Ana sayfa

TEKELCİ REKABET ve DEĞİŞEN DENGELER

“Emperyalizm her yere, özgürlük değil, ama egemenlik eğilimi götüren mali sermayenin ve tekellerin çağıdır.” (Lenin)

Dün için proleter devrimler çağı olarak tanımlanan emperyalist dönem, bugün, örneğin bir dolarlık meta hareketliliğine kırk dolar ya da daha fazla spekülasyon karşılığı düşüyorsa, proleter devrimleri de yine düne göre kırk kez ya da daha fazla zorunluluk düzeyine yükseltmiş demektir.

HACI YILDIZ

 

İçinden geçmekte olduğumuz siyasal süreçlerin niteliği ve bütün dünyayı sürüklediği belirsizlikler hakkında sağlıklı değerlendirmeler yapabilmek gittikçe güçleşiyor. İdeolojik dolayımlar ve yanılsamaların (Irak operasyonunu özgürlük götürmekle açıklamak örneği gibi) egemenlerce göz ardı edildiği, çoğunca gereksizleştirildiği bu durumun bir yanı kapitalistlerin çıkışsızlığını belirtse de bir diğer yanı daha farklı şeyler anlatmaktadır. Sömürü ilişkilerinin gizlenmesine çok da gerek duyulmadan, doğrudan baskı ve şiddet politikalarını uygulayarak bu ilişkileri sürdürenlerin, her zamankinden daha çok kendilerini güvende hissetmelerinin nedeni, insan faktörünün çaresizliği/yabancılaşma ve bu temelde toplumların geçirmiş olduğu erozyondur. Toplum ve tarih bilincini, havada asılı duran ve kendini ileriki tarihlerde bir yerlerde, yine kendiliğinden üreten şeyler olarak düşünmek mümkün değildir. Toplum ve tarih bilinci toplumsal örgütlülüklerde, daha da özelinde sınıfsal örgütlülüklerde kendini sürekli kılıp yeniden üretebilir.

Emperyalizm tartışmalarının başına gelen de bundan başka bir şey değildir. Sosyalizmler sonrası dünya için barış, demokrasi, insan hakları kavramları ile oluşturulan; bütün dünya için ‘serbest pazar ekonomisi’ ile demokrasi ve özgürlüğün eşitlendiği ve biri olmadan diğerinin olmayacağı kafalara çakılan bu söylem, büyük bir gürültü ile yıkılıp gitmiş, ama geriye, kaldırılması zor bir enkaz bırakmıştır. Bu enkazın içinde sadece üçüncü dünya ülkelerinin mali polisi IMF’nin kredi dilimlerine bağımlı borç ekonomileri yoktur. Bu enkazın içinde, geçen dönemin hakim kavramı ‘demokrasi’ ekseninde oluşturulan siyasal projeler ve partiler de bulunmaktadır. Geçmişlerinin etkisiyle marksizmin kavramlarını kullanarak kendilerini gerekçelendirmiş olmalarına rağmen bu projeler ve parti anlayışları marksizm adına iğreti durmakta, soldan da olsa giderek burjuva demokrasisi içinde kendilerine yer bulmaktadır. Yirminci yüzyılın başında Kautsky’nin ileri sürdüğü ultra-emperyalizm tezi ile ilişkilendirilebilecek bu projeler, barış ve ‘demokrasi’ yalanını yaydıkları ölçüde, artık Lenin’in yakıştırması ile ‘reformist bir iyi niyet’ olarak bile adlandırılamazlar.

İnsan ve toplum faktörünün bu derece şekilsizleşip gerçekliğe yabancılaştırılabilmesi, sınıfsal örgütlülüklerin, toplum ve tarih bilincini sürekli kılamamış olmasından kaynaklanmıştır. Ortaya çıkan tablo ise egemenlerin zor aygıtlarıyla muhatap olmaktan daha çok ideolojik aygıtları karşısındaki yenilginin sonucudur. Zor aygıtları, bu sonuçta olsa olsa ikincil önemde bir rol oynamıştır. Bu açıdan emperyalizm kavramının, uzun süredir şekere bulanmış dış kabuğundan sıyrılması, küreselleşme denen sıvanın çatlayıp dökülmesi bazı imkanları devreye sokabilir. Bu imkanları kullanma irade ve yeteneğinde bir enternasyonalist örgüt yaratılmadığı sürece, egemenlerin kendilerini güvensiz hissetmeleri mümkün değildir. Emperyalizm ve burjuva devlet hakkındaki yanılsamaların kökleri derindedir ve bu yüzden işçi sınıfını ve halkları silahsızlandıran, ‘sınıf dışı’ projeler yaşam şansı bulabilmektedir. Bu yönelimlerin hepsi bir çeşit emperyalizm anlayışına dayanmaktadır. Bu anlayışlar, emperyalizmin teorik algılanışındaki yanlışlıklardan kaynaklandığı gibi, sahip olunan teorinin, olguları değerlendirmede gösterdiği farklılıklardan da güç almaktadırlar.

HANGİ KÜRESELLEŞME?

Emperyalizm tartışmalarında kavramları netleştirmek, hangi tarihsel konseptte kullanıldıklarını, kavramların tekabül ettikleri gerçekliklerin, sonrasında hangi gelişmelere yol açarak diğer gerçekliklerin temelini oluşturduğunu bulabilmekten geçiyor. Bu açıdan yaklaşıldığında, küreselleşme kavramının, kullanıldığı zaman dilimi için ifade ettiği ve hangi realiteye denk geldiği kadar ve bunu deşifre edebildiğimiz ölçüde, bu kavramla geliştirilmek istenen yeni gerçekliğin kavranması da mümkün olacaktır. Hemen söylemeliyiz ki bu kavram, daha çok ideolojik yükleri olan bir kavramdır ve sosyalizmler sonrası hedeflenen ‘yeni dünya düzeni’ hedefinin sloganı olmuştur. Bu düzen, Amerikan hegemonyasına dayandığı ve bunu hedeflediği için, sadece son dönemde gelişen küreselleşme karşıtı ve giderek anti-kapitalist hareketin değil, bu hegemonyadan zararlı çıkacağını düşünen diğer emperyalist güçlerin de tepkisini çekmektedir.

Küreselleşme ideolojisinin merkezinde şu iddia yatıyordu: Artık üretim küresel ölçekte yapılmaktadır. İşgücünün ucuz ve hammaddenin ulaşılır olduğu yerlere üretim tesisleri kaydırılmaktadır. Bütün bunlar ise çok uluslu şirketler (ÇUŞ) aracılığı ile yapılmaktadır ki bunların da vatanı yoktur. Böylesine rahat hareket edebilen, ‘verimlilik ve kar’ esasına göre çalışan bu ÇUŞ’ler bir ülkeyi ya da devleti değil, devletler ve uluslar üstü bir platformu oluşturmaktadır. Hatta rasyonel olmak ve kaynakların karlı kullanılması açısından, devletlerin koyduğu sınırlamalarla, ülke içi mevzuatlarla boğuşan ÇUŞ’ler, ekonomik rasyonaliteyi temsil etmektedirler. Bu iddiaların arkasına sığınarak geliştirilen küreselleşmeci ideoloji ve savunucuları, işçi sınıfının ve Ekim Devriminin yarattığı bütün kazanımları hedef almış ve bugüne kadar da bunda oldukça başarılı olmuşlardır. Böylece, işçi sınıfının yöneleceği iktidar hedefi yönünü şaşıracak, iktidarın cisimleştiği kurumlar, devletsiz bir ortamın belirsizliğinde kaybolacak, iktidarın nerede ve nasıl somutlaştığı ise anlaşılamayacaktır. Bu iddianın çevre ülkelerde bozucu dayatmaları sürdürdüğü ve yasal düzenlemelerden siyasi yapıya kadar her alana el attığı bilinmektedir. Çevre ülkelerde devletin yeni işlevleri ve aldığı biçim açısından bu konu önemlidir.

KÜRESELLEŞMENİN SONU VE SONUÇLARI

Küreselleşmenin sonuçları ile ilgili olarak Fortune dergisinden Temel Demirer ve Sibel Özbudun’un, aktardığı rakamlar şöyle:

“Dünyanın en büyük 100 şirketinin 40’ı şirket satışlarının yarısını veya daha fazlasını yabancı ülkelerde gerçekleştiriyor. Sadece 18 tanesinin öz varlığının yarıdan fazlası yurtdışında bulunuyor.

ÇUŞ’lar büyük kapitalist bloklar arasında ekonomik faaliyette bulunuyor. İngiltere’nin 1990’ların başlarında yurtdışındaki toplam doğrudan yatırımlarının yarısı Amerika’da, yüzde 27’si Batı Avrupa’da bulunuyordu. Dünyadaki sınır ötesi toplam yatırımların dörtte üçü Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya’da toplanıyor.

Amerikan ve Japon çok uluslu şirketlerinin öz varlıkları aslen yurtiçinde. Örneğin Avrupa’da 200 büyük şirketin yöneticileri arasında yapılan araştırmada, gelecek beş yıl içinde toplam üretimlerinin yüzde 93’ünü Avrupa’da gerçekleştirmeyi, girdilerinin yüzde 89’unu Avrupalı kaynaklarından almayı ve üretimlerinin yüzde 83’ünü Avrupalı müşterilere satmayı planlıyorlar. Ulus-devletler ve çok uluslu şirketler ilişkisinin anlatılışında da benzer gerçeklerle karşılaşmak mümkün:

Çok uluslu şirketlerin çoğu yaptıkları üretimin çoğunu bir devletin veya en azından bir devletle yakın komşularının sınırları içinde yoğunlaştırmayı sürdürüyorlar.

Alman sermayesi Doğu Almanya’ya, Fransız sermayesi Afrika’ya, Amerikan sermayesi Latin Amerika’ya ve Japon sermayesi Pasifik ülkelerine yatırım yapıyor.” (“Post-modern Bir Manifesto: İmparatorluk”, Özgür Üniversite Forumu 16, s. 120)

Dünyanın batı yarımküresinin ekonomisi 100 kabul edildiğinde, bunun yüzde 76’sı ABD’ye ait. Aynı kıtanın üzerinde, Latin Amerika’da en büyük olan Brezilya’nın payı yüzde 8, Kanada’nın yüzde 6, Arjantin’in yüzde 3, Şili, Peru, Ekvator, Kolombiya, Guatemala, Uruguay ve Venezüella’nın toplamı sadece yüzde 3 olabiliyor.

TABLO 1: Çokuluslu Şirketlerin Toplam İşlerinde Kendi Ülkelerinin Payı (%)

 İmalat SanayiHizmet Satışİmalat ÖzvarlıkHizmet Özvarlık
ABD64757074
Japonya75779792
Almanya4865--
Fransa45695550
İngiltere36613961

Kaynak: Chris Harman, age, s. 114

Aralarında Chrysler, ve Volkswagen’in de bulunduğu bu şirketlerden bir çoğu eğer ciddi olarak kendi hükümetleri tarafından korunmuş olmasalardı, batmış durumdalardı. En büyük 100 şirketin 23’ünün Ortadoğu’da faaliyet gösteren petrol sanayi şirketleri olduğunu ve kendi devletlerinden en fazla himaye görenler arasında bulunduğunu belirtelim.

ÇUŞ’lerin kendi hegemonya alanlarının, esas olarak kendi devlet çizgilerinin içinde şekillendiği, bu devletlerin onlara sağladığı ayrıcalıklar tarafından korunduğu hemen fark edilecektir. Bu nedenle, yukarıdaki tabloya bakarak, küreselleşme söyleminin esas iddiasını oluşturan üretimin küreselleştiği tezinin ne kadar yanlış olduğu, gerçekleşmekte olanın, olsa olsa bölgeselleşme diye ifade edilebileceği anlaşılabilir. Bölgeselleşmenin ise, emperyalist kutupların aralarındaki çelişkilerin bir düzeyini ve bunların keskinleşmekte olmasını ifade ettiğini belirtmeliyiz.

Küreselleşme ideolojisinin savlarından olan, üretimin küreselleştiği ve artık merkez - çevre ilişkilerinin ortadan kalktığı iddiası için, sermaye yatırımlarının, asıl olarak da doğrudan uluslararası yatırımların (DUY) nasıl bir seyir izlediği önemlidir. Bu konuda ekonomist A. Başer Kafaoğlu’nun söyledikleri şunlar:

“2000 yılında, dünya ülkelerinin birbirine olan Dış Doğrudan Yatırımları (DDY) 1.5 trilyon dolara tırmanmıştı. Bu, 1991’deki 160 milyarlık düzeyin 10 katına yakındı. Ancak bu yatırımlar 2001’de yarıya düştü. Aynı düzey bugün 600 milyar dolardır.”

The Economist dergisinin, “The World 2003” adlı yayınından rakamları aktaran yazar, yazısını şöyle sürdürüyor:

”Ben diyorum ki, bu durum 2003’te de sürecektir. Ama dikkat ettiyseniz, daha birkaç yıl önce ‘Küreselleşmeyi’ baş ağrıtırcasına tekrarlayanlar bu açık bozgunu gözlerden kaçırma telaşı içindeler.

“Küreselleşmenin göstergesi olan DDY artışının sonuna gelindiği daha 1998’de belli olmuştu. DDY’nin hızla artışı aslında üç en gelişmiş coğrafyada (ABD, Japonya ve AB) ve üç çok hızlı gelişen ekonomide (Çin, Hindistan ve Uzak doğu ülkeleri) büyük hacimdeki yatırımların emilmesinde aranmalıydı.” (“ABD Ekonomisi ve Savaş”, Teori, Mart 2003)

UNCTAD 1999 verilerine dayanarak DUY hakkında değerlendirmelerde bulunan liberal yazarlardan Jacques Adda’nın gözlemleri ve aktardıkları, bir çok konuda aydınlatıcı veriler içeriyor. A. B. Kafaoğlu’nunyazısında DDY’ın hızlı artışında gelişmekte olan bölgelere yapılan yatırımlar, üç merkezin kendi aralarındaki yatırımları ile açıklanır. Benzer açıklama J. Adda tarafından da yapılmaktadır.

“Altmışlı ve yetmişli yıllarda %5 ya da bunun altında olan DUY stokunun küresel GSYİH’ya oranı, 1995’te %10’u yakalar ve 1998’de %14’e yaklaşır. Bu fırlamanın etkenleri arasında beş tanesi çok önemlidir: Japon ve Avrupa paralarının 1985-1995 arasında dolara göre değer kazanması bu iki bölgedeki şirketleri uluslararasılaşma konusunda cesaretlendirmiştir; Avrupa Ortak Pazarı’nın ve NAFTA’nın kurulmasıyla bölgesel entegrasyon çabaları yoğunlaşmıştır; seksenli yıllarda birleşme ve ele geçirme hareketlerinde patlama olmuştur; gelişmekte olan ülkeler ve Doğu Avrupa ülkelerindeki özelleştirme programlarının yoğunluğu yatırım rejimlerinin sürekli liberalleşmesiyle birleşmiştir; Doğu Asya ve özellikle Çin pazarlarının cazibesi artmıştır.” (J. Adda, Ekonominin Küreselleşmesi, s.88)

“Sanayileşmiş ülkelerdeki dalgalanmalara bağlı devrevi sapmalar dışında, küresel GSYİH’da uluslararasılaşmış üretimin ağırlığı (1985’te %5’e karşılık 1998’de %9 dolaylarında) güçlenmeye devam edecektir.” (J. Adda, age., 87-88)

öngörüsünde bulunan J. Adda, bu yorumunda yanılır. 1991’de 160 milyar dolar olan DDY, 2000 yılında 1.5 trilyon dolara çıkıp inişe geçer. Bugün bu yatırımlar Kafaoğlu’nun belirttiği üzere 600 milyar dolardır ve düşüş eğilimi sürmektedir.

Çok Uluslu Şirketler, kaynaklandıkları ulus devlet alanında ve etkinlik kurduğu bölgede konumlanmalarını sürdürüyorlar. DUY stokunun beşte üçünden fazlası bu üç kutup arasındaki çapraz yatırımlara denk düşüyor. Japonya’nın bu merkezler arasında görece bir kapalılığı söz konusu. UNCTAD verilerine göre, Avrupa ve ABD’nin her biri, DUY stokunun üçte birini oluşturuyor. Japonya ise altıda birini. Yine aynı kaynak verilerine göre, 100 çokuluslu şirketin sahip olduğu aktif stoku, ABD şirketleri için yüzde 40, Avrupalılar için yüzde 38, Japonlar için yüzde 22. Bu da DUY stoklarındaki oranlarla paralellik oluşturuyor. (Bkz. J. Adda, age.)

Doğrudan uluslararası yatırımların beşte biri, 1990 yılı itibariyle gelişmekte olan ülkelere yatırılmaktaydı. Bu oranın hemen hemen yarısı Latin Amerika’da, üçte biri ise Asya’da gerçekleşmiştir. Ülke bazında ise 1999 yılı açısından Arjantin, Meksika, Brezilya ve Çin DUY’ların yarıdan fazlasını çekmekteydi (World Resources Institute - www.wri.org). 2000 yılında ÇUŞ’lerin yaptığı DUY’ların tutarı 865 milyar dolardı. DUY’ların izlediği seyir değişmekle birlikte, yöneldiği ülkelerde belirgin bir kararlılık, yine aynı şekilde yöneldiği bölgeler arasında derin bir orantısızlık vardır. Örneğin, 2000 yılındaki bu tutarın 700 milyar doları Batı’ya gitmiş, buna karşılık tüm Afrika kıtasına sadece yüzde 8’i yönelmiştir. Bu, Kafaoğlu’nun rakamları ile küçük bir açı yapıyor. 2000 yılı için geçerli rakamlar 2001 ‘de yarıya düşüyor. Bu durum tekelci rekabet açısından ciddi politika değişikliklerinin devreye sokulduğunu göstermesi açısından önemlidir.

TABLO 2: Doğrudan Yatırımlar Stok Matrisi (Kümülatif Akış) Bütün Sektörler, 1990 (Dünya doğrudan yabancı yatırımlar stokunun yüzdesi olarak)

 YÖNELİNEN ÜLKELER
KAYNAK ÜLKELERABDBAJAKOÜDÜNYA
Sanayileşmiş Ülkeler (SÜ)7822442101694
ABD 19-1315625
Batı Avrupa (BA)46142714652
Japonya (JA)962-1312
Diğer (Dİ)422--15
Kalkınmakta Olan ülkeler (KOÜ)422--26
DÜNYA82244621018100

1980 ile 1990 arasında Amerikan şirketlerinin DUY hissesi iki kat artarken Avrupa şirketlerinin dört kat, başta çok zayıf olan Japon şirketlerinin sekiz kat artış göstermiştir. DUY’ların küresel stoğundaki büyümenin yarısından fazlası Avrupalı şirketlerin sayesinde olmuştur.Avrupa’nın ekonomik ve politik birliği yolunda,kendi içinde kabul edilmesi gereken bu yoğunlaşma, giderek dışa açılma zorunluluğunu doğuracaktır. Dolayısıyla Avrupa on yıl içinde Amerika’dan iki kat, Japonya’dan ise dört kat daha önemli bir DUY kaynağı haline gelmiştir. (Bkz J. Adda, age)

Küreselleşme ideolojisinin esas dayanağını oluşturan DUY’ların, sosyalist sistemin çöküşü ile birlikte arttığı ve ampirik olarak küreselleşme iddiasına destek sağladığı ileri sürülebilir. Bu durumda da iddia ideolojik olmaktan ileri gidemez. Çokuluslu bir tekelin, dünyanın dengelerinin, siyasi coğrafyasının değiştiği koşullarda hiç bir şey olmamış gibi davranması beklenemez. Boşluk gördüğü ve nüfuz edebileceği her alana yatırım yapmak, tekelci karakterin özelliklerindendir ve tekelci ayrıcalıkların devam ettirilebilmesi için zorunluluktur. Dünyanın her hangi bir alanına yatırım ve sömürü için giden bir tekelin, “memleketinde iş bulamadığı için gurbete çıkan kişi”den oldukça farklı bir karakteri vardır. O, daha çok “sefere çıkmadan önce evdeki problemleri çözmeyi zorunlu gören” işgal ordularına benzer. Biriktirebileceği kadar sermayeyi biriktirip bünyesine katabileceği diğer sermaye gruplarını şu ya da bu yöntemle içermek ve bu yolla, diğer rakip tekelci gruplar karşısında güçlü olmak ister. Dünyanın sömürgelerine yönelirken, ya da yeni ortaya çıkan boşluğa sızarken, bu aynı zamanda merkezdeki rekabeti artırıcı bir etki yapmıştır. Seksenlerin ortaları ile iki binli yılların başına kadar DUY’ların artış göstermesinde, gelişen bu siyasi açılımın (sosyalizm açısından yıkım olan, kapitalizm için açılım oluyor) etkisi unutulmamalıdır.

Üretimin küreselleştiğine yönelik olarak ileri sürülenler, işçi sınıfının karşısına çıkarken onun kazanımlarını yok etmek dışında bir amaç taşımıyor. Büyük üretimin daha ucuz ve sosyal, sendikal hakların yok olduğu, yok edildiği alanlara taşınabileceği, hammadde ve işgücü nerede ucuz ise tesislerin o bölgelere kaydırılabileceği savı,esas olarak dayanaksız kalmaktadır. Bu sav, merkez ülkelerde, kazanılmış ve yok edilmek istenen hakları karşısında işçi sınıfının kayıtsız kalması için ileri sürülen bir savdır. Merkez ülkeler için gözlemlenen, kendi etki alanlarında bir bütünleşme, pazar ve üretimin bu bölgelerde yoğunlaşması şeklindedir. Peki, üretimde bir yatay yaygınlık, çevre ülkelere açılım yok mudur? Evet vardır. Ama bu gelişme mutlak değil görelidir. Esas olarak da mutlak artıkdeğer üretimi diye nitelenebilecek, teknoloji yoğun olmayan (ki bu tanım da görecelidir; gelişmiş ülkelerin üretim tekniklerine göre açıklanmalıdır: birçok gelişmekte olan ülkenin teknoloji gerektiren ürünler üzerine uzmanlaştığı bilinmektedir) sektörler için böyle bir yataylaşma söz konusudur. Nispi artıkdeğer temeline dayanan metaların üretimi için, hala söz konusu olan, gelişmiş ülkeler diye tanımlanan emperyalist blokların, üretimlerini kendi ülkelerinde, ya da hemen yanı başlarındaki etki alanlarında yürütmeleridir. Çevre ülkelere kaydırılan sektörlerin önemlice bir bölümü, ağır sanayi denilen, çevreyle, ekolojik sistemle uyumsuz işkollarından oluşmaktadır. Doğayı kirleten ve ekolojik dengeyi tehdit eden bu üretim birimlerinin ve bunların oluşturduğu sektörlerin çevre ülkelere kaydırılması, bu üretimi çeken ülkeler açısından hem sanayileşmek - gelişmek olarak değerlendirilmiş, hem de genel anlamda üretimin küreselleştiği tezinin dayanağını oluşturmuştur.

Bu sermaye yatırımlarının çevre ülkelere kaydırıldığı ve bu sayede pazarın çevrede de derinliğine geliştiği doğrudur. Kapitalist merkezlerde konumlanması artık karlı olmayan teknolojilerin ve sanayi kollarının çevreye nakli birkaç açıdan zorunludur. Zararları getirilerinden fazla olduğunda, bu teknolojileri ve sanayi kollarını çevreye yaymak, merkez ülkeler arası tekelci rekabet açısından zorunlu bir süreçtir. Sermayenin organik bileşimindeki yükseliş, geri teknolojilere saplanıp kalan ve gereksiz ve hantal bir yapıya yönelen merkez ülkelerin konumunu sarsacak ve diğer tekelci yapılar karşısında bir periferleşme süreci kaçınılmaz olarak gelişmeye başlayacaktır. Bu nedenle kapitalist rekabetin gereği, çevreye zararlı üretim birimlerinin ve merkeze göre geri ve görece mutlak artıkdeğer üretimi olarak nitelendirilebilecek sektörlerin çevreye yaygınlaştırılması zorunludur. Ayrıca bu da sermaye malları ihracına, sermaye ihracına girer ki, ara mallarla birlikte, bu sektörlerin aktarıldığı ülkeler açısından merkeze yeni bir bağımlılık yaratır. Bu durumda da pazar açısından çevre ülkelerde, periferde, hem yatay hem de dikey bir genişlemeden söz edilebilir. Ama bütün bu gelişme merkeze göre bir gelişmedir ve bugünkü emperyalizm açısından merkeze göre çevrenin tali konumu söz konusudur.

Üretim için söz konusu olan, tüketim için fazlasıyla geçerlidir. Dünya üretiminin nasıl ve nerelerde tüketildiği, ticaretinin hangi bölgelere yöneldiği, dünya pazarı diye tanımlanan olgunun niteliği hakkında bize oldukça net bir tanım imkanı da sunacaktır.

TABLO 3: Dünya Ticareti 1998 / Kuzey - Güney, Bütün Ürünler (Toplam dünya ticaretinin yüzdesi olarak)

 YÖNELİNEN ÜLKELER
KAYNAK ÜLKELERKLAAAOJAADÜNYABÜTÜNLEŞME ORANI*
Kuzey ve Latin Amerika13542259
Avrupa, Afrika, Ortadoğu64165377
Japonya, Asya, Avustralya87102543
DÜNYA275320100-
BÜTÜNLEŞME ORANI487853--

* Her bir büyük bölgenin toplam ticaretinde bölge içi ticaretin payı (yüzde olarak)

Kaynak: CEPII (2000), L’Economie mondiale (2001)’den aktaran J. Adda, age.

Dünya ticareti üç büyük kutup arasında şekillenmektedir. Merkez ülkeler arasındaki ticaret, daha çok baskın olmaktadır. Her bir kutup kendi bölgesinde yoğunlaşmış durumdadır. Kendi bölgelerinde bütünleşme oranları ABD, Avrupa ve Japonya için sırasıyla yüzde 59, 77 ve 43’tür. Dışa ve kendi bölgesinin dışına en açık merkez Japonya olarak görülmektedir. Bu tabloya merkez ülkeler ve farklı gelişmişlik düzeylerine ait ülkeler arasındaki ticari ürünler matrisini de ekleyebiliriz.

Dünya ihracatının kompozisyonu, GATT ve DTÖ uluslararası ticaret yıllık raporu verilerine göre, 1997 yılı itibariyle %78 mamul maddelerden oluşmaktadır. Tarımın, madenlerin ve enerjinin bu tabloda aldıkları ağırlıklar sırasıyla yüzde 11, 2 ve 9’dur.

TABLO 4: Farklı Gelişmişlik Düzeylerine Sahip Bölgeler Arasında Sanayi Ürünleri Ticareti Matrisi, 1998 (Dünya imalat ürünleri ticaretinin yüzdesiyle)

 YÖNELİNEN ÜLKELER
KAYNAK ÜLKELERGAÜDGÜDADÜNYABAKİYE
Sanayileşmiş Ülkeler60873783
Gelişen Asya Ülkeleri11410164
Diğer Gelişen Ülkeler20103-6
Doğu Avrupa20013-1
DÜNYA7512941000

Kaynak: CEPII (2000), L’Economie mondiale (2001). Yazarın hesaplarından aktaran, Jacque Adda, Ekonominin Küreselleşmesi, İletişim yayınları

Uluslararası ticaret esas olarak mamul mal ticaretinden oluşmaktadır. Ve bu ticaret sanayileşmiş ülkelerin (merkez) aralarındaki ticaretin beşte üçüdür. Sanayileşmiş ülkelerin kendi aralarındaki bu yoğunlaşması ‘branş içi’ rekabet denen bir olguyu da anlatmaktadır. Bu olguya göre, merkez ülkeler, otomobilden elektronik eşyaya kadar aynı ürün yelpazesine, birbirlerinin alanlarında ve bir diğerine rağmen yer açmak zorundadırlar.

SOSYALİZM PARANTEZİ KAPANINCA

Kapitalist üretim rekabet temelinde gelişir. Emperyalist aşamada tekeller kesin söz söyleyen ve bu nedenle, rekabete yeni bir biçim veren yapıyı ifade ederler. Tekelci rekabet, emperyalizmin özünü oluşturur. Tekelci sistemin rekabeti söz konusu olduğunda, esas olanın hegemonya olduğu, sermaye ihracının tek başına bir iradeye denk düşmediğini bilmek gerekir. Sermaye ihracı, bağımlılık ilişkilerinin kurulması için zorunlu olduğu kadar, askeri ve siyasi hegemonyanın ‘meşru’ zeminini oluşturma işlevine sahiptir. 20. yüzyılın başında, sömürgelerin dışında kalan yarı-sömürge ve siyasi açıdan bağımsız sayılan coğrafyalar için sermaye ihracı, hem karlı bir alan sağlıyor, hem de bu alanlarda kurulan ilişkiler, her türden bağımlılık ilişkilerine zemin oluşturuyordu. Mali oligarşinin, eski sömürgecilikten farklı olarak, fiili işgali gerektirmeyen ve buna rağmen en az onun kadar karlı olabilen bu yönelimi, kapitalizmin emperyalist aşamasının hem göstergesi hem de ayırıcı özelliklerinden birini oluşturuyordu. Buradan, yeni sömürgeciliğin, mutlak anlamda eski sömürgeciliği geçersiz kıldığı ve onun yerine ikame olduğu sonucunu çıkarmak yanlış olacaktır. Fiilen gerçekleşen bu sonuç Ekim Devriminin bir kazanımı olmuş ve bugün Ekim devrimi ve sınıf hareketinin yenilgisi ölçüsünde, emperyalizmin bir özelliği olarak kendisini gündeme sokmaya başlamıştır.

Kapitalizmin, kapitalizm öncesi toplumlara girişi ve bu bölgelere meta ekonomisinin temellerini atması, ayrı bir konudur ve çevre - merkez, gelişmişlik - azgelişmişlik konu başlıklarını oluşturur. Sermaye ihracının geçtiğimiz yüzyılın başındaki biçimleri, menkul değerler, borsa, ve devletler arasındaki ya da devletlerin aracılık ettiği borç ilişkileri olarak sayılabilir. Bugün ise sermaye ihracı bu yöntemlerin yanında çok daha geniş bir yelpaze ve çeşitlilik içinde yapılabilmektedir.

Yetmiş yıllık sosyalizm deneyimi boyunca dünyanın siyasi dengelerinin önemli bir belirleyeni olarak siyasi bağımsızlık, eski sömürgecilik ilişkilerini önemli ölçüde azaltmış ve hemen hemen yok etmiştir. Bu açıdan sermaye ihracına dayalı ‘yeni sömürgecilik’ anlayışının, bu dönem boyunca, etki alanında, gelişmekte olan ülkeler, azgelişmişlik kapsamında dünyanın önemli bir bölümü yer alabilmiştir. Bu bölgelerin, sosyalizmler ve sosyalist ideolojinin etkisinden çıkartılması için özel olarak ‘kalkınmacılık’ denen bir modele yöneltildiğini söyleyebiliriz. Bu dönem boyunca oluşmuş sermaye birikimleri, kamucu bir mantık altında geliştirilmiştir. Sovyetler Birliği’nin ve sosyalizmlerin yıkılışı, dünyanın neredeyse Ekim Devrimi öncesine dönüşünü sağlamıştır. Bu realitenin kavranması en açık biçimiyle emperyalist merkezlerin başını çektiği kutuplarca açığa çıkarılmıştır. Ama geride kalan bütün bir çevre ülkeler için söz konusu olan, yine bu merkezlerin pazarladığı küreselleşme ideolojisi ve bunun politikalarını kaçınılmaz olgular olarak uygulamak olmuştur.

Emperyalist merkezler, sosyalizmlerin yıkılması ile birlikte, çevreye dayattıkları deregülasyon politikaları ile, yeni sömürgecilik anlayışını, eski sömürgeciliğe yaklaştıran bir strateji geliştirmişlerdir. Askeri işgale gerek kalmaksızın, esas olarak ikinci dünya savaşından bu yana geliştirilen borç ilişkileri aracılığı ile iyice köşeye sıkıştırılmış ülke ve ekonomiler, bütün kaynaklarını ve zenginliklerini çokuluslu şirketlere devretmeye zorlanmaktadırlar. Çoğunca işbirlikçi iktidarların aracılığı ile gerçekleştirilen bu olgu, 1970’lerin ortalarından beri kapitalist dünyanın içinden çıkamadığı krizine çare olarak üretilmektedir. Kar oranlarının düşüş eğilimi somut olarak 25 yıldır kendini şu ya da bu şekilde süren bu krizin arkasındaki gerçeklik olarak göstermektedir. Çevre ülkelerdeki doğal kaynakların ve pazarın hem genişliğine hem de derinliğine ele geçirilmesi mücadelesi, emperyalist devletlerin öncülüğünde çokuluslu şirketler tarafından gerçekleştirilmek istenmekte ve bu konuda şiddetli bir rekabet sürmektedir. Düşen karlılık oranları ile birlikte sabit sermaye yatırımlarında da bir düşüş görülmektedir.

“Düşen karlılık oranları sonucu üretime yönelik sabit sermaye yatırımı yapma güdüsünün azalması ve bu oranların daha yüksek olacağı beklentisi ile başka alanlara yönelinmesi sonucu finansal yatırımların öne çıktığını, finans sektörünün aşırı önem kazandığını gözlemleyebiliyoruz. Ancak emeğin ürettiği artıkdeğere dayalı olan kar, ancak üretimin sonucu elde edilebilir. Yine de bu, bugün, sermayenin kar oranları daha yüksek olan finans yatırımında yoğunlaşmasını ve bir borç ekonomisinin ve sanal bir sermayenin, içi boş bir balonun oluşmasını engellemiyor. Bugün hem ülkeler, hem şirketler ödeyemeyecekleri borç yüklerinin altına girmiş durumdalar ve gelecekte elde edecekleri artıkdeğerleri haciz gösterecekleri artıkdeğerlerden de yüksek oranlarda faizlerle finans kesiminden borç almaya devam ediyorlar” (Pınar Erol,www.ir.metu.edu.tr/conference/papers.html)

Çevre ülkelerde başta olmak üzere, kapitalist merkezleri de kapsayacak bir şekilde hizmetlerin kamusal perspektiften çıkarılması, eğitimden sağlığa, içme suyundan temizliğe kadar her şeyin sermaye döngüsüne sokulmaya çalışılması ve bu alanda sermayenin kazandığı başarılar, kapitalizmin içinde bulunduğu krizin derinliği hakkında ipuçları vermektedir. Bu açıdan çokuluslu şirketler, kendi emperyal devletleri öncülüğünde, başta çevre ülkelerde olmak üzere bütün dünyada genel olarak hizmetleri özelleştirmek için çaba sarf etmektedirler. Sosyalizm döneminin kalkınmacı devletlerinin kamu alanları ve kamu yatırımları başta olmak üzere bir çok alana girilmiş olmakla birlikte, bütün bir çevre ülkeler için hizmetlerin ve doğal kaynakların (başta enerji) doğrudan çokuluslu şirketler tarafından özelleştirilmesi hedefi, bilinen yeni sömürgecilik yöntemleri dışında, eski (klasik) sömürgeciliği çağrıştıran gelişmelere gebe gözüküyor.

Doğal kaynaklarının ve enerji yatırımlarının esas olduğu alanlar, bütün bir çevre ülkelerin pazar olarak yeniden paylaşımı söz konusu olduğunda, dünya, sermaye rekabetinin ekonomik yöntemlerinden daha çok, askeri-militarist yöntemlere yaklaşıyor. Çünkü kriz, pazarın ve üretimin derinliğine geliştiği merkez ülkelerin kendi aralarındaki rekabet üzerinden şekillenmekte; bu rekabet temelinde, yine merkez ülkeler arasındaki mamul mal satışlarının nasıl bir seyir izlediği ile ilgili olarak her bir emperyalist kutbun kendi lehine çözmeye çalıştığı bir nitelik kazanmaktadır.

Şu aşamada,

1) Amerikan ekonomisinin içine girdiği resesyon, daralma ve üretici karakterini yitirmenin oluşturduğu tablo içinde, rakip tekellerin Amerikanpazarına, Amerikan tekellerinin Avrupa pazarına girme zorunluluğunun oluşturduğu çelişkili gelişmeler 2) Sosyalizmlerin ortadan kalkmasıyla dünyadaki etkinlik alanlarının (bu da euro - dolar savaşı ve enerji alanlarının kontrolü temelinde bir gelişmedir)yeniden bölüştürülmesi 3) ve son olarak dasürmekte olan krizin boyutları açısından, çevre ülkelerin, bağımlı ekonomilerin üzerlerinden devşirilen değerlerin ve bu bölgelerde pazarların derinliğine geliştirilmesinin merkez kapitalist ülkelere göre sınırlılığı nedenleriyle,emperyalistler arasındaki güç ilişkilerinin esas olarak merkez ülkeler pazarları üzerinde şekilleneceği görülmektedir.

Bu açıdan Leninist emperyalizm teorisi, eşitsiz gelişim yasası çerçevesinde değişen güç ilişkilerine bağlı olarak, süreçleri açıklama gücünü hemen hemen tek başına sağlayabilmektedir ve başka bir açıklama denemesi, tıpkı küreselleşme savının ileri sürdüğü gibi, kapitalist sistemin emperyalizmi aştığı demagojisi ve yalanına başvurmak zorunda kalacaktır. Emperyalist devletler ve onların temsil ettiği tekeller arasında güç ilişkileri değiştiğinde, değişimin yönüne göre paylaşımın yeniden düzenlemesini istemek ve bunu bir savaşa kadar götürmek emperyalizmin doğasında vardır. Emperyalizm ve savaşlar ilişkisini, mutlaka her aşamada bir büyük paylaşım savaşı olarak düşünmemek gerekir. Ama buna gerek duyduklarında emperyalistlerin hiç de dünyayı yok oluşa sürüklemekten çekinmediklerini tarihsel deneyim iki kez göstermiştir. Bu bir keyfiyet olmaktan çok eşitsiz gelişimin diyalektiğinden kaynaklanır. Tekeller arasında değişen güç ilişkileri savaşları kaçınılmaz kılar. Üstelik bir büyük savaşın gerekli olmadığı durumlarda bile ve hatta gerek yokken, küçük ve bölgesel çaplı savaşlara başvurmak emperyalizmin doğasında vardır. Birkaç nedenden dolayı bu böyledir. İlk olarak askeri-sınai kompleksin, tekellerin ve savaş endüstrisinin iç içe geçmişliği, silah tekellerinin emperyalist sistemde tuttukları yer açısından bölgesel savaş ve gerilimler sürekli canlı tutulmak zorundadır. Bu, çoğunca, kısmi ve bölgesel savaşların ekonomik zorunluluğunu oluşturmaktadır. İkinci olarak ve belki de bu ilk nedenden daha önemli olan bir neden ise, tekelci rekabetin hegemonyayı sürekli anımsatmak, sürekli tesis etmek ve güç gösterisinde bulunmak gibi bir zorunluluğunun daha bulunmasıdır.

Bu anımsatmaları yaptıktan sonra, emperyalistler arası güç ilişkilerindeki değişim dinamiklerinin hızlandığını ve bu aşamada, daha çok bölgesel savaş ve gerilimleri davet ettiğini, küçük denemeyecek savaş olasılıklarını canlı tuttuğunu belirtelim. Çünkü, esas olarak kapitalist rekabet pazar için rekabettir. Hammadde ve enerji rekabeti, pazara yönelik üretimi denetlemek, hem kendisinin hem de rakiplerinin üretimlerini denetleyebilen açısından önemli avantajlar sunar. Şu andaki sorun hammadde ve enerji kaynaklarının denetimini ele geçirmek ve böylece dünya üretiminin ve tüketiminin ezici bölümünün yapıldığı merkez ülkeler coğrafyasında etkinlik kurabilmektir. Rakibinin üretim maliyetlerini kendi lehine artırabilmek ve kendi üretim maliyetlerini düşürebilmek, büyük ölçüde, kar oranlarının düşüşü karşısında konumlanabilmeyi ve pazardan alınan payı artırmayı sağlayacaktır.

Bugün üç kapitalist merkez bu açıdan sonu savaşa gitmesi muhtemel (sınıf dinamikleri ve işçi sınıfınınbugünkü konumu açısından kaçınılmaz dense de yanlış olmaz) bir sürece girmiş bulunuyorlar. Son Irak savaşından bu yana küçük ve orta boy savaşların önü açılmış bulunuyor. Bu ise, duvarın yıkımından önceki dünyanın boş kalan alanlarına nüfuz etmek, esas olarak enerji ve hammadde kaynaklarını ve bunların denetim yollarını oluşturan coğrafyaları denetlemek, rakibine karşı denetlemek kaygısının, krizin sürdüğü koşullardaki önemine işaret ediyor. Bu aynı zamanda tehlikeli bir süreç anlamına da geliyor.

EMPERYALİST ÇELİŞKİLER VE BÖLGESEL GERİLİMLER İLİŞKİSİ

Emperyalist devletler, kendi aralarındaki çelişkileri giderek derinleştirmek pahasına ekonomik krizlerini aşmaya çalışıyorlar. Bu krizden bir ve bütün olarak, aynı derecede etkilenerek çıkma şansları yok. İçinde bulundukları kriz karşısında, birbirlerini zoraki de olsa gözetmek zorunda hissedecekleri, daha ortakça davranmalarını gerektirecek bir neden bulunmuyor. Sınıf hareketi ve sosyalizmin yenik ve geri düşmüşlüğü koşullarında, böylesi bir davranış içine girmelerini beklemek mümkün değil.

Kar oranlarındaki düşüş, bir eğilim olmak yerine, somut bir gelişme halini alınca, merkez kapitalist ülkelerdeki ve özellikle Amerika’daki sabit sermaye yatırımlarının da düşmesini getirdi. Bu düşüş engellenemediği için, bağımlı ülkelerin, şu ana kadarki konumlarının da ötesinde doğrudan bir bağımlılığa mahkum edilmeleri, doğal kaynaklarından, sosyal devletin sorumluluğundaki kamusal alana, hizmet sektöründen, sağlık ve eğitime kadar her şeyin, doğrudan tekellerin, çokuluslu şirketlerin denetimine ve ayrıcalıklarına geçirilmesi isteniyor. Özelleştirmeler ve uluslararası tahkim sözleşmeleri bu amaçla hızla yürürlüğe koyuluyor. Bu yolla, çevre ülkelerde pazarın derinleştirilmesi umuluyor ve bunun kar oranlarındaki düşüşü bir ölçüde engelleyeceği bekleniyor. Çokuluslu şirketler ve onların uluslararası kurumlarının, bu konu üzerindeki çalışmaları bazen gizli bazen de açıktan sürüyor. Bu gelişmeler sınıf mücadelesinin üstünde yükseleceği zemini de hızla hazırlıyor. Çevre ülkelerde, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölge olan Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya ülkelerinde hammadde ve enerji kaynakları ve bunların taşıma yolları üzerindeki hakimiyet mücadelesi, krizden hangi emperyalist bloğun, ne kadar zararla ya da karla çıkacağını belirleyecek. Krizin böyle çözülüp çözülmeyeceği bir yana, bu yaklaşım, emperyalistler arası çelişkilerin daha da keskinleşmesini getirecektir. Eski Sovyetler Birliği’nin etki alanındaki bu bölgeler, hızla Amerika’nın etkinlik kurduğu alanlara dönüştürülüyor. Kuşkusuz bu gelişmeler karşısında diğer emperyalist devletler ve gruplar, Avrupa Birliği ve Japonya, özellikle kendi etkinlik bölgeleri başta olmak üzere faaliyetlerini yoğunlaştırmaya çalışıyor. Emperyalistler arası çelişkilerin boyutlarını bu mücadelenin belirleyeceği ve bu mücadele daha da derinleşirse, şu ana kadar çoktan bir gerçeklik olan bölgesel gerginlik ve savaşların ötesinde, doğrudan emperyalistler arası bir savaşın olanaklı kılındığı görülmelidir. Bu mücadele sonucunda her bir emperyalist devlet ve grubun beklentisi yaklaşık olarak şu temellerde şekilleniyor.

Esas olarak kapitalizmin krizi, kar oranlarının düşmesi eğilimince ve bu eğilimin gerçekleşmesi[1] üzerine oluştuğu için, bir dünya pazarının ele geçirilmesi, bu pazarda hakimiyet kurulması, krizin aşılmasında belirleyici olacaktır. Bu ise, kapitalist merkezlerin bulunduğu bölgelerde bir yoğunlaşma demektir. Dünya pazarının yüzde 80’ini oluşturan bu merkezler, gelişmiş kapitalist ülkeler pazarı, hakimiyet mücadelesinin hedefini oluşturmaktadır. Her bir kapitalist devlet ve tekel grubu için bu pazarlarda etkinlik kurmak ve bir diğer rakibine rağmen bu pazarları ele geçirmek zorunludur; emperyalistlerin kapitalizmin krizine yaklaşımını bu strateji belirlemektedir. Emperyalist gruplar, bu pazara yönelik olarak gerçekleştirdikleri ekonomik faaliyetlerindeki ürün yelpazesinde, genellikle aynı metaları üretmektedirler ve benzer ürün demetlerini aynı pazara sürmektedirler. Bu durum ise, otomobilden elektronik eşyaya ve esas olarak üretim araçları üreten sektörlere (bkz, Tablo4) yönelik ürün yelpazesinin maliyetini, diğer emperyalist devletlerin hamiliğindeki rakiplerine karşı düşürmeyi hedeflemektedir. Böylece pazardaki pay değişecek, rakip gruplara rağmen artacak ve kriz sonunda emperyalist gruplardan bir bölümü diğerlerine rağmen karlı çıkacaktır. Yüzde 90 oranında ithal petrole bağımlı Japonya ve AB ekonomileri hammadde ve enerjinin kontrolünü zorunlu kılmıştır. Bu sermayenin merkezileşmesi süreci, tekellerden bazılarının, bazı emperyalist grupların basitçe bir paylaşım sorunu, bir yüzde ayarlamasının ötesinde daha yaşamsal bir sorun oluşturmaktadır. Ve bir paylaşım savaşının yaşanan gelişmeler eşliğinde olanaklı kılınmış olması bile, emperyalist gruplar ve devletler arasında bu yönde bir hazırlığın hızlandırılmasını sağlamıştır.

Çelişkilerin şu aşamada aldığı biçim, özellikle başta petrol olmak üzere enerji ve hammadde kaynakları açısından önem oluşturan Ortadoğu ve Kafkaslar üzerinde şimdiden geri dönüşü çok zor gelişmelere yol açmıştır. Son yıllarda, İsrail’in Filistin karşısında doğrudan saldırı ve yok etme politikasını, bütün dünyanın gözü önünde ve özellikle Arapların formalite kınamaları eşliğinde yürüttüğünü biliyoruz. İsrail’in geliştirdiği bu model, Amerika’nın Irak karşısında uyguladığı savaş politikası ve fiili işgal açısından, ne kadar işlevsel olduğunu da kanıtlamıştır. ABD’nin yaptığı, İsrail’in yaptığının kapsamını genişletip Irak’a uygulamaktan başka bir şey değildir. Daha şimdiden, Filistin ve Irak’ta ABD’nin istediği bir şekilde yapılanmanın önündeki önemli engeller kaldırılmış bulunuyor. ABD açısından bir avantaj gibi gözüken bu durum, çelişkilerin üstündeki baskıyı kaldırarak içindeki önemli dinamiklerin açığa çıkmasını sağlayabilir. ABD’nin işinin zorlaşmasını getirecek olan bu gelişme, özellikle hanedan yönetimleri ve işbirlikçi aile iktidarları ile karşılaştırıldığında, işgalci konumunu hiçbir şekilde gizleyemeyecek olan ABD’nin şahsında anti-emperyalist muhalefetin gelişmesini daha avantajlı kılabilir ve bunu sağlayabilir. Nasıl ve kimin önderliğinde soruları ise şimdilik olumlu karşılıklar bulamamaktadır.

Şimdiden söylenebilecek olan şudur. Emperyalistler, dünyanın paylaşılması konusunu gündemlerine almışlar, özellikle sosyalizmlerin yıkımı sonucunda gündeme giren bu konu üzerinden, kriz karşısında konumlanmaya çalışmaktadırlar. ABD emperyalizmi içine yuvarlandığı olumsuz koşullar nedeniyle en kırılgan tabloyu oluşturmaktadır. GSMH’nın yüzde 70’i hizmetler sektöründen ve sadece yüzde 18’i(ki bu bile dünya toplam üretiminin önemli bir bölümünü oluşturuyor) üretici sektörlerden oluşan ABD ekonomisinin bütçe açığı 380, dış ticaret açığı ise 480 milyar dolardır. Devlet borcunun en çok olduğu ülke olarak ABD, finansman sorununu, borsalardan ve dış finans merkezlerinden sağlamaktadır. Bu tablo, ABD’nin finansman sorununun sürdürülemez ve bu açıdan ABD’nin güvenilemez olduğunun kanıtıdır. Avrupa Birliği açısından ise sorun, dışa açılma, kendi etki bölgesi dışına mal ihraç etme sorunudur. Japonya ile ABD şimdilik bir anlaşma yapmış görünmektedir ve Japonya, ABD karşısında uzun süredir zorunlu olduğu devalüasyondan kaçınarak, ABD lehine davranmaktadır. Herhangi bir merkezin içine düşeceği kriz ve baş aşağı gidiş diğerlerini de peşinden sürükleyecektir. Krizin olası bu sonucu karşısında, şimdilik net manevralardan kaçınmayı tercih etseler de, bu kaçınılmaz sona ilerlemekte ve hızla bu duruma hazırlanmaktadırlar. Bu konuda en atak olan kuşkusuz ABD’dir ve böyle de olmak zorundadır. Çünkü, uzun bir süre, ikinci emperyalist savaştan yetmişli yıllara kadar (bu tarihte ABD dolar karşılığı altın güvencesinden vazgeçmiştir), doların genel eşdeğer olma özelliğinin avantajlarını kullanmış, bunun üzerinden dünyanın sömürülmesinde diğer rakiplerinde olmayan bir avantajla, çevre ülkelerden değer transfer edebilmiştir. Dünya ekonomisinin ihtiyacı olan böyle bir genel eşdeğer para, Amerikan ekonomisi büyüdüğü ve motor güç olduğu sürece fazla sorun yaratmamıştır. Ama doların, diğer emperyalist devletlerin karşısında, eşitsiz olanak dışında bir şey ifade etmemesi, Amerikan ekonomisiningörece üretici yapısını kaybetmesi ve bütün kaynakları yutmaya başlaması ile, daha fazla katlanılmaz bir faktör olarak değerlendirilmesine yol açmıştır. Avrupa Birliği’nin doların karşısına euroyu çıkarması ve bir çok ülkenin ve özellikle ABD’nin şer ekseni diye tanımladığı ülkelerin uluslararası sözleşmelerinde yükümlülüklerini euro ile ifade etmeleri, ABD ekonomisinin bu beleş finansman kaynağının sürdürülemez noktaya geldiğinin önemli bir işareti sayılmalıdır. Avrupa Ordusu’nu oluşturma faaliyeti, dolar karşısına bir hegemonya aracı olarak sürülen euronun ihtiyacı olan askeri desteği oluşturmayı hedeflemektedir. ABD’nin bu gerçeği algılayışı ve hazırlıklara yanıtı, doların bu zafiyetini, Pentagon politikaları ile kapatmaya çalışmak olmuştur. Pentagon politikaları, doların arkasına sürülen süngü desteği işlevini görmektedir. Süngüye ne kadar dayanılabileceği ise hassas bir meseledir. Bütün bu savaş planlarını Beyaz Saray’daki bir avuç çılgının tezgahladığını söylemek, söyleyen açısından niyet ne olursa olsun, kapitalizmin her şeye rağmen katlanılabilir, iyileştirilebilir bir sistem olduğunun ileri sürülmesi anlamını da içerir. Birinci olarak güvenilmez ve kırılgan ABD ekonomisi, ikinci olarak da gittikçe bölgesel bir yığınak şeklini alan Avrupa Birliği’nin diğer merkez ülke pazarlarına girme ve ABD denetimine girmekte olan hammadde - enerji kaynaklarına olan bağımlılığı, emperyalist çelişkilerin keskinleşmesinin esas nedenini oluşturmaktadır.

ABD’nin belki de hiç de zorunlu değilken kısmi bölgesel savaşlara başvurması, diplomasi imkanları varken doğrudan işgale girişmesi, ABD’nin sarsılan hegemonyası ve ekonomik göstergeleri açısından zorunludur ve bu gelişmeler Leninist emperyalizm teorisinin yaşam karşısında ne kadar geçerli ve kullanışlı olduğunu kanıtlamaktadır. Emperyalist hegemonyası sarsılan ABD bu hegemonyayı tesis etmek, zamanın rakiplerinin tahkimatı açısından sunacağı imkanları geçersiz kılmak için, onları erken bir saflaşmaya davet etmiş ve bunda da başarılı olmuştur.

LENİNİST EMPERYALİZM TEORİSİNE DÖNMEK

Yukarıda saydığımız üç değişim dinamiğini değerlendirirken, Lenin’in emperyalizm teorisinin bize sunduğu imkanları, bugünkü dünyayı ve gelişmeleri kavramak açısından sunduğu zenginlikleri tasnif etmemiz yerinde olacaktır.

Lenin emperyalizm döneminde tekel oluşumları için şöyle söyler:

“başlıca dört tekel tipine ya da incelediğimiz dönemin ayırıcı özelliği olan tekelci kapitalizmin başlıca dört belirtisine özellikle dikkat etmeliyiz”

Ve bunları sırasıyla, 1) üretimin yoğunlaşmasından doğan tekeller, 2) “en fazla kartelleşmiş ana-sanayi kollarında (kömür ve demir sanayii gibi) belli başlı hammadde kaynaklarına el konmasını” gerektiren ve böylece hammadde kaynaklarının tekel altına alınmasından doğan tekeller, 3) “Günümüz burjuva toplumunda, istisnasız, bütün kurumların üstünde sımsıkı bir bağımlılık ağı germiş bir mali oligarşi: tekelin en çarpıcı özelliği budur” diye tanımladığı bankalardan çıkan tekeller, 4) sömürgecilik siyasetinden doğmuş tekeller olarak sıralar. (Lenin, Emperyalizm, s. 154-5)

Lenin’in, “Tarihte Emperyalizmin Yeri” başlığı altında sıraladığı tekel oluşumları ile, hem farklı tekel gruplarını ayrıma tabi tutarken hem de bir bütün olarak tekelci kapitalizmin dört özelliğine dikkat çekmeye çalıştığını özellikle belirtmek gerekir. Bu tekelci kapitalizmin işbölümü anlamına da gelmektedir. Ve bu işbölümü, sermayenin yoğunlaşması, dünyanın tekeller tarafından paylaşılması / sömürülmesi için kullanılmaktadır. Tekellerin kendi aralarında dünyayı paylaşması bu işbölümü ekseninde gerçekleşmektedir. İşçi sınıfının mücadelesinin ve halkların bağımlılık ilişkilerine karşı duruşlarının gücüne göre, işbölümünde bir uzlaşmaya, bunun dışında ise rekabet ve gerilime ve bu nedenle sürekli bozulmaya mahkum bir dengeye de işaret etmektedir bu işbölümü. Doğal olarak bir önceki paylaşımın sonucudur, yeni bir paylaşımı gerektirecek değişen dengelere kadar ve bu dengelere koşut olarak işbölümü de değişir.

Bir bütün olarak alındığında tekelci kapitalizmin ayırıcı özelliği olarak mali oligarşi öne çıkmaktadır. Bu açıdan mali oligarşi, diğer bütün tekel oluşumlarının hem güdüleyicisi hem de denetleyicisi olarak, yukarıda sayılan diğer tekellerin zorunlu yönelimlerini de belirtir. Sayılan dört tekel tipi, hangi alanda uzmanlaşırsa uzmanlaşsın, aslında bir yönelime sahiptir; mali oligarşi.

“Uluslararası kapitalist birliklerin, rakiplerinin her türlü rekabet imkanlarını yok etmek, onları sözgelimi demir cevherinden, petrol kaynaklarından vb. yoksun bırakmak için nasıl büyük bir çabayla çalıştıklarını daha önce görmüştük. Sadece sömürgelere sahip bulunmak durumu, tekellere, rakipleriyle giriştikleri mücadelede çıkabilecek her türlü rastlantıya karşı tam bir başarı garantisini vermektedir; hatta karşı taraf, bir devlet tekeline başvurarak, kendini savunmaya geçtiği zaman da durum aynıdır. Kapitalizm geliştikçe, hammadde eksikliği de kendini o kadar duyurmaktadır; rekabetin şartları o kadar sertleşmekte, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama çabaları o kadar alevlenmekte, sömürgelere sahip olma mücadelesi o kadar amansız olmaktadır.” (age, s. 103)

Hammadde tekelinin ana-sanayi kolları için zorunluluk olduğu, bunun da sömürge siyasetinden ayrı düşünülemeyeceği, sömürge siyasetinin sömürenler açısından ayrıcalıklar, sömürülenler içinse mali bağımlılık ilişkilerini yarattığı, bütünlüğü içinde hemen kavranacaktır. Sömürge siyasetinin sürdürülebilmesi, mali oligarşi için, bir kaç nedenden ötürü, hem onun ayırıcı özelliğini hem de yeterliliğini oluşturur.[2] Şöyle ki, bağımlı ülkelerde kar oranlarının yüksekliği ve atıl sermayenin değerlendirilmesi zorunluluğu, mali oligarşiyi sermaye ihracına yöneltir. Kendi ülkesinde açlık ve sefalet kol gezerken, sömürgelere yatırım yapılması bundandır.

“Mali sermaye, tekeller çağını yarattı. Tekeller ise her yere kendi ilkelerini götürüyor: kazançlı alışveriş işlemleri için, açık piyasada rekabetin yerini gitgide ‘ilişkiler’in alması bundandır. En fazla rastlanan şekil, alınan borcun bir kısmının borç veren ülkelerden yapılacak satın almalara, özellikle savaş araçları veya gemi alımlarına harcanması şartının ileri sürülmesidir. Şu son yirmi yıllık dönemde (1890-1910), Fransa, daha çok bu yola başvurmuştur. Böylece, sermaye ihracı, meta ihracını da harekete geçiren bir araç haline gelmektedir.” (age, s. 82)

Sömürgeler sorunu hammadde kaynakları ve ayrıcalıklarından ayrı düşünülemeyeceği için, tekeller arası rekabet açısından aynı zamanda bir zorunluluktur. Her koşulda, karşımıza hangi tekel çeşidi olarak çıkarsa çıksın, tekel olmanın mali oligarşi içinde yer almayı zorunlu kıldığı ve eğer bu başarılamazsa tekel olma özelliğinin kaybedileceği anlaşılır.

MALİ OLİGARŞİ NEDİR?

Lenin, bankalar, gelişmesi ve yoğunlaşması ile birlikte, kaynakların ve üretim araçlarının çoğunu, “kapitalistlerin ve küçük patronların nakdi sermayelerinin bütününü kontrol eden muazzam tekeller haline gelirler” der.

“Bankalar küçük işletmeleri sadece yutmakla kalmazlar; onların sermayelerine ‘katılarak’ hisse senetlerini satın alarak ya da değişerek, kredi sisteminden yararlanarak, onları kendilerine bağlarlar.”

“Bir avuç tekelcinin birliği haline gelen bankalar”, gerçekte, bu dev tekellerin merkezileşmesi, rollerinin, önemlerinin ve güçlerinin artması şeklinde tanımlanır. (Lenin, Emperyalizm, s. 43)

Bilim adamı Lenin, sanki hem Kautsky’nin ultra-emperyalizminin, hem de Buharin’in ulusal tekelinin teorik olarak mümkün olduğunu ima edercesine, altı büyük Berlin bankasını incelerken şöyle yazar:

“Ayrı ayrı kapitalistler birleşerek, bir tek kolektif kapitalist meydana getiriyorlar. Birçok kapitalistin cari hesaplarını tutmakla, bankalar, aslında, sadece teknik ve yardımcı bir işlem yapmaktadır. Ancak bu işlemler muazzam ölçüde yaygınlık kazandığı zaman görüyoruz ki, bir avuç tekelci, bütün kapitalist toplumun sınai ve ticari işlemlerini kendi isteklerine bağlı kılıyor; bu tekelci grup, bankalarla ilişkileri, cari hesaplar ve başka mali işlemler sayesinde, ilkin, kenarda kalmış kapitalistlerin durumlarını tam bir şekilde öğrenebilir, sonra kredileri azaltıp çoğaltarak ya da kolaylaştırıp zorlaştırarak onlar üstünde bir kontrol kurabilir, onları etkisi altında tutabilir, nihayet onların kaderlerini tam anlamıyla elinde tutabilir, girişimlerindeki gelirleri tespit edebilir, onları sermayeden yoksun bırakabilir ya da sermayelerinin büyük ölçüde artmasına izin verebilir vb.” (Emperyalizm, s. 45)

“Her durumda ve bütün kapitalist ülkelerde, bankaları yöneten yasalar arasındaki farklar ne olursa olsun, bankaların, sermaye yoğunlaşması ve tekellerin oluşumu sürecini kuvvetlendirdikleri ve hızlandırdıkları bir gerçektir.” (Lenin, age., s. 46)

Burada dikkat etmemiz ve öne çıkarmamız gereken, bir yandan üretici güçlerin gelişmesinin önüne engeller çıkaran ama bir yandan da hala üretici güçleri geliştirme potansiyeli ve eğilimi taşıyan kapitalizm ile, Lenin’in çürüyen ve asalak olarak tanımladığı kapitalizmin, kendi içinde taşıdığı çelişkilerin oluşturduğu ilişkiler demetidir. Bu ilişkiler demetinin doğru kavranabilmesidir.

Mali oligarşi, sanayi sermayesi ve banka sermayesinin birliği olarak tanımlanmaktadır. Çürüyen ve asalak kapitalizm tanımı, onun sürekli olarak spekülasyon alanına doğru yayılması ile ilgilidir. Çürüyen kapitalizm kavramına Lenin’in tanımladığı açıdan yaklaşırsak şunları görürüz.

Kapitalizmin üretici temelinin sürekli daralması görecelidir. Şöyle ki: zaman içinde üretimde düşüş, meta kitlesinde mutlak bir daralmadan söz edilemez. Sermayenin üretici ve üretici olmayan (borsalar, spekülasyon, vs.) bölümlenmesinde üretici olmayan sermayenin üretici olan sermayeye göre kat be kat artması söz konusudur. Üretici sermayenin karakterini ise gittikçe daha çok, geniş kitleler için kullanım değeri içermeyen meta kitlesine yönelinmesive bu meta kitlesinin mutlak büyümesi belirler.

Bu bölümlenme ne kadar sürdürülebilir? Ve hangi işlevleri yerine getirmektedir. Mali oligarşi, sömürge politikalarının, emperyalizmin kaynağını oluşturuyorsa, bir dönem için, çevre ülkelerin (sömürge, bağımlı, yarı-sömürge, vs.) bağımlılık ilişkilerinin oluşturulması, tahkim edilmesi açısından işlevsel olmuştur. Aynı şekilde kar oranlarındaki düşüş eğilimine karşı bir önlem olarak sermaye ihracı, sermaye fazlasını emmenin bir yolu olarak düşünülmüştür. Ama sermaye, gittiği ülkelerde, meta ekonomisini yaratır / canlandırır. Ve giderek çevre ülkelerde de sermaye malları ihracı, ara mallar talebiyle birlikte, bütün bir dünya yüzeyinde kapitalizmin bütünleşmesini sağlar. Eşitsiz gelişimin dinamiklerini, sadece tekeller ve merkez ülkeler için değil, bu sayılanlara rağmen ve onlara rakip olarak, çevre ülkelerde de harekete geçirir. İşte bu aşamadan sonra, sermaye hareketlilikleri, mali spekülasyon, üçüncü dünya üzerindeki emperyalist politikaların ötesinde anlamlar taşımaya, etkilerini merkez ülkelerde de gerçekleştirmeye başlar. Bugünkü dünyadaki hikayemizde de olan, bundan başka bir şey değildir.

Kuşkusuz üretici güçleri atıl tutan, yok eden bir yönelim oldukça belirginlik kazanmış ve bu eksende bütün dünya bir mali balon olarak tanımlanabilir hale gelmiştir. Bugünkü krizler esas olarak bu temelde gelişmektedir. Ama aynı zamanda sistem olarak kapitalizmin, fazladan sürdürdüğü ömrünü kurtarabilmek açısından egemenler, sistem içinde spekülasyon alanının kazandığı ağırlığı gidermek, sermayenin değersizleşmesi sorununu çözmek istemektedirler.

“Kapitalizmin özelliği, genel olarak, sermaye sahipliğini, bu sermayenin sanayie uygulanışından ayırmaktadır; yani para-sermayeyi, sınai veya prodüktif sermayeden ayırmakta; para-sermayeden elde ettiği gelirle yaşayan rantiyeyi, sanayiciden ve sermayenin yönetimi ile doğrudan doğruya ilgili herkesten ayırmaktadır. Bu ayrılma, geniş ölçülere ulaştığı zaman, mali sermayenin egemenliği veya emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşama çizgisine gelir. Mali sermayenin bütün öbür sermaye çeşitlerinden üstünlüğü rantiyenin ve mali oligarşinin egemenliği anlamını da taşır; mali yönden güçlü birkaç devletin bütün öbür devletler karşısındaki üstün durumunu da açıklar. Bu ayrım, nereye kadar gidebilir?” ( Lenin, Emperyalizm, s. 74)

Diye sorar ve sonra, bu konuda, “emisyon istatistiklerinden, yani her çeşit menkul kıymetlerin hangi ölçülerde çıkarıldığına ilişkin verilerden bir yargıya” ulaşır. Söz konusu tarih için, ulaştığı yargı şudur:

“Bu dört ülke, (İngiltere, Fransa, Birleşik Devletler ve Almanya’yı kastediyor H. Y.) toplam olarak 479 milyar franka, yani dünya mali sermayesinin hemen hemen %80’ine sahiptir. Dünyadaki öbür ülkelerin hemen hemen hepsi, bu uluslararası banker ülkelere, dünya mali sermayesinin bu dört ‘direğine’, az veya çok borçlu durumdadır, az veya çok miktarda onlara haraç vermektedir.” ( Lenin, Emperyalizm, s. 76)

Tekelci kapitalizm, tekellerin aralarında dünyayı paylaşmaları ve bu paylaşımın değişen güç ilişkileri nedeniyle sürekli yeniden tesisini, yeniden tesis ise savaşları ve güç ilişkilerini kaçınılmaz kılar. Lenin, döneminde emperyalizm için büyük bir öngörü ile saptadığı asalak ve çürüyen kapitalizm tespitini, bankalar için kullanmaktadır. Bankalar, o dönem için bu gelişmenin habercisi olmakla birlikte, esas olarak mali oligarşi, bir yanıyla üretimle bağını sürekli kurmak zorunda olan tekeli de anlatır. Mali oligarşi, tarihsel sınırları içinde imkan bulduğu ve bölüşüm ilişkilerini kendi lehine çevirmesine izin verildiği ölçüde, spekülasyon ağırlığı kazanacaktır.

“Sanayinin atılım dönemlerinde, mali sermayenin karları son derece büyük olmaktadır; düşüş (depresyon) dönemlerinde ise, küçük ve iğreti işletmeler mahvolur; büyük bankalar çok aşağı fiyatlarla bunları satın alır, ya da ‘yeniden kurulmaları’, ‘yeniden örgütlenmeleri’ gibi kazançlı tasarılarla bunların sermayelerine ‘katılıp’ holdingler yaratırlar.” (Lenin, Emperyalizm, s. 70)

Bütün bir ekonomiyi tepeden ve gerektiğinde kılcal damarlarına kadar izleme olanağına sahip banka sermayesi, spekülasyon aracılığı ile sanayi sermayesi üzerinde tahakküm kurar. Bu gelişme bize, arka fonda kriz dönemlerinin bulunduğu, sermayenin merkezileşmesinin tarihinin resmini vermektedir. Bu tarz bir spekülasyon, kendi içinde üretici güçlerin gelişmesine göreceli olarak sınır koyar. Lenin’in sözleriyle söylersek,

“Yoğunlaşma sürecinin gücüyle, bütün kapitalist ekonominin başında kalan bazı bankalarda, doğal olarak, tekel anlaşmaları, bir banka tröstüne doğru gitgide daha belirgin bir kayma eğilimi taşıyacaktır...

“Bankalardaki gelişmenin son sözünü bir kere daha söyleyelim: tekel.” (Lenin, Emperyalizm, s 51)

Lenin’in spekülasyondan söz ettiği ve ekonomik tahlil yaptığı yerlerde, mali oligarşinin üretimle bağ kurması, kaynakların merkezileşmesi ve yeniden dağıtımı dışında bir tonlama, bir ağırlık bulmak mümkün değildir. Ama daha çok geleceğe dönük olarak ağırlık kazanacağını düşündüğü ve verilerini ortaya koyduğu bir alanda “rantiye ve asalak” bir kesimi vurguladığı ve bunlara dayanarak kapitalizmi “asalak ve çürüyen” biçiminde nitelediği bölümler de, ağırlıklı olarak ideolojik ve ajitatif bir yük taşımaktadır. Kuşkusuz o gün için, sermayenin böylesi bir ayrımı, çoktan gerçeklik olmuştur. Ama sistemin sonsuz olarak üretimden kopması mümkün değildir. Artıkdeğer sömürüsü yoksa kapitalizmin varolması da mümkün değildir. Bu sorun, Lenin döneminden daha çok bugün yakıcı olarak ve sistemin bir çok geriliminin kaynağı ve belirleyeni olarak belirmektedir.

UNCTAD 94 raporuna göre, reel olarak yatırımlar 1914 seviyesinin gerisindedir. 20 yıl önce toplam sermayenin yüzde 20’si spekülatif alana yönelikti, şimdi yüzde 95’i. Dünya Ticaret Örgütü’nün 1996 açıklamasına göre ise, 1991’de dünya çapında mayın gibi dolaşan spekülatif sermaye 8 trilyon dolar civarındaydı, bu seviye 96’da da 34 trilyon dolara çıktı.

1980-90 arasında, tahvil ve hisse senedi piyasalarındaki işlem hacminin GSMH’lere oranı büyük bir sıçrama göstererek, ABD’de %9’dan %93’e, Almanya’da %8’den %85’e, Japonya’da %7’den %119’a ve İngiltere’de 1985’te %386’dan %690’a yükseldi. Sermayenin spekülatif alana doğru bu hızlı kayışı, para ve tahvil piyasalarının meta piyasalarına oranını, 79’daki 6 katından, 86’da 20 kata ulaştırdı.

1987 ABD borsa krizine kadar merkezlerde yoğunlaşan ve ölçüsüzce büyüyen spekülatif sermaye, bu tarihten sonra çevre ülkelere yöneldi. Sadece 90-94 arasında, 50 üçüncü dünya ülkesinde yeni borsa faaliyete açıldı ve 89’dan 93’e kadar bu ülkelere akan net sermaye miktarında 15 kata varan bir yükseliş oldu.

Lenin, büyük bankaların borsa üzerindeki egemenliğinden, bankaların gitgide borsaları denetleyen kurumlar olarak sahneye çıkmasından söz eder. Bu durum bile, bankaların kaynak dağılımının gözetleme kuleleri gibi işlem gördüklerinin ötesinde bir anlam, ağırlıklı bir anlam taşımamaktadır.

Bugün mali sermaye yanında, sanayi tekellerinin, silah, tekel, kimya, otomotiv tekellerinin, ayrıca bunlardan başka mali oligarşiyi ifade eden büyük bankaların ve bunların ayrı ayrı varlığının belirgin olduğunu biliyoruz. İç içe geçtiği yerler, bağlantı noktaları olmakla birlikte esas olarak, bütün tekellerin yöneliminin, tekelci kapitalizmin yönelimi ve belirleyeninin, mali oligarşi olmasına rağmen, bu tekellerin ayrı ayrı varlığı bir gerçektir. Tekelci rekabet ve savaşımı da bu gerçeklik belirlemektedir. Clinton döneminin ‘Yeni Ekonomi’ diye tanımlanan ve ağırlıklı spekülatif alana yatırım yapan finans baronlarının endekslerini yükselttiğini biliyoruz. Mali oligarşinin kaynak dağılımı ve krizler ekseninde sermayenin merkezileşmesi (tekeller arası rekabetin savaş araçları) süreçlerine müdahalesi ile belirlenen spekülasyon işlemleri, bir müddet sonra, satın almak, ne olursa olsun satılan her sermaye yatırımı ve firmayı rakiplerinden önce ve rakiplerine rağmen satın almak döngüsüne girmekte, bu süreç ise kapitalizmi kendi rasyonellerinden uzaklaştırmaktadır. Bugün için çürüyen kapitalizm tanımı, mali oligarşinin bir bütün olarak karakterini belirlemektedir. Ve bu nedenle tekeller ve mali oligarşi ilişkisi, bir bütün olarak kapitalizmin tarih sahnesindeki varlığının hiç bir meşru zeminini bırakmamıştır. Üretici güçleri geliştirmek şöyle dursun, başta insan faktörü olmak üzere, bütün üretici güçlerin tahribi, en uç noktada savaş yöntemleri kullanılmak üzere esas olmuştur.

Bugün yeryüzünde 1 dolar değerindeki meta değişimine 40 dolarlık borsa değişimi karşılık gelmektedir. 1975’te döviz borsalarının günlük işlem hacmi 10-15 milyar dolarken 1985’te 200 milyar, 1994’te 700 milyar dolara çıkmıştır. Bu tekeller için ne ifade etmektedir? Esas olarak bu spekülasyonları ÇUŞ’ler yapmaktadır ve bu yatırımlarının üretken sermaye yatırımları ile ilgisi yoktur, üretken sermaye yatırımlarını defalarca aşmaktadır. Sermaye hareketleri, tekellerin mülkiyetinin el değiştirmesi, satın alma, satma, birleşme, yutma vb. biçimlerde sürüyor. Bu biçimlerden öte, sermaye hareketinin bu biçimde sürmesinin arkasında, tekeller arası rekabetin keskinleşmiş olması var. Bu durumda mali sektör, mali oligarşi, eğer sistemin merkezinde yer alıyorsa ve Lenin’in verdiği özel ağırlığın yanında, dün için ağırlıklı olarak ajitatif olanın, bugün için ağırlıklı olarak gerçek olduğu doğruysa eğer, ki öyledir, o zaman, tarihin tekerleğinin bir yerlerde takılıp kaldığını, dünyayı sosyalizme taşıyacak olan proleter devrimlere yaklaşılamadığı ölçüde, sistemin bir bütün olarak çürümeye yüz tuttuğunu söylemeliyiz. Mali sektörün bugünkü tanımı açısından,

“Kendisi üretken sermaye ve faaliyetten kopmuştur ama üretken sermaye ve faaliyet kendisinden kopmamıştır. Kapitalizm eskisi gibi hala krediyle dönüyor. Lenin’in, ‘emperyalizm çürüyen kapitalizmdir, parazit kapitalizmdir’ tezi, evrensel planda asıl bugün ete kemiğe bürünüyor.” (Marksist Eleştiri 1, s. 103)

değerlendirmesi, bugün siyasal ve toplumsal boyutta, dünya üzerindeki bütün gelişmelerin arka fonunu oluşturan bir gerçeklik olarak algılanmalıdır. Bu aşamada, kapitalizmin kendi rasyonellerini zorlaması, sanayi sermayesi, mali sermaye ve finans baronlarının, kendi tekel rekabetlerinin, dünyayı hızla kaos ve kokuşmuşluğun içine çekmesi, ajitatif olmaktan öte reel bir anlam kazanmaktadır. Eğer tarih, devindirici gücü olan sınıf mücadelesini, işçi sınıfının iktidara el koymasını daha fazla geciktirirse, tıkanma, çürüyen yerlerin kesip atılması zorunluluğu ile sistemi baş başa bırakacak, tekeller arası rekabet ve bu rekabetin mali oligarşinin mutlak egemenliği içinde gerçekleşiyor olması, savaşları ve yeniden paylaşımı kaçınılmaz kılacaktır. Bu tablo içinde yeni elit bir sınıfın, tekellerin üst düzey yöneticilerinin, mali oligarşinin yöneticileri, savaş tanrıları ve petrol krallarının, şimdiden yeniden düzenlemenin merkezinde olduklarını ve çoğunca birlikte davrandıklarını görebiliyoruz.

Emperyalist çağın genel özelliği olması açısından finans kapitalin, mali oligarşinin belirleyici olduğunu biliyoruz. Ama, kapitalizm her koşulda artıkdeğer sömürüsü ve artıkdeğer üretimi temelinde bir sistem olması nedeniyle, dönüp dönüp üretimle ilişkilenmek zorundadır. Üretimle ilişkilenemediğinde, zaten bir kriz alanında bulunmakta, bu alanda dönüp durmakta demektir. Üretimle ilişkilenebilmesi için ise, ürettiği malları satması ya da yok etmesi gerekir. Emperyalizmin bugün içinde bulunduğu koşullar açısından, üretime göre spekülasyon alanının artarakkat be kat büyümesi, kapitalizmi kapitalizm olmaktan, artıkdeğer sömürüsü temelinden uzaklaştırmaz. Spekülasyonun ağırlığının ve kapsamının genişlediği her düzeyde, aslında, krizlerin çapının ve sermayenin değersizleşmesi sorununun, bu durumda kapitalizmin asalak, çürüyen yanının büyüdüğünü ve sisteme rengini verdiğini söylemeliyiz. Spekülasyon ne kadar büyük, üretimden uzaklaşma ne kadar yaygın olursa olsun, her spekülasyonun amacı, kar etmektir. Kar ise esas olarak spekülasyon üzerinden elde edilmek istendiğinde, bir kaç hedef öne çıkmakta ve spekülasyon eninde sonunda bu hedeflerle ilişkilenmeyi amaçlamaktadır. Bu hedefler ise, birincisi, geçmişte üretilmiş ve gerçekleşmiş bulunan bir artıkdeğer kitlesine ulaşmak, ikincisi şöyle ya da böyle gelecek zamanlara atfen üretileceği ve realize olacağı (kar şekline dönüşeceği) varsayılan artıkdeğer kitlesi ile ilişkilenmek, üçüncüsü, spekülasyonun sonucunda hammadde, enerji ve çeşitli doğal kaynaklar üzerinde hak elde etmek olarak sıralanabilir.Bu ilişkilenme anlık olmasa da, her an kurulmakzorunda olmasa da, kriz süreçleri işlemeye başladığında bir telaşa dönüşür ve balon patlamadan satıp kurtulmak isteği herşeyi belirler. Spekülasyon, bu hedefleri ile ilişkilenemediği, ya da kapsam açısından genişliği bu üç hedefin genişliği ve zamanlaması ile açıyı büyüttüğünde, her koşulda kapitalist sistemin bugünkü konumunda, ekonomik olarak rasyonellerini kaybetmiş demektir. Bu açıdan mali oligarşi, spekülasyon alanını üretim alanına göre genişlettiği ve bu eğilimi kuvvetli kıldıkça kendisiyle çelişkiye düştüğü gibi, sistemle, sistemin varlık koşulları ile de çelişkiye düşmektedir. Bu sürecin sürdürülebilir olduğunu düşünmek, Hobson’un dediği gibi[3] tarihe çok dar bir ekonomik açıdan bakmak anlamına gelir. İmparatorluk söyleminin içinden ileri sürülen bir tez olarak, “değer yasasının ortadan kalktığı, işçi sınıfının bir ‘çokluğa’ dönüştüğü” iddiası, belki de bu nedenle öne çıkarılmaktadır. Bu tezin mantıki açılımı bu nedenle şöyle yapılmaktadır:

“İmparatorluk ancak evrensel bir cumhuriyet, kapsayıcı ve sınırsız bir mimariyle tasarlanmış bir iktidar yapıları ve karşıt dengeler ağı olarak görülebilir. İmparatorluğun yayılmasının emperyalist yayılmayla hiçbir ortaklığı yoktur ve fetih, yağmalama, katliam, halkları köleleştirerek sömürgeleştirme eğilimindeki ulus devletlere dayanmamaktadır. Bu emperyalizmden farklı olarak İmparatorluk, iktidar yapısını genişletir ve pekiştirir. ... Nihayet, imparatorluğun gelişmesinin ve yayılmasının temelinde barış arayışının olduğu unutulmamalıdır.” (Toni Negri, Michael Hardt, İmparatorluk)

İmparatorluğun, halkları köleleştirerek sömürgeleştirme eğilimindeki ulus devletlere dayanmadığını, örneğin ABD’nin Irak’ı sömürgeleştirmesinden değil olsa olsa özgürleştirmesinden söz edilebileceğini ileri sürmek zorunda olmalı bu kitabın yazarları... ABD’nin Irak’a yönelik savaşı, gerçekleri yeterince göstermiştir. Bu durumda bir şey daha görülmüş olmalı. O da 21. yüzyılın komünist manifestosu diye lanse edilen bu kitabın, bırakın bir yüzyılı iki yılda suyunun çıktığı gerçeği.! Oysa ki Karl Marx’ın Manifesto’su ile Lenin’in Emperyalizm çalışmaları, bugünkü kapitalist-emperyalist sistemi çözümlemek açısından hala olmazsa olmaz niteliklerini koruyorlar.

Kapitalizm bugün ekonomik rasyoneller açısından, sırf bu açıdan değerlendirildiğinde, idamesi mümkün olmayan bir sistem olarak gözükmektedir ve bu nedenle tarihinin hiç bir döneminde olmadığı kadar politik bir sistem olmuştur. Küreselleşme savının, ulus devletlerin temelinin ve işlevinin kalmadığı yönlü iddiası, bu açıdan değerlendirildiğinde daha bir anlamsızlaşır. İmparatorluk söyleminde ise, iktidarın cisimleştiği bir devlet, imparatorluğun nesnesi yoktur. ABD ise sadece imparatorluğun çıkarlarına göre hareket eder, yani bu durumda sistemin bütünü adına! Kısacası, ABD ile Avrupa, ya da diğer emperyalist güçler arasında hiç bir ayrım kalmadığını anlatıyor bu tez bize.

Lenin’in, Emperyalizm çalışmasını yaparken kapitalist-emperyalist sistemin içinde bir eğilim olarak bulup açığa çıkardığı asalak, çürüyen yan, bugünkü kapitalist-emperyalist sistemin her dokusunu çürütmüş, üretici güçlerin gelişiminin önüne geçilmez engeller dikmiş ve üretici yapıyı, mali oligarşinin kredi dilimleri ve spekülasyon ağına düşürmüştür. Bu ortamda tekelci sermayenin savaşımı içinde, üretici güçler tahrip olmak, dünya yok olmak tehlikesi ile karşı karşıyadır. Dün için proleter devrimler çağı olarak tanımlanan emperyalist dönem, bugün, örneğin bir dolarlık meta hareketliliğine kırk dolar ya da daha fazla spekülasyon karşılığı düşüyorsa, proleter devrimleri de yine düne göre kırk kez ya da daha fazla zorunluluk düzeyine yükseltmiş demektir.


[1]Kar oranının düşme eğilimini engelleyen, dengeleyen faktörler, bu işlevlerini yerine getiremediklerinde, kapitalist üretimin yapısından kaynaklanan düşüş eğilimi bir gerçeklik olarak belirir. Böylece düşük kar oranları ile yatırıma yönelemeyen sermaye fazlası ortaya çıkar. Bu ise birikimin sınırlarına gelindiğini gösterir. Geçerli kar oranından yatırıma yönelecek alan bulamayan sermaye atıl kalır. Üretim maliyetleri ve değerler gerçekleşmez. Satışlar durur. Sanayi üretimi daralır ve ekonomik kriz ortaya çıkar. Karlardaki oransal azalmayı dengelemek için ücretler düşürülür. Bu ise yeniden satışların düşmesine neden olur. Meta üretimi ve kitlesinin sınırsız büyümesi eğilimi ile tüketimin sınırlılığı eğilimi çelişkilidir ve kriz, en genel planda bu tablo üzerinde gerçekleşir.

[2]Eski sömürgecilik ve fiili işgal ile, kapitalizmin serbest rekabetçi klasik döneminin ve tekelci kapitalizm, mali oligarşi ve sermaye ihracı ile de yeni sömürgeciliğin özdeş ve birbirini dıştalayan politikalar olarak düşünülmesi yanlıştır ve Leninizmin emperyalizm teorisi ile ilgisi yoktur. Leninizmin bu tarz kavranışı, giderek, emperyalist savaşların mümkün olmadığı türü yorumlara kapı aralamıştır. Bugün, özellikle hegemonik güç olması (ve bu gücün tartışılıyor olması) nedeniyle ABD’nin eski sömürgecilik yöntemlerinin önünü açma girişimleri, sosyalizmlerin yıkımı ve sosyalizmsiz bir dünyadaki güç ilişkilerinin yeniden tesisi ekseninde gelişmektedir. Bu bile, Ekim Devrimi ve sınıf hareketinin dengeleyici etkilerinin ve kapitalizm içindeki kazanımlarının önemini belirtmek açısından yeterlidir. Bütün bu geçtiğimiz dönem boyunca emperyalistlerin eski sömürgecilik yöntemlerinden uzaklaşmalarının esas nedeni, sosyalizmler ve sınıf hareketinin kazanımlarından kaynaklanmıştır. Bu kazanımların kapitalizmi dengeleyici etkisi nedeni ile bir çok gelişmekte olan, sömürge ve yarı-sömürge konumundaki ülke ekonomik ve siyasi bağımsızlık talebi ile ulusal kurtuluş savaşlarına yönelmiş ve bunu büyük ölçüde başarabilmişlerdir. Bu durumda, emperyalizmin eski sömürgecilik yöntemlerinden çok yeni-sömürgecilik yöntemlerine başvurması söz konusu olmuştur. Şimdilerde gündeme girebilen eski sömürgecilik yöntemlerine dönüş de sosyalizmin bu kazanımlarının yitirilmesi ve etkilerinin kaybolması ile zamandaş olmuştur.

[3]“Hobson emperyalist çağa geçişte finans kesiminin rolünü vurguladıktan sonra, ‘finansörlere çok büyük bir güç izafe etmek, tarihe çok dar bir ekonomik açıdan bakmaktır’ diyor. Emperyalizmin motor gücünün tek başına finansal olmadığını yazıyor; finans kesimini, emperyal motorun yönetimi olarak niteledikten sonra, ‘motorun yakıtını sağlamaz ve gerekli enerjiyi de doğrudan üretmez’ diye ekliyor.” (J. A. Hobson, Imperialism, London, 1902-1988. Aktaran Y. Küçük, Sol Marksizm, s. 101)

HAZİRAN 2003

7

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ