyon mu, yoksa gerçekten dünyayı bu kadar ilgilendiren bir seçim miydi? Elbette ikincisi... Zira seçilen herhangi bir ülkenin başkanı değil, dünya jandarmalığı yapan ülkenin başkanıydı. Belki de bu seçime sadece Amerikan toplumu değil, ‘tüm dünya halkları katılmalıydı’. Bu esprinin gerçeklik payının hiç olmadığını söylemek de mümkün değildir. Öyle ya, o istediği ülkeyi, istediği zaman işgal edebilir; istediği yönetimi dolaylı dolaysız devirebilir; (her zaman kolay olmamakla birlikte) beğenmediği uluslararası anlaşmalara katılmaz, katılsa da işine gelmeyince ya hemen çekilir ya da istemediği maddelerini uygulamaz, Birleşik Milletler vb. gibi uluslararası kuruluşların işine gelmeyen kararlarına uymaz. ABD’nin emperyal çıkarları, tüm dünya halklarının çıkarlarından önde tutulduğu gibi, üstünde yaşadığımız gezegenin çürütülmesi sorunundan da önde tutulmaktadır. Bush yönetimi, örneğin Uluslararası Ceza Mahkemesi, Rusya ile Anti-Balistik Füze Anlaşması, Biyolojik Silah Anlaşması, Global Isınmaya Karşı Kyoto Anlaşması vs. gibi uluslararası bir çok anlaşmadan ya çekilmiştir, ya da anlaşmayı imzalamamıştır.

Bush seçimlerden oldukça güçlenerek çıktı; hem 3,5 milyon gibi azımsanmayacak oy farkıyla seçildi, hem de gerek Temsilciler Meclisinde gerekse senatoda, partisi daha da sandalye kazandı, güçlendi.

Kerry ile Bush arasındaki fark, Ecevit’le Demirel arasındaki farktan çok daha azdır. Bush değil de Kerry kazansaydı, yine ABD, emperyalizmin dünya jandarmalığını sürdürecek, dünyayı kan gölüne çevirmeye devam edecekti. Ancak bundan, aralarında hiç bir nüansın olmadığını çıkarsamak yanlış olur. Aksi halde hem tekeller arası çelişkileri, hem de egemenlerin havuç ve sopa yöntemlerini göremez duruma düşeriz. Zira Kerry ile Bush’un farklılığı havuç ile sopanın nispi farklılığından başka bir şey değildir. Sopanın yoğunlaşmasını çıkarına daha uygun görenler Cumhuriyetçileri, hafifletilmesini daha yararlı görenler Demokratları desteklemişlerdir. 2000 seçimlerinde Cumhuriyetçileri destekleyen bazı tekeller 2004’te Demokratları desteklemekten imtina etmemişlerdir. Tabii ki tersi de doğru. Hemen hemen ‘fire vermiyor’ denecek kadar istikrarlı grup, silah tekelleri ve petrolcülerdir. Bu seçimde de onlar firesiz olarak Bush’un arkasındaydı.

Bush’un seçimleri kazanması, halkının ve onu yönlendiren ABD egemen sınıfının neyi tercih ettiğini açıklıkla ortaya koymaktadır: işgal, savaş ve katliam. Elbette burada, ‘Bush gibi zeka özürlü, pot kırmakta Recep Tayyip Erdoğan’ı bile geride bırakacak birinin yerine daha aklı başında birine yönetimi teslim edemezler miydi?’ gibi bir soru sorulabilir. Buna bir soruyla da cevap verilebilir: ‘Türk Hükümetlerinin Türkiye’yi yönettiğinden daha fazla mı ABD Başkanı ABD’yi yönetiyor?’ Nasıl ki Türkiye’de Türk oligarşisi ve emperyalizm hakimse, ABD’de de ABD egemen sınıfları hakim. Bu anlamda Bush gibi bir kuklanın daha çok işlerine geldiği söylenebilir.

Bu seçimle ABD, başladığı işi bitirme kararlılığında olduğunu ve dereyi geçerken at değiştirmeye hiç niyetli olmadığını açıklıkla ortaya koymuştur. Kerry de işbaşına gelse bu işi devam ettirmek zorundaydı. Tüm seçim kampanyası da bunun işaretini veriyordu. Ancak bu işi başlatmış ve tabanıyla tepesiyle bu işe konsantre olmuş, bir hayli de deneyim kazanmış çok uygun bir ekip varken bunu değiştirmenin yapılan işe zarar vermekten başka ne anlamı olabilirdi ki?

ABD, Sovyet sisteminin çöküşünden sonra dünyayı yeniden dizayn etme, çift kutuplu dünyanın tek kutbunun jandarmalığından, tek kutuplu dünyanın tek jandarması durumuna geçme çabasına girişti. Artık Sovyet tehdidi kalkıp bütün güçler, emperyalistler, bölgelerinde, nüfuz alanlarında kendi hakimiyetlerini kurmak istediğinden bu o kadar kolay değildi. ABD’nin ise buna tahammül edebilecek hali kalmıyordu.

Dünyanın en çok petrol tüketen, üstelik tüketiminin yarısını ithal etmek zorunda olan ABD’nin yıllık cari açığı da 500 milyar doları buluyor. Cari açığını doların uluslararası olarak kabul görmesi sayesinde finanse eden ABD için, Euro’nun gittikçe istikrar kazanıp bazı ülkelerin de petrolü dolar yerine Euro ile satmaya başlaması, yıkım anlamına geldiğinden, bu durumu çözmesi gerekiyordu. OPEC’i ne yapıp edip boyun eğmeye mecbur etmeli ve bunun için de kendisine yeterince uyum göstermeyen, sorun çıkartan bazı ülke yöneticilerini ya boyun eğdirmeli, ya da devirmeliydi.

ABD ekonomisi gittikçe sıkışırken ABD’nin siyasi olarak tüm dünya halklarıyla ve yer yer iktidarlarla çelişkileri sürekli keskinleşiyor. Çare olarak giriştiği her eylem ise, durumu biraz daha kötüleştirmekten başka işe yaramıyor. Örneğin içinden kolay kolay çıkamayacağı Afganistan ile Irak bataklığı, bir yandan giderek derinleşen direnişe yol açarken, diğer yandan hemen bir sonraki saldırı hedefi ilan ettiği İran’ı iki büyük baş ağrısından, Saddam ve Taleban yönetiminden kurtararak rahatlatıyor. Bu da herhalde emperyalizmin ironisi...

Bu koşullarda, ABD Başkanlık seçim sonuçlarının birinci anlamı, silah ve petrol tekellerinin sopanın daha da şiddetli kullanılmasını istedikleri ve bunu ABD halkına da kabul ettirdikleridir. İkinci anlamı, Bush’un Kerry karşısında kullandığı dinci ve gerici argümanların ABD halkları tarafından onaylanmasıdır. Üçüncü anlamı ise, başta Ortadoğu olmak üzere, dünya halklarını daha şiddetli kan ve gözyaşının beklemekte olduğudur.

Büyük Ortadoğu Projesi de, ABD hegemonyasını gerçekleştirmenin önemli araçlarından biridir. Bu projeye göre ABD, hem AB, hem de Çin ve Rusya önderliğinde oluşacak blokların önüne önemli bir set çekmiş olacaktır. Bu saldırgan hedeflerine ulaşmaya çalışırken ABD emperyalizmini Ortadoğu’da çok zor günler bekliyor. Bunun altından kalkabilmek için bölge ülkelerinin yardımına sürekli ihtiyaç duyacağı gibi, ABD’nin Ortadoğu’da, İsrail’den sonra güvenebileceği tek ülke, ‘müslüman’ Türkiye’dir.

ABD yüklendiği misyonu yerine getirmek için vahşice saldırmaya devam edecektir. İkinci Bush yönetimi, birinciye göre daha güçlü olduğu gibi, kendisini aynı doğrultuda devam etmek için görevlendirilmiş olarak görmek durumundadır. Ancak bu görevleri yerine getirmek öyle kolay değildir. Afganistan ve Irak’ta giriştiği operasyonda, ne ileri gidebildiği ne de geri dönüş imkanının olduğu bir bataklığa düşmüştür. Aslında tek çare, ABD emperyalizminin bir an önce çökertilmesi ve böylece dünya halklarının, hatta ABD halkının da kurtuluşudur. ABD emperyalizmi ne kadar erken çökertilirse, ABD halkı da dahil, dünya halkları o kadar daha az zayiatla kurtulmuş olacaktır. Tabii bu kurtuluşun geçici bir nefes almadan öteye gidebilmesi için, mücadele, kapitalizmin yıkılmasına, sosyalist devrime ulaşmalıdır.

Bu anlamda, bütün ABci liberallerin ve diğer tüm ‘demokrasici’ anti-ABDcilerin kavradığı gibi, ABD emperyalizmini geriletmekle iş bitmiyor; tersine belki yeni başlıyor. Zira ABD’nin bu vahşeti, ‘kötü emperyalistliğinden’ veya Bush ve ABD oligarşisinin sadistliğinden ya da demokrat olmamasından kaynaklanmıyor. Bu saldırganlığın ve vahşetin temeli, kapitalist-emperyalist sistemi korumaya çalışmaktır ve bunu görev edinen de, kim olursa olsun, aynı uygulamalara başvurmak zorundadır. Kısacası, ABD emperyalizmi gerilese, hatta yenilse de, kapitalizm yıkılmadığı sürece, yerini başka bir kapitalist-emperyalist ülke veya ülkeler bloğu dolduracak ve dünya halkları vahşice saldırılara uğramaya devam edecektir. Gerçek çözüm, dolayısıyla hedef, kapitalist-emperyalist sistemin yıkılmasıdır.

ABD’nin emperyalist vahşeti, kapitalist sistemden ve burjuva demokrasisinden koparılıp, demokratik olmayan kapitalizm veya emperyalizme ya da ABD’nin gaddarlığına bağlanmaya çalışıldığı ölçüde, komünistlerin görevi, bunun sistemin ürünü olduğu ve sistemin geldiği aşamada başka türlü olabilmesinin onun doğasına aykırı olduğu bilinciyle, emperyalist-kapitalist sisteme karşı ajitasyon ve propaganda yaparak tüm halkları uyarmak, bilinçlendirmektir.

ABD vahşetinin yarattığı anti-Amerikan kinin miyoplaştırdığı gözlere dikkat çekmek, komünistler için olmazsa olmazlardan biridir. Bugün, emperyalizmin beslemesi faşistler de, yine emperyalizmin beslemesi en radikal şeriatçılar da ABD’ye karşı cephede yer alıyor görünmek zorunda kalıyorlar. Elbette ki faşistlerle şeriatçıları aynı kefeye koymak doğru değildir. Ancak bunların hiçbiri anti-emperyalist değildir ve anti-Amerikancılıkları da konjonktürseldir. Sözgelimi Fethullah Gülen’i olduğu gibi, El-Kaideyi ya da Talebanı besleyip yetiştiren ABD’den başkası mıdır? Bir de bunların dışında bir tür Kemalistler var ki, ABD Kürtleri ve Rumları desteklerse anti-Amerikancı, onlara karşı olursa ABDci olurlar. Tutarlı ve kararlı anti-emperyalist tek hareket, işçi sınıfı hareketidir, komünizmdir. Tüm diğerleri konjonktürsel, pragmatisttir. Ama bu başkalarıyla kısa ve hatta bazen orta vadeli ittifakların hiç yapılamayacağı anlamına gelmez. Ancak asla onların ideolojilerini meşrulaştırmamak, başka alanlarda onlara karşı mücadeleyi durdurmamak, engellememek, ittifakın sınırlılığının, geçiciliğinin üstünü örtmemek ve kesintisiz olarak müttefiklerin tutarsızlıklarını, kararsızlıklarını deşifre etmek koşuluyla.

Türk faşist hareketi önemli genişleme gösterdi ve verili koşula uygun eylemlerini kesintisiz sürdürmektedir. Çeşitli okullar ve yerlerde devrimcilere saldırılarını sürdürürken, diğer yandan işlerine gelmeyen sözler eden kişileri ‘Taksim meydanında asmakla’ tehdit etmekteler. 78’liler Vakfı’nın yapacağı ‘Netekim’ eylemini CHPli belediye başkanıyla omuz omuza yasaklamaya çalıştılar. Son olarak; ‘Azınlıklar Raporu’nu başkanın elinden faşist bir sendikacının alıp yırtması kendiliğinden bir olay değildir. Faşistlerce pratiğe geçirilen bu eylemlerin, doğrudan ilişkide oldukları derin devletten, onun planlarından bağımsız olduğunu düşünmek mümkün değildir.

ABD emperyalizminin hunharca saldırıları dünya halklarını ABD’ye karşı kinle doldururken bu kin karşısında ABD beslemesi faşistler ve şoven Kemalistler de ABD karşısında tavır alıyor görünmektedir. ABD beslemesi faşist MHP, bu görünümünü de kullanarak Türkiye’de yükselen şovenizmin önderliğini ele geçirmeye çalışmakta, buna aday olmaktadır. Bunda epey başarı sağladığını söylemek de yanlış olmaz. Ama bu, anti-Amerikan eylemde faşist MHP ile yan yana durmak gibi bir yanlışa sürüklememelidir. Bu, dünya proletaryası ve emekçi halklarına en büyük ihanet olur. İttifaklar, anti-ABDciliği anti-emperyalizme, anti-emperyalizmi anti-kapitalizme sıkı sıkıya bağlamak ve nihai hedefin proletarya önderliğinde komünizmin zaferi olması bilinci ve buna uygun yöntemler uygulanarak yürünmesi koşuluyla kurulabilir ve kurulmalıdır.

Faşistler taban genişletmek için anti-Amerikan bir görünüm vermeye çalışırken, şeriatçılar, kendileri pek istemese de tabanları zorladığı için, ABD’ye karşı durmak zorundadırlar. Bu durum Amerikan işbirlikçisi AKP’nin en önemli handikaplarından biridir. Bunları doğru değerlendirerek ve anti-Amerikan tepkiyi anti-emperyalist tepki haline dönüştürerek kapitalizme karşı güç birliği oluşturmaya çalışılmalıdır. Ancak dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta, şeriatçılarla barış içinde birlikte yaşanabilir izlenimi vermekten titizlikle kaçınmak gereğidir. Zira onlar en büyük düşman olarak komünistleri görürler ve İran başta olmak üzere tüm teokratik ülkelerde komünistleri hunharca katletmişlerdir. Dolayısıyla en radikal şeriatçılarla kol kola girerek bu gerçeğin üzerini örtmenin ve sınıfın bilincini karartmanın affedilir bir yanının olmadığını da bilmek gerekir.

KURTULUŞ sosyalist dergi

OCAK 2005

10

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ