Emperyalist savaş bitmedi, tam tersine yeni başladı. Bu savaşın gelişimi bilinemezlerle dolu olsa da, nedeni ve amacı bellidir. Savaşın nedeni, kapitalist-emperyalist sistemin girdiği makro bunalımdır. Sistemin bütün egemenleri can derdine düşmüş, bu krizden en az zararla kurtulmanın çarelerini aramaktadırlar
İçinde yaşadığımız dönemin en önemli gelişmesi, ABD emperyalizminin sadık takipçisi İngiltere ile birlikte Irak’a saldırısı ve bu ülkeyi işgali olmuştur. Ancak gelişme, fiilen Irak’a yapılan bir saldırı olarak görünse de, aslında ABD emperyalizminin tüm dünyaya karşı bir meydan okuması ve saldırısı niteliğindedir.
ABD ve İngiliz emperyalizminin Irak’ı işgal saldırısı kelimenin gerçek anlamında bir savaş olmasa da, başta ve en çok ezilen mazlum halklara ve giderek tüm dünyaya karşı başlatılacak bir savaşın başlangıcıdır. Yani bu savaş yalnız Irak’ın savaşı değil herkesin, tüm dünyanın savaşıdır. Şimdi sırada Suriye, İran ve peşinden Kuzey Kore’nin bulunduğu söyleniyor. Tabii bunların, dünya konjonktürüne göre, hem sıralaması, hem de zamanlaması değişebilir. Bunlardan sonra sıranın kimlere geleceği ve nereye kadar varacağı da, gene dünya konjonktürüne, tekeller arası rekabetin alacağı biçime ve bu mücadelenin seyrine göre ortaya çıkacaktır. Bu noktada, ‘şer cephesi’ olarak nitelenen ülkelerin ortak özelliklerinin en önemlisi, bu ülkelerin uluslararası sözleşmelerini dolarla değil euro ile yapmış olmaları, ABD ekonomisi ve tekelleri için çok tehlikeli olacak olan bu yolu açmış olmaları ‘hata’sı olarak belirmektedir.
Emperyalist savaş bitmedi, tam tersine yeni başladı. Bu savaşın gelişimi bilinemezlerle dolu olsa da, nedeni ve amacı bellidir. Savaşın nedeni, kapitalist-emperyalist sistemin girdiği makro bunalımdır. Sistemin bütün egemenleri can derdine düşmüş, bu krizden en az zararla kurtulmanın çarelerini aramaktadırlar.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra görünürde tek kutupluluğa dönüşen dünya, ABD tarafından kendi imparatorluğu altında yeniden düzenlenmeye çalışılmaktadır. ABD, bundan dolayı BM dahil bütün uluslararası kuruluşları ya kendi hegemonyası altına almaya ya da etkisiz kılmaya çalışırken, başta Avrupa emperyalistleri olmak üzere diğerleri de, güçleri oranında buna direnmeye, çeşitli düzeylerde birliklerini geliştirip parasal birliğin sağlanmasından Avrupa Ordusu’nun oluşturulmasına kadar her alanda rakiplerine karşı örgütlenmeye çalışmaktadırlar.
ABD, eğer konjonktür izin verirse, Irak, Suriye, İran hatta Libya, Suudi Arabistan ve Güney Kürdistan’da kendine bağlı devletler kurup askeri üslerle tüm buralara yerleşecektir. Tabii bunlarla birlikte İsrail’in güvenliğini sağlayıp, Filistin’de de kendine uygun bir devlet kurdurmak istemektedir. Türkiye’ye de yer yer sopa, yer yer havuç göstererek Kuzey Kürdistan ve Kıbrıs sorunlarını da halletmeye çalışmaktadır.
Irak’ta savaşın bitip bitmediğine ilişkin olarak, Saddam ve bir avuç avanesinin iktidardan uzaklaştırılmış olmasından başka bir şey belli değildir. Zira Saddam, Irak’ta halkların desteğiyle değil, onların iç çatışmalarının üstünde iktidarda durmaktaydı. Irak halkları, ırksal, dinsel, mezhepsel, aşiretsel olarak çeşitli biçimlerde bölünmüştü ve Saddam’ın kışkırtmalarıyla da birbiriyle anlaşıp yan yana gelemiyorlardı. Saddam’ın devrilmesinin böylesine kolay olmasının nedeni de budur. Zira bir avuç taraftarı dışında Saddam rejimini kendi rejimi olarak içine sindirmiş pek kimse yoktu. Ancak hiçbir grup ne tek başına alternatif olabilecek güce ulaşabilmişti ne de anlaşıp bir araya gelebiliyorlardı. ABD’nin sihirli değneğinin bunları bir araya getirip ‘huzuru’ sağlayabilmesi ise hiç mümkün değil. Suriye ve İran’a çılgınca bir saldırının bunun üstüne eklenmesi de, Ortadoğu’yu kan denizine dönüştürür.
Ayrıcalıklı ordu birlikleriyle Saddam’ın direnmemesi, savaşmaması, ancak çeşitli söylentilere bağlı olarak açıklanabilir. ABD ile savaşma imkanlarını, petrol kuyularını ateşe verme ya da köprüleri havaya uçurma yöntemlerini kullanmaması, işgal güçleri ile bir tür anlaşmaya gitmiş olması ihtimalini güçlendiriyor.
Savaş ve çatışma ortamı, kapitalist-emperyalist sistemin, girdiği bunalımın ürettiği çıkmazdan kurtuluş çareleri aramasının telaşından kaynaklanmaktadır. İkinci paylaşım savaşından bu yana sistemin girdiği bütün krizlerden farklı olarak içinde bulunulan kriz, sistemi oluşturan tekelci yapıların, işçi sınıfı ve sosyalizminin ölümcül tehdidinin de üzerlerinde olmadığı düşünülürse, biraz da olsa birbirlerini kollamak zorunda hissedecekleri türden bir kriz değildir. Yumurtalardan biri kırılacak gözükmektedir. Bunun nedenleri çok yönlüdür.
Kapitalizm, başlangıçtan bu yana içerdiği dinamikler ve yöneliminin sürekliliği açısından dünya sistemidir. Bunun da ötesinde, bu dinamiklerinin ve yöneliminin, somut olarak üretim, finans ve dağıtım ağları açısından fiili bir gerçeklik haline gelmesi, bu varoluş gerçekliğinin ise eşitsiz ve bileşik gelişim yasasının etkileri doğrultusunda bir dünya sistemini yerleştirmiş olması, bugünkü krizinin derinliğinin arka planındaki tabloyu oluşturmaktadır. Yetmişli yıllarda sistemin bir bütün olarak gelişmesi, kapitalizmin, seksenler ve doksanlı yıllar boyunca süren gelişmelerinin bugünkü tabloyu oluşturması, aynı zamanda, emperyalistleri bütünüyle yok olma tehlikesi altında keskin boyutlara ulaşacak açık bir çatışmadan kaçınmaya zorlayarak krizi ekonomi içi bir olgu düzeyine hapsedecek, politik boyutta uzlaşmaya yardımda olacak aktörleri de etkisiz kılmıştır. Bu aktörlerden en önemlisi olan sınıf mücadelesinin gerilemesi ve sosyalizmin varlığının, kapitalist tekeller arası rekabette dizginleyici bir faktör olarak varlığının son bulmasıdır.
Asya krizi ile başlayan ve Latin Amerika ve oradan ABD ve Batı Avrupa’ya sıçrayan bir gerileme hemen göze çarpan yakın tarihin gelişmeleri olarak anımsanabilir. Tekelci karlardaki azalma, geçerli karlılık oranlarından yatırım yapacak alanlar bulunamaması durumu sürdükçe, spekülasyonun sistem içindeki ağırlığı artacak, ama bu durum, giderek spekülasyonun zeminini de daraltacaktır.
Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası, emperyalist dönemde katlanarak büyümüş ve emperyalistlerden daha geri olanlar, daha ileri olanları yakalayıp, onların tahtına talip olur duruma gelmişlerdir; bu da zorunlu olarak yeni bir paylaşım savaşını gerektirmektedir. Bu gelişme, günümüzde henüz emperyalistler arası açık çatışma başlatacak seviyeye ulaşmamış olsa da, hem sistemdeki krizi aşma telaşı, hem krizi aşma süreci ve aşmayı başarabilirse kriz sonrasının belirsizliği, hem de sistemin yasasının, tekelci rekabeti dengeye geldiği her aşamadan sonra yeniden bozması, doğrultusunun böyle olması, ABD’yi bir an önce harekete zorlamıştır.
ABD ve AB ekonomilerinin etkin ve rakip konumlarının spekülatif alandaki faaliyetlere büyük oranda bağlı hale gelmesinin krizleri sürekli beslemesinin yanısıra, emperyalistler için bağımlı ülkelerden elde edilen tekelci aşırı karlar ve sermaye ihracı üzerinden çevreden merkeze değer transferi ve buna bağlı olarak sömürgecilik ve yeni-sömürgecilik yaşamsaldır. Bir diğer özellik olarak iki emperyalist odağın politik güç nosyonu ön plana çıkar. Emperyalist ilişkilerin sürmesi, zarar eden tekellerin, çokuluslu şirketlerin kurtarılması ve tekel ayrıcalıklarının güvenceye alınması, politik güce sahip olmadan ve bunu kullanmadan söz konusu olamaz. Kendi piyasalarını zayıf oldukları alanlarda rekabete açmayan, kendi tekellerinin rakipleri karşısında nüfuz etme şansları zayıf olan ülkeler için de serbest rekabetçi uygulamalarda acele etmeyen, ama bunun dışında her ülkeye serbest rekabetin nimetlerinden dem vuran bir seçmecilik, emperyalist devletlerin karakterini oluşturuyor. Bütün bunlar için ise güçlü bir devlet yapısı gerektiği açıktır. Bu açıdan ABD’nin etkin ve hegemonik konumu bugüne kadar sürmüştür ve bugün de esas olarak sürmektedir. Sorun bu hegemonik konumun zayıflamakta ve giderek yitirilebilecek olmasından kaynaklanmıştır.
ABD’nin giderek artan ve sürekli büyük açıklar veren dış ticaretinin para basma kolaylığı ile dengelenmeye çalışılması, doların başlı başına kendi spekülatif konumu dünya ekonomisinin motoru olduğu ve dünya ekonomisinin ihtiyacı olan genel eşdeğer vasfını yerine getirdiği sürece, kabul edilebilir, katlanılabilir bir eşitsizlik olarak algılanmış, sorun olarak gündem yapılmamıştır. Güçlü doların spekülatif alanda sağladığı avantajların, ihracat ve üretim söz konusu olunca, çelik şirketleri açısından olduğu gibi, ABD için bir zaafa yol açması ve benzeri nedenlerden ötürü bu ilişki değişmiştir.
ABD’nin doların konumundan kaynaklanan avantajlarına katlanmayı sağlayan motor ekonomi olma vasfı, diğer ekonomileri de canlandıran, peşinden sürükleyen ve pazarın genişlemesine katkıda bulunan konumuydu. Bu konum değiştiğinde, ABD ekonomisi, eşitsiz gelişmesini, reel ekonomiyi tahrip eden, rakiplerinin ekonomik yapılarını ve güçlerini dağıtan bir avantaj olarak sürdüremez bir duruma geldi. Daha doğrusu, ekonomik işleyiş yasaları içinde kalarak, tekel devleti olmanın, politik güç nosyonunun, askeri, militarist aygıtların dışında tutulabildiği bir süreç daha fazla sürdürülemez olmuştur.
Doların karşısına bir dünya parası, hegemonik bir güç olarak euroyu çıkaran Avrupa Birliği’dir. Bu paranın bütün zaaflarına rağmen tutunabilmesi için arkasında bir ordunun, güçlü bir politik duruşun olması gerektiğini de kavramış bir Avrupa Birliği, ABD için hayati bir tehlike olması dışında bir anlam ifade edemezdi. Sovyetlerin yıkılması ve etkinlik alanlarından çekilmesi ile birlikte Doğu Avrupa’da oluşan boşluğa el atan AB’nin her adımını yakından takip eden ABD, Yugoslavya meselesinden Avrupa Ordusu - NATO ilişkilerine kadar, Avrupa’nın iç işlerinden hiç eksik olmadı. Euronun etkinlik kurmaya başladığı ülke ve coğrafyaların ‘şer ekseni’ni oluşturması ise, bu ülkelerin enerji kaynakları ve denetim yolları üzerinde bulunmalarının yanında ve ondan da daha ortak bir payda olarak öne çıkıyor.
Avrupa Birliği’nin eurosunun, enerji, hammadde ve petrol kaynaklarını içeren coğrafya ve ülkelerde etkinlik alanları açmaya başlamış olması, euro ile yeni-sömürgecilik ilişkilerini deşifre etmeye yardımcı olmalıdır. Avrupa Ordusu’nun henüz başlangıç aşamasında olması, hammaddelere ulaşmak, enerjiyi doğrudan denetlemek açısından, Avrupa’yı ABD karşısında daha güçsüz ve iradesiz kılmaktadır. Eski bağımlılık ilişkilerini sürdürdüğü her coğrafya için Avrupa’nın yeterince acımasız olan sömürgeci bir güç olarak kimliği bilinmektedir. Hem doların hem de tekellerin enerji ve hammadde ayrıcalıklarının arkasında durması gerektiğinden, ABD’nin Pentagon politikalarını doğrudan işgal gücü olarak devreye sokması, rakiplerinin gelişimini kendine yönelik bir tehdit olarak algılaması ile birlikte başlamıştır.
Ortadoğu zengin petrol yatakları, enerji ve hammadde kaynaklarıyla emperyalist rekabetin yoğunlaştığı en önemli bölgelerden biri olduğu gibi, aynı zamanda politik hareketliliğiyle, önemli çatışma potansiyelleriyle de emperyalistlerin ilgi odağıdır. Bu coğrafyadaki çelişkilerin zenginliği, çeşitliliği ve karşılıklı bağımlılığı çerçevesinde, ABD’nin Irak’a müdahalesi, Filistin ve Kürdistan sorunlarından bağımsız değildir ve bunları da etkilemek, biçimlendirmek durumundadır.
ABD, öncelikle İsrail’in varlığını korumasını güvenceye alıp aynı zamanda da sürekli ABD karşıtı, emperyalizm karşıtı safları besleyen çatışmayı sona erdirmek üzere, kendi çıkarları doğrultusunda biçimlendirilmiş bir Filistin devletinden yana tutum almaktadır. ABD, Irak’taki askeri varlığına dayanarak petrole, enerji kaynaklarına doğrudan el koymanın yanısıra, bölgedeki diğer sorunlara yönelik olarak da benzer bir tutum içerisindedir ve yine kendi çıkarlarına uygun yeniden düzenlemeleri gündeme getirmektedir. Bu yeniden düzenlemelerin ilk önce hedefi Irak devleti ve topraklarıdır, arkasından da sıra komşu devletlerde, diğer bölge ülkelerindedir.
Emperyalist müdahale yerel güç dengelerini bozarken yeni dengeler ya da dengesizlik, bazı güçlerin sıkışması, bazı güçlerin de önünde yeni fırsatlar açılması gibi değerlendirilmektedir. Özellikle uzun bir dönem ağır baskı koşulları altında tutulan siyasi hareketler bu tür fırsatlardan yararlanmanın cazibesine kapılırken bunu gerçekçilik adına emperyalizmin çıkarlarına bağladıkları noktada farklı bir doğrultuya girmektedirler. Özellikle Irak Kürt hareketinin tarihi bu tür acı tecrübelerle doludur. Sömürgeci güçler ya da emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanmak adına, mücadele sömürgeci veya emperyalist güçlerden birinin peşine takıldığı, kurtuluşu onlardan beklediği ölçüde, tam tersine çatışan büyük güçler tarafından kullanılmak, bunlar aralarında uzlaştıklarında da, sonu katliam ve felaket olan kaderine terk edilmek durumunda olmuştur.
Bu tarihsel tecrübeler bir yanda dururken diğer yandan bugün de Irak’a emperyalist müdahalenin ve askeri işgalin sağladığı ortam içerisinde Kürt hareketi adımlar atmaya çalışmaktadır. Hedefte Kürt devleti de vardır. Ama bu devletleşmenin dayanağı, ABD’nin bölgeye yönelik emperyalist planlarında arandığı ölçüde, ortaya çıkacak olan, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etmesinden çok, emperyalizmin bölgedeki hakimiyetinin güçlendirilmesi, hatta belki de İsrail gibi doğrudan ABD politikalarıyla uyumlu bir oluşumdur. Emperyalizmin güdümünde bir oluşum ise, ulusal kurtuluş adına savunulamaz. Emperyalizme bağımlılık altında da ulusal sorun varlığını sürdürür.
Kürdistan’ın bir parçasındaki gelişmelerin diğer parçaları üzerinde etkili olması doğaldır. Buna bağlı olarak Türkiye de Irak savaşının en fazla bu yönü üzerine odaklanmıştır. Neredeyse bütün çaba bu etkinin sınırlanması doğrultusunda harcanmaktadır. Hala sınır ötesinde kuvvet bulundurulmaktadır. Türkiye ile Irak Kürdistanı’ndaki oluşum arasında bir çatışma çıkmasını istemeyen ABD, Türkiye’nin müdahale gerekçesini ortadan kaldırmak için Türkiye’nin PKK/KADEK sorununu çözmeyi üstlenmektedir. ABD’nin gündeme getirdiği çözüm biçimi, İran’a yönelik olarak Halkın Mücahitleri konusunda gerçekleştirilen uygulamaya bakılarak çıkarsanabilir: siyasi bir uzlaşma, savaşçıların silahsızlandırılması, askeri üste gözetim altına alınmaları. Öte yandan Türkiye’deki Kürt ulusal hareketinin kazanımları adına, ABD’yle işbirliği içinde demokratikleşme arayışları doğrultusundaki yönelimlere karşı durulmalıdır.
Sömürgeci ya da emperyalist güçlere dayanarak atılan adımlar, bunlar ulusal hakların, özgürlüklerin, hatta ulusal siyasi yapılanmanın ve giderek devletin ortaya çıkması biçimini de alsa, burada söz konusu olan, ulusal hakların kazanılmasından çok bu görünüşteki kazanımların gerçekte ulusal mücadeleyi bunlara hapsedip bastırmasıdır. Ulusal mücadelenin hedefi ulusun kendi kaderini tayin hakkını kazanmasıdır. Sömürgecilerle, emperyalistlerle işbirliği, ulusal bağımlılık ve yine ulusun kaderini tayin hakkının yokluğu demektir; bu yüzden ulusal sorunun başka biçimler altında olsa da sürmesini sağlamaktan başka bir sonuç yaratmaz.
Ulusal mücadelenin tutarlılığının, yarı yolda bırakılmamasının da güvencesi, işçi sınıfının, komünizmin bu mücadelede ağırlığı, önderliğidir. Farklı önderlikler, sınıfsal karakterleri gereği, uzlaşmaya, mücadeleyi sınırlı reformlar karşılığında bitirmeye eğilimlidir. Ulusal burjuvazinin sömürgecilerin, egemenlerin verdikleri küçük paylar karşılığında işbirlikçiliği tercih etmesi ve geniş halk yığınlarının, emekçilerin taleplerinin, mücadelelerinin karşısına geçmesi, yine bu sınıfın karakterinden kaynaklanır. Buna karşılık yalnızca, hiçbir ulusun ezilmesinden çıkarı olmayan, çıkarı bütün ulusların özgürce birleştiği dünya komünizminden yana olan işçi sınıfı, ulusal sorunu bütünüyle çözebilir, ulusal kurtuluşu sağlayabilir; bütün toplumsal mücadeleler gibi ulusal mücadeleyi de sosyalizm mücadelesine bağlayarak bu mücadelenin kazanımlarını kalıcı kılabilir.
Bu yüzden her yerde olduğu gibi Kürdistan’da da en fazla ihtiyaç duyulan, işçi sınıfının mücadelesinin yükselmesi, toplumsal mücadelelere ağırlığını koymasıdır; bunu sağlayabilmek üzere, komünizmin işçi sınıfının ellerinde yükselmesi, işçi sınıfına önderliğidir, komünist işçi partisinin yaratılmasıdır. Bu amaçla her yerde komünizmle işçi sınıfının birleştirilmesi, komünizmi benimseyenlerin, önüne başka hiçbir görev geçiremeyecekleri görevleridir.
Türk Devleti’nin, ekonomik olarak bir açmaz içinde olduğu ve bu açmazın bir bağımlılık ilişkisi ile emperyalizmin dümen suyundan çıkışı engellediği üzerine bir edebiyat çok yaygın bir şekilde dillendirilmektedir. Bu, gerçeğin bir kısmıdır, görüntünün tamamını kapsamayan yanıltıcı bir tablo oluşturmaktadır. Bu anlayış sahiplerine göre, her nasılsa, ulusalcı güçlere karşı iktidar olmuş ve ulusun çıkarlarına aykırı işler yapan iktidar değiştirilirse işler yoluna girecektir!
Bu anlayış iktidar ilişkilerini eksik ve yanlış yansıttığı için sınıf adına doğru politik açılımlarda bulunması da mümkün değildir. Türkiye’de toplumsal yapı ve devlet düzeyinde iktidar ilişkileri ve bunun üzerinden süren kavga, her düzeye tekabül eden politikalarda çatlaklara neden olmaktadır.
Türk oligarşisi, kapitalist işbirlikçi sınıf karakterine ve emperyalistlere taşeronluğun ötesinde güç ve yeterliliğe sahiptir. Bu açıdan, bağımlılık ilişkileri içindeki Türkiye söz konusu olduğunda, emperyalist merkezlerin çıkarları ile işbirliği içinde olan tekelci burjuvazi, kimi zaman kendi çıkarlarını ön plana çıkarmakta ve kısmi çelişkiler yaşayabilmektedir. Bu bir çıkar ilişkisidir ve yukarıda tariflendiği gibi yanlış algılanan görüntüyü yaratmaktadır. Uluslararası kapitalist merkezlere bağımlılık ve zorunlu olarak bu politikalara uyulduğu edebiyatı, görecelidir. Örneğin, 1998’e kadar Türk ekonomisinin yapısı, uluslararası kriterler (GSMH’nın dış borca, dış borcun ihracata oranı vb kriterler) bakımından, borç ilişkilerini zorunlu kılmazken ve bu açıdan IMF ile yeni borç ilişkilerine girmek kaçınılamaz bir gereklilik değilken, yeni borç anlaşmaları ve yeni niyet mektupları sürecinin başlatılması, kapitalist işbirlikçi sınıfın çıkarları gereği gerçekleşmiştir. Bu durumda oligarşinin çıkarları için, ezici çoğunluğun aleyhine bir politika tercihi yapılmıştır. Oligarşik devletin karakteri ve işlevleri, dayandığı sınıfın çıkarları doğrultusunda işlev görmüştür.
Cumhuriyet ideolojisinin en önemli iktisadi şiarı ‘devlet eliyle sanayici, kapitalist sınıf’ yaratmaktı. Bu şiar, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran sınıfın burjuva olduğu gerçeğini değiştirmez. Burjuvazi, hem bir önceki Osmanlı toplum ve devlet modelini reddetme hem de Batı kapitalizmine yüzünü dönüp onu model alma biçiminde aydınlanmacı ve modernist bir eğilim taşır. Devlet - sermaye ilişkileri böyle şekillenirken sermaye fraksiyonları arasında rekabet ve çatışmalar temelinde bir ayrım ve mücadele ortaya çıkar.
Bu çerçevede tekelci burjuvazi egemen konum kazanırken devlet ayrıcalıklarından dışlanmışlık, devletin kaynak dağılımına yönelik müdahalelerinden nasiplenememek ise, iktidardan dışlanmış sermaye kesimleri, orta burjuvazi için, sınıf mücadelesinde silahsız kalmak ve hatta kendi varlığına karşı yaşamsal tehdit anlamına gelmiştir. Bu kesimler, bu durumda iktidar bileşiminin ideolojisini, resmi ideolojiyi karşıya alarak devlet iktidarına karşı toplumsal muhalefet oluşturma ve devlet iktidarından hak talep etme yoluna gitmiştir. Tarihsel süreç içerisinde oluşturulan ve hem Osmanlı’yı, hem resmi ideoloji olan laikliğe karşı İslam’ı hem de bu temelde oluşturulan batı karşıtlığını içeren orta burjuvazinin ideolojisinin üzerinde, nispeten sınıfsal ilişkilerin daha bir keskinleştiği 1980’li yıllardan bu yana Ortadoğu’da İran İslam devriminin önemli bir etkisi olmuştur.
‘Anadolu kaplanları’, ‘yeşil sermaye’, vs diye anılan, politika sahnesine ağırlığını koyup bugün egemen tekellerle pazarlık yapmaya çalışan bu kesimin tarihsel arka planı böyle oluşmuştur. Bugünkü gelişmelerinde, küçük bir azınlık olan oligarşinin iktidarda kalabilmek için dağıtmak durumunda olduğu rant kırıntılarının, tekeller dışındaki mülk sahibi sınıfların ellerindeki imkanları tetiklemesi de etkili olmuştur. Ama bu kesimin, bugünkü siyasal ve ekonomik gücünün kaynağı, daha çok, tarikat tipi bir dayanışmayı esas olan korporatist örgütlenmeleri olmuştur. İslam ideolojisinin ona sağladığı bu örgütlenme modeli, sermaye birikiminde, İslami söylemi kabul etmelerinden kaynaklı İslam ülkelerinin sermaye desteğinden daha çok önem taşımıştır. Bunun da ekonomik rekabette ayakta kalmalarına yardımıyla büyüyebilmişlerdir.
Kuşkusuz yoğunlaşma ve merkezileşme süreçleri, kapitalist gelişmenin her alanında olduğu gibi bu kesimde de eşitsiz gelişimi ortaya çıkarmıştır. Bugün kimileri, tekelcilerden bazıları kadar büyük sermayelere sahiptir ve bu anlamda esas hedefleri de egemen tekeller arasına girmektir. Bu hareketin, Erbakan’dan yollarını ayırması ise bu gelişimin sonucu olarak yaşanmış, yeni oluşum, orta burjuvazi içinden büyüyen bu sermaye kesiminin talebine karşılık gelmiştir.
Tekelci karaktere sahip olmak, devlet iktidarında pay sahibi olmayı gerektirir. Devlet iktidarından pay talep etme mücadelesi, ideolojik-politik düzeyde bir kaç biçimde sonuçlara yol açabilir: Birincisi, oligarşinin, başta ordu, devlet aygıtlarının direncini kırıp devletin söylemi ve ideolojisine islami ideolojinin hakim kılınması. İkincisi, kendi söylemlerinin kırılıp tavizler verilmesi. Üçüncü olarak da, kaynaklandıkları tabanın söylemini bir yana bırakıp resmi ideolojinin bütün argümanlarının kabul edilmesi. Bugün Türkiye’de genel olarak siyasal gelişmeleri, özel olarak da devlet üzerine ve devlet içindeki gelişmeleri, bu seçeneklerin hem birbirleriyle hem de emperyalist güçlerin ülke ve bölge üzerindeki politikaları ile karşılıklı ilişkileri, iç içe geçme, ayrışma, kapsama ve dışlama süreçleri belirlemektedir.
İdeolojik karakterin ve devlete karşı siyasal söylemin etkin ve belirleyici olduğu Erbakan döneminde bir çok etmen, bu hareketin büyümesine yol açmıştır. Sol alternatifin 1980 ile birlikte ağır bir darbe alması ve kitlelerin yüzünü çevireceği gerçek bir alternatif olmaması, bütün dünya yüzünde sosyalizmin yenilgisi bu büyümenin nedenlerinden birisidir.Bir diğer neden ise orta burjuvazinin öncülüğündeki islami hareketin korporatist bir örgütlenmeyle rekabet yerine dayanışmacı ve kendi içinde kaynak dağılımını sağlayıcı bir ilişki oluşturması, bu yolla oluşturulan ekonomik örgütlülük ve dayanışmanın, yıkım tehlikesi içindeki orta burjuvaziye ve onun öncülüğünde bütün bir ezilenler kitlesine model olarak sunulup, geniş yığınları etkileyebilmesidir.
Bütün bu dönemin mimari Necmettin Erbakan’dır. Erbakan’ın MSP ve REFAH’ı, burjuva anlamda bir parti olmak açısından tarikatlar cemiyeti niteliğini fazla aşamamıştır. Bu hareket, egemen bloğun içinde yer almak isteyen sınıfın ekonomik örgütlenmesinde belirleyici olan MÜSİAD ile Erbakan’ın yollarının ayrılmasıyla sonuçlanmıştır. REFAH Partisi içinde Abdullah Gül’ün kimliğinde bir operasyon ile, Amerikan projesi olarak ‘yenilikçiler’, ‘gençler’ denen ekibin yeni bir siyasi hat oluşturmak üzere siyasi başkaldırısını MÜSİAD’ın desteklemesi, bir burjuva parti olma iddiasındaki AKP’nin siyasi yaşamı başlamıştır.
TC’nin kronik uluslararası sorunlarından Kıbrıs, Ege, Kürt meselesi ve giderek ekonomik konular, IMF ile ilişkiler, hep bu zeminde, yeni gelişen hareketin iktidar olma isteği ve devletin ‘derin’ bölümlerine nasıl ve hangi şartlarda nüfuz edeceği ile ilgili bir pazarlık olarak gelişmektedir. Bu pazarlıkta, emperyalist güçlerin ülke ve bölgeye yönelik politikalarının, oligarşinin devlet iktidarında orduya tanıdığı bugüne kadarki ayrıcalıklı rolle çelişen ve gerilimlere yol açan niteliği, ayrıca ilişkileri daha da karmaşıklaştırmaktadır.
AKP’nin yerel yönetimlerden MGK’ya kapsamlı yasal düzenlemeleri gündemine almış olması, bu siyasi hareketin şahsında, siyasal islamın, laik TC’ye karşı bir saldırısı olarak sunulmaktadır. Oysa ki AKP, bu düzenlemelerin hiçbirini kendi marifeti ile başlatmamıştır ve tek başına gerçekleştirmesi düşünülemez. Bunlar, emperyalist güçlerin içine girdikleri kızgın rekabet ortamında bağımlılık ilişkilerini yeniden düzenleme zorunluluğunun sonuçları olarak, uluslararası sözleşmeler çerçevesinde şekillenmektedir. Düzenlemelerin iki ekseni öne çıkmaktadır. Biri Avrupa Birliği ve ikincisi Amerika ile içine girilen dönemde ilişkilerin kazandığı yeni ağırlık. Her iki bakımdan da, oligarşinin egemenliğinin şimdiye kadar esas olarak sigortası işlevini yapmış olan ordunun devlet iktidarındaki görece ayrıcalıklı konumunun değişmesi istenmektedir. Kuşkusuz bu durum, egemen tekeller arasında ve belki de onlara rağmen yer almak isteyen MÜSİAD’ın şahsında cisimlenen kesimlerin, şimdiye kadar esas olarak tekeller dışı bir burjuva hareketi olarak şekillenmiş siyasal islamın işine gelmektedir. Oligarşi ise, kendi ayrıcalıklarına kıskançlıkla sahip çıkmakla birlikte, kapitalist işbirlikçi karakteri nedeniyle, emperyalist merkezlerin politikalarını uygulamak için devlet iktidarında düzenlemelere gitmek gereğini hesaplarına dahil etmeye, bunun planlarını yapmaya çalışmaktadır.
AKP seçimden birinci parti olarak çıkmayı öngörmüş ama hesaplarının ötesinde, ezici bir meclis grubu ile parlamentoyu doldurmuştur. Şu anda ağırlıklı olarak resmi ideoloji ile uzlaştığı görüntüsü vermeye ve bu doğrultuda sisteme kendini kabul ettirmeye çalışan AKP, devlet iktidarından pay talep etme mücadelesinin sonuçlarına ilişkin olarak yukarıda sıralanan ikinci ve üçüncü politika tercihleri arasında bir denge tutturma çabasındadır. IMF ile ilişkilerden zaman zaman ordu ile girilen polemiklere kadar bu durum her alana yansımaktadır. Tabanına “kendi fikrimizi uygulamaya çalışıyoruz ama devletin içinde bulunduğu borç çıkmazı ve karşımızdaki güçlerin ağırlığı nedeniyle açıktan cepheleşmeyi doğru bulmuyoruz” mesajını vermeye çalışırken oligarşiye ve orduya karşı ise, “bu kadar hızlı manevra yapmamız mümkün değil; sizin gerçekliklerinizi anlıyoruz; hep birlikte IMF’nin ve AB’nin taleplerini karşılamaya çalışıyoruz” söylemini tutturmuşlardır. Ama her durumda iktidara yönelik güç ilişkilerini test etmekten geri durmamaktadırlar.
AKP tabanının meclise bu kadar ağırlıklı yansıması, tekelci sermayenin isteklerine uygun ve IMF’ci politikaların uygulanmasında, tezkere oylamasında görüldüğü üzere, önemli zaaflar ortaya çıkarmaktadır. AKP yönetimi bütün çabalarına rağmen tezkere için gerekli oy çoğunluğunu sağlayamamıştır. Yaklaşan yerel seçimlerde bu durumu fazlasıyla kullanacağı ve tabanına yönelik bir avantaja dönüştürmeye çalışacağı öngörülebilir.
AKP yönetiminin esas olarak IMF’nin, uluslararası sermayenin ve emperyalist merkezlerin politikalarını izlemesi ve AKP hükümetinin, Amerika’nın bölge operasyonunda muhalefeti denetlemek açısından en uygunu olarak düşünülmüş olması ile tabanının talepleri ve beklentileri arasındaki karşıtlıkta ifadesini bulan şizofren durum (ikili karakter) politikada yanılsamalara ve gerilimlere yol açmaya devam etmektedir. Bu açıdan, sürekli değişen dengeler üzerine bir istikrar oturtulamayacağından, herkes bu durumu kendi lehine netleştirmenin koşullarını gözlemektedir.
Türk oligarşisinin ABD ile ilişkileri siyasi ve askeri alanda yoğunlaşmış, esas olarak da bütün bir soğuk savaş döneminin etkileri üzerinden gelişmiştir. Örneğin Türk ekonomisinin ağırlıklı olarak Avrupa ile ihracat, ithalat ve yatırım bağlantıları olmasına rağmen, Türkiye siyasetinde ABD’nin ağırlığının olması, sosyalizm tehdidi dönemi boyunca kapitalist emperyalist bloğun liderliğini ABD’nin yapması ile doğru orantılı olmuştur. Bu, dengelerin değişmeye başladığı 1990’ların başına kadar, Avrupa’nın kabul ettiği bir durum olagelmiştir. Bugün, Türkiye üzerinde ABD’ye göre Avrupa’nın ağırlığı ekonomik ilişkileri ile orantılı değildir. Sosyalizm tehdidine karşı bütün bir sistemi koruma yetkisi ile Avrupa adına da Türkiye ile askeri ve siyasi ilişkiler geliştirmiş olan ABD, şimdi bu dönemin avantajlarını, Avrupa Birliği ile olan rekabeti açısından fazlasıyla kullanmak istemektedir.
Soğuk savaş sonrası Türkiye’nin ABD açısından önemi nispeten azalmıştır. Bu bakımdan, sivil unsurlara göre resmi ideolojinin takipçisi ve çoğunca da bu doğrultudaki politikaların uygulayıcısı olan ordunun sistem içindeki ağırlığının azaltılması, ABD için bir sakınca oluşturmamaktadır. Örneğin Kürt meselesinde ABD politikaları ile TC’nin resmi politikası ve bu durumda ağırlıklı olarak ordunun takipçisi olduğu uygulamalar çatışmaktadır. Öte yandan, oligarşinin, kapitalist işbirlikçi sınıfın emperyalist tekellerle ilişkisinin çelişkili karakteri nedeniyle iki tarafın çıkarları arasında tam bir uyum oluşmaz ve dolayısıyla işbirlikçi sınıfın ülke pazarı ve siyaseti üzerinde ayrıcalıklarını korumaktan ve kendi lehine düzenlemeler yapmaktan yana bir eğilimi de her zaman söz konusudur.
Amerika ile ilişkiler açısından ordunun, TC’nin diğer kurumlarına göre daha bir ağırlıklı ilişkileniş biçimi olagelmiştir. Bunun soğuk savaş dönemi boyunca şekillendiğini belirtmiştik. ABD bu ilişkilere dayanarak ordunun desteğini talep eder ve bölgesel düzenlemelerde kendisinin sistem içindeki uzantısı olmasını beklerken buna karşılık ordu, 1974’te Kıbrıs’ta yaptığına benzetilebilecek bir davranış içine girme eğilimini taşımaktadır. Oligarşinin devlet iktidarının bileşenlerinden, ayrıcalıklı bileşenlerinden olan ordu, sonuç olarak oligarşinin ordusudur ve bu eğiliminin kaynağı yine oligarşinin çıkarları gereği şekillenir.
Tezkere oylamasında ordunun ağırlığını hissettirmediğinden yakınan ABD sözcüleri, tam bağımlı bir ordunun davranışını beklemişlerdir. Aslında bu geçmişe yönelik söylenmekten çok geleceğe yönelik söylenmiş bir tehdit içermektedir. Ve bu anlamda Türk Ordusu hiç bir zaman klasik yeni-sömürge orduları özelliğinde olmamış, oligarşinin ayrı çıkarları doğrultusunda davranabilmiştir. Ancak ABD çıkarları ile tam uyum göstermeyen hiç bir askeri güç ABD tarafından kabul edilebilir olarak algılanmamaktadır. Bu açıdan önümüzdeki dönemde yeni gerilimler yaşanabilir.
Ayrıca, Türk Ordusunun ABD ile içine düştüğü çelişkinin, siyaseten manevra yeteneğini azalttığını, önemli dayanaklarından birini sakatladığını ve böylece iç politikada daha temkinli davranmasını zorunlu kıldığını görmek gerekir. AKP’nin, tabanı ve temsilcisi olduğu sermaye kesimleri adına bu durumdan hicap duyduğunu düşünemeyiz! Kuşkusuz bu durum iç politika gerekleri açısından elini güçlendirmektedir. Fakat bu sürecin şimdilik ön plana çıkmasa bile, göz önüne alınması gereken bir yönü daha vardır. O da AKP’nin ikili karakteri nedeni ile sistemle girebileceği çelişkinin IMF ve Pentagon politikalarında zaafa yol açması durumunda, ordunun iktidarı alması için özellikle manipüle edilebileceği ihtimali. Bu olasılığın şimdilik zayıf görülmekle birlikte hafızalarda tutulmasında yarar vardır.
İki rakip emperyalist güç AB ile ABD’nin nüfuz ve etki alanı olan Türkiye, soğuk savaş döneminin belirledikleri açısından siyasetindeki ABD ağırlığı ile, ekonomisindeki AB ağırlığını dengeleyememekte, iki cami arasında namazsız kalmaktadır. AB’nin birlik süreci açısından, ABD’nin, her fırsatta birliğin içişlerine karışması, Yugoslavya ile başlayan ve son Irak savaşında iyice açığa çıkan birliğin çatlaklarına yönelik politikası, Türkiye’ye karşı, birliğin daha bir ihtiyatlı yaklaşmasını getirmiştir. Türkiye, diğer bir çok nedenle birlikte siyasetindeki ABD ağırlığı nedeniyle de, birliğin içine bu haliyle alınamayacağı biçiminde değerlendirilmektedir.
AB üyeliğini devlet politikası yapmış olan tekelci burjuvazi açısından AB üyelik normlarının yerine getirilmesi, zaten ordunun siyasetteki yerini ve ağırlığını değiştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu konuda oligarşi, birlik sevdasında ciddi olduğu ve bundan vazgeçmediği ölçüde, ordunun devlet yapısı içinde bugüne kadarki ayrıcalıklı konumunu revize etmek zorunda kalacaktır. Ama bu durum, ne ordunun tekelci burjuvazinin egemenliğinin çıkarlarını koruyan bir kurum olma vasfını değiştirir, ne de oligarşi - ordu ilişkilerinde bağları onarılmaz bir şekilde kopartır. Bu durum, sadece, oligarşinin eninde sonunda yeni politikalar çerçevesinde devlet iktidarını yeniden organize etmesi dışında bir anlam içermez. Fakat, bu eninde ve sonunda olacak olanın niteliği oligarşinin istekleri doğrultusunda bir düzenleme olacak olmakla birlikte, bu arada ordunun nasıl tepkiler verebileceği, siyasi ortamı ne kadar gerebileceği tartışma konusudur. Uluslararası durum ya da ordunun hassasiyetleri söylemi çerçevesinde iplerin gerildiği ve daha da gerilebileceğini yadsımamak gerekir. Her şey mantık çerçevesinde olup bitseydi, siyaset çok öngörülebilir bir gelişme çizgisi izler ve herkes her şeyi doğrudan algılardı. Kuşkusuz sınıfsal açıdan, işçi sınıfı ve halklar açısından ordunun siyaseten geri çekilmesi dururumun sağlayacağı bazı olanaklar olacaktır.
Eninde sonunda yapılacak olan orduya ilişkin düzenlemenin, o kadar da pürüzsüz bir hatta gelişmeyeceğinin sinyalleri, Erdoğan’la Özkök görüşmesinde fazlasıyla ortaya çıktı. Özkök “güç durumda kaldım, ama bu yayınlar bizi güçlendirir ve sorumluluğumuzun arttığını hissettirir” derken, çok doğrudan bir şey hissettiriyor. TSK’nın sorumluluğunun ‘demokrasiyi, laik ve üniter TC’ni korumak ve kollamak’ olarak şekillendirildiğini ve bunun ordunun resmi ideolojisi olduğunu biliyoruz. Zaten Özkök, “Türkiye’de tam demokrasinin yerleşmesi için elimizden gelen çabayı harcıyoruz. Ancak hükümetin kimi uygulamalarının demokrasinin yerleşmesine hizmet eder nitelikte olmadığını görüyoruz. Örneğin, 19 Mayıs’ın kutlanmasına ilişkin yaklaşım kabul edilemez. AB yasalarının içine konan kimi maddeler de tam demokrasinin yerleşmesine değil, yara almasına neden olabilir.” diyor.
Demokrasi nasıl yara alır ve bu yaranın TSK’nın itiraz ettiği AB’ye uyum yasa paketindeki üç madde ile doğrudan ilgisi nedir? Kuşkusuz bu üç madde de ordunun resmi ideolojisi olan ve bütün darbelerde gerekçe yapılan hassasiyetleri ile ilgilidir. Her ne kadar uluslararası konjonktür ordunun manevra alanını daraltmış olsa da yeni gerilimler beklemek gerekir.
Oligarşinin, şu ana kadar kendisine uyumda kusur etmemiş olan orduya bir vefa borcu olduğunu, ve bu borcu yine orduya, ekonomik ve siyasi ayrıcalıklar ihdas ederek yerine getirmeye çalıştığını biliyoruz. Bunun sonucunda bir anda oligarşinin TSK karşısında ‘şimdi geri çekilin lütfen’ demek için yeterli bir siyasi irade sahibi olduğunu düşünmek de yanlış olur. Türkiye’de ordunun konumu, politik hayattaki gelişmelerle tezat oluşturması (Kıbrıs ve Kürt meselesi gibi iki ana meselede ortaya çıktığı gibi) ve şu aralar moda olan ‘ucuz devlet’ anlayışıyla denk düşmemesi nedeniyle açıkça tartışılmaktadır. Oligarşi, kendisinin orduyla ilişkilerini bu noktada fazla germeden sorunu çözümlemek üzere AKP iktidarının orduyla karşı karşıya gelmesini uygun bulmaktadır.
Sonuç olarak AKP iktidarı uluslararası sermaye ile olan ilişkilerini ve bu çevrelerin desteğini, ordu engelini aşmak için kullandığını düşünmekte, bu yönde davranmaktadır. Ordu engelini aşmak için uluslararası sermayeye ve onun politikalarına yaklaştığı her adımda, aynı zamanda Türkiye’de egemen tekellerden oluşan oligarşiye de yaklaşmakta ve kendisini desteklemiş olan tabanı ile çelişkisi derinleşmektedir. Bu açıdan bir süredir gündemde olan çeşitli yasal düzenlemelerin, hem emperyalist merkezler ve onların işbirlikçisi oligarşi hem de siyasette ve devlette kendine bir yer açmak için uğraşan AKP iktidarının kesiştiği bir noktada bulunduğunu, böyle bir işlev ve anlam taşıdığını belirtmek gerekir. AB yasaları ile ilgili düzenlemeler üzerinde, özellikle MGK Genel Sekreteri ve sonra da Genelkurmay Başkanının orduyu temsilen yaptığı üç noktaya ilişkin açıklamalar dışında hem AKP’nin hem de CHP’nin esastan bir anlaşma içinde olması ve bu üç konuda da düzenlemenin arkasında durduklarını belirtmeleri anlamlıdır.
AKP hükümetinin kamu yönetimi, kamu personel rejimi, yerel yönetimler gibi konulardaki yasa çalışmaları, sendikaların ve işçi hareketinin de gündeminde yer alıyor. Neo-liberal saldırının çeşitli boyutlarının somutlandığı yasalar karşısında tepkiler yükseliyor. Bu tepkiler, özelleştirme, esnekleştirme, taşeronlaştırma gibi uygulamalara karşı çıkışlardan merkezi, üniter devlet yapısının savunulmasına kadar uzanıyor. Varolan devlet yapısının ele alınması, bunun demokratik bir yapılanmayla karşılaştırılması ve devletin demokratikleştirilmesinin tartışılması sorunun bir yönünü oluşturur ya da böyle olduğu söylenebilir. Ancak sorunun daha önemli yanı, doğrudan işçi sınıfının haklarına, kazanımlarına, sosyal devlete yönelik saldırıların, demokratikleşme tartışmalarının arkasına gizlenmesidir. Bu yüzden öncelikle öne çıkartılması gerekenler bu doğrultudaki düzenlemelerdir.
Aslında uygulanmak istenenler, burjuvazinin bilinen talepleridir. Bunlar arasında, devlet ve yerel yönetim işletmelerini özelleştirme, kamu çalışanlarını sözleşmeli konuma geçirme, sermayenin istediği düzenlemeleri getirerek çalışma koşullarını kuralsızlaştırıp ağırlaştırma, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, örgütsüzleştirme, sosyal hakların tasfiyesi, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve diğer sosyal kazanımların özel sektöre devir yoluyla yok edilmesi gibi amaçlar bulunmaktadır. Bu uygulamalar, devlet yapısının biçimi, yönetim kademeleri, merkezi ve yerel düzeylerin birbirlerine göre ağırlıkları, özerklik dereceleri gibi sorunlarla aynı türde değildirler. Dolayısıyla ‘özerkleştirme’, ‘demokratikleşme’ örtüsünün arkasında ‘özelleştirme’ gizlenmek istenmektedir. Asıl amaç, hakların, kazanımların, örgütlülüğün yok edilmesidir. Devlet örgütlenmesinin, hizmetlerinin ağırlığı yerel düzeye de merkezi düzeye de kaydırılsa, bu düzenleme, özelleştirme, işsizleştirme, sendikasızlaştırma için bir fırsat olarak, bir örtü olarak kullanılmaya çalışılmaktadır.
Öte yandan, küreselleşme adına merkezi ulusal devletin zayıflatılması, yerelleşme, emperyalist sermayenin politikalarıyla da uyumludur. Emperyalizme bağımlılığın daha sıkılaştırılması, daha doğrudan biçimler alması açısından varolan devletler zayıflatılmak, hatta gerekirse aradan çıkartılmak istenmektedir. Doğrudan askeri müdahalelerle olduğu gibi, işgal, ilhak, sömürgecilik türü doğrudan bağımlılık biçimlerini yeniden denemek üzere, en azından bu doğrultuda adımlar atılmaktadır. Ancak hangi boyutu söz konusu olursa olsun emperyalist saldırıya direnmek de varolan devleti, onun merkezi yapısını savunmaktan, korumaktan geçmez. Devlet ve iktidar, emperyalizmin işbirlikçilerinin elindedir. İşbirlikçileriyle emperyalizm arasında tali çelişkilerden söz edilebilse bile, emperyalizme karşı direnç, mücadele, işbirlikçilerinden, varolan devletten, iktidardan beklenemez. Emperyalizmin ve işbirlikçilerinin temel çıkarları ortak olduğu gibi, hem emperyalist burjuvaziye hem işbirlikçi burjuvaziye karşı direnebilecek, mücadele edebilecek güç işçi sınıfıdır, emekçilerdir. Küreselleşmeci, neo-liberal, sömürgeci, vb. bütün boyutlarıyla emperyalist saldırıyı durdurmak, geri çevirmek için işçi sınıfı kendi gücüne güvenmeli, bağımsız mücadelesini yükseltmelidir.
HAZİRAN 2003
7
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com