Devlet örgütlenmesinin siyasi yapısına ilişkin bir biçim olarak federalizm, burjuva ulusal devrimlerinden sosyalist devrimlere uzanan tarihsel süreç içinde, devletin sınıfsal içeriği ve sınıfların çıkarları ile ilişkili olarak işlev görmüştür. Bu nedenle de federalizmi, belli bir tarih ve sınıf bağlamında ele alıp değerlendirmek zorunludur.
HACI YILDIZ
Federalizm, belirli bir siyasal örgütlenme biçimini ifade etmektedir. Federal sözcüğü, anlaşma, sözleşme anlamındaki, Latince, foedus kökünden gelir. Bir spor kulübünden, devlet örgütlenmesine kadar her düzeyde uygulanabilecek bir model olarak federalizm, değişik grup ve parçaların, belirli bir amaç için işbirliği yapmak üzere bir araya gelmesi, birlik oluşturmasını ifade eder.
Federalizm, merkeziyetçiliğin şu ya da bu düzeyine tekabül eden bir türden uygulanmasıdır. Diğer tür merkeziyetçilik uygulamalarından örneğin mutlak merkeziyetçilik ya da demokratik merkeziyetçilikten farkı ise, parçaların varlığını mutlak ve ebedi görmesi üzerinden bir birlik oluşturmasıdır.
Bugün yürürlükte olan siyasal sistemler, genel olarak siyaset bilimi ve kamu hukuku çerçevesinde ele alınabilir ve bu bize sonrasında yapılacak bir değerlendirmede imkanlar sağlayacaktır. Bu nedenle, federalizm ve ilgili kavramları birbirleri ile ilişkisi ve karşılıkları açısından ele alalım.
Merkezi tek bir yapıdan oluşup mutlak özerkliğe sahip alt birimleri bulunmayan üniter yapıdan farklı olarak federal devlet, federe devletlerin üstünde ve onların belli esaslara göre oluşturduğu merkezi devletin kendisidir. Federalizmin karşıtı ve alternatifi olarak genel olarak üniter devlet akla gelmektedir. Bu nedenle üniter devlet ile federal devlet sistemleri arasındaki ayrım, merkezi yapıya sahip olup olmamak açısından değil, merkeziyetçiliğin uygulanışı ve bu açıdan derecelendirilmesi noktasından ele alınabilir. Federal devletin anayasasının değiştirilmesi sürecinde, federe devletlerin belirli ağırlıklar ölçüsünde yetkileri vardır. Örneğin ABD’de Kongre’nin iki meclisin ilişkileri açısından, federal meclisin 2/3’ünün federal anayasa değişiklik önerisi getirdiği durumda, bunun kabul edilmesi için federe yönetimlerin, 3/4’ünün onayı gerekli olmaktadır. Bu değişiklik sürecine, federe devlet parlamentolarından da başlanabilir ve bu durumda, federe meclisin bu süreci başlatması için gerekli oran 2/3’tür.
Üniter ve federal devlet yapıları açısından egemenlik halkın iradesinden kaynaklanır. Bu açıdan egemenliğin kaynağı aynıdır. Bu farklılıklar, (federal) merkezi devletin yetki alanına giren, anayasa, güvenlik, dış ilişkiler gibi konularla, federe devletin yetki alanına giren konuların belirlediği çerçevede şekillenir. Bu çizginin nereden geçeceği ise her federatif yapının kendi tarihi özgünlüğü ve bu zeminde oluşan farklılıkların niteliği tarafından belirlenir.
Federalizmde siyasi iktidar, merkezi olmamak ilkesi açısından bölünmüş, paylaştırılmıştır. İki ayrı faaliyet alanı yaratılmış, kamusal faaliyetler, bu iki alanda ayrımlaşmış federal ve federe devletler tarafından ayrı ayrı yürütülmektedir. Bu nedenle, yürürlükteki sistemler açısından federal devlete ulusal devlet, federe (parça) devlete de ulus altı ölçekte kurulmuş devlet olarak tanım getirilmektedir. Kuşkusuz bu tanımın, marksizmin ulusal soruna bakışı ile ciddi bir problem oluşturduğunu söylemeliyiz. Federal devlet ulus devlet olarak tanımlanmaktadır ve devlete göre ulusu tanımlamak şeklinde bir tercihi öne çıkarmaktadır.
Federal yapının parçaları olan devletler, hukuki bakımdan eşittirler. Referandum söz konusu olduğunda, merkeziyetçi olmama ilkesi, bütün halkın çoğunluğunun yanında federe birimlerin çoğunluğunun da onayını gerektirmek anlamına gelir. Siyasi iradenin merkezi olmamasının anlamı ise, iki federe bir federal olmak üzere en az üç iktidar merkezinin bulunmasıdır ki, toplam iktidar merkezlerinin sayısı, bugünkü durumda, örneğin 10 federe birimden oluşan Kanada’da federal devletle birlikte 11, 50 eyaletten oluşan ABD’de 51’dir.
Siyasi iradenin salt merkeziyetçi olmamak açısından federe devletlere bölünmesi, hangi görevleri hangi iktidar merkezinin yapacağının tanımlanmış olması demektir. Özerklik uygulamaları açısından ise, birimlere tanınan yerel ayrıcalığın, kamusal görev ve işlevlerin yerine getirilmesinin, fonksiyonellik esasında uygulanması söz konusudur ve bu durum kamusal görevlerin yerine getirilmesinde yönetimlerin eşitliği anlamına gelmez.
Anayasal yetki bölüşümü ilkesi de federal yapının nitelikleri arasında sayılmaktadır. Ama bunun en belirsiz ilkelerden olduğu ve bu yetki bölüşümünün çoğu kez farklı ve ağırlıkları değişerek uygulandığı bilinmektedir. Çünkü konuları, yerel ya da ulusal diye ayıracak sınırın belirsizliği ve giderek bu çizgilerin iç içe geçmesi, federal, federe, özerk bölge ve yerel yönetimlerin yetki alanlarını çoğunca çakıştırmaktadır.
Federal yapının iktidar merkezlerinin (federe birimlerin), özerk yönetimlerden farkı, özerk yönetimin, yerel yönetim açısından yüklendiği işlevlerin yerine getirilmesinde, kendine ait iktidar kaynağına sahip olmaması, merkezden aldığı iktidar yetkisini fonksiyonellik açısından kullanmasından kaynaklanır. Çeşitli özerklik derecelerine göre tanımlanabilecek sistemler söz konusudur. Anayasa hukukçularınca, kaynağını anayasada belirtilen yetkilerden aldığı için, klasik üniter devlet ile federal devlet arasında bir ara biçim olarak görülen bölgeli devlet yapılarına örnek olarak İtalya ve İspanya gösterilmektedir. Bölgeli devlet formu, bölgelere ya da topluluklara tanınan siyasal özerklik konusunda üniter devletten, özerk yönetimlerin, bölgelerin kuruluş ve işleyişi ve yetkilerinin anayasal güvencesi açısından da federal devletten ayrılmaktadır.
Bölgeli devlet modeli devletin tekliği anlayışı üzerine kurulu olmasına rağmen, bu ayrım, klasik üniter yapının, siyasal kararların tek merkezden verilmesi özelliğini nispeten değiştiriyor. Bu sayede de, etnik, kültürel ya da değişik nedenlerle oluşmuş ayrımların bir arada yaşama olanaklarını yaratarak, çatışmaları yatıştırabilecek bir model olarak öne çıkıyor.
Bir siyasal sistem olarak bugünkü şekillenmesine, işleyiş kurallarına dair anlatımlarda bulunduğumuz federalizmin, tek bir uygulanış ve kavranış biçimi yoktur. Federalizmin bugünkü uygulanışındaki farklılaşmaların dayanakları, esas olarak ulus ve devlet düzeylerinde oluşan yapıların farklılaşmalarında, bu ise, yine her birinin oluşumuna ait özel tarihlerin ve bu tarihlerin içinde şekillendiği fiziki, kültürel ve siyasi geçmişlerinin ürünüdür.
Dünyada ve özellikle Ortadoğu’da yaşanan siyasal gelişmeler, federalizm kavramını güncel tartışmaların merkezine yerleştiriyor. Bölgedeki aile iktidarlarının, petrol krallıklarının, demokrasi ve insan hakları ile çeliştiğinin, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” ile ilişkili olarak vurgulanması ve artık bu çelişkilerin, federalizmin sunduğu imkanlarla giderilebileceğinin belirtilmesi, anahtar bir kavram olarak federalizmi daha da bir gündemleştiriyor.
Oysa ki, halihazırda bugün, dünya üzerinde, başta Amerika ve Almanya olmak üzere, bir çok ülke, federalizm temelinde örgütlenmiştir. ABD ve Avrupa’nın (Fransa dışında) bir çok devletinin federatif yapılarından ötürü değil de, esas olarak Ortadoğu ülkelerinin ve Avrasya’nın paylaşım mücadelesinin bir sonucu olarak ve giderek geniş bir coğrafyanın yeniden yapılandırılması çerçevesinde gündeme gelen federalizmin, demokrasinin şemsiyesi olarak algılanması, kesin bir çelişki oluşturmaktadır. Her ne kadar Avrupa Birliği’nin federatif bir yapı olarak tartışılması gündeme gelse de, AB’nin taraf olduğu federalizm anlayışı ile –ki AB çerçevesinde bir tek birlik anlayışı yoktur– bağımlı ve sömürge ülkelere dayatılan federalizm anlayışları, taban tabana zıt anlayışlardır. Ortadoğu coğrafyasının bir parçası olarak algılanması gereken Kıbrıs sorunu açısından, geçmiştekinden farklı olarak federasyonun gündeme gelmesi de, yine bu paylaşım mücadelesinin bir sonucudur. Kıbrıs sorununun yanısıra, Ortadoğu coğrafyasının, geçmişten bugüne, Filistin sorununun da önünde duran en can alıcı ve karmaşık sorunu olarak, Kürdistan sorunu bulunmaktadır. Bu sorun, tarihsel olarak, emperyalist işgalin sunduğu imkanlarla, işbirlikçi bir çizgide ve federalizm ekseninde yapılanmak yoluyla çözüme gitmekte, bu çözüm ise, Kürt ulusunun işçi ve köylü sınıflarının değil, Kürt burjuvazisinin tercihi olarak şekillenmektedir. Kuşkusuz bu tercih, ulusal sorunun burjuva çözümlerinin, ulusal sorunu yeniden ve farklı bir boyutta üreteceğinin kanıtı olarak önümüzde durmakta. bu tercih değişmediği sürece de daha bir çok kanıt yaratacak gözükmektedir!
Son olarak, Irak ve Kürt coğrafyası için gündeme gelen düzenlemelerin, “Büyük Ortadoğu” tanımı içinde yer alan Türkiye için de federasyon tartışmalarını gündemleştirdiği bilinmektedir. Kimilerine göre yerel yönetimler ve merkezi idarenin yeniden tanımlanmasına yönelik geliştirilen yasal değişiklikler, demokrasiyi, merkezi idarenin prangalarından kurtaracak gelişmelere gebe ya da doğrudan bu türden gelişmelerin kendisi olduğu şeklinde değerlendirilmektedir. Bütün bunlar ise Türkiye için de, bir türden federasyonun en azından tartışılmaya başlandığını göstermektedir.
Federalizm konusunun, demokrasinin olmazsa olmazı olarak gündemleştirilebilmesinin, Berlin Duvarının yıkılmasından hemen önceki dönemden başlayıp bugüne, özellikle ikinci Irak operasyonu sonrası işgal gerçeğine uzanan nedenlerini kısaca açıklamak mümkündür. Bu açıklamanın kısa, basit ve pürüzsüz bir yalanı sergilemekten ibaret olması, ne yazık ki yalanın işlevsiz olduğu anlamına gelmemektedir.
Sosyalist bloğun yenilgisinden hemen önce etkinlik kuran post-modern ideolojilerin, sistemin yıkılması ile kurduğu etkinlik, farklılığın kutsanması, küçüğün övülmesi, yoksa bile ayrımların yaratılıp geliştirilmesi modasını, hezeyan düzeyine yükseltmişti. Bu çerçevede, farklılıkların ve ayrımların korunması, ulusal ya da etnik olması gerekmeksizin dini, mezhepsel, kültürel vb çerçevede her farklılığa ayrı örgütlenme, devlet olma hakkının, demokrasinin asgarisi ve eğer bunlar gerçekleşmiyorsa demokrasisizlik olarak tanımlandığı bir döneme gelindi. Demokrasisizlik ise kötü bir şey olarak emperyalistler tarafından cezalandırılmaya başlanmalıydı. Kadın hakları, insan hakları, kültürel haklar ve giderek, tanımlanmış ve tanımlanmamış diğer bütün potansiyel haklar, insan toplumunun ulaştığı bugünkü gelişmişlik düzeyinde, yeryüzündeki bütün insanların, tek tek her bireyin hak ettiği ve artık bir dakika bile uzak kalınmaması gereken zenginlikler olarak pazarlanmaktaydı. Ve bu açıdan, emperyalistler tarafından, geri kalmış, azgelişmiş ülke insanlarına bahşedilmeye başlandı! Bu telaşın arkasında, bütün dünya yüzeyinde paylaştırılmak istenen insan haklarının değil, emperyalist talanın bulunduğu, daha bugünden dünya kamuoyunun bilincine mal olmuş durumdadır.
Tabii ki bunlar büyük yalanlardı ve yalanın sıvası erkenden çatladı. Sıvanın çatlaması şöyle dursun, mermi ve top atışları, bombaların ve roketlerin yıktığı şehirler, çıplak gerçeği gözler önüne serdi. Eskiyen bu yalan üzerinden, emperyalist savaş makinesinin harekete geçmesi için gerekli olan ideolojik, psikolojik ve düşünsel ortam yaratılmış, bunun üzerine savaş bir üst düzeye, neredeyse eski sömürgeciliğin yöntemleri düzeyine yükseltilmiş bulunuyor. Bir kez bu yeni gerçek oluştuktan sonra, şimdi varılan yerin, yaşanan gerçeğin, yalan üzerine inşa edilmiş olduğunun ortaya çıkması, ne yazık ki, oluşan yeni durumdan, gerçekliğin aldığı yeni ve haksız biçimden geri adım atılması anlamına gelmiyor. Ortaya çıkmış olsa da yalan, düzmece ve manipülasyon üzerinden ulaşılan yeni gerçek hızla eskiyor ve böylece yeni yalanları ve bunlar üzerinden yeni oldubittileri, kaçınılmazlaştırıyor. Üstelik emperyalist ideolojinin, yeni savlarına malzeme bulmak açısından hiç de sıkıntı çekmediği artık bilinen bir gerçek. Zinhar bu yalanlar uzun ya da kısa menzilli olsun, bir şey değişmiyor! Yalanın bu hızlı evrimi karşısında, kuşkusuz, kapitalist gerçekliğin kabul edilemez ve baskıcı doğasının, kapitalist pazar ilişkilerinin niteliği gereği, daha başlangıcından bugüne aynı karakterde, yanılsamalar dizisi şeklinde belirdiği ileri sürülebilir. Kuşkusuz bu doğrudur da... Feodal beye şu ya da bu şekilde rant ödeyen ve onun iradesi altındaki köylü için yanılsamanın çok da imkan dahilinde olmaması ekonomi dışı siyasi zoru feodal sistemin esas niteliği yapmışsa, kapitalizm için esas olarak bunun tersi geçerlidir ve esas olan iktisadi zorlayıcılıklar, meta ilişkilerinin deşifre edilmesi zor bağlayıcılıkları ve zorunluluklarıdır.
Güncel gelişmeler, emperyalist merkezlerde çizilip durmakta olan demokrasi modellerinin bir sonucudur. Özellikle, sömürgeleştirilmek istenen bağımlı ülkelere demokrasi modeli olarak –her birine uygun şekillerde– önerilen federalizmler ortalıkta dolaşmaktadır. Kıbrıs, Kürdistan ya da Irak için, hep aynı mantığın ürünü olan ama kabul ettirilme, dayatılma biçimleri değişen federalizmler üzerinden emperyalistlerin ulaşmak istedikleri hedefler hep aynıdır. Bu nedenle marksist bakış açısını ve federalizmin ne olduğunu, bugünün sorunları açısından olanak ya da olanaksızlıklarını, komünistlerin federalizmi ne şekilde ve ne koşullarda savunduklarını, ne zaman ve nasıl karşı çıktıklarını net olarak kavrayabilmemiz için, marksizmin federalizme bakışını ifade etmemiz gerekmektedir. Ancak bundan sonradır ki, her bir somut tarihsel durumda federalizmin neye hizmet edeceği ve hangi ulusal, etnik ve diğer türden sorunun çözüm ya da çözümsüzlüğünün imkanı olabileceği, önerenlerin ve planları yürürlüğe koyanların sınıfsal karakterleri ile doğru orantılı bir şekilde ortaya çıkabilir ya da deşifre edilebilir.
Federalizm, uzmanlarca genel olarak demokratik bir biçim ve demokrasinin şaşmaz bir kanıtı olarak tanımlanmaktadır ve bu tanım kitlelerin genel algısı olabilmiştir. Oldukça yanılsamalı olan federalizmin bu kavranışı bir yana, federalizm kavramı, esas olarak marksizmin iki temel konu başlığına birden teğet geçmektedir. Devlet ve ulusal sorun konularının cisimleşmesi, federalizm kavşağında buluşabilmektedir. Hem sınıfsal hem de tarihsel çözüm tercihinin bu iki alanda belirmesi, farklı sınıflar açısından federalizme yüklenen işlevleri ve federalizmin anlamını farklılaştırmaktadır.
Burjuvazi, federalizmin içeriğini bir türden, işçi sınıfı ise başka bir türden dolduracaktır ve bu içerikler tarihin iki farklı yönünü işaret edecektir. Federalizmin bir devlet tartışması alanında tanımlanması ve kapitalist üretim ilişkilerinin geliştiği zeminle nasıl ilişkilendiği, yine bu üretim ilişkilerinin çözümlenebileceği ve bütün ipuçlarının bulunacağı pazar olgusu etrafında açıklanabilir. Kuşkusuz konumuzun ana ağırlığı açısından bu tali bir alan gibi gözükmektedir. Ama yine de marksizmin önemli ve karmaşık bir alanında sürüp giden altyapı/üstyapı ilişkilenmesi ya da ayrımlaşmasının soyut bir tartışma olmaktan çıkması, somut olan bir konu üzerinden ete kemiğe bürünmesi şansını vermektedir. Diğer bütün kapitalizm öncesi üretim biçimlerinden farklı olarak, içinden kapitalizmin gelişebildiği (Batı Avrupa’daki) feodalizmin coğrafi ve siyasi konumu bu tartışmada kilit önemdedir. Konumuz açısından bu coğrafyanın önemli bir özelliğinin, imparatorluk sonrası siyasi iktidarın dağılması üzerinden gelişen parçalı siyasal yapı şeklinde tanımlanması, doğru olacaktır. Devletin gücünün, parçalanmış siyasi birimler üzerinden şekillenmesi, feodal siyasal sistemin bir özelliği olarak belirir. İmparatorluğun parçalanması üzerine güç, toprak sahibi aristokrasinin elinde toplanır ve doğallıkla, her bir parçalı gücün işlevi, artık-ürüne el konulması doğrultusunda kullanılmasından ileri gelir. Böylece, özel mülkiyetle siyasi gücün tam bir çakışmasını temsil eden feodal birimler ve bu birimlerin birliği üzerinden gelişen merkezi iktidar, feodal mutlakiyetçi sistemin siyasal niteliğini oluşturur. E. M. Wood’a göre, Batı feodalizmi,
“...çok özgül bir siyasal gücün parçalanmasıyla oluştu. Bu yalnızca parçalanma ya da parsellenme değildi, aynı zamanda özelleşmeydi... Batı feodalizmine yol açan devlet gücünün parsellenmesi büyük ölçüde özel mülkiyete dayanıyordu.” (E. M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, s. 52)
Modern burjuva devletin, feodal devlete karşı biçimlendiğini belli bir rahatlıkla ifade edebiliyoruz ama bu biçimlenmenin, hangi süreçlerden geçerek nasıl oluştuğunu belirten bir yazından aynı rahatlıkla söz etmek mümkün değil. Oysa ki federalizmin tarihçesi, (örneğin İsviçre) modern burjuva devletin gerilerinde bir yerlere kadar inebilmektedir. Bu durumda, feodalizmden başlayan ve kapitalizme uzanan bir geçiş yazını, kapitalist devletin biçimlenmesinin bir yolu ve zemini olarak federalizmi gündemleştirmemiş, başka ana tartışmaların arasında bir yerlerde bırakmıştır. Biliyoruz ki,
“Kapitalist toplumun ekonomik yapısı, feodal toplumun ekonomik yapısından doğup gelişmiştir. Bu ikinci toplumun da çözülmesiyle birincinin öğeleri serbest kalmıştır.” (Karl Marx, Kapital, c. 1, s. 679)
Feodalizmin içinde şekillenen federal kurumlaşmaların kapitalizme miras kalmış olması muhtemeldir! Bu miras, belki de yaşatabildiği bütün biçimsel görüngüleri ile bugüne uzanmaktadır. Ama yine de, bu mirasın içinin, üretim ilişkileri açısından feodal olan ve feodal kalan bir şeylerle dolu olduğunu ileri sürmek saçmalık olacaktır. Feodal toplumun gözeneklerinde başlayan kapitalist üretim ilişkilerini başat hale getiren olaylar zincirinin, tarihsel ilerlemenin, belli üretim ilişkileriyle, üretim biçimini oluşturan faktörler arasında oluşan gerilim ve çelişkiler üzerinde geliştiği, bu tartışma içinde tarafların genellikle kabul ettiği bir tasviri oluşturur. Kabul edip üzerinde anlaşamadıkları ise bunun nasıl olduğu ve hangi nedenlerle gerilim ve çelişkilerin baskın geldiğidir. Bu konuda da rivayet muhteliftir ve her türlü açıklama denemesi gelip Marx’a dayandırılmaktadır. Oysa ki, üretim ilişkilerinin feodal toplumun gözeneklerinde, nasıl kapitalist öze doğru evrildiğine dair, başta Engels’in, yukarıda belirttiğimiz makalesi ve Kapital’in üçüncü cildine yaptığı ek olmak üzere, bir çok açıklaması yapılmıştır. Olayların nasıl ve hangi ardışıklıkla dizildiği, hangi olayın bir sonrakini tetiklediği tam olarak bilinemeyebilir ama bağımlı çalışan statüsünden manüfaktüre, oradan da modern sanayi üretimine geçildiği ve tarihsel hareketin bu yönde ilerlemesi ile sanayi sermayesinin çerçevesini çizdiği bir ulus-pazara varıldığı bilinmektedir.
Kökeni kentte olan, tarım dışı ekonomik faaliyette bulunan kişi ve bunların oluşturduğu kesim, sınıf biçimindeki bir ifade, burjuvazi kavramının karşılığını, tarihsel denkliğini anlatmaktadır. Tarım dışı faaliyetlerin kentte yoğunlaşması, kentte mekan kurmuş bütün faaliyetlerin, zanaatların kentli olması, durumu biraz daha karıştırmaktadır. Zanaatkarlar ve lonca sistemine dahil olanlar için de, haklı olarak burjuva teriminin bugünkü algılanışının kökeninde bulunan tüccarın oynadığı rol, aynı ile geçerlidir. Yani feodal pazarın (kent pazarı, çarşı) esas olarak soyluluğun tüketim, derebeylerinin ve krallığın da savaş gereksinimlerinin karşılanması için üretimde bulunmak anlamında... Etrafı çoğunca derebeylerinin şatolarından daha iyi korunan surlarla çevrili kentlerde zanaatçılar, lonca sisteminin koruyuculuğunda, birer kentli, kentin birer üyesi olarak bulunmuşlardır. Ama, kapitalist üretim ilişkileri öncesi bir tarih için, ister zanaatkar isterse tüccar olsun kentlilerin, surlarının dışında kalan bölgelerle aralarında varolan gerilimleri halen, feodal aristokrasinin sadık birer hizmetkarları olarak değerlendirilmek dışında toplumsal bir işlev ve kimlik oluşturmaya yetmemektedir. Burjuvazi, uzun süren feodal dönem boyunca, tüccar kimliği ile, sistemin bütün parçaları (feodal birimler) arasında görev yapmış, hizmette bulunmuş ve bu süreç içinde, feodal mutlakiyetçi sistemin hangi ayrım ve farklılıklardan oluştuğunu gözlemlemiştir. Bütün bu tarihsel süreç boyunca ileride oynayacağı devrimci rolden de haberdar değildir ama yine de bu gözlemi, bir ulus yaratmak zorunda kalacağı devrimci döneminde, oldukça işine yarayacaktır!
Burjuvazinin, bir kez sanayi sermayesine yönelmesi ve kapitalist kimliği ile toplumsal ilişkilerde, üretim ilişkilerinde belirmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu yeni durumun ise, sanayi sermayesinin, tüccar sermayesini ve ticareti belirlemesine, ticaretin, sanayi üretiminin denetimine girmesine neden olacak gelişmelerin başlamasına işaret ettiği bilinmektedir. Bütün bunlar ise, pazar üzerinde denetimin kurulmasını ve sanayi sermayesinin, feodal üretim ilişkileri ve feodal toplumun pazarından farklılaştırarak yepyeni bir çerçevede oluşturacağı kendi kapitalist pazarını yaratmasını zorunlu kılmaktadır. Bu tanım, kapitalist pazar üzerinden ve pazarın gereklerinin belirlediği çerçevede ulusun inşa edilmesinden başka bir şey olmayacaktır. Ulus ve pazar, coğrafi genişlik ya da darlık ekseninde değil, üretim süreci içinde şekillenen ve beliren ilişkilerin yanılsamalı görüngüleri üzerinden yeniden kurulduğu, bu yanılsamalara dayanarak sınıfsal konumların her düzeyde yeniden üretildiği mekan olarak pazarı ortaya çıkarmıştır. Bu pazar ve pazarın gerçek ilişkileri perdeleyebilmesi, gölgeleyebilmesi sayesindedir ki, “tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak dünyaya gelen sermaye” (Karl Marx) metaların önünde secdeye vardığı tapılası parasal yüzünün arkasında kendini saklayabilmiş ve ulusun tanrısı işleviyle pazarın birliğini perçinleyebilmiştir.
Kapitalist pazarın yaratılabilmesi için, feodal ayrıcalıkların ve otoritenin aksine, olabildiğince geniş bir coğrafya üzerinde birlik iddiası ile yola çıkmak gerekmiştir. Uluslaşma süreci, bu tür bir egemenlik iddiası taşımaktadır. Üzerinde denetim kurulabilecek ve bir araya getirilebilecek topluluk ve kesimleri hedeflemek açısından coğrafi engeller, ulusal ölçeğin belirlenmesi açısından, ikincil düzeyde engeller arasında sayılmalıdır. Bütün bu feodal dönem boyunca, derebeylerin farklı otorite ve denetiminde kalmış bölgelerin bir araya getirilebilmesi, esas olarak merkezileşme ve bunun üzerinden pazarın egemenliğini kurabilme sorunu olarak şekillenir. Bu nedenle modern burjuva devleti, farklılıkların olabildiğince merkezileşmesi hedefiyle kurumsallaşmıştır. Bir araya getirebilmek için farklılıkların törpülenmesi ve bastırılması kadar, bu farklılıkların tanınması, pazarın bütünlüğüne zarar getirmediği, bir pazarda buluşmasına yaradığı ölçüde tercih edilmiştir. Böyle bir bilinçle, bütün farklılıkları kapsayan bir üst kimlik ve aidiyet olarak, bir ulusa ait olmak ve bunun dışında kalanları dışlamak, ulusun ve pazarın çerçevesini çizmek anlamına gelmiştir.
Kapitalizm, her şeyden önce merkezi devlet demektir. Kapitalizmin, feodal sistemden devraldığı parçalı siyasi ve esas olarak da ekonomik yapıyı, kendi gereksindiği ölçüde merkezileştirmesi, burjuva devrimlerinin ulusal karakterini ve kapitalist devletin siyasi niteliğini oluşturmuştur. Ulus yaratma ve ulusal pazarı denetleme süreci içinde, farklılıkları aynılaştırmanın mümkün olmadığı çerçevede, bir üst kimlik olan ulusun belirleyiciliği ve meta ilişkilerinin uzun vadedeki bağlayıcı istikrarı, farklılıkları ve ayrımları gölgelemiş, ulus, pazarın birliğinde yaratılmıştır. Federal yapının, bir diğer tarihsel kaynağı, ekonomik eşitsizliklerin, eşitsiz ekonomik yapıların farklılaşan ihtiyaçlarının yerel olarak karşılanabilme çabası olarak belirir. Bu açıdan da merkezi devletin gereksiz hantallıktan kurtulması amacıyla, federe devlete izin verilmiş ve hatta gerekli görülmüştür.
Kapitalizmin gereksindiği merkezi devletin bir imkanı olarak federalizmin ve federal devlet sisteminin, çubuğu, esas olarak yerellikten yana değil, merkeziyetten yana büktüğünün altını çizmek gerekir. Çünkü, kapitalizmin merkezi bir pazarı gereksindiği, bunu ise, öncelikle tercih ettiği farklılık ve ayrımların homojenleştirilmesi yoluyla ve bu ölçüde (ki meta ilişkilerinin belirleyiciliği, kültürel, etnik, dini vb her türlü farklılık ve ayrımı uzun vadede silikleştirip, ikincil kılar) başardığı bilinmektedir. Çünkü, bu sayede pazar üzerindeki denetim ve egemenliği garanti edilmiş olacaktır. Bunu başaramadığı ölçüde ise, geride kalan heterojenlik ve ayrımlara, pazarın birliğine katılmaya engel olmadığı ölçüde izin verecek, birlik için meşru ve mutlak görüp katlanacak, aksi durumda da ulusal baskı, asimilasyon ve hatta giderek soykırım yöntemlerine başvurmaktan çekinmeyecektir. Bu şiddet içeren ve yok saymacı yöntemlerin, tarihin anlatılan bu döneminde kalmış olmadığı, o tarihten bugünlere çözülmeden gelmiş sorunlarda da rahatlıkla uygulanabildiğini bilmekteyiz. Ama bugün kapitalist sistem, daha çok kabul etmek zorunda kaldığı farklılıkları, çeşitlilik ve çoğulluk söyleminin argümanları yapmak yoluyla içermeyi tercih etmektedir. Bu farklılık ve ayrım noktalarının merkezi yapıyla uyuşmayan sivriliklerini törpüleyerek izin verdiği ölçüde, sistem, demokratik bir görüntü de kazanmış olmaktadır.
Federalizmin en önemli özelliklerinden olan yetki paylaşımının, siyasi karar merkezlerinin parçalı yapısının, kapitalist devletin en önemli özelliklerinden olan merkeziyetçiliğin önüne geçmesi hiçbir zaman istenmemiş ve burjuvazi federalizmi, hep merkeziyetçiliğin olanaklarına kavuşmak açısından yorumlamıştır. Bu yoruma maddi imkan sağladığı, gerçeklik kazandırma potansiyeli olduğu için de, burjuvazinin, feodal sistemden devraldığı bu mirasın içini merkeziyetçilikle doldurması mümkün olmuştur; kapitalist merkeziyetçiliğin, tarihsel nedenleri ve dayanaklarından olan, farklılıkları yok edici tekdüzeliği ve baskıcı karakterinin gizlenmesi işlevini, başarıyla yerine getirmesine olanak vermiştir. Federalizm, kapitalist demokrasinin mutlak bir biçimi olarak vurgulanmış, ulusal pazarın olabildiğince geniş ve büyük ölçekte tanımlanmasının, kapitalist devletin merkeziyetçi yapısının somutlanmasının bir imkanı olarak öne çıkmış ve bu nedenle merkeziyetçi yapı, kendisini gölgeleyecek bir federal kılıfı yanından hiç eksik etmemiştir. Bu açıdan kapitalist demokrasi savunuları, dayanaklarını büyük ölçüde Magna Carta’da bulmaktadırlar. Magna Carta, feodal aristokratların siyasi merkeziyetçiliği kendi aralarında bölüşmeleridir. Siyasi olarak parçalanmayı getirmesi ölçüsünde kapitalist pazarın sınırlarını daraltmakta, kapitalist demokrasi ile özünde zıtlık oluşturmaktadır. Oysa ki bugün, demokrasiyi parçalı siyasi yapı olarak tanımlayanlar için Magna Carta, burjuva demokrasisinin tarihsel temeli olarak tanımlanmaktadır .
Marx, Kapital’in birinci cildinde, feodal toplumun alışılmış güvencelerinden dıştalanan ve köy birliğinde örgütlenebildiği ölçüde kendi göreli haklarına sahip olan küçük üretici köylülüğün, koyunlar gibi sürülerce telef edildiği ilkel sermaye birikimi sürecini, yeterince çarpıcı bir biçimde anlatmıştır. Bu sürecin sonunda ortaya çıkan özgür emekçinin, bugünkü liberal demokrasinin kavramsallaştırdığı burjuva birey ile örtüşmediğini özellikle belirtmek gerekir. Bu ayrıksılığın bugün görülmemesi, lordların, derebeylerinin, yetki bölüşümü ve haklarının tanınması açısından mutlakiyetçi-merkeziyetçi krallık ve devlet karşısında elde ettikleri kazanımları yanlış yorumlamaya yol açmaktadır. Feodal beylerin bu siyasi haklarını, feodal yükümlülüklerinden kurtulmuş (siyasal olan, ekonomi dışı zorun alanından çıkan) özgür emekçinin kazanımı gibi göstermek ve bireyin yolunun Magna Carta ile açıldığını söylemek, bugünkü federalizm tartışmaları açısından da bir şeyler ifade etmektedir. Federalizm ve demokrasi ilişkisi açısından tartışmaya katılanlar, bireyin yolunun bu kilometre taşı ile açıldığını ileri sürmektedirler. Bu iddianın mihenk taşı, sağlamasının yapıldığı yer olarak da Doğu Toplumları (ki bununla Padişah ve tebaa ilişkileri kastedilmektedir) öne çıkarılmaktadır. Bu savunuya göre, krallık otoritesi, bireyin gelişmesinin, köylülüğün içinden (burjuvazinin tanımladığı anlamda) bireyin gelişmesinin önüne, aşılmaz bir engel olarak dikilmiştir. Tıpkı Doğu Toplumlarının padişahları ve sultanları gibi! Savunu sahiplerinin mantığına göre, Doğu’dakinin aksine Batı’da, krallık otoritesinin parçalanıp, parça parça lordlara verilmesi ise, köylülüğün önündeki engelin aşılmasını, bireyin gelişeceği zeminin oluşmasını, böyle bir toplumsal ilişkiler kümesini olanaklı kılmış olmalı!
Bu sav, bireyin hangi toplumsal ve siyasal yapılar ve ilişkiler içinde geliştiğini ve bu gerçekliğin kapitalist sömürü ilişkilerini görünmez ve mümkün kılan olgulardan oluştuğunu gözardı etmektedir. Bu nedenle de demokrasiyi, burjuva bireyin merkezinde olduğu bir siyasal sistem olarak değerlendirmek rahatça mümkün olmaktadır. Ve hatta, bütün üretim biçimlerini ve siyasal sistemleri kesen bir kavram olarak Magna Carta’da temelinin atıldığı iddia edilen bireyin tarih sahnesindeki eksikliği, birçok tarihsel güdüklüğün nedeni olarak ileri sürülmektedir. Hatta, sosyalizm pratiklerinin anti demokratikliğinin kaynağı ve yıkımın esas nedeni olarak, burjuva bireyin gelişmemesinin ileri sürülebilmesi de mümkün olabilmiştir. Oysa ki bu savunu, Magna Carta’da olanın, köylülük karşısındaki ilişkisi küçük krallıklardan başka bir şey demek olmayan lordların siyasi haklarını, krala ve kral üzerinden her birinin diğerine göre tarif edip bildirdiği, garantiye aldığı bir anlaşma olduğunu ön plana çıkarmaz. Bu nedenle de kralın kullanmaya devam ettiği otoritesi üzerinden küçük kralların, lordlukların varolabildiğini, köylülüğün konumunun kral ya da küçük kral olan lordlar karşısında bir nebze bile değişmediğini, lordların bir yönüyle de kralın otoritesini temsil ettiğini ileri sürecek, vurgulayacak değildir. Çünkü bu durumda, bireyi ortaya çıkaran gelişmenin bu anlaşmaya dayanması mümkün olamayacaktır. Ama hala bu savunu, Magna Carta’da tarihsel dayanaklarını ve yaşam alanlarını bulan birilerinin olduğunu iddia edecekse eğer, bu olsa olsa burjuva bireyin atası olarak lordları öne sürmek zorunda kalır ki, bu durumda derebeylerin genel olarak, toprak sahipliği şeklinde varlığını sürdürdüğü bugünkü kapitalizm içinde, aristokrasinin kalıntıları olarak tanımlandığı anımsatılmalıdır. Avrupa’da demokrasi ve federalizm ilişkisini, burjuva bireyin gelişmesi temelinde açıklamak mümkün değildir. Bu durumda Batı’da, Avrupa Kıtası üzerinde demokrasinin, siyasi merkeziyetçiliğin parçalanması yoluyla ilerlediğini ileri sürmek de doğru olmayacaktır.
ABD için de federalizm, esas olarak güçlerin parçalanması ve parçalı siyasi yapı olmaktan çok ve esas olarak merkeziyetçiliği, merkezi devleti hedefleyerek gelişmiştir. Kurucuların tasarladıkları anayasal federatif sistemin, ABD’nin üzerinde yükseldiği tarihsel ve siyasi mirasın bütün engelleyiciliğinden kurtulması ve demokrasinin içeriğinin azınlık yönetimine doğru çevrilmesi için, bu miras üzerindeki bütün revizyonların, federalizmin sağladığı imkanlarla gerçekleştirilmesi gerekmiştir. Kurucular, hem demokratik bir kültür hem de gelişmiş demokratik kurumlarla yola çıkmışlardı ve bu zemini azınlık yönetimi perspektifiyle daraltmak ancak federatif yapıyla mümkün oldu. Sömürge ve devrimci Amerika’nın demokratik mirası yerel devletlerde cisimleştiği ölçüde, karar merci federal devlete taşınmalıydı ve bunu da seçim sistemi ile başarmaları mümkün oldu. Kuşkusuz, ABD örneği de bize, sınıfsal, ulusal güçlerin dengelerine göre tanımlanmak ve değiştirilmek dışında birörnek federalizmin mümkün olmadığını göstermektedir. ABD’de, halk egemenliğinin tekeli federal devlete verilerek, merkezi devletin yetkilerince belirlenen parçalı yapı mümkün olabilmiştir. Bu ülke için sürecin yönü merkeziyetçilikten ve merkezileşmekten yana gelişmiştir. Ötesinde bir çok farklı uygulama ve ayrım varlığını sürdürmeye devam etmektedir ve bunlar hiç de merkeziyetçiliğin önünde engel değil, onun biçimlenmesinin imkanlarını teşkil etmektedirler.
Hem modern Avrupa hem de ABD için federalizm, liberalizm ile birlikte anılır ve demokrasi, hem antik dönem mirasından hem de sınıfsal içeriklerinden olabildiğince koparılarak liberal eksende tanımlanır. Liberalizmin önemli argümanlarından olan özgürlük ve anayasal kısıtlar ise, köklerini daha eski bir dönemin, feodalizmin mirasına kadar uzatabilmektedir. Anayasal hakların sınırlandırılması ve devletçe çiğnenmesi yasaklanmıştır. Kuşkusuz bu güvenceyi de yine devlet vermektedir ama devlet söz konusu olunca, o kadar çelişki de mümkün görünmektedir! Geniş yığınlar için geçerlilik kazanacak olan kişisel özgürlükler ve insan hakları, tarihsel dayanak noktalarını bir kez oluşturduktan sonra, hukuksal referans noktalarını, tarihsel dayanaklarının oluştuğu ve bu hakların gündeme geldiği andan daha gerilere taşıyabilmiş, derebeylerin ve feodal aristokrasinin merkezi monarşilere karşı güvenceye alınmış siyasal haklarına kadar genişletme imkanını bulabilmiştir. Bu nedenle de, bugün kişisel hak ve özgürlüklerimizin, demokratik dayanaklarını doğru yerlerde aramak gerekir. Kişisel hak ve özgürlüklerin, insan haklarının hukuksal referanslarını Magna Carta’ya kadar genişletmek mümkünse de, toplumsal dayanaklarını bu tarihsel olaya yaslamak yanlıştır. Çünkü, Magna Carta’da lordların elde ettiği haklar,
“... Ne içerikleriyle, ne de sonuçlarıyla demokrattılar. İlerici, daha modern bir siyasal düzene olan isteği değil, feodalizmin eski, parsellenmiş egemenliğinin bir parçasıyla ilgili, gerici talepleri yansıtıyorlardı. Ve bu fikirlerin lordlukla ilişkisi, feodalizmin çöküşünden sonra da devam etti.
Hiç şüphe yok ki, özde feodal olan bu ilkeler, sonraları daha ‘modern’ veya ilerici güçlerce, daha demokratik amaçlar için kullanıldı; 17. yüzyıldan başlayarak, lordluğun ayrıcalıklarından, daha evrensel yurttaş özgürlüklerine ve insan haklarına doğru genişledi. Ayrıca dini ve entelektüel hoşgörünün değerleriyle de zenginleştirildiler. Fakat liberal ilkelerin aslının türediği toplumsal ilişkiler sistemi, onların sonradan kullanıldığı sistemden çok farklıydı. Onlar modern kapitalizmle ortaya çıkan ve tamamen yeni olan toplumsal bir güç yapısıyla baş edecek şekilde tasarlanmamıştı.” (E.M. Wood, age, s. 272-3)
Bu tasarlanmamışlık, yurttaşın ekonomik haklarının siyaset kanalıyla güvenceye alınmadığı, siyaset üzerinden toplumsal üretim ve paylaşıma katılmanın imkanlarının görünmez dolayımlar arasında kaybolup sıradan vatandaş için çok pahalılaştığı, siyasetin ekonomi dışı tanımlandığı bir süreci başlattı. Ekonomi ile siyasetin ayrılmasının kapitalist demokrasinin gereği olarak şekillenmesi, iktisadi ilişkilerin siyaset alanının dışında tanımlanması ile mümkün olmuştur. Ekonomik ilişkiler, eşit bireylerin özgür bir şekilde karşılıklı alışverişleri, siyaset ise, hiçbir şekilde bu ilişkilerin özgürlüğünün engellenmemesi için yapılan kamusal düzenlemeler şeklinde tanımlanmıştır. Bu ilişkileri dışsal bir şekilde düzenleyen ama her an tarafsız olduğu ileri sürülen siyaset, bu ilişkilere dışsal olarak duracaktı. Aslında bu dışsallık, sıradan vatandaşın, ya da her bir işçinin, özgür emekçinin, siyaset üzerinden ekonomik alana müdahalesinin olanaklarını tüketmek anlamına gelmektedir.
Demokrasinin bu biçimsel tanımı, hak ve özgürlüklerin geniş kesimlere yayılıp üstelik her alanda ayrıntılı tanımlanması, demokrasinin biçimsel bir şey olarak değersizleşmesini de beraberinde getirmiştir. Kişi hak ve özgürlükleri ne kadar geniş kesimler için tanımlanılır olursa olsun, bu hakların ekonomik bağlantıları, siyasetin ekonomik ilişkilerle doğrudan çakışması sağlanmadığı ve üstelik bu açı birey için sürekli arttığı için, her tür biçimsel hak ve özgürlük, yayılıp genişletilerek, ağırlıklarından yalıtılmakta, içi boşaltılmaktadır. Aslında bu durumun kendisi, marksizmin demokrasinin tüketilmesi tezinin, demokratik hak ve özgürlüklerin genişletilerek sosyalizme ulaşılamayacağı tezinin kanıtlanmasıdır. Bir farkla ki, literatürde, demokratik hak ve özgürlükler kazanılıp genişletildikçe, sınıf mücadelesi için uygun konumlar da kazanılmış ve ne kadar gelişirse gelişsin burjuva demokrasisinin sömürüyü ortadan kaldıramayacağı kanıtlanmış olacaktır. Bugün, bu genel doğruya eklenmesi gereken epeyce bir şeyler daha birikmiş bulunmaktadır. Biçimsel demokrasi genişletildikçe, hakların siyasi ağırlığı boşalmaktadır. Kuşkusuz, bu konu, sivil toplum, çoğulculuk vb, en önemlisi de örgütlülük ve örgütlü sınıfsal güçlerin hakları tanımlama süreçleri açılarından değerlendirilip geliştirilmelidir.
Bütün bu tarihsel ayrımı ve federalizmin kökenlerine dair uzunca süren anlatımı ise iki nedenle yapmış bulunuyoruz. Birincisi, demokrasinin temeline burjuva bireyi koyan ve bunun üzerine demokrasi, giderek de sosyalizm projeleri çizen aydınlanmacı burjuva kafaların, zaten hiçbir zaman, çeşitli burjuva fikirlerle karıştırılmaktan, bulamaç yapılmaktan vazgeçilmemiş marksizme yönelik tahrifatlarıdır. Bu bakış açısı, lordların kendi siyasal ayrıcalıklarını, –ki bu ayrıcalıklar, köylü üzerindeki tasarruf haklarından başka bir şey değildir– merkezi devlet karşısında güvenceye almasındaki anlamı, sömürücülerin, sömürünün konusu olan sınıfın üzerindeki tasarruf mücadelesi olarak değerlendirmezler. Yükledikleri anlamlar, daha çok, iktidarın tek merkezden yerellere dağılması, görece bağımsız feodal beylerin siyasi haklarının güvencesi üzerinden iktidarın yerelleşmesi ve bu sayede demokrasinin nefes alacağı alanların açılması olarak belirir. İkinci nedenimiz ise, federalizmin burjuva bireyin ve bütün olarak demokrasinin biçimsel öğelerinin yaşayabileceği liberter çerçevenin somutlanmasının mutlak biçimi olarak tanımlanmasıdır. Bu iddianın en çürük tarafı, her tür farklılığın yaşama ve geliştirilme şansı ve bunun dışında eşitsiz ilişkilerin yaratacağı daha da eşitsiz ilişkilerin önlenmesini federalizmle mümkün görüyor olmasıdır.
Burjuvazi, merkezi devlete gereksinim duyduğunda, mücadele ettiği monarşik devlete hem karşı çıkıyor hem de bir türden onunla ilişkileniyordu. Feodal beylerin siyasi bağımsızlıkları üzerinde şekillenen otorite alanlarının tanınması bu ilişkilenmenin kapsamına girmemekteydi. Burjuvazinin merkezi devleti ulus ölçeğinde yarattığını biliyoruz. Ulusun geniş ölçekli bir birlik, en azından feodal beylerin yetki sınırlarının ötesinde bir birlik olduğunu da biliyoruz. Burjuva siyasal devrimlerin, hemen her yerde ulusal sınırları çizmesi ise iktidarın ele geçirilmesinden daha uzun erimli ve öncesinde başlayıp sonrasına da uzanan bir süreci kapsar. Bu sürecin başlangıcında, feodal beylerin karşısında ve onların ittifakı olarak yer alan kralın ve krallığın otoritesinin, yetki alanının kapsayıcılığının, parçalanmayı sınırlayıcı mirası bulunmaktadır. Burjuva ulusal devrim bu miras üzerinden bir ulus tanımlaması yaparken, meta ilişkilerinin zorladığı ve gereksindiği ölçüde mutlaklaştırıcı, tanımlayıcı ve tasnif edici davranmıştır. Bunun ötesinde ise, bir araya getirmenin izin verdiği ayrımları ifade edebilmek açısından imkanlar yaratmış, liberal demokrasi öğretisinin biçimsel özgürlük tanımı ekseninde, farklılıkların yaşaması, her çeşit ayrımın, bir başkası üzerinde baskı ya da ezilme konusu olmaması şeklinde bir güvenceyi propaganda etmiştir. Pazar birliğine ve ulusa katılmanın bu ayrımları silip yok saymayacağını savunmuştur. Bu nedenle,
“Federal sistem belirli ölçüde demokratik ilke ve kurumlara yer vermek durumundadır. Federe birimlerin ulusal politikanın belirlenmesine katılımı ilkesi gereğince, federal sistemlerde temsilin kurumsallaştırılması bir zorunluluktur. İktidarın bölünmesi ilkesi her federe birimin dilsel, dinsel, etnik, kültürel, tarihsel veya ekonomik farklılıklarını korumasına ve geliştirmesine imkan tanır. Ülke içinde azınlıkta kalan gruplar, federe birimler olarak örgütlenerek, hak ve çıkarlarını koruyabilirler.” (Oktay Uygun, Federalizm, İzmler Dizisi, s. 51)
Burjuvazinin, ulusu, geceden sabaha, ya da siyasal devrimin menzilinde bir zaman diliminde yaratması mümkün olmamıştır. Bu mümkün olmadığı ölçüde de, mutlakiyetçi devlet ve feodal aristokrasiden devraldığı tarihsel mirası, hem daha kısa vadeli devrimci yöntemlerle biçimlendirmeye çalışmış, hem de uzun vadede evrimci bir perspektife sarılmıştır. Bu nedenle de burjuvazinin içi boşaltılmış demokrasi ve hakların biçimsel olarak genişletilmesi açısından federalizmi, yeni oluşan tarihsel koşullar ekseninde yorumlaması, kapitalizmin merkeziyetçi siyasi yapısını, feodalizmin merkeziyetçiliğinden çok daha farklı ve mutlak olarak geliştirmesine izin vermiştir.
Ve bir kez uluslar yaratılmış, siyasal olarak sınırları çizilmiş olduğunda, burjuvazi için ulusal sorun çözülmüş olmaktadır. Oysa ki bir yandan ulusal sınırlar içinde eşitsizlik ve ayrımlar sürdüğü öte yandan her bir ülke burjuvazisin sınırları bir başkasının sınırında ne yazık ki büyük bir hoşgörü ile bitmediği için, ulusal sorun, burjuva çözümün başladığı yerde yeniden ortaya çıkmaktadır. Esas olarak da, gelişmiş kapitalist ülkelerin sömürgecilik politikalarının, sömürü ilişkilerinin ezilen ulusları yaratması, kapitalizmin ulusal sorunu çözmek yerine genelleştirdiği bir sonuç oluşturmaktadır. Bu açıdan da federalizm ve federal uygulamalar, ulusal sorunun şu ya da bu ölçüde gölgelenip yalıtılmasına, keskin biçimler almasının engellenmesine imkan sunduğu ölçüde, liberal demokrasinin en fazla önem verdiği ve tercih ettiği uygulamalardan olagelmiştir.
Kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği bir siyasal sistem içinde federalizm, ulusal sorun ve bu sorunun burjuva çözümü ekseninde devletin biçiminin somutlandığı bir çerçeve şeklinde değerlendirilmelidir. Ulus yaratma, ulusun inşa edilmesi ve inşa edildiği coğrafyada burjuvazinin ulusal pazarın denetimini siyasal iktidarı ekseninde sağlaması, burjuva ulusal sorunun çözümü konusunda bir çok tartışmayı da beraberinde getirmektedir.
Sosyalizm, her şeyden önce, kalıntıları ve etkileri sürmekle beraber sınıfların ve sömürünün esas olarak ortadan kalktığı bir toplum olarak öne çıkar. Ulusal sorunun ve ayrımların, ulusal baskı ve eşitsizliklerin devam ettiği siyasal sistemlerin, sınıfsızlık ve eşitliğin egemen olacağı bir insan toplumu gerçekleştirilemeyeceği mutlaktır. Bu nedenle, sosyalizmin demokrasi ile ilişkisi kurulurken, eşitsizliklerin ve ayrımların giderilmesi üzerine kurulu güven ilişkilerinin sağlanması zorunludur. Bunu gerçekleştirmenin yolu, her şeyden önce ulusal sorunun, ulusların kaderlerini tayin hakkı çerçevesinde çözümünü kabul etmekten geçer.
Demokrasinin felsefi kavranışının, bu şiar içinde ifadesi, her şeyden önce demokrasinin tüketilmesi ekseninde ele alınışı, sınıfsız ve ayrımsız bir toplumun imkanlarını oluşturmaktadır. Bu şiarı, devrimin bir sloganı olmanın ötesinde ele alıp kavramadığımızda, ortaya ciddi sorunlar çıkacaktır. Yaşanan sosyalizm deneyimlerinin gösterdiği üzere, ulusal soruna yaklaşımın ve bu soruna ilişkin geliştirilen politikaların barındırdığı eksik ve yanlışlar, sorunun çözümünü güçleştirmiş ve sınıfsız toplumun önündeki engellerin çoğalmasına neden olabilmiştir.
Merkezi, güçlü kapitalist devlet gerçeği karşısında, merkezi yapının, kapitalist devletin federatif yapıya dönüştürülmesi ekseninde zayıflayacağı ve bunun da devrimin işini kolaylaştıracağı şeklindeki küçük-burjuva ön kabul ve beklenti, federalizmin, merkeziyetçiliğin karşıtı ve onun alternatifi olarak değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa ki federalizm, her şeyden önce merkeziyetçiliğin mümkün olan bir çeşit uygulamasıdır; burjuvazinin, üzerine ulus ve devlet inşa edeceği tarihsel süreç içinde, kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin mirası olan parçalı siyasi yapının merkezileştirilmesinin imkanlarını sunmaktadır. Burjuvazi, feodal siyasi yapıda birbirinden ters yönlere yönelmiş siyasi güçlerin hareketini, bir merkezde toplamak ve birleştirmek üzere tersine çevirmiştir; daha önce sahip olduğu merkeziyetçiliğin engellenmesi ve sınırlanması anlamından farklı ve tam karşıtı bir anlayışla federalizmin içini doldurmuş, federalizmden merkeziyetçiliğin yetkinleştirilmesi ve mutlaklaştırılması biçiminde yararlanmıştır.
Marx ve Engels, feodal parçalanma karşısında krallığın merkezi rolünün, daha ortaçağda bile ulusal birliğin önceli olduğunu ve eğer krallığın birleştirici rolü olmasaydı, ulusal birliğin imkanlarının oluşmayacağını belirtirler. Engels,
“Feodal soyluluğun, iktisadi planda, ortaçağ sonu toplumunda nasıl gereksiz, hatta sıkıcı bir duruma gelmeye başladığını, siyasal planda da, kentlerin, ve o çağda sadece krallık biçimi altında olanaklı olan ulusal devletin gelişmesi bakımından nasıl bir engel durumuna gelmiş olduğunu görmüş bulunuyoruz. Ama feodal soyluluk, o zamana kadar silahları kullanma tekelini elinde tuttuğu, o olmaksızın ne savaşılabileceği, ne de savaşa girişilebileceği için, her şeye karşın ayakta tutulmuştu. Bu durum da değişecekti; feodal soyluluğa, onun egemen olduğu toplum ve devlet döneminin son bulduğunu, şövalye niteliği içinde, hatta savaş alanında bile, artık kendisinden yararlanılamayacağını tanıtlamak için, son adım da atılacaktı.” (F. Engels, Feodalizmin Çöküşü ve Burjuvazinin Yükselişi)
der. Ulusların kaderlerini tayin hakkının burjuvazi tarafından ileri sürülmesi ve yorumlanması, ulusal pazarın, burjuva devlet tarafından denetlenmesi ve bu ölçekte siyasi otoritenin kurulması anlamına gelir. Bu ise, başta sınıfsal olmak üzere her türlü ayrımın hem ulusal ölçekte bastırılmasının hem de çeşitli ulusal bağımlılık ilişkilerinin kurulmasının güvencelerini, yine bu sloganın burjuvazi tarafından yorumlanmasının sağladığı siyasal imkanlarla birleştirmektedir. Bu açıdan federalizm ve çeşitli türden özerklik dereceleri, ulusal sorunun gölgelenmesini, burjuva ulusal devletin, ulus ötesi alanlarda etkinlik kurmasının, hatta sömürgeciliğin olanaklarını yaratmaktadır. Bu nedenle Lenin,
“Şu federalizm, Amerika Birleşik Devletleri’nin ya da İsviçre’nin bütünlüğüne neden engel olmuyor? ‘Özerklik’ nasıl oluyor da, Avusturya-Macaristan’ın bütünlüğüne engel çıkarmıyor? ‘Özerklik’ nasıl oldu da Britanya ile sömürgeleri arasındaki bağları daha önümüzdeki uzunca bir süre için beton gibi sağlamlaştırdı?” (Lenin, “Ulusalcılık Üzerine Birkaç Söz Daha”, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, s. 135)
diye sorarken, sonuna kadar haklıdır ve merkeziyet gerçeğinin altını çizmektedir.
Marksizm ise ulusların kaderlerini tayin hakkını, daha önce de belirttiğimiz gibi, demokrasi kavrayışı, eşitsizliklerin giderilmesi ve sınıfsız toplumun imkanları ekseninde yorumlar. Yoksa, ulusların kaderlerini tayin hakkı burjuva bir çerçeve ve sonuçta burjuva siyasal bir ölçeği aşmayan bir niteliğe sahipken, her türlü ulusal, sınıfsal, cinsel, kültürel vb. ayrımların baskı ve eşitsizlik konusu olmaktan çıkacağı bir siyasal sistem olarak sosyalizmin, ulusal devletin çıkarlarını gözetmek gibi bir sorunu yoktur.
Devlet sorunu ekseninde, Paris Komünü öncesi burjuva devrimlerini değerlendirirken Marx,
“Bütün siyasal devrimler, bu makineyi parçalayacak yerde, daha da yetkinleştirmekten başka bir şey yapmamışlardır. Sırasıyla, iktidar için savaşım yürüten partiler, bu engin devlet yapısının fethini, galibin başlıca ganimeti saydılar.” (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i)
saptamasını yapar. İşçi sınıfının neden böyle yapmaması gerektiğini, tersine, ne yapması gerektiğini ise Paris Komünü üzerinden ifade edeceklerdir. Engels, Erfurt Programı Eleştirisi’nde, ulusal sorunun biçimlenmesi ve devlet ilişkisini, sosyalizmin amaçları doğrultusunda ifade eder. Ulusların kaderlerini tayin hakkının sosyalizm hedefi doğrultusunda kullanılması, Engels’in, 1891 tarihli bu makalesinden takip edilebilir. Bu metnin takibi, aynı zamanda federalizm ve ulusal sorunu, bu ikili ilişkinin sosyalizmin gerçekleşmesinin imkanları ekseninde tanımlanması gereken sosyalist devlet-demokrasi ilişkisini, ulusal ve demokratik hareketin yönü meselesini gündemleştirerek ele almanın örneğini verecektir. Bütün bu metnin, proletarya diktatörlüğünün merkezi devlet yapısından geçen değerlendirmesini, Lenin Devlet ve İhtilal kitabında şöyle yapar:
“Engels, devlet biçimleriyle ilgilenmeyi yararsız bulmak şöyle dursun, tersine, üzerinde durulan geçici biçimin hareket ve varış noktalarını, her belirli durum içinde, bu durumun tarihsel ve somut özelliklerine göre belirlemek için, geçici biçimleri büyük bir özenle çözümlemeye çalışır.
Engels de, tıpkı Marx gibi proletarya ve proleter devrim açısından, demokratik merkeziyetçiliği, bir ve bölünmez cumhuriyeti savunur. Federatif cumhuriyeti, ya bir istisna ve gelişmeye bir engel olarak, ya da monarşiden merkezileştirilmiş cumhuriyete bir geçiş olarak, ama bazı koşullarda bir ‘ilerleme’ olarak düşünür. Ve bu özel koşullar arasında, ulusal soruna ilk planda yer verir.
Marx’ta olduğu gibi Engels’te de, her ikisinde de küçük devletlerin gerici niteliğini ve bazı somut durumlarda bu gerici niteliği gizlemek için ulusal sorundan yararlanılmasını amansızca eleştirmiş olmalarına karşın, yapıtlarının hiçbir yerinde, bir istek belirtisi halinde de olsa, ulusal sorunun öneminin küçümsendiği, geçiştirildiği görülmez; oysa Hollandalı ve Polonyalı marksistler, ‘kendi’ küçük devletlerinin dar burjuva milliyetçiliğine karşı son derece haklı savaşımdan hareketle çoğu kez ulusal sorunun önemini küçümseme, geçiştirme hatasını işliyorlar.” (Lenin, Devlet ve İhtilal)
Lenin, Marx ve Engels’ten devraldığı bilimsel sosyalizm mirasını, devlet teorisi konusunda titizlikle korumuş ve devrim teorisinin merkezine almıştır. Proletaryanın, amaçlarını gerçekleştirmek için devlete gereksinmesi vardır ve bu zorunlu kötülüğe bulaşılmadan sınıfsız toplumun maddi imkanlarının yaratılması mümkün değildir. Bu nedenle iki tür akımla polemik yapar. Bunlardan ilki, ikinci enternasyonal önderlerinin oluşturduğu çizgi, ikincisi ise anarşizmdir. Marx ve Engels, feodal monarşinin, krallık otoritesinin, feodal parçalanma karşısında ulusal birliğe hizmet ettiği, burjuvazinin feodalizmden devraldığı bu miras üzerinde merkezi devleti yetkinleştirerek ulusal pazarı geliştirdiği ve aynı şekilde burjuvazinin, her türden farklılıkların, ayrımların, kapitalist pazar ilişkileri içinde sınıf kimliğini oluşturup pekiştirdiği bir mirası da işçi sınıfına devrettiğini ve devretmeye devam edeceğini belirtirler. Bu mantığı, Engels,
“üstelik bizim ‘federal devletimiz’ daha şimdiden merkezi tek devlete doğru geçişi ifade etmektedir. Ve 1866’da ve 1870’te yukardan yapılmış olan devrimi geriletmek bize düşmez; tam tersine, biz, buna aşağıdan bir hareketle gerekli tamamlamayı ve iyileştirmeyi sağlamalıyız.” (Engels, Erfurt Programı Eleştirisi)
şeklinde ifade eder. Bu mantığı olduğu gibi devralan Lenin, şöyle sorar.
“Ama proletarya ve yoksul köylüler, eğer devlet gücünü ellerine alır, komünler içinde tamamen özgür bir biçimde örgütlenir ve sermayeyi vurmak, kapitalistlerin direncini kırmak, demiryollarının, fabrikaların, toprağın vb. özel mülkiyetini ulusun tümüne, toplumun tümüne devretmek için, bütün komünlerin eylemini birleştirirlerse, bu, merkeziyetçilik olmayacak mıdır? Bu, en tutarlı demokratik merkeziyetçilik, üstelik de proleter bir merkeziyetçilik olmayacak mıdır?” (Lenin, Devlet ve İhtilal)
Marksist devlet teorisi, burjuva devrimlerinden farklı olarak, devlet makinesini devralmayıp onun parçalanması gereğini kabul etmeyi zorunlu kılar. Bu tarihsel deneyim, merkezi devlet yapısının reddi olarak anlaşılamaz ve sosyalist devrimin amacı, sınıfsız topluma ulaşmak olduğuna göre, bu amaçla en geniş ve sınırsız birlikler kurmak ve bunu gerçekleştirmek için büyük merkezi devlet amaca uygun olandır. Bu açıdan, burjuva devletin, kerte kerte ele geçirilip değiştirilmesi, parçalanmasının gerekli olmadığı yönünde görüş belirten ikinci enternasyonalcilikle, sosyal demokrasiyle olduğu gibi, varılmak istenen sınıfsız toplum ütopyasında birleşilmesine rağmen, her türlü devlete karşı çıkan ve hemen devrimle devletin yok edilip, yerine bu türden hiçbir mekanizmanın, devlete ait olan hiçbir kurumun oluşturulmamasını savunan anarşizmle de, buraya varılırken geçilmesi gereken yol ve gerekli olan mekanizmalar üzerinde tam bir anlaşmazlık vardır.
Lenin, Şubat Devriminden sonra, İsviçre’den yazdığı daha sonra Devlet ve İhtilal’de ayrıntısı ile geliştireceği ve kendi devlet görüşünü ifade ettiği Uzaktan Mektuplar’da, anlayışını şöyle ifade eder:
“Bir devrim iktidarına ihtiyacımız var, (belli bir geçiş dönemi için) devlete ihtiyacımız var. Bu noktada anarşistlerden ayrılıyoruz. Devrimci Marksistler ile anarşistler arasındaki fark, birincilerin, büyük çapta ve merkezileşmiş bir üretimden yana olmalarından ileri gelmiyor sadece. Hayır, yönetim otoritesi ve devlet konusunda aramızdaki fark, bizim sosyalizm uğruna giriştiğimiz mücadelede, devletin devrimci biçimlerinin devrim amacıyla kullanılmasından yana olmamızdan, anarşistlerin ise, buna karşı olmalarından ibarettir.
Devlete ihtiyacımız var. Fakat bizim meşruti monarşiden, dünyanın herhangi bir yerinde burjuvazinin kurmuş olduğu en demokratik cumhuriyete kadar varolan devlet türlerinden hiçbirine ihtiyacımız yok. Paris Komünü’nden alınan dersleri ve bunların Marx ve Engels tarafından yapılmış tahlillerini tahrif eden ve unutan soysuzlaşmış, eski, çürüyen sosyalist partilerin oportünistleri ve Kautsky’leri ile bizim aramızdaki fark budur.” (Lenin’den aktaran E. H. Carr, Bolşevik Devrimi 1, s. 222)
Marksistler, devlet sorununa, işçi sınıfının merkezi devlete gereksinimi olduğundan hareketle yaklaşırlar. Merkezi işçi sınıfı demokrasisinin somutlaşması olarak proleter devletin, demokratik merkeziyetçilik ekseninde oluşturulacağını savunurlar. Bu, sınıfların ortadan kalkacağı komünist toplumun zemininin yaratılması açısından zorunludur. Bu amaca giderken, her türlü ayrımı mutlak olarak değil, göreli olarak; işçi sınıfının birliğinin belirlediği bir çerçevede ele alırlar. Kaynağı ne olursa olsun bu birliği engelleyen her türlü ayrım, mutlak olarak değerlendirilemez; bu açıdan eğer işçi sınıfının birliğinin ve sınıfsız toplumun oluşumunun önünde engel teşkil edecek nitelikte bir ayrımsa ilelebet sürüp gitmesinin önüne, demokratik mekanizmalar içinde geçilmelidir.
Bu açıdan, hem Ekim Devrimi sonrasında yaşanan gelişmeler hem de SSCB’nin oluşumu süreci, bu demokratik mekanizmaların ne olduğu ve nasıl işleyeceği üzerinde bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Ekim Devrimi sonrası RSFSC’nin federatif yapılanması, Rusya’nın halklarının federatif birliğini gerçekleştirmiş, bu birlik merkezi yapının oluşmasını çeşitli özerklik dereceleri içinde tanımlamış ve devrimin otoritesini ilk adımda bu coğrafya için gerçekletirmeyi sağlamıştır. Devrimin, çarlık otoritesini parçaladığı ve bu ortamda çarlık hapishanesinin halklarının özgür kaldığı, her birinin bağımsızlıklarını ilan ettiğini biliyoruz. Bolşevikler ulusların haklarını tayin ilkesini açıkça tanımışlar ve Finlandiya örneğinde görüldüğü gibi, pratikte de bunu uygulamaya geçirmişlerdir. RSFSC’nin federatif pratiği, merkezileşmeyi sağladığı ve birliği oluşturduğu ölçüde, çeşitli özerklik derecelerini mutlak olarak tanıyan değil, kabul eden bir niteliği teşkil eder. Ve bu niteliği ile, çarlık otoritesinden devraldığı alanda merkezi birliği demokratik merkeziyetçi bir niteliğe kavuşturmanın imkanlarını sağlamıştır. Bu sayededir ki, bağımsızlığını ilan eden ülkelerle, önce askeri dayanışma ve ittifak ve sonra da ekonomik işbirliği geliştirmek yoluyla, gönüllülük temelinde bir ilişkilenmeyi de sağlamıştır. Tek tek bu coğrafyadaki ülkelerde sovyet sistemleri oluşturulduğu ölçüde, federatif sisteme ait özelliklerden yararlanarak bir örgütlenmeye gidilmiş, bu siyasal biçim içinde demokratik merkeziyetçi işleyişin, birliği ileri götürmek ve sağlam temellerde geliştirmenin imkanlarını yaratmıştır. Bu, hem ulusların kaderlerini tayin hakkının kabulünü ve hem de bu ilkenin çözümünün, ulusların kardeşçe ve gönüllülük esasında birliğinin somutlanmasını sağladığı ölçüde, demokratik merkeziyetçi yapı yönünde bir gelişmeyi ifade etmiştir. Bu açıdan SSCB içinde oluşturulan federatif yapı demokratik merkeziyetçiliğin uygulama imkanlarını verdiği ölçüde, geniş bir coğrafyada sosyalizmin maddi temellerini geliştirmeyi, bu temeller üzerinde ulusların kaynaşması ve gerçek bir birliğin oluşması sürecini de başlatmıştır.
Sosyalizmin yıkılmasından sonra gelişen ayrılıkçı, milliyetçi akım ve oluşumların üzerinden ileri sürülen, sosyalizmin ulusal sorunu çözememiş olduğuna dair iddia, esas olarak yanlıştır ve gerçek temelleri yoktur. Sosyalizm uygulamalarının ulusal soruna ve eşitsizliklere tamamen doğru çözümler bulduğunu ileri sürmek kuşkusuz çok iyimser bir bakış açısıdır. Ama, buna karşın ulusal sorunun çözülmediğini ileri sürenler, ulusal sorunu sosyalizmin oluşturmadığını akılda tutmadıkları gibi, bu iddia sahipleri, sosyalizmin yüzlerce yıllık kültür ve alışkanlıkları, bir emir ve kararname ile kaldırmasını da talep etmiş olmaktadırlar. Sosyalizmin bir çok eksik ve yanlış uygulamaları içinde ulusal soruna dair olanlar bu açıdan değilse de, kuşkusuz başka açılardan eleştirilebilir. Sovyetler Birliği içinde, bir çok eşitsiz gelişim örneğinin bu demokratik merkeziyetçi uygulama sonucunda giderildiği ve özellikle Sovyet sınır bölgesinde yoğunlaşan geri kalmış halkların bu merkeziyetçiliğin etkilerinden pozitif olarak etkilendiklerini söylemek gerekir. Sovyetler Birliğinin yıkımı üzerinden, kuşkusuz şu ya da bu ölçüde varlıklarını sürdüren ulusal ayrım ve eşitsizliklerin emperyalist politikalara konu olduğu, yıkımndan günümüze kadar gelişen süreç, sosyalizmin aksine emperyalist ülkelerin bu ayrımları çözmek için değil, onları kendi emperyalist emelleri için kullanmaya çalıştığının kanıtını oluşturmaya devam etmektedir. Bu açıdan da ulusal sorunun sosyalizmden geçmeyen bir çözümünün olmadığını belirtmek ve bunun kanıtı olarak da sosyalizmin çözmediği ileri sürülen ulusal sorunları yaşayan halkların bugünkü konumlarını göstermek mümkündür.
Marksist-leninist parti örgütlenmesinin işleyişi her şeyden önce (demokratik) merkeziyetçiliktir. Merkeziyetçiliğin tanımının demokratiklik olduğu bu nitelemede, demokratik sıfatının tanımlanması kimilerine göre öyle geniş anlamlarda kullanılabilmektedir ki, ortada, bir mücadele örgütünde olması gereken merkeziyetçiliğe dair hiç bir iz kalmamaktadır.
Parti, bir bütün olarak işçi sınıfının iktidar mücadelesinde öncü örgütüdür. Defalarca vurgulandığı gibi işçi sınıfının bütününün örgütü değil, onun öncü kesimlerinin, modern sanayi proletaryası diye nitelenen kesimleri üzerinde örgütlenen öncü işçilerin örgütüdür. Mücadele içinde, üretim süreci içindeki stratejik konumunu da kullanarak, işçi sınıfının farklı sektörleri, kesimleri arasında varolan ayrımları etkisizleştirir, işçi sınıfının birliğini oluşturur. Sosyalizm, ancak bu birlik üzerinden kurulabilir.
Partinin, farklı sınıf ve tabakalar arasında bir ittifak olmadığı, ne yazık ki söylene söylene tüketilen bir bilimsel gerçek olagelmiştir. Aynı şekilde parti, sınıfın farklı kesimlerinin içinde ittifak yaptığı bir örgütlenme değil, öncülerinin örgütüdür. Değişik milliyetlerin ulusal temeldeki örgütlenmelerinin ya da farklı işkollarından oluşan mesleki örgütlülüklerin bir araya gelmesi ile oluşturulan federatif yapılardan farklı olarak marksist-leninist parti, nesnel olarak işçi sınıfının içinde de varlığını sürdüren her türden, etnik, ulusal, kültürel, dini, mesleki ayrımların karşısında, işçi sınıfının mücadele birliğini gözetir, temel alır. Örgütlenmesini, uluslararası boyutta, enternasyonalist anlayışla oluşturur. Bir ülke içinde partinin oluşmasının en başında dikkat edilmesi gereken nokta, her ne kadar ülke ve devlet alanında bir kurumlaşma gerçekleştiriliyor olursa olsun, bu parçanın, uluslararası enternasyonalist bir örgütlenmenin çıkarlarını gözeterek ve üstün tutarak örgütlenen, bu ulusal parçasının çıkarlarını, uluslararası boyuttaki bütünün çıkarlarına tabi kılan bir anlayışla oluşturulmasıdır. Bu açıdan da parti merkeziyetçiliğin kavranışında enternasyonalizmi esas alır.
Farklı görüşlerin ve bu görüşleri savunan farklı kesimlerin, propaganda ve ajitasyon serbestliği, parti platformlarında kendilerini ifade etme özgürlükleri, program birliğini bozan ve bunu çiğneyen bir şekilde ele alınamaz. Bu özellik, kuşkusuz, programa yönelik eleştirilerin yapılamayacağı anlamında ele alınmamakta, programa yönelik eleştiri, değişiklik ve geliştirme çabalarının, parti platformlarının üzerinden geliştirilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Demokratik merkeziyetçilik, kavranışı açısından, işçi sınıfının birliğinin önünde engel oluşturan her türlü ayrımın meşru kabul edilmesi ve bunlara parti içinde ayrımcılık tanınması şeklinde tanımlanamaz. Partinin örgütlenme ilkeleri ve anlayışı, hangi zemin üzerinde hangi kurumsallaşmaları gerçekleştireceği konusunda anlaşıldığına göre, demokratiklik, bu kurumların işleyişi ve ilişkilenmesi ile ilgili olarak değerlendirilebilir. Mücadele içindeki parti örgütlülüklerinin birbirleri ile ilişkilenmesi, karar alma süreçleri ile uygulamanın koordinasyonu, bu ilkenin açıkladığı çerçevede gerçekleşir.
Bu açıdan örgütlülüklerin oluşturulması, tabandan tavana katılım ve işbölümü çerçevesinde gerçekleşir. En başından demokratiklik partinin oluşumunun atama ile değil, taban örgütleri olan fabrika hücrelerinin belirleyiciliği ile gerçekleşmesini ifade eder. Bu taban örgütleri ise, işçi sınıfının içindeki her türden ayrımı dışlayan ve bununla mücadele etme kararlılığı gösteren bilinç düzeyine ulaşmış işçilerden oluşturulur. Bu zorunluluk ortadayken, işçi sınıfının içinde varlığını sürdüren geri konumlar ve ayrımların meşrulaştırılması demek olan, bu geri temeldeki örgütlülüklerin parti nüveleri olarak görülüp partinin bunlar üzerine oluşturulması ya da parti içinde bu türden örgütlenmelerin pragmatist amaçlarla kabul edilmesi, işçi sınıfının iktidar ve sosyalizm mücadelesi ile uzaktan yakından ilgili değildir.
Bu durumun en güncel örneklerini, partiyi, çeşitli toplumsal kesimlerin içinde ittifak yaptığı bir zemin olarak tarifleyen ve bu açıdan ikinci enternasyonal çizgisinin bile gerisine düşen anlayışlarda bulmaktayız. Bu anlayışlara göre parti, işçi sınıfının çeşitli kesimlerinden öte, gençlerin, kadınların, çeşitli milliyetlerden devrimcilerin içinde ittifak, birlik yaptıkları bir platform olarak propaganda edilebilmektedir. Böyle olunca da parti, halkın partisi olarak tanımlanabilmektedir. Halkın yaşadığı mekanlarda örgütlenen, taban örgütlerini mahallelere, semtlere, çeşitli türden coğrafi ölçeklere, işkolları ve mesleki ayrımlara göre oluşmuş örgütlerin matematik toplamına dayandıran bir parti anlayışının, marksist-leninist parti anlayışı olduğunu savunmak ise, ne marksizmden ne de leninizmden hiç bir şey anlamamış olmak değilse eğer, marksizmi-leninizmi bilinçli olarak çarpıtma görevini üstlenmek anlamına gelir.
Lenin’den uzun bir alıntı ve ekleyeceğimiz küçük bir notla bölümü sonlandıralım. Bu alıntı, anlamak isteyenler için hemen her şeyi içinde barındırıyor.
“Polonya sorunu üzerine söylediklerimiz, bütün öteki ulusal sorunlar için de geçerlidir. Otokrasinin lanet olası geçmişi, otokrasinin ezdiği ulusların işçi sınıfları arasında çok büyük bir yabansılamayı (estrangement), bize kalıt olarak bırakmıştır. Bu yabansılama büyük bir beladır, otokrasiye karşı savaşımda büyük bir engeldir. Ayrı partiler ya da bir partiler ‘federasyonu’ türünden ‘ilkeler’ koyarak bu belayı kurumlaştırıp yasallaştırmamalı, bu çirkin durumu onaylamamalıyız. Kuşkusuz, en az dirençle karşılanacak yolu izlemek daha basit, daha kolaydır. Şimdi Bund’un yapmak istediği gibi, herkesin köşesine çekilip ‘aman bana mı kaldı’cılığın rahatına gömülmesi kolaydır. Birlik gereğini ne kadar çok kavrarsak, tam birlik olmadıkça otokrasiye karşı uyuşumlu bir saldırıya girişmenin olanaksızlığına ne kadar daha fazla inanırsak, bizim siyasal sistemimizde merkezi bir savaşım örgütüne gerek olduğu o kadar daha çok ortaya çıkacak ve bizler ‘basit’, ama aldatıcı ve temelde alabildiğine yanlış olan çözümlerle tatmin olmaya o kadar az eğilim göstereceğiz. Birbirimizi yabansılamanın verdiği zararlar kavranmadıkça, proletarya partisi kampında bu yabansılamaya, her ne pahasına olursa olsun kesinlikle son verme isteğini taşımadıkça ‘federasyon’ için incir yaprağına hiç de gerek yoktur; ilgili ‘taraflar’dan birinin çözmeyi gerçekten arzulamadığı bir sorunu çözmeye çabalamanın hiçbir yararı yoktur. Durum bu olduğuna göre, otokrasiye ve giderek daha birlik haline gelmekte olan burjuvaziye karşı verdikleri savaşımda, başarı için merkeziyetçiliğin temel zorunluluk olduğunu, bırakalım, deneyimlerden ve asıl hareketten çıkarılacak dersler kanıtlasın.”
Lenin, o tarihte, merkeziyetçiliğin yararları ve zorunluluğunu, bırakalım deneyimlerden ve asıl hareketten çıkarılacak dersler kanıtlasın diyor. Bugün için bu dersler evrensel planda yeterince açıklıkla kendini ortaya koymuştur ve bırakalım demek gibi bir lüksümüz bulunmamaktadır.
Devlet örgütlenmesinin siyasi yapısına ilişkin bir biçim olarak federalizm, burjuva ulusal devrimlerinden sosyalist devrimlere uzanan tarihsel süreç içinde, devletin sınıfsal içeriği ve sınıfların çıkarları ile ilişkili olarak işlev görmüştür. Bu nedenle de federalizmi, belli bir tarih ve sınıf bağlamında ele alıp değerlendirmek zorunludur. Bugün emperyalist politikalar nedeniyle gündeme gelen söz konusu tartışmalarda ise, burjuva demokrasisi‘nin işçi sınıfına sağladığı imkanlardan kurtulmak isteyen kapitalistlerin, bunun yerine ikame ettikleri liberal demokrasi kavramının sağladığı avantajlar üzerinden tarihsel ve sınıfsal ilişkilenmesinden bağımsız bir federalizm tanımı yapmaya çalıştıkları görülmektedir. Bu tanım, demokrasinin içinde yaşayabileceği yegane biçim olarak federalizm anlayışını ileri sürmektedir. Bu tercihin arkasında, ne ulusların kaderlerini tayin hakkı, ne ayrılıkların ve farklılıkların meşruiyeti üzerinden korunması ne de çoğulculuk üzerinden geliştirilmesi düşünülen demokrasi kaygısı yer almaktadır. Üniter-merkezi devlet yapısı karşısında, federal yapının savunulması, daha özgürlükçü ve daha demokratik olmasından kaynaklanmamaktadır. Federalizm tanımı içinde yer alan siyasi iktidar ve karar alma sürecinin çok sayıda iktidar merkezi arasında bölünmesi olgusu, (ve bu açıdan devlet üzerinden tanımlanmış bir ulus anlamında) federal-ulusal düzeyde karar alma sürecinin olmadığı ve merkezi kararların oluşmadığı anlamına gelmediği gibi, merkeziyetçiliğin imkanlarını oluşturan bir biçim olarak federalizmin yönünü vurgular. Ama bugün emperyalistler için, merkezi düzeyde ve tanımlanmış ulusal bir coğrafyada alınan siyasi kararların, emperyalist politikaların aciliyetine yanıt vermeleri geciktiği ve çeliştiği ölçüde, federalizm tanımını ve sunduğu imkanları zorlamak kaçınılmaz bir tercih olabilmektedir. Bunu da demokrasi görüntüsü ile, müzmin hale getirdikleri sorunları çözmek iddiası üzerinden gerçekleştirebilmektedirler. Emperyalizmin, bu kavramı, federalizmin merkeziyetçi niteliği ve yönünü yadsıyarak kendi aralarında birliği olmayan küçük parça devletlerin oluşturulması şeklinde yeniden tanımlaması, emperyalistlerin önemli coğrafyalardaki askeri ve siyasi varlıklarını, parçacıklar arasındaki gerilimler üzerinden mümkün kılmayı hedeflemektedir. Birbiriyle çatışan siyasal kararların belirlediği coğrafyalarda ihtiyaç haline gelmek ve giderek kendi emperyalist politikaları için önem verdikleri bölgelerde, hiçbir siyasi karar alıcının kalmaması yönünde ilerlemek, bugün ileri sürdükleri federalizm anlayışının çekirdeğinde yer almaktadır.
Komünistler, tarihsel haksızlıkları gidermek, ulusal talepleri karşılamak üzerinden değil, her türden ezme ezilme ve sömürü ilişkisinin kaldırılması, yok edilmesi açısından olaylara yaklaşır, davranışlarını, strateji ve taktiklerini buna göre geliştirirler. Ulusal soruna yaklaşımlarını da bu durum belirler. Kuşkusuz, her türden ayrım da olduğu gibi ulusal ayrımlar ve sorunlarda da işçi sınıfının birliğinin önüne dikilebilecek ciddi tehlikeler potansiyel olarak bulunur. Ama bu tehlikeler karşısında ulusal sorun ve ayrımları yok saymak komünistlerin işi olmadığı gibi, bu ayrımları mutlak veriler olarak ele alıp, bunlar üzerinden örgütlenmeye gitmek de demokrasi anlayışlarının içine girmez. Kapitalizm koşullarında oluşan her türden ulusal baskı ve ayrımcılığın karşısına, bunların nedenlerini göstererek çıkmak, bütün ulusların işçilerini bir mücadele ve amaç için birleştirdiği ölçüde de bu merkezi birliği veri almak komünistlerin tercihidir.
Ulusal, etnik, kültürel vb ayrımların kutsanması, bunlar üzerinden farklı düzeylerde parçalı siyasi örgütlenmelere gidilmesi tercih edilmez ve işçi sınıfının birliği önünde ciddi engelleri tahkim etmeye yarar. Ama kuşkusuz çoğunca gerçek ve gönüllü birliklerin, ayrılıklardan, kendi kaderini tayinden ve ayrı devlet kurmaktan geçtiği ve bu yolla her türlü ulusal ön yargı ve eşitsizliğin tüketilme olanaklarına kavuştuğu bilinmektedir. Bu nedenle komünistler, federal yapı ve federalizm karşısında yansız değildir. Bütün ulusların işçi sınıflarının en geniş birliğini ve merkeziliğini mümkün kıldığı ölçüde federalizmi, sınıfsız ve sınırsız toplumun zorunlu uğrak yerleri olarak benimser ve tüketirler. Komünistler, ulusların işçi ve emekçilerini birleştirdiği, kader birliğine mahkum ettiği ölçüde oluşan birlikleri daha ileri götürmeye yönelir ve tercih ederler. Bu birlikleri, merkezi düzeyde tanımlanmaları yoluyla, içinde barındırdığı her türden eşitsizlik ve ulusal ön yargıyı yok ederek, gerçek temellerine kavuştururlar.
Emperyalizmin yeni rekabet koşullarında bağımlı ve sömürge ülkeleri yeniden düzenlemeye tabi tuttuğu ve büyük projeleri yürürlüğe koyduğu günümüz koşularında federalizm, bu türden bir amaca hizmet etmek üzere gündeme gelmiştir. Yazının giriş bölümünde belirtildiği gibi, bu konuda karar vermemizi belirleyecek olan, federalizme ait soyut tanımlamalar değil, onun hangi sınıfsal ve tarihsel bileşkede yer aldığı ve sınıf hareketi, sosyalizm ve genel olarak demokrasi mücadelesi açısından ne ifade ettiği tarafından belirlenecektir. Bu soyut gözüken referans noktalarının belirginleştirilmesi, hangi somut olayda ne türden tavır alınacağını doğrudan belirleyecektir. Hangi somut olayda ne türden tavır alınacağını, başta evrensel planda enternasyonalizmin çıkarları, işçi sınıfı hareketinin düzeyi ve niteliği, komünistlerin örgütlülükleri ve bu örgütlülüğün ihtiyaçları doğrudan belirleyecektir. İşçi sınıfının iktidar hedefi açısından tanımlanan demokrasi mücadelesi için, hangi somut durumda federalizm talebinin desteklenir olup olmadığı başka şeylerden önce bu noktalar açısından değerlendirilmek zorundadır.
K. Marx, Kapital, c. 1, Sol Yayınları, Ankara, 2000
K. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i,
F. Engels, Feodalitenin Çöküşü ve Burjuvazinin Yükselişi
F. Engels, Erfurt Programı Eleştirisi
F. Engels, “Kapitalin Üçüncü Cildine Ek”, Kapital c. 3, Sol Yayınları, Ankara, 1990
V. İ. Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları,Sol Yayınları, Ankara, 1993
V. İ. Lenin, Devlet ve ihtilal
E. H. Carr. Bolşevik Devrimi 1, Metis Yayınları, İstanbul, 1989
E. M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı,İletişim Yayınları, İstanbul, 2003
Oktay Uygun, Federalizm, İzmler Dizisi, BDS Yayınları, İstanbul, 1996
HAZİRAN 2004
9
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com