Günümüzde Türkiye’de iki mücadele sürdürülmektedir. Bunlardan biri şeriatçılarla kemalistler arasındaki mücadele, diğeri de anti-amerikancılığa indirgenmiş anti-emperyalist mücadeledir Bu mücadelelerde taraflardan birinin yanında yer almaya zorlanan işçi sınıfı ise, onların yanında değil, kendi tarafında yerini almalıdır.
Simgesel olarak 11 Eylül’ün başlangıç tarihini oluşturduğu, emperyalist saldırının açık bir biçim aldığı dönem, bir yandan kendi çelişkilerini ve karşıt güçlerini de geliştirerek sürüyor. Irak’taki emperyalist saldırı ve işgal ve buna bağlı olarak tırmanan çatışma ortamının etkileri bütün bölgede hissediliyor. ABD emperyalizmi Irak’taki iktidarın yıkılmasıyla kazandığı maddi ve manevi üstünlüğü derhal Suriye ve İran’ı tehdit için kullanmış, İran’daki muhalefet hareketlerini açıkça desteklemeye girişmişti. İran, nükleer araştırmalar ve silahlanma konusuna ilişkin olarak yine gündemde tutulmaya devam ediyor. Askeri müdahale ve çatışmaların Irak’tan komşularına sıçraması, emperyalist saldırı ve işgalin Türkiye dahil, bütün bölgeye yayılması tehlikesi giderek büyürken İsrail de Filistin intifadasına karşı izlediği saldırgan politikayla çatışma ortamını tırmandırıyor. Suriye’deki Filistin kampını bombalayan İsrail, emperyalist saldırı ve işgalin, Ortadoğu’daki düşmanlarını hedef alması için özellikle çaba harcıyor.
Öte yandan emperyalist rekabet ve saldırganlığın hedefleri arasında Ortadoğu’nun yanısıra başka bölgeler, özellikle Afrika’nın petrol ve değerli maden alanları da bulunmakta. Başta Fransa ve ABD olmak üzere emperyalistler arası rekabet, paylaşım mücadelesi, Ortadoğu’daki çatışmalar yavaşlar gibi olduğunda Afrika’da su yüzüne çıkmakta. Fransa Kongo’ya asker gönderirken Bush’un Afrika gezisinden hemen sonra petrol adası Sao Tome’de askerler darbe yaptı. Liberya’daki iç savaşa müdahale etmek için gönderilen ABD askerleri, Devlet Başkanı Taylor’ın ABD’nin baskısıyla Nijerya’ya sürgüne gitmesinin ardından başkent Monrovia’ya girdi. Yine petrol yataklarına sahip Gine-Bissau’da da bir askeri darbe gerçekleşti. Afganistan’da ise ISAF’ın komutası NATO’ya devredildi. Emperyalist saldırganlığın hedeflerindeki, askeri gücünün odağındaki yer değiştirmeye bağlı olarak, NATO’nun görev tanımlarındaki değişimlere değinen NATO komutanı Jones da, ağırlık merkezinin Ortadoğu’ya kaydığından söz edip Afrika ve Latin Amerika’yı da buna ekliyordu.
Defalarca tekrarlandığı gibi önce yıllardır sürmekte olan çatışmalar, iç savaşlar, hatta açlık gibi doğal felaketler, aniden yeni keşfedilmiş gibi dünyanın ve emperyalist ülkelerin kamuoyunda öne çıkartılmakta, ardından da kurtarıcı görüntüsü altında askeri birlikler gönderilmekte, askeri müdahale ve işgaller tezgahlanmaktadır. Bosna, Kosova, Afganistan ve birçoğunda olduğu gibi, önce gerekçe yaratılıp şişirilmekte, emperyalist müdahale gerçekleştikten sonra da bu gerekçenin üstü örtülüp işgal kalıcılaştırılırken sorun, yine aniden, gündeme getirildiği hızla dünya gündeminden çıkartılmaktadır.
Ancak Irak’ta işler ABD’nin istediği gibi gitmemekte ve işgalin kalıcılaştırılıp gündemde alt sıralara itilmesi bir türlü başarılamamaktadır. ABD ve destekçilerinin işgali karşısında, güçlü bir direnç söz konusudur. İşgalcilere karşı düzenli olarak pusu, suikast, vur kaç ve benzeri saldırılar düzenlenmektedir. Art arda düşürülen helikopterler, askeri konvoylara yapılan saldırılar, ABD’nin askeri kayıplarını Vietnam’dakinden daha hızlı tırmandırmaktadır. İşgalcilere, müttefiklerine ve hatta olası müttefiklerine yönelik intihar saldırıları da istikrarsızlığı artırmaktadır. Direnişi engelleyemeyen ABD askerleri katliamlara girişirler, yeniden sivil halkı bombalamaya başlarlarken ABD sözcüleri de yıllarca sürecek askeri işgalden söz etmektedirler.
Öte yandan ABD, Irak’ta işbirlikçi bir rejim yaratma çabalarını sürdürmekte ve direniş karşısındaki çaresizliği nedeniyle bunu daha da öne almak zorunda kalmaktadır. ABD’nin askeri yöneticisi Jay Garner, yerini, sivil yönetici, terörle mücadele uzmanı Paul Bremer’e bırakmıştı. İşgal güçleri, Irak ordusunu ve güvenlik güçlerini dağıttıktan sonra, aslında yine kendi destekçilerini içeren ama doğrudan kendi denetiminde tutmak açısından fazla geniş hale gelen ulusal konferansı da dağıtarak Geçici Hükümet Konseyini oluşturdular. Sınırlı yetkilere sahip olması ve asıl denetimin Bremer’in elinde olması nedeniyle, danışma organı niteliğindeki bu Geçici Hükümet Konseyi, seçimle değil de işgal güçlerinin belirlemesiyle ve bir ölçüde etnik bileşim gözetilerek, esas olarak sürgünden dönen eski muhaliflerden oluşturulmuştu. Ancak işgale direnişin ortadan kaldırılamadığı ve çatışmaların keskinleştiği ortamda, işbirlikçilerin de tabi oldukları güçlerle nasıl çelişkiye düştükleri ve engel çıkartarak işini zorlaştırdıkları ortaya çıktı. Özellikle Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi konusunda, Geçici Hükümet Konseyinden gelen direnç, işgalcilerin planlarını bozdu, ABD’yi hedeflediği düzenlemelerden vazgeçmek zorunda bıraktı. Karşı karşıya olduğu bütün direniş, muhalefet ve rakiplerinin baskılarının da sonucunda, ABD artık geri adım atmayı gündemine alıyor, yeni meclis ve ardından 2004 Haziranına kadar Irak yönetimini, yeni anayasa hazırlanıp yeni seçimler yapılmak üzere, bir geçiş hükümetine devretmeyi planlıyor. Ayrıca ABD ve destekçileri, Irak’ta kendilerine bağlı bir polis gücü kurmaya ve yeni bir ordu oluşturmak üzere askeri eğitime başladılar. Rumsfeld, güvenlik güçleri için 100 bin Iraklıyı eğittiklerini açıkladı.
ABD’nin bu dönem boyunca yürütmeye çalıştığı politika, rakiplerine üstünlük sağlayarak tek başına ve en doğrudan biçimde, mümkün olduğu kadar araya uluslararası ittifakları sokmadan egemenliğini kurmaktı. Ama bunun karşısında dirençle karşılaştığı, bu amacında başarılı olamadığı ölçüde de, (ABD’nin rakiplerinin çıkarları da ABD’nin tek başına üstünlüğü kazanmaması ama aynı zamanda da, direniş karşısında yenilgiye –böyle bir yenilgi genel olarak emperyalizm açısından bir yenilgi anlamını taşıyacağı için– uğramaması, diğer emperyalistleri de kendisine ortak etmek zorunda kalması doğrultusunda olduğundan) istemeye istemeye, egemenliğine sınır konulmasını, ortak çıkılmasını kabullenmek, Birleşmiş Milletler’de meşruiyet aramak, diğer emperyalistlere de pastadan pay vermek zorunda kaldı. Bu dengeler çerçevesinde Afganistan’da ISAF’ın komutası NATO’ya verildi. BM’de de, önce askeri hakimiyetini BM ile paylaşıp zayıflatmak istememesine bağlı olarak, Irak’a BM gücü değil, yardım ve yeniden yapılanma misyonu gönderme kararının alınmasını sağlayan ABD, daha sonra Bağdat’ta BM’e yönelik intihar saldırısının da ardından, başta Almanya, Fransa, Rusya olmak üzere Güvenlik Konseyi üyeleriyle uzlaştığı yeni kararın BM’de kabul edilmesinden yana oldu.
Irak’taki direniş ölçüsünde ABD her gün yeni kayıplar verirken kayıplarını azaltmak, durdurmak için de kullanabileceği başka askeri güç aramaktaydı. Türkiye’nin Irak’a asker göndermesi için çabalar da yine bu amaçla gündeme geldi. Savaşın sürdüğü günlerde vaat edilmiş 1 milyar dolarlık ABD yardımının, Türkiye’nin asker göndermesini sağlamak için bekletilmesinden sonra, IMF kredilerinin geri ödemelerinin 2004’ten 2006’ya ertelendiği ödeme kolaylığı gibi çeşitli biçimlerde savaş rüşvetleri gündeme getirildi. 1 Mart tezkeresi öncesinde gerçekleşenler son tezkere sürecinde de tekrarlandı. Gül, asker kanına fiyat biçebilmek için pazarlığa oturup asker göndermenin koşulu olarak Türk firmalarına Irak’taki ihalelerden pay verilmesini ileri sürdü. Türkiye, ABD’ye gönderilen sualnameyle, yeniden yapılanmada söz sahibi olabileceği, ihalelerin Türk firmalarına verileceği kendine ait sektör talebini resmen ifade ederken 8.5 milyar dolarlık kredi anlaşması da, pazarlıklar çerçevesinde, Irak’ta işbirliği koşuluyla imzalandı.
Irak’ın talanından pay alabilmek için asker gönderme ahlaksız çıkar ortaklığı kademe kademe savunulup vaat edilen kırıntılarla topluma benimsetilmeye çalışılırken TİM Başkanı Satıcı, ihracatın kolaylaşması için Irak’a asker göndermeyi destekliyor, TOBB Başkanı Hisarcıklıoğlu da, Türkiye’nin, çıkarları doğrultusunda, Irak’a kayıtsız kalmamasını savunuyordu. Irak’a asker gönderilmesinden yana olanlara Sabancı da eklendi. TÜSİAD başkanı Özilhan asker göndermenin insani yardım ve BM kararı ile sınırlanmasından söz ederken, başkan yardımcısı Koç bu ifadelerin yanlış anlaşıldığını, 1 Mart’taki tutumlarını, yani açıkça işgalci, talancı tavırlarını koruduklarını açıklıyordu.
Yine asker gönderme pazarlığının parçası olarak Türkiye, ABD’den Irak sınırında güvenlik şeridi talep etti. Topluma Kazandırma Yasasının çıkmasıyla Türkiye, verdiği söze uygun olarak KADEK’e karşı askeri önlem alması için ABD’ye baskı yaparken Süleymaniye’de 11 askerin ABD tarafından gözaltına alındığı operasyon ise, yine Türkiye’nin Irak’a asker göndermesini sağlamak için kışkırtıcı biçimde kullanıldı.
Ortadoğu’nun, çeşitli düzeylerdeki çelişkileri ile, iç içe geçmiş iktidar odakları hiyerarşisi ile çok parçalı yapısı, sorunları ve mücadeleleri karmaşıklaştırırken mücadele halindeki güçlerin arayışlarını çok yönlüleştirmekte. Bunun en basit ifadesi, düşmanının düşmanıyla ittifaka gitme çabalarıyken bütün güçlerin bütün çelişkilerden yararlanmaya çalıştığı karışık ve karanlık bir tablo da gerçek çıkarların, gelişmelerin görülmesini bir ölçüde örtüyor. Ancak bütün bu karışık görüntünün arkasında yine eninde sonunda bu çelişkilerden güçlü olanlar, emperyalist güçler yararlanıyor, kazançlı çıkıyor.
Çatışmaların, egemenlik mücadelelerinin odağında parçalanmış Kürdistan yer alıyor. KDP ve KYB, bu mücadeleler içerisinde, çıkarlarını ABD’ye bağlamış gibi gözüküyorlar. Ayrıca Türkiye’nin bölgedeki etkisini sınırlama, durdurma çabaları çerçevesinde Türkiye’nin askeri varlığına ve asker göndermesine karşı çıkıyorlar. İşte bu çabalar, Irak’taki genel olarak bütün yabancı işgalcilere, özel olarak da Osmanlı sömürgeciliğinin mirasçısı rolündeki Türkiye’ye karşı muhalif tutumla birleşip Geçici Hükümet Konseyine yansıdığında ortaya çıkan direnç, ABD’nin geri adım atmasına ve bu koşullarda, tezkerenin çıkartılmış olmasına rağmen Türkiye’nin Irak’a asker göndermesinden şimdilik vazgeçmesine neden oldu.
Türkiye ise, bir yandan kendi askeri birliklerinin konumlarını korumaya çalışırken bir yandan da Türkmenleri etkisi altına alıp kendi adına öne sürmeye çalışıyor. Kızılay yardım konvoyuyla Türkmenlere silah taşıyan özel kuvvetler bir kaç kere yakalanıp tutuklandı. Daha sonra büyük yankı yapan ve özel kuvvetler komutanlarının görevden alınmalarına yol açan, Süleymaniye’deki özel kuvvetlere yönelik ABD baskını gerçekleşti. Bunun ardından oluşturulan ortak komisyon, Türkiye’nin bölgedeki bütün askeri faaliyetlerini ABD’ye bildirmesini kararlaştırdı. Etkinlik, egemenlik mücadelesinde, yerel ya da bölgesel ölçekte de olsa, ABD, üstünlüğünü bir üst düzeye çıkarttı.
ABD’nin Türk askerinin Irak’a gönderilmesini askıya alması ve özel tim görevlilerinin başına çuval geçirmesi, bölgedeki gelişmelerin ürünüdür. Bir yandan Irak’ta hiç kimse Türk askerini istemiyor. Türkiye’ye davet ettikleri en güvenilir aşiretler bile bunu açıkça dile getirdiler. Hele ABD’nin en has işbirlikçileri Güney Kürdistan yöneticileri ateş püskürüyorlar: Öte yandan özel tim elemanları da ABD’nin Kürtlerle yaptığı işbirliğini bozmaya çalışırken ilk adımda yakalandılar. On yıllardan beri yaptıkları ile meşhur özel tim, Türkmenleri de kullanıp Irak Kürdistan’ında Kerkük’ün Kürt valisine suikast gibi bir kısım dalavereler çevirerek ABD’ye bazı dayatmalarda bulunmaya kalkışırken hükümetin de habersiz olduğunu ileri sürdüğü bu oyun kendini ilk adımda ele verdi ve kafasına çuval giydi. Bunda salt özel timin değil, Türk faşistleri ile birlikte derin devletin de rolü olduğunu düşünen ABD, başta KDP ve KYB olmak üzere Irak’taki işbirlikçileri tarafından güçlü bir biçimde karşı çıkılması nedeniyle Türk askerinin Irak’a gönderilmesini askıya alırken hükümetin bunları dizginleyememesini de göz önünde tutmaktaydı. Tayyip Erdoğan, “öte yandan parlâmentonun bu olayın iç yüzünü araştırmak ve icracılarını bulup ortaya çıkarmak için meclis araştırması açması ve onun sonucuna göre de meclis soruşturması yapması beklenir” ve “bir yüzü Susurluk’ta bir başka yüzü de 28 Şubatta ortaya çıkan karanlık düzenin de tasfiyesi olabilir” demesine rağmen, gücüne bağlı olarak, söylediği gibi bu işin üstüne gidip bu şaibenin altından bunların cezalandırılmasıyla çıkılması da pek beklenemez.
Tabii ki ABD ile balayı bitmiş değil ve bu sistem devam ettiği sürece de bitmesi mümkün değil. ABD, Irak’ta girdiği bataklıktan kolay kolay çıkacağa benzemiyor; kendileri başta olmak üzere herkesin ağzında Vietnam sendromu dolaşıyor. Vietnam olayı ile aralarında önemli farklar olmakla birlikte, Irak’ta savaş, ‘savaş bittikten sonra’ başlamıştır, ne zaman ve nasıl biteceği de kestirilemez. Başka şeylerle birlikte bunlardan da anlaşıldığı gibi, ABD’nin Türkiye’yi silip atması pek mümkün gözükmemektedir. Ama buradaki ortaklık, ABD’nin Türkiye’yi ve Türk askerini, sürekli kendi emrinde bekleyen veya bekletilen bir güç olarak görmesi, bunu bozmaya çalışan veya aday olan herkesi ve her şeyi bozguna uğratmaya çalışmasına dayanır.
ABD’nin, KADEKin silahsızlandırılmasını ve Irak’tan çıkarılmalarını önermesi de aynı gelişmelerin bir parçasıdır. Bu biçimde ABD, Türkiye’nin Irak Kürdistan’ındaki askeri varlığının gerekçesini ortadan kaldırırken bir de Türkiye’yi kontrol altında tutmak için ek bir baskı unsuru elde etmeyi hedeflemektedir. Topluma Kazandırma Yasası da, KADEK tarafından benimsenmese de, esas olarak bu çerçevede çıkartılmıştır. ABD, silahsızlanmaları ve Türkiye’ye dönüp siyasi mücadele etmeleri isteğini KADEK’in önüne getirdi. KADEK’in kendisini feshedip KNK ile birleşerek Kürdistan Halk Kongresi adıyla yeni bir yapılanmaya gitmesi de bu politikaya uygun düşmektedir. Başlangıcından bu yana Kürt Ulusal Özgürlük Mücadelesinin geçirdiği evrim ve kat ettiği yol, bugün Kürt Hareketinin bir güç olmasını, herkes tarafından hesap edilen bir güç olmasını getirmektedir. Bu gücü, kendi politika ve hedeflerine yönelik harekete geçirebildiği sürece, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin Kürt hareketini hesap etmesi bir şeydir, ABD ve diğer emperyalistlerin yapmayı düşündükleri düzenlemeler ekseninde işlevli olduğu ve bu planlarda yer aldığı ölçüde hesap edildiğinde ise bu güç başka bir anlama gelir.
1 Mart’taki tezkerenin meclisten geçmemesinden bütün taraflar ders çıkartmışlardı. O zaman başta Wolfowitz olmak üzere ABD yöneticilerinin orduyu yeterince açık tavır almamakla suçlamalarına bağlı olarak, ikincisinde hükümet, genelkurmay ve cumhurbaşkanlığı ile birlikte tutum alınmasını ve karşı çıkışların da bunlar arasında çatlak yaratmamasına çalıştı. Bunun sonucunda Cumhurbaşkanı, hükümet ve genelkurmay zirvesinde, Sezer’in BM kararı biçiminde uluslararası meşruiyet koşulunu ileri sürdüğü yarı-gönüllü direnci bir anlamda aşıldı ve karar meclise bırakıldı. ABD’li diplomatlar da yine tezkereye karşı çıkması ihtimali olan milletvekillerine yönelik kulis çalışmaları sürdürürlerken ABD, Cheney’in yakın adamlarından Edelman’ı, verdiği önemin göstergesi olarak, Türkiye’ye büyükelçi atadı. Berlusconi de Türkiye’ye gelip Başbakan Erdoğan’ın gelininin elini öpme sansasyonu arkasında, emperyalist koalisyon adına, Türkiye’nin Irak’a asker göndermek için ikna edilmesi çabasına katıldı.
1 Mart tezkeresini meclisten geçirmeyi başaramamış olan Erdoğan yönetimi bu defa işi sıkı tuttu. AKP tüzüğünde anti-demokratik değişiklikler gerçekleştirip parti kongresinin hemen öncesinde de tezkereyi acele bir biçimde meclise getirdi. Parti içi anti-demokratik politik oyunlar başarılı oldu, AKP içindeki tezkere karşıtı muhalefet, Milli Görüşçülükle birlikte tasfiye edildi, AKP grubundan yalnızca 11 fireyle tezkere mecliste kabul edildi. Böylece aynı zamanda, AKP’nin kuruluşunda çok övündüğü parti içi demokrasinin ömrü de birinci yılında sona erdi. Bu gelişme öte yandan, AKP’nin karşıt çıkarları kendisinde birleştiren çelişkili yapısının Erdoğan’ın temsil ettiği yan lehine çözülme yoluna girmesine de işaret eder.
Irak’taki işgal ve ona karşı direniş, Filistin’dekine benzer özellikler gösteriyor. İşgalcilerin arasındaki stratejik ortaklıktan da öteye, uygulanan taktikler de giderek benzerlikler kazanıyor. Direniş bastırılamadıkça sivil halka karşı girişilen şiddetten, kitlelere yönelik terörün yarattığı çaresizliğin yine sivil halkı da vuran intihar eylemlerinin gelişmesine hizmet etmesine kadar aynı türden boyutlar ortaya çıkıyor. Baskı, saldırı, şiddet, terör, ona karşı mücadeleye de yol açarken bunlar bir taraftan kitlesel protestolardan öbür tarafta sansasyonel bombalamalara kadar uzanıyor. Bir taraftan dünya çapında yüz binler, milyonlar sokaklara dökülüp Irak’taki, Filistin’deki emperyalist, sömürgeci saldırıyı, işgali lanetliyor, iktidarları, hükümetleri zorluyor. Öte yandan, El Kaide türü eylemler, büyük bombalamalarla, intihar saldırılarıyla gündeme geliyor, öne çıkıyor.
Burada vurgulamak gerekir ki, bütün mücadeleler açısından onların kaderini belirleyecek olan, karşılıklı güç dengesidir, bir bütün olarak sınıf mücadelesinin yükselmesi, yığınların gücünün emperyalistleri, egemenleri, işgalcileri yenmesi, alt etmesidir. Bu bakımdan, mücadele biçimlerinin yığınların mücadelesinin, sınıf mücadelesinin yükselmesine hizmet etmesi, en önemli yandır. Emperyalistleri, egemenleri yenecek, devirecek olan güç sınıf mücadelesidir, yığınlardır. Washington’da, Londra’da, emperyalist metropollerde, Kudüs’te, sömürgecilerin, işgalcilerin kalbinde, yüz binlerin, milyonların saldırganlığa karşı, işgale karşı gösterileri, yığınların mücadelesine ivme kazandırıyor, sınıf mücadelesini geliştiriyor. İşgal altındaki topraklarda Filistinlilere saldırmayı reddeden İsrail askerlerinin protestoları da mücadeleye güç katıyor, emperyalizmin, siyonist saldırganlığın gücünü içerisinden zayıflatıyor.
Emperyalistlerin, sömürgecilerin şiddetine şiddetle cevap verilmelidir, baskıya, zulme, kan dökmeye dayanan işgalleri ancak şiddetle kırılabilir. Irak’ta direnişçilerin işgal kuvvetlerine saldırıları, helikopterlerin, askeri konvoyların vurulması, yığınların mücadelesini güçlendirmektedir. Buna karşılık, emperyalistlerin, işgalcilerin zulmü, terörü karşısında duyulan çaresizlikten, öfkeden kaynaklansa da, yığınların mücadelesiyle ilişkisi olmayan, büyük bir bombalamayla öne sürdüğü hedefinden çok sıradan insanları vuran, halk yığınlarına yönelik katliama dönüşen El Kaide, vb. eylemler için ise bunu söylemek mümkün değil.
Emperyalistlerin ve onların işbirlikçilerinin ortadoğu ve dünya halkları üzerinde her gün gerçekleştirmekte olduğu vahşet ve terör uygulamalarına yanıt iddiası ile gerçekleştirilmekle beraber, niyeti, amacı ne olursa olsun, bu tip eylemler, hedef şaşırtarak yığınların gerçek mücadelelerinin üstünün örtülüp gündemden düşürülmesine, dolayısıyla da yığınların mücadelesine değil, bütün anti-emperyalist ya da anti-amerikan iddialarına rağmen egemenlere, işgalcilere, emperyalizme hizmet etmektedir. Askeri nitelik taşıyan bu tip eylemler gerçekleştirilirken, emperyalistlerin denetimindeki propaganda makinesinin nasıl çalıştırılacağı ve eylemlerin nasıl manipüle edilebileceği bir an olsun gözden uzak tutulmamalıdır.
Sınıf mücadelesinde şiddet, sınıf düşmanının baskıya, şiddete dayanan saldırısına karşı durmak, gücünü yenmek, iktidarını devirmek açısından işlevli ve zorunludur. Ancak sınıf mücadelesi çok boyutludur, yalnızca fiziksel şiddet uygulanmasına indirgenemez. İdeolojik mücadelenin, yığınların düşünce ve tutumlarını etkileme çabasının, manevi destek kazanabilmenin de sınıf mücadelesinin kaderinde belirleyici önemi vardır. Yığınlar ise, kendi deneyleriyle öğrenir, kendi mücadelelerinde ezenlerle, egemenlerle karşı karşıya gelir, sınıf mücadelesi içerisinde bilinçlenip sınıf düşmanlarına karşı sınıfsal tutum alabilirler. Bu yüzden ideolojik mücadelede, propaganda savaşında, yığınları kendi yanına çekme kavgasında, sansasyonel olaylar ile kitlelerin katıldığı, yer aldığı mücadeleler, ezenlerin, egemenlerin, burjuvazinin avantajlı konumu açısından, birbirlerinden farklıdır.
Toplumda sınıfsal egemenliği temelinde ideolojik olarak da egemen olan burjuvazi, bütün toplumu sarsan sansasyonel olaylarda yığınların ilgisinin bir noktada toplanmasından yararlanarak propaganda gücüyle yığınları kendi yanına çekmeye, kendi politikalarına kazanmaya çalışır. Buna karşılık, yığınların içinde yer aldıkları, katıldıkları mücadelelerde, kendileri yaşayarak siyasi gerçekleri kavradıklarından, burjuvazinin propaganda gücünün etkisi zayıflar. Bu anlamda ezenlere, egemenlere karşı politikalara yığınları kazanmanın yolu, sansasyonel eylemlerden değil yığınların doğrudan katıldıkları mücadelelerden geçer. Ezenlere, egemenlere, burjuvaziye karşı ideolojik mücadele, propaganda savaşı, sansasyonel eylemlerle değil, kitle mücadeleleri içerisinde kazanılabilir.
Şiddete başvurmak, aslında her zaman için, düşmanına, kendisine karşı ideolojik mücadelede, propaganda savaşında kullanılacak bir silah vermektir. Ancak yığınlar kendi mücadeleleri içerisinde sınıf düşmanlarının şiddetine karşı durabilmek, onu aşabilmek için zorunlu olarak şiddete başvurulması ihtiyacını doğrudan hissedip kavradıklarında burjuvazinin bu türden bir propagandasının etkisi boşa çıkarılabilir. Dolayısıyla şiddet, bir bakıma, propaganda savaşında, ideolojik mücadelede kayıplar göze alınarak, sınıf mücadelesinin başka zorunlulukları nedeniyle başvurulan bir araçtır. Bu açıdan, propaganda amacıyla şiddet, doğrudan doğruya kendi kendini vuran bir silaha dönüşür. Özellikle sıradan insanları vuran, genel olarak toplumda terör havası estiren eylemlerin, burjuvazinin propagandasıyla yığınları kendi tarafına çekmesinden, bu bahaneyle baskıcı önlemleri için yığınların desteğini sağlamasından başka bir şeye hizmet etmesi zordur.
En belirgin olarak 11 Eylül saldırısıyla da görüldüğü gibi, bu tür terör eylemleri, emperyalistlerin, egemenlerin bunları bahane edip kendi ezilenlerinin de desteğini alarak baskılarını, saldırılarını artırmalarına, sınıf mücadelesini bastırmalarına yaramaktadır. El Kaide vb.nin doğrudan emperyalistlerin kendi ürünü olmasından öteye, sorun, bu eylemleri gerçekleştirenlerin bizzat emperyalistlerin ajanı olup olmaması da değildir. Çok farklı örneklerden iyi bilineceği gibi, eylemin hizmet edeceği çıkarlar, ne kadar samimi olursa olsun inançla ona atfedilenden çok, karşılık geldiği politik çizgiye bağlıdır. Kısacası, yığınların mücadelesine değil de, sansasyona dayanan eylemler, ne kadar egemenlere karşı yapıldığı iddiasında olursa olsun, tersine, hedef saptırarak yığınların mücadelelerinin pasifize edilip bastırılmasına, egemenlerin yığınların mücadelesi karşısındaki konumlarını sağlamlaştırmasına hizmet etmektedirler.
İstanbul’daki iki sinagoga ve ardından İngiltere konsolosluğuna ve İngiliz bankasına yönelik intihar eylemleri de, onlarca insanın ölmesine ve yüzlerce insanın yaralanmasına neden olarak toplumu sarsmış ve terörize etmiştir. Bunun sonucunda ise, eylemlerin hedeflediği ileri sürülen İsrail, ABD, İngiltere koalisyonu, emperyalist odaklar aleyhine mücadelenin güçlenmesinden söz edilemez. Aksine yığınlar pasifize edilirken, terör bahanesiyle emperyalistler ve işbirlikçileri arasındaki ilişkiler güçlendirilmekte, bunlara karşı direnişin, mücadelenin sesi kısılmakta, baskıcı, saldırgan önlemlere, emperyalist saldırı, işgal politikalarına meşruiyet kazandırılıp, toplumdan destek sağlanabilmektedir. Bütün toplumu sarsan bu bombalamaların emperyalist politikalara hizmet etmesi, bunların emperyalistlerin ajanları tarafından gerçekleştirilmiş olmalarını da gerektirmez. Eylemi gerçekleştirenlerin öne sürdükleri hedeflere inançları, diğer yandan emperyalistlerin istihbarat güçlerinin bu eylemlerin haberini alsalar bile çıkarları gereği göz yummaları olasılığı, sonucu değiştirmez.
Emperyalist saldırganlığa karşı durabilecek, onu yenebilecek güç sınıf mücadelesinin gücüdür. Sınıf mücadelesini geliştirecek, güçlendirecek olan, hedefi belirsiz biçimde kitleleri vuran sansasyonel bombalamalar, intihar saldırıları gibi bireysel terör eylemleri değil, yığınların mücadeleye çekilmesi, mücadele içerisinde bilinçlendirilmesi, örgütlendirilmesidir. Sınıf mücadelesini geliştirecek olan, emperyalist saldırıya, Irak’ın işgaline karşı dünyanın dört bir yanında milyonların sokağa döküldüğü eylemlerdir; tam da patlayan intihar bombalarının arka plana ittiği, Londra’da Bush’u geçit törenini iptal edip Saraya kaçmak zorunda bırakan iki yüz bin göstericinin eylemidir; Ankara’da 1 Martta tezkerenin meclisten geçmesine karşı işçilerin, emekçilerin seslerini yükseltip başarıya ulaşan eylemdir.
Sınıf mücadelesinin güçleri, Irak’ta işgal kuvvetlerine karşı direnişte olduğu gibi, bütün dünyadaki işgal karşıtı gösterilerde de, hakların geri alınmasına, özelleştirmelere karşı İtalya’daki, Fransa’daki, Yunanistan’daki, Türkiye’deki, Latin Amerika’daki, Kore’deki grevlerde, eylemlerde, Arjantin’den sonra Bolivya’da da devlet başkanını deviren genel grevlerde, mücadelelerde öne çıkıyor, birleşiyor, birikmeye devam ediyor.
Art arda İstanbul’da patlayan bombalar, dikkatleri Türkiye’nin üzerine çekti, Türkiye savaşın cephesi olarak ilan edildi. Böylece yine Türkiye, dünya çapında keskinleşen çelişkiler ve mücadeleler ortamında odak noktası olarak belirdi. Başını ABD’nin çektiği açık emperyalist saldırganlığın doğrudan hedef aldığı bölgedeki konumu nedeniyle ve aynı zamanda da (buna karşı muhalefet, direniş içerisinde islamcılığın ağır basmasıyla ilgili olarak) yoğun müslüman nüfusa ve güçlü islamcı akımlara sahip olması nedeniyle Türkiye önemini koruyor. Buna bağlı olarak, başını ABD’nin çektiği emperyalist saldırganlık açısından, kendisine karşı islamcı bir kimliğe bürünen muhalefeti, direnişi ezip bastırabilmek amacıyla Türkiye’ye ve AKP’ye yüklenen rol ile AKP’nin işlevine ilişkin değerlendirmeler, tartışmalar yine gündeme geliyor.
Aslında diğerlerinden farklı hiç bir şey söylemeyen, programında heyecan uyandıracak ekonomik, sosyal ve siyasal kelime bulunmayan AKP’nin Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar olmasının kendisi, başlı başına traji- komik bir olay olarak görülebilir. Emperyalizm ve işbirlikçisi oligarşinin tercihi olarak Ocak 1980’de alınan neoliberal kararların hayata geçirilmesi için kurulan 12 Eylül cuntası, bir yandan acımasız baskı ve şiddet politikaları ile, bir yandan köşeyi dönme, siyaseti ve siyasetçiyi aşağılama ve her şeyi tüketime yönlendirme propagandasıyla kitleleri sindirerek apolitikleştirmiştir. Buna ek olarak, bütün sakatlıklarına ve doğrultusunun bozulmuşluğuna rağmen yine de bir alternatif gibi görülen Sovyetler Birliği’nin yıkılması tam bir umutsuzluk yaratmış, yılmış, sinmiş, kendine güveni yok olmaya yaklaşmış ve alternatifsiz kalmış kitleler, sıkıştıkça daha çok dine ve milliyetçiliğe sarılmış ve bu akımlar kendilerinin de beklemedikleri bir güce ulaşmışlardır. Böylesi bir gelişme doğal olarak hem kendi imparatorluğunu gerçekleştirme çabaları doğrultusunda hiç bir kural tanımayan ABD’nin azgınca saldırganlığına tepkiye dönüşmeye başlamış, hem de geniş bir kesimi dine ve milliyetçiliğe yönlendirmiştir.
Üçlü koalisyonun yıkılıp dinci partinin parçalanarak çeşitli alternatif arayışları, nabız yoklamaları ve MÜSİAD ve TÜSİAD’ın da içinde görülebileceği pazarlıklardan sonra, AKP ve CHP’de karar kılınması, ABD’nin, imparatorluk hesaplarının hedefi müslüman coğrafyasında yer alan Türkiye gibi önemli bir ülkenin içindeki pürüzlerin öncelikle temizlemesi ihtiyacına uygun düşüyordu. Merkez sağ partilerin epey zamandan beri yıpranıp tükenmeleri, bir yandan MHP yönetiminin bu yönde bir iddia taşımasına rağmen, iktidarda yıpranmışlık ve ırkçı argümanlara dayanan tabanını hemen yola getirmesinin pek kolay olmaması, öte yandan AKP’nin dinci partinin tasfiye edilmesinin aracı olması nedeniyle, AKP’yi merkez sağdaki boşluğu doldurmanın tek alternatifi bırakmıştı.
İktidara geldikten sonra ise, AKP yönetimi kendi içinden başlamak üzere dört bir yanıyla çatışmalı birlik ve pazarlık içinde olma durumuna girmiştir. Hem AB müktesebatına bağlı olarak MGK ve orduyu kısıtlamaya hem onlara yaslanarak kendi tabanı ve yönetimdeki teokratik özlemcileri törpülemeye hem de bütün bunları kullanarak ABD ve AB ile pazarlıkta elini güçlendirmeye çalışmaktadır. Tabii ki bunların hepsinin ayrıca iç çatışmaları ve farklılıkları yer yer gün yüzüne çıkmakta ve ilerde bir kısım tasfiyelere yol açacağa benzemektedir.
AKP’nin niteliği üzerine olan tartışmalar, bu partinin kendisini tanımlamasından başlayıp, zamanla çıkarları örtüşen kesimlerin temsilciliğine soyunmasına kadar uzanmaktadır. Bu parti kendisini nasıl tanımlarsa tanımlasın, esas niteliği ve tarihe nasıl geçeceği, kimin ve kimlerin temsilcisi olduğuyla, bu ise, doğrudan uygulamaları ve yaşama geçirdiği politikalarının sonucunda belirecektir. Bu açıdan daha şimdiden bir çok uygulama yaşama geçmiştir ve tanı koymak isteyenlere yeterince veri sunmaktadır. Toplumsal muhalefete rağmen Irak’a asker göndermek konusunda kendinden isteneni ısrarla yerine getirmesi, teskereyi çıkarması; kendinden önceki işbirlikçi hükümetlerin uyguladığı ve kendisinin devralarak büyük bir titizlikle uyguladığı IMF politikalarıyla, Avrupa Birliği’ne yönelik düzenlemeleri, bu konudaki örnekleri oluşturmaktadır.
Bunun karşılığında AKP ve onun iktidarı ile ilgili olarak ileri sürülen ve belli ölçülerde geçerliliği olan iddia ise şudur: ‘AKP, her ne kadar laik sistemi ve Atatürkçü çerçeveyi tanıyorum derse desin, sürekli takiye yapmaktadır ve gerçekleştirdiği uygulamalar ve yasal değişiklikler, aslında bu çerçevede anlam bulmaktadır.’ Daha çok ulusalcı ve kemalist kesimlerin bu savları, genel çerçeveyi, yapılmak istenen değişiklik ve uygulamaların doğru adreslerini ve bu gelişmelerin arkasındaki güçleri, ulusal ve uluslararası düzeyde sınıfsal mevzilenmeyi yanlış değerlendirmekte ve çarpıtmaktadır. Mücadele edilmesi gereken hedef olarak yanlış adres göstermekte; şeriatçı özlemlerin taşıyıcısı ve şimdilik kılık değiştirmiş olan muhafazakar islamcılar tarafından ulusalcı, laik ve üniter devlet yapısının tehdit edildiği ve bu yolda çok önemli mevziler kazanan bu kesimlerin bir adım sonra radikal islami harekete zemin oluşturduğunu ileri sürmektedir.
Bu iddiaların hiçbiri boşlukta ve karşılıksız iddialar değildir. Ama esas olanı ikincil, ikinci ve üçüncü derecedeki etkenleri birincil olarak değerlendirmekte ve yanlış bir sınıflar mevzilenmesi, buna ilişkin olarak da yanlış bir politika önermesi yapmaktadır. Laiklik de, demokratik hak ve özgürlükler de savunulmak ve geliştirilmek zorundadır. Ama bu, şeriat tehlikesi karşısında, ne kemalist laikliğin, ne de ırkçı bir temelde yükselen üniter devlet yapısının savunulması sonucunu verecek ulusal cephe çağrılarının karşılık bulmasını haklı çıkarır.
Şeriatçı - laik dar parantezinde ifade edilmeye çalışılan bütün toplumsal gelişme, gerilim ve çatışmaların, aslında çok daha geniş bir temeli vardır ve bu temeli, uluslararası bir sistem olarak kapitalizmin içinde bulunduğu köklü krize çare olması amacıyla geliştirdiği politikalar belirlemektedir. Kuşkusuz AKP hükümeti, iktidara geldiği günden bu yana, dayandığı kesimler ve iktidara geldiği konjonktürle ilişkili olarak bir çok uygulamaya gitmiştir. Bu uygulamaların hemen hemen hiç biri, kapitalizmin uluslararası düzenlemelerinden ayrı değildir ve üstelik bunlarla tam bir uyum içindedir. AKP’nin bu konjonktürde, bütün bu gelişmelerin içinde, ileride işine yarayacak gelişmelere hazırlık olması için bazı yasa maddelerini şimdiden hazırlaması, kendi dini dünya algılamalarına uygun olarak kemalist laik sistemde birkaç gedik açmak üzere her zaman uyanık ve takiyeci olması, anlaşılmaz şeyler değildir. Ayrıca dayandığı toplumsal tabanın dini duyarlılıkları da göz önüne alındığında, ortamı, kemalist laiklik karşısında biraz biraz germesi, işine gelmektedir. Ezilen, sömürülen ve sürekli geçim darlığı, yaşam güçlüğü içindeki kesimlerin oylarını alarak iktidar olmuş bu parti, tabanın kendisinden beklediği iyileştirmeleri gerçekleştiremediği ve yaşam koşulları sürekli kötüleştiği ölçüde, daha da fazla bu gerginliğe oynamaktan başka bir yol izlemeyecektir. Üstelik, politik gündemin bu biçimde odaklanması, kitleleri oyalayan ve esas gündemi gizleyen niteliği ile bu hükümete verilmiş önemlice bir destek niteliği de taşıyacak ve bu eksende kalmak, islamcıların ekmeğine yağ sürmek anlamına gelecektir.
AKP’nin niteliği ve işlevi açısından, merkezi idare ve yerel yönetimlere ilişkin yasa tasarıları ayrıca incelenmeye değer gözükmektedir. Merkezi idarenin, bürokratik otoriter devlet yapısının çözüldüğü ve yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarının artırılarak, bu şekilde demokrasinin sınırlarının genişletildiği yönünde bir kanı giderek yaygınlaşmakta, federatif örgütlenme ekseninde yeniden bir devlet düzenlemesi gündeme gelmektedir.
Emperyalizmin bölgesel ve giderek dünya çapındaki paylaşım kavgasından ayrı düşünülemeyecek bu yasal düzenlemeler, emperyalizmin krize yönelik düzenlemeleri çerçevesinde geliştirilmekte, bu ise doğrudan bölgedeki siyasi ve askeri gelişmelere tabi olarak yaşanmaktadır. Son bombalı saldırılardan sonra Bush’un “Türkiye cephe ülkesidir” açıklaması, Türkiye Cumhuriyeti’nin aczi durumunda, Irak’a yaptığı gibi doğrudan müdahalelere, açık işgale çağrışım yapmaktadır. Irak savaşı öncesi, Mersin Limanı ve İncirlik üzerinde yaşanan gerilim ve oldu bittiler, bu konuda bir ölçüt vermektedir. Irak, İran ve Suriye gibi hedef ülkelerle, Kürt ortak paydasında bulaşan Türkiye, bu yöndeki düzenlemelerden sonsuza kadar muaf kalamaz. Bu açıdan şimdilik, merkezi devlet idaresi üzerindeki düzenlemeler, eyalet sistemine doğru açılan yönüyle, bütün bölge üzerinde ortak Kürt paydasındaki coğrafyayı birleştirmeye yarayabilecektir. Fedaratif nitelikteki bir Türkiye Cumhuriyeti ise, Avrupa Birliği çerçevesine daha kolay bir şekilde dahil edilebilir gözükmektedir. Bütün bu gelişmelerin demokrasi ekseninde ne ifade ettiği, halkların kendi özgür iradeleriyle ne kadar uyuşup uyuşmadığı ise ayrı bir tartışmadır. Yaklaşan yerel seçimler, bu yöndeki yasal düzenlemelerin propagandasının yapılacağı ve kitlelere kabul ettirilmeye çalışılacağı bir süreci hazırlamaktadır.
Bütün bu gelişmeleri hesap etmeden, sınıfsal eksenden kopuk bir demokrasi kavramına endeksleyerek tavır almak bizi en olmadık birlik ve ittifakların önüne getirecektir. Uzun süredir, demokratik devrim sürecini, sınıfsal zeminler dışında ve genel olarak demokrasi mücadelesi olarak algılayan reformistler için bu gelişmeler, ‘pasif’ demokratik devrim sürecinin kazanımları olarak da görülebilir. Çünkü bu mantık çerçevesinde, ‘her türlü demokratik hakkın, kazanımın ve bunların öznesi olması gereken emekçi kesimlerin örgütlülüğünün önünde, kendini merkezi olarak örgütlemiş bürokratik, baskıcı ve ırkçı devlet organizasyonu bulunmaktadır. Bu engel de sıkı bir mantık ve hiyerarşi zincirine bağlı olarak ayakta durmaktadır. Bir kez bu zincirin halkalarından biri kopartıldığında (bu Kürt realitesinin tanınması olabileceği gibi, yerel yönetimlerin, merkezi idare karşısında özerklik kazanması ve rüştünü ispatlaması şeklinde de olabilir) bütün bir sistemin yıkım süreci başlamış demektir! Demokratik devrimin öncüsü (olsa iyi olur ama olmasa da olur!) işçi sınıfı olamazsa eğer, başkaları da bu devrimin yolunda haydi haydi yürüyebilir. Bu durumda, merkezi (bürokratik) devleti, böylesi geri adımlar atmaya iten ve toplumsal kesimlerin önemlice bölümünü kucaklayıp desteğini kazanan islami muhalefet, derin devlete geri adım attırmış olmaktadır. Biz önderliğini yapmıyoruz diye bu gelişmelerden pasif de olsa demokratik devrimin sürdüğü anlamından başka anlamlar çıkarılmamalıdır!?’
Bütün bu mantık zinciri, kendi içinde bir ilintilendirmeyle, demokrasi mücadelesinde, ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ felsefesini politikanın temeli yapmak zorundadır. Çünkü, gerçek sınıfsal güçlere dayanmaktansa, demokrasi güçleri devşirmeyi, nereden ve nasıl olursa olsun bu güçleri bir araya getirmeyi esas iş edinmek durumundadır. Yerel yönetimlerin, özerklikle ve federalizmle ilişkilendirilerek güçlendirilmesini, merkezi idarenin ve bürokrasinin zayıflatılması olarak değerlendiren ve bunu da demokrasi mücadelesi açısından kazanım olarak gören bu zihniyet, kendi güçsüzlüğünün yine kendi felsefesi ve ideolojisinden kaynaklandığını görme şansını da yitirmektedir.
Bu açıdan yaklaşan yerel seçimler, konunun marksist ideolojik bütünlük içinde değerlendirilme şansını da azaltmaktadır. Ne olursa olsun merkezi idareden iktidar parçacıkları koparmaya endekslenmiş ve demokrasinin böyle gelişeceğine ikna olmuş çizgilerin iflah olması mümkün değildir. Bu anlayışlar, merkezi idare açısından yapılması düşünülen değişikliklere de yerel yönetimler üzerinden ortaya çıkacak gelişmelere de sağlıklı bakamayacaktır. Önümüzdeki dönemde, bu reformist anlayışlar temelinde, yerel seçimler üzerine gelişecek tartışmalar, genel olarak marksizm ekseninde değil de, merkezi idareden koparılacak iktidar parçacıkları uğruna, marksizmden ‘koparılacak’ parçalar ekseninde gelişecek; bu eksende –geçmişte yerel seçimlerde uygulanan reformist politikaları gerekçelendirirken ileri sürülen merkezi ve yerel iktidar düzeylerinin birbirlerinden farklılığı savına ek olarak– marksizmin devlet ve siyaset teorisinde yeni çarpıtmalara sahne olacaktır. Özellikle Kürt mücadelesinin, yerel düzeyde kendi özgünlükleri üzerinden yapılacak genellemeler, bu durumu daha da içinden çıkılmaz bir hale sokacaktır. Söz konusu yasal değişikliklerin, uluslararası ölçekteki karşılıkları ile birlikte, marksizm açısından değerlendirilmeleri, bu çarpıtmaları ve reel politik kazanım cenderesini kırmak zorundadır.
Kapitalizm, uzunca bir süredir kriz içindedir ve bu krizi nasıl yönetip yönetmediği, krizden hangi eşitsiz ilişkiler çerçevesinde kimin ne kadar yararlı, kiminse ne kadar zararlı çıktığı ve çıkacağı, yine güç ilişkilerinin eşitsizliğince belirlenmektedir. Bu çerçevede, daha önce ticarete konu olmayan, kamusal alanda düzenlenmiş, sosyal devlet uygulamalarının konusu olan bir çok alan, artık ticarete ve özel sektörün, sermayenin yatırımına açılmak durumundadır. Daha da ötesi, gerekli yasal ve altyapı çalışmaları ve yatırımları tamamlanarak sermaye için bütün düzenlemeler yapılmak istenmektedir. Bu çerçevede,
“..Ancak GATS Anlaşmasının son 3 yıllık genişletilme müzakerelerinde Türkiye’nin hangi yeni hizmet alanlarını serbest piyasaya açtığı ve hangi çekincelerini kaldırdığı bugün DTÖ’ye vereceği ve gizlediği taahhütler listesi açıklandığında ortaya çıkacaktır. Aslında GATS Anlaşmasının genişletilme müzakerelerinde kabul edilen Salkımlandırma (Clustering Approach) anlayışı ile tüm hizmet alanları birbiri ile ilişkilendirilerek serbest piyasaya açılmış olacaktır. Örneğin genişletilme müzakerelerinde Salkımlandırma yaklaşımının kabul edildiği bilgisini aldığımız Turizm sektörünün salkımlanması ile Uluslararası, Yurtiçi ve Şehiriçi Ulaşımın tümü, Enerji, Su, Telekomünikasyon, Sağlık, Mesleki (Turizm) Eğitim, Banka ve Sigortacılık, Belediye Hizmetleri, Gıda gibi bir turistin tüm ihtiyaçları GATS Anlaşması kapsamına girmektedir.” (www.antimai.org., Antimai Çalışma Grubu, GATS Anlaşması Kısa Bilgi Notu, 31 Mart 2003)
Türkiye, %18 olan gelişmekte olan ülkeler ortalamasının çok üstünde, %46.6 gibi bir oranla, hizmet alanlarını serbest piyasaya açmayı taahhüt etmiş bulunmaktadır. Son yıllarda yasal düzenlemesi yapılan, Uluslararası Tahkim ve Bireysel Emeklilik Yasası gibi, gündemde olan Kamu Yönetimi, Yerel Yönetimler ve Kamu Personel Rejimi Yasaları, GATS çerçevesinde yapılması taahhüt edilen yasal düzenlemelerdir.
Bu düzenlemelerin belli hedefleri vardır. Bunların ilki, çevre ülkelerde, bir dönemin ürünü olan sosyal devlet uygulamalarının ve bunlardan yararlananların toplumsal muhalefetinin önlenmesi, ortadan kaldırılması olarak belirmektedir. Bu açıdan, devletin küçültülmesi adı altında gerçekleştirilen sosyal ve ekonomik düzenlemeler, hiçbir zaman, devletin baskıcı, militarist ve şiddeti tekelinde tutan uygulamalarının zayıflatılması sonucunu hedeflememektedir. Dünya nüfusunun %5’inin, suyu, ulusötesi şirketlerden satın aldığı bugün, bu şirketlerin yıllık gelirleri, petrol gelirlerinin yarısına ulaşmıştır. Antimai çalışma grubunun aktardığına göre, Dünya Bankası, “geçen yıl su piyasasının büyüme hedefini revize ettiklerini ve yeni tahminlerin 1 trilyon doları aştığını” açıklamış bulunuyor. İnsanın en temel gereksinimlerinden olan suyu piyasanın kar güdüsüne ve çokuluslu firmaların tekeline terk eden bu uygulamaların insanların sempatisini kazanması mümkün olmadığı gibi, bir çok çatışmanın da zeminini hazırlamaktadır.
Türkiye’de yerel yönetimler yasa tasarısıyla özel sektörün kar alanı yeniden düzenlenmek istenmektedir. Bu açıdan kamu yönetimi anlayışı, ülke kalkınması ve yurttaşların toplumsal eşitliğinin sağlanmasından sermayenin hareketinin önündeki engelleri kaldırmak amacına kaydırılmaktadır. Kamunun temel işlevi, piyasa altyapısı ve işlerliğini oluşturup gözetmek ekseninde değiştirilmek, yurttaş kavramının yerine müşteri ve piyasa aktörleri, sosyal devlet yerine ise, bütün bunları ‘düzenleyici devlet’ anlayışı geçirilmek istenmektedir. Buna yönelik olarak hazırlanan yeni yasal düzenlemelerle, görev ve yetkilerin merkezi ve yerel yönetimler arasındaki dağılımında ölçütün merkezin ulusal ölçek, yerelin ise yetkili olduğu bölge ile sınırlı olması ilkesi değiştirilmektedir. Merkezi yönetimin görevleri sayılarak sınırlandırılmakta, bunun dışında kalanlar yerel yönetimlere bırakılmakta ve hizmetlerin yerellik ilkesi ekseninde verilmesi tasarlanmaktadır. Merkezi ve yerel yönetimler arasındaki ilişkiler, ‘görevler ayrılığı’ temelinde bu biçimde tanımlanmaktadır. Bu durum tamamen devleti yeniden düzenlemeye yönelik ‘küreselleşmeci’ projelerin bir sonucudur.
Tasarı, yerel yönetimleri, demokrasinin bir ayağı olarak, bürokrasinin ve gereksiz hantallıkların ortadan kaldırılması yönünde yeniden düzenleme iddiasına rağmen, mevcut haliyle üniter devlet yapısının, federal örgütlenmelere uygun bir halde yeniden düzenlenmesini amaçlamaktadır. Sayıldığı kadarıyla merkezi yönetimin görev kapsamına giren görevler de, merkezi yönetim uygun görürse, ödenekleri ile birlikte yerel yönetimlere devredilebilecektir. Kamu denetimi ve teftiş mantığını tamamen yok etmeye yönelik olarak yapılan düzenlemeler, “yerel yönetimleri İçişleri Bakanlığı denetler. Ancak bakanlık bu görevi denetim şirketlerine ya da mali müşavirlere yaptırabilir. Bunun için yönetmelik çıkarılacaktır.” (madde 34) demek yoluyla, soygun ve talanın boyutlarını uç noktaya kadar vardırmaktadır.
Kürt siyasal hareketinin, Avrupa Birliği tartışmalarında aldığı pozisyon ve geliştirdiği politikalarda olduğu gibi, merkezi idare ve yerel yönetimlere yönelik düzenlemeler karşısında geliştirdiği politikalar da, somut olarak kendi taleplerine ne kadar uyduğu ya da tersine uymadığı ile ilişkilendirilmektedir. Kendi durumları açısından bu tavır anlaşılabilecek olsa da, emperyalizmin ihtiyaçları ve geliştirdiği politikalar karşısında bir noktada kesişmiş olmak, çıkar birliğine varmak anlamına gelmekte, sosyalist sınıfsal politikalarla, takınılan pragmatik tavırların esas olarak karşıtlık oluşturması anlamını taşımaktadır.
Emperyalizmin bölge düzeyindeki düzenlemeleri açısından bir ayağı oluşturan Türkiye, bazı uygulamalara tabi tutulmakta, buna yönelik yasal düzenlemeler AKP hükümetince gerçekleştirilmekte, karşısında zarara uğradığı görülen geleneksel devletçi politikalar ve buna dayanarak varolan güçler, gelişmelere karşı çıkmaktadır. Bir çok sol eğilimli siyaset, ulusal devletçi güçlerin karşı çıktıkları gelişmeler noktasında bu kesimlerle bir araya gelmek için bir çaba sarf etmektedir. Aynı şekilde sürecin tersinden Kürt siyasal hareketi, pragmatizmi ilkesel düzeyde kullanmakta, emperyalist politikaların kendi iktidar alanlarını genişleteceğini düşünerek, bu politikalara destek olmaktadır.
Kapitalist sistemin uzun süren krizi ve bu krizden bir türlü çıkılamamış olması, beraberinde yeni politikaları gündeme getirmiştir. Küreselleşmeci dönemin sonuçları üzerinden gelişen yeni adımlar, bu dönem boyunca karşılıklı tarafların ne kadar ciddi hazırlıklar yaptıkları ile doğru orantılı olarak, rakip emperyalist blokların mevzi savaşları şeklinde gelişmektedir. Bütün dünya üzerinde, kamusal alanın denetleyiciliği ve sosyal devlet şemsiyesi altında kar hesaplarınınönemli ölçüde dışında kalmış bu alanları yeniden düzenleyip sermayenin iştahına sunmak için birlikte yaptıkları düzenlemelerden yine birlikte yararlanan emperyalistler, bir noktaya kadar birlikte davranabilmekte, çıkarları farklılaştığında karşılıklı konumlar almaktadırlar. Başkanlık ve eyalet sistemi tartışması da bu eksende ele alınmalıdır.
Kamusal alanda kalan mal ve hizmetlerin piyasalaştırılmasında ortak çıkarları bulunan emperyalistler için bölgesel düzenlemeler de bir yere kadar üzerinde ortaklaşılan ama bir noktadan sonra, düzenlemenin niteliği gereği farklılaşılan bir konu olmaktadır. Bu düzenlemeler karşısında işbirlikçi oligarşinin, kendi çıkarlarını savunmak noktasında bile ciddi zaafları oluşmuştur. Tamamen sıcak paraya endeksli ve sıcak parayı ürkütmemek üzerine geliştirilen maliye ve iktisat politikalarının daha ne ölçüde sürdürülebileceği belirsizdir. Son günlerde ekonominin iyiye gittiğini ve parasal göstergelerin uyum içinde olduğunu anlatan basına ve hükümet çevrelerine rağmen, ne üretimde, ne de ihracatta ciddi iyileşmeler olmamıştır. İhracat rakamlarında yükselme gibi gözüken şeyin esas olarak hayali ihracatın hortlamasından (“Şeker Gibi Hayali İhracat”, Cumhuriyet, 27 Kasım 2003) ve geri kalanın da, ihraç mallarındaki ithal girdi oranlarının yüksekliğinden kaynaklanan fiktif olgulardan oluştuğu görülmektedir. Bunun dışında ekonomide canlanma diye öne sürülen tek şey ise, karlılık oranlarındaki, yani işgücü sömürüsündeki artıştan ve bunun ihracata yansımasından kaynaklanmaktadır.
Türkiye ekonomisi sıcak paraya rehin durumdayken bu cendereden nemalanan ve buradan çıkmak istemeyen oligarşinin sınıfsal niteliği, krizi daha da derinleştirip giderek varlık koşullarını bile tehlikeye atabilmektedir. Bu ise sistemin gerilimlerini artırmaktadır. TC’ye bölgesel düzenlemelerde biçilen rol, böyle bir ekonomik kriz ekseninde dayatılabilmekte, bu eksende oligarşi, kendi taleplerini öncelikler listesine yazdırmak için, emperyalistlerle yarışmaktadır. Eyalet sistemi, bütün bölgesel gelişmeler zemininde anlam kazanmaktadır. Bugüne kadar merkezi devlete rengini veren kemalizm yorumu, yeni-osmanlıcı bir eksende değiştirilmek istenmektedir.
Sonuç olarak, AKP’nin iktidarda olduğu bir yıl içinde iç ve dış borçlar eskiye göre azalmayıp artarken işsizlik de arttığı gibi alım gücü düşmüş, bununla birlikte halkın sefaleti azalmamış artmıştır. Faizler yükselmeden döviz kurunun düşük kalmasının nedenlerinden en önemlisi, ülkeye yoğun biçimde, kaynağı tam bilinmeyen sıcak paranın girmesidir. Bunun dövizde önemli bir rahatlama yaratması bir gerçekliktir. Ama giren bu para bir zaman sonra mutlaka çıkacak ve kıyamet o zaman kopacaktır.
Bütün bunlara rağmen yerel seçimlere doğru giden süreçte, AKP, alternatifsiz kitlelerin gözünde zoraki rakipsizliğini sürdürmektedir. Bir yandan AKP’nin ‘muhafazakar demokrat merkez partisi’ olma iddiaları ve buna uygun adımlar atarken gösterdiği sarsıntılar; bir yandan ABD ve AB ile ilişkiler konusunda atılan adımlardaki zikzaklar; öte yandan başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitlelerin apolitik uyuşukluktan kurtulmamaları, kurtulmaya yüz tutanların doğru bir kurtuluş yolundan saptırılmaları için çok çeşitli kanallar açılması, adeta birbirinin içine geçip bir trajediye dönüşmüş durumdadır.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla kapitalist dünyanın rakipsiz kalması, başta NATO olmak üzere o zamana kadar oluşturulan örgütlenmeleri, anlaşmaları işlevsizleştirmişti. Bir yanda ABD ve diğer yanda (iç çatışmaları ile birlikte) geri kalanlar gibi bir görünüm, ABD dışında kalanları kendi aralarında farklı farklı (çekişmeli, çatışmalı) anlaşmalar ve ittifaklara girmeye iterken, ABD de tek başına hiç bir kural ve karar tanımadan kendi imparatorluğunu gerçekleştirme yolunda hoyratça ilerlemeye devam etmiş, ABD’nin, dünyanın dört bucağında üslerini çoğaltıp askeri varlığını geliştirirken bir kısım ülkeleri açıktan işgal ederek rakiplerini saf dışı etmeye başlaması, tüm dünyadan derece derece farklı tepkilere yol açmıştır.
En büyük tepki, yarım yüzyıldan fazla bir süreden beri ABD desteğindeki İsrail zulmünü yakından tanıyan, petrol denizi üstünde oturan ve emperyalist saldırganlığın doğrudan hedefi olan Ortadoğu müslüman halklarından geldi. Bütün bunlar islamcılaşmaya ve şovenleşmeye daha da ivme kazandırdı.
Burjuvazi, kısmi sorunlara karşı gelişen mücadelelerden, açılan çeşitli kanallardan, işçi sınıfını yolundan saptırmak için yararlanmaya çalışır. Ya faşizm gibi bir bela yaratıp işçi sınıfının önderliğine saldırtarak sosyalist mücadelenin anti-faşist mücadeleye indirgenmesine yol açar, ya emperyalizmi abartarak dikkatleri oraya çekip anti-emperyalist mücadeleyi sosyalist mücadele yerine ikame ettirir, ya da şeriat gibi tehlikeleri öne çıkarır. Komünistlerin hiç unutmamaları gereken, hiç bir kısmi mücadelenin, sosyalizm mücadelesinin yerine ikame edilemeyeceğidir. Komünistler karşı olmakla, muhalif olmakla yetinemez. Komünistlerin görevi, işçi sınıfının egemenliği için, sosyalizm için mücadele etmektir. Çoğu kez çeşitli kısmi mücadeleler öne çıkabilir ama bunların hiç biri bütünün yerine geçemeyeceği için bu mücadelelerin hepsini sosyalizm mücadelesine hizmet edecek biçimde sürdürmek gerekir.
Günümüzde Türkiye’de uç noktaya ulaştırılmış iki tane mücadele sürdürülmektedir. Bunlardan biri şeriatçılarla kemalistler arasındaki mücadele, diğeri de anti-amerikancılığa indirgenmiş anti-emperyalist mücadeledir Bu mücadelelerde taraflardan birinin yanında yer almaya zorlanan işçi sınıfı ise, onların yanında değil, kendi tarafında yerini almalıdır. Şeriata karşı en iyi mücadele yürütecek olan işçi sınıfı olduğu gibi, aynı zamanda bu mücadelenin önünde görünen kemalist bayrak altındaki devlete karşı mücadeleyi sürdürecek olan da işçi sınıfıdır.
Emperyalizme karşı mücadele, sosyalizm için mücadeleden ayrı düşünülemez ama asla onun yerine ikame edilemez. Emperyalizme de faşizme de şeriatçılığa karşı da amansızca mücadele ederken bu mücadeleleri, sosyalist mücadelenin, işçi sınıfının iktidarının yolunu açacak biçimde yürütmeyi bir an olsun akıldan çıkarmamak gerekir. Hem AB’yi savunup hem anti-emperyalist olmak mümkün olmadığı gibi, tek başına ABD karşıtlığı da emperyalizme karşı olunduğu anlamına gelmez. Aynen bunun gibi, hem müslümanlıkta şeriatçılarla yarışılıp, hem de anti-şeriatçı olunamaz. Bu ya kendini ya başkalarını kandırmak veya ikisi birdendir.
Bugün Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkları yoğun bir hareketlilik içinde değiller. Ancak patlayıcılar birikiyor ve bunun hızlanması için komünistler, enternasyonal bilinç ve yöntemlerle, işçi sınıfının bağımsız siyasetini titizlikle oluşturarak, mücadelenin varolan ve burjuvazinin kendi içindeki saflaşmalarına karşılık gelen taraflarından birinde yer almadan, işçi sınıfının tarafını kıskançça koruyarak mücadele etmelidir. Ne kırk katıra ne kırk satıra, ne hastalığa ne de ölüme razı olunabilir. Komünistler, işçi sınıfının iktidar mücadelesinin doğrultusunda, kuyrukçu olmadan, kimsenin kuyruğuna takılmadan, bağımsız tavrı belirleyip, o doğrultudan sapmadan emin adımlarla yürümelidir.
ARALIK 2003
8
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com