Ana sayfa

Kapitalizmin çıkışı yok

ÇÖZÜM SAVAŞ MI?

Artık, insanlığa verecek hiç bir şeyi olmayan, ürettiği her metanın faturasını kan ve gözyaşı olarak insanlığa ödeten ve bu kısır döngünün dışında bir şey üretme yeteneğini de yitirmiş olan kapitalist sistem, sahnede kalmaya devam ettiği her saat, dünyanın her türlü dengesini, insana, tarihe, topluma ve doğaya ait olan olumlu ve güzel her şeyi katlederek varlığını sürdürebilecektir. İşçi sınıfının yenik, dağınık ve en kötüsü kendi potansiyeli ve yeteneğinin bilincinden uzak olan bugünkü durumu, kapitalizmin fazladan sahnede kaldığı her saatin nedenidir de.

 

 

Genel olarak işçi sınıfı mücadelesinin, özel olarak sosyalizmin, Berlin duvarının yıkılışında simgeleşen yenilgisinin sonucu olarak gelişen, işçi sınıfı ve halklara yönelik emperyalist saldırı, artarak sürüyor. Her ne kadar, kendisine muhalefetleri ve direnişleri kaçınılmaz olarak artırsa da, esas olarak emperyalist saldırı, karşısında oluşan muhalefete rağmen, tehlikeli boyutlara tırmanıyor.

Emperyalizm kazandığı zaferi en büyük maddi kazanıma çevirebilmek için, etkinliğini, egemenliğini güçlendirmeye, sömürüsünü yoğunlaştırmaya, kendisine bağımlılıkları sıkılaştırmaya çalışıyor; karşısındaki muhalefeti ezmek için baskısını, şiddetini artırıyor. Bush yönetimiyle birlikte, özellikle 11 Eylül El Kaide eylemini etkin bir şekilde kullanan emperyalist saldırganlık, her türlü ideolojik örtüsünden sıyrılarak, çok daha açık bir hal aldı. Güvenlik adına hak ve özgürlüklerin çiğnenmesinin meşrulaşmasından ve ‘ulusal güvenlik ve kriz yönetiminin’, olduğu kadarıyla ‘demokrasi söylemi’nin yerini almasından da öte, artık, açık askeri müdahaleler, savaşlar, askeri işgal yönetimleri sürekli gündemin birinci sırasına yerleşmiş durumda. Doğal zenginlikler, başta enerji kaynakları ve bunların taşınma hatları, emperyalist denetimin daha doğrudan biçimler alması çabaları çerçevesinde askeri müdahalelere, saldırılara konu oluyor: Kosova - Balkanlar, Afganistan - Orta Asya ve şimdi de Irak - Ortadoğu.

Tırmanan saldırganlık ve emperyalizmin gücünü sınırsızca dünyaya dayatması, en ön planda göze batan gelişme eğilimi olmakla birlikte, bu, tekdüze, tek yanlı bir olgu da değildir Bir yöndeki gelişme, içinde çelişkileri barındırmakta, karşıt yöndeki eğilimleri, gelişmeleri de beslemektedir. Emperyalizmin saldırganlığının, hakimiyetinin güçlenmesi, bir taraftan emperyalist saldırganlığa karşı çıkışları, muhalefetleri gündeme getirirken, diğer taraftan da emperyalistler arası çelişkileri de ortaya çıkarmaktadır. Emperyalizmin zaferiyle ortaya çıkan tek kutuplu yeni dünya düzeni, aynı zamanda bu kutbun başını çeken ABD’nin ileri atılıp diğer emperyalistler aleyhine konumunu güçlendirme çabasına da sahne olmaktadır. Bu ise, emperyalistler arası çelişkileri keskinleştirmekte, çok kutupluluğun koşullarının gelişmesine yol açmaktadır.

Emperyalistler arası çelişkiler, öncelikle ABD ile başını Fransa ve Almanya’nın çektiği Avrupa arasında gelişirken, Japonya, Rusya vb. de, bu arada kendi emperyalist çıkarlarını koruma, ileri sürme alanları açma çabasına girmektedir. Daha önceki emperyalist müdahalelerde, Kosova’da, Afganistan’da, diğerleri, ABD’nin tek başına müdahalesini mümkün olduğu kadar engellemeye çalışıp engelleyemedikleri noktada da buna ortak olarak pay iddia etmeyi ve genel emperyalist paylaşım mücadelesinde ABD’ye kaptırdıklarını azaltmayı tercih etmişlerdi. Irak operasyonu hazırlıkları sürerken ise, emperyalistler arası çelişkiler, daha da keskin boyutlara ulaştı, Avrupa Birliği ve NATO’da çatlaklara yol açtı. Almanya ve Fransa, ABD’nin tek başına hakimiyetini güçlendirmesine karşı açıktan adımlar atarken, ABD de, İngiltere’nin yanısıra, İtalya, İspanya ve Doğu Avrupa ülkeleri gibi başka güçleri kendi tarafına çekerek saflaşmanın Avrupa’nın içine taşınmasını sağladı. Bu saflaşmalar ve kilitlenmeler, NATO’nun işlevsizleşmesi ve ömrünü tamamlaması değerlendirmelerini gündeme getirirken Avrupa Birliği süreci üzerine de kuşkular yaratıyordu. Avrupa Birliği, Avrupa’daki emperyalistlerin, emperyalistler arası rekabette, başlarını ABD ve Japonya’nın çektiği odaklara karşı durabilmek, mücadele edebilmek için güçlerini birleştirmeleri ihtiyacının ürünüydü. Ancak Atlantik’in iki yakası arasındaki saflaşmanın Avrupa Birliği’nin içine yansıması, şimdi, Avrupa Birliği’nin büyümekteki, etki alanını genişletmekteki başarısının ABD yandaşı bir eğilim tarafından sulandırılmak, içten içe zayıflatılmak pahasına olması konusunda soru işaretlerine neden oluyor.

Avrupa Birliği - Türkiye ilişkilerinde de bu nokta, hep dikkate alınan, değerlendirilen etkenler arasında öne çıkan bir etken oldu. ABD’nin Türkiye’nin AB’ye üyeliği doğrultusunda yaptığı baskılar, tam da bu nedenle belirgin bir biçimde tersine tepkilere neden oldu. Avrupa Birliği liderleri, bu şekilde ABD’nin AB’yi sulandırmaya çalıştığından açıkça söz ettiler.

Türkiye bütün bu gelişmelerin ve dünya çapındaki çelişkilerin düğüm noktasındadır. Balkanlardan Ortadoğu ve Orta Asya’ya uzanan enerji kaynakları ve paylaşım mücadelesi konusu alanların coğrafi konum olarak ortasında olduğu gibi, kültürel, siyasi, toplumsal yapısıyla da Batı ile Doğunun arasında köprü işlevine uygun durumdadır. Askeri olarak ise ABD’nin gündemdeki Irak operasyonu açısından vazgeçilmez bir önemde bulunmaktadır. Tırmanan süreç içerisinde, Türkiye’nin artan diplomatik ve askeri trafiğin odağı olması da yine Türkiye’nin konumundan kaynaklanmaktadır.

Bütün bunlar, bugün dünyadaki gelişmeler içerisinde Türkiye’yi özel bir yere oturturken, aynı zamanda Türkiye’nin gündemindeki sorunları da birbirine bağlamaktadır. Seçim sonuçları ve AKP hükümetinden Irak savaşına, AB üyeliğinden Kıbrıs sorununa kadar bir dizi sorunun paralelliği ve zamandaşlığı, tesadüf olmaktan öteye özellikler taşımaktadır. Bütün bu sorunlar arasında, ABD’nin Irak savaşında Türkiye’ye ihtiyacı ve buna yönelik olarak bir taraftan baskı bir taraftan rüşvet politikası, zincirin halkalarını birbirine bağlayan ortak bir hat olarak yakalanabilir. Bu çerçevede ABD’nin Türkiye’nin AB üyeliği için baskısı, Türkiye’nin Irak savaşına katılması için rüşvet paketinin bir öğesi olarak değerlendirilebilir. Üstelik Türkiye’nin bu neredeyse yarım yüzyıllık özleminin karşılanması, ABD’nin cebinden çıkacak bir şey de değildir. ABD’nin baskısıyla, Türkiye’nin AB üyeliği gerçekleşse, hem kendisi için bir şeye mal olmadan karşılığında Türkiye’nin Irak savaşında desteğini isteyeceği için, hem de Türkiye aracılığıyla Avrupa Birliğini daha da ‘sulandırabileceği’ için, bu bir anlamda ABD için ‘bir taşla iki kuş vurmaktır’. Ama bu aynı zamanda tam da AB’nin bu baskıya direncinin nedenidir. İşte bu noktada da Kıbrıs sorununun aynı dönemde gündeme getirilmesi önem kazanmaktadır. Eğer Kıbrıs sorunu çözülebilirse bu da karşılık olarak Avrupa Birliği’nin kazanımı olur. Bu anlamda bütün bu sorunlarda belirli bir tutum alan ve ısrarla bunun gerçekleşmesi için baskı yapan ABD, AB üyeliği ve Kıbrıs sorunlarına ilişkin alışveriş ya da en azından bu doğrultudaki çabaları karşılığında, Irak savaşına ilişkin taleplerini gündeme getirme, hepsini bir paket olarak dayatma tutumunda gözükmektedir.

Bu pazarlıkların aldığı daha da açık ve ‘ahlaksız’ biçim, doğrudan para hesabı üzerinden yapılandır. Fransa, Türkiye’nin ABD’ye teslimiyetini engellemek amacıyla IMF içerisindeki kendi varlıklarını ileri sürmeye çalışırken, IMF heyeti görüşmeleri sürdürmeye Türkiye’ye gelmek için, meclisten üslerin ABD tarafından yenilenmesine ilişkin kararın çıktığı güne kadar beklemiştir. Askerlerin ülke dışına gönderilmesine ve ABD askerlerinin ülkeye gelmesine ilişkin kararlar meclise getirilmeden önce ise, bakanlar, ‘yardım paketini’ tartışmak için ABD’ye gitmişlerdir. İstedikleri miktarı koparamayınca hükümet, bu defa da kararları meclise getirmeyi ertelemiştir.

Bu noktada ise, AKP hükümetinin işlevi belirginleşmektedir. AKP tabanı, özellikle Müslümanlık temeli üzerinde önemli bir çoğunluğuyla Irak savaşına karşı olan Türkiye toplumunu büyük ölçüde yansıtmaktadır. Türkiye toplumundaki savaşa karşı muhalefeti bastırabilmek, Türkiye’yi ABD yanında savaşa sokabilmek açısından en uygun araç, tabanı en fazla bu kesime yakın olan bir oluşumdur. Muhalefetin tepkileri bu partinin içerisine yansıyarak onun çeşitli kademelerinde bastırılıp etkisizleştirildiğinde, farklı kanallara yönelmesi, farklı boyutlar kazanması da engellenmiş olur. Gerçekten de liderinden, başbakanından, milletvekillerine ve elbette ki geniş tabanına kadar son ana kadar savaş karşıtı geçinen AKP, kritik an geldiğinde rolünü oynamış, kapalı görüşmenin de arkasına gizlenerek, mecliste büyük çoğunlukla Irak savaşı doğrultusunda ABD’nin talep ettiği üslerin yenilenmesi kararını almıştır.

DEĞİŞEN GÜNDEM, DEĞİŞMEYEN SORUNLAR

Irak savaşı, Kıbrıs sorunu ve AB üyeliği, takvimleri neredeyse bütünüyle çakışan, birbirleriyle bağlantılı konular olmalarına rağmen, gündeme daha çok birer birer getirilmeye çalışıldılar. Seçimler döneminde gündem öncelikle AB’ye adaylık sorunu üzerinde odaklandı. Avrupa Birliği savunucusu bir eksende seçim kazanan AKP, Amerikan desteğini yanına alarak, hemen Avrupa başkentlerinde üyelik pazarlıklarına girişti. Ancak “yoksa NAFTA’ya gireriz!” türünden tehditler ve ABD’nin yoğun baskıları ters tepti, AKP, AB’den istediği cevabı alamadı, üyelik görüşmeleri bir başka bahara kaldı. Seçimler ve hükümet değişikliğine yol açan süreçte saflaşma, bir yanda Avrupa Birliği’yle bütünleşme isteyenlerin ‘demokrasi savunuculuğu’, öte yanda geleneksel despotik yöntemlerden taviz vermek istemeyenlerin ‘yurt savunuculuğu’ biçimlerini alıyordu. Bu biçimde ortaya çıkan safların AB ve karşısında ABD yandaşlığı şeklinde yorumlanması ise, Türkiye’nin AB’ye üyeliğinde asıl ısrar edenin ABD olması nedeniyle, pek de gerçekçi olmuyordu.

Kıbrıs sorunu, gündemde AB’ye üyelik sorununun yerini alırken aynı saflaşmalar da biçim değiştirip yine aynı temel üzerinden varlıklarını sürdürüyordu. Geleneksel politikaların savunucuları, statükoyu korumaya çalışmaktan yana çıkıp bu amaçla artık Kıbrıs Türklerini korumak yerine Türkiye’nin güvenliğini korumak gerekçesini ileri sürerek müdahalenin işgalci karakterini açığa vuran konumlara varıyorlardı. Öte yandan da hükümetteki AKP, çeşitli emperyalist merkezlerdeki pazarlıklar çerçevesinde çözüm yandaşı kimliğine bürünüyordu.

Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesi sonucunda ortaya çıkan yapının hiçbir zaman dünya kamuoyunca tanınmamasının yanısıra, sürecin gelip dayandığı nokta maddi beklentilerle de birleşince, çözüm talebi, şimdiye kadar görülmeyen bir ölçekte Kıbrıs Türk toplumunu sardı. Annan planı, belli ki, bugüne kadarki sayısız girişim çerçevesinde, Türk tarafının taleplerini en yüksek ölçüde karşılıyor. Türk toplumunun çoğunluğunun plandan yana olması, buna karşılık Rum toplumunun çoğunluğunun plana karşı olması ve seçimlerde bir zamanların EOKA liderine oy vermesi bunun bir göstergesi sayılabilir. Ama planın bu niteliği, varolan yapıyı ne yapıp edip sürdürmek çabasında olan Denktaş’ın, Kopenhag zirvesinde, Avrupa Birliği’ne üyelik pazarlıkları kapsamında dayatılan planı imzalamasını sağlamaya yetmedi. Bununla birlikte çözüm için çalışmalar ve ısrarlar da sona ermedi ve 28 Şubat takvimi çerçevesinde sürdü. Bu ise, Kıbrıs, AB, Irak savaşı konularının birbirleriyle bağlantılı olmasına, bunların bir paket olarak dayatılmasına dayandırılabilir. Bunların hepsinin arkasındaki ABD dayatması, bölgedeki ABD çıkarlarıyla, özellikle Irak savaşında ABD’nin Türkiye’ye duyduğu ihtiyaçla açıklanabilir.

Burada yine AKP’nin işlevi belirginleşmektedir. AKP uzlaşmaz çıkarları uzlaştırma, aynı anda birbirine karşıt çıkarların hepsini birden savunma imkansız işini üstlenmiş görüntüsü vermektedir. Yığınlara dönüp savaşa karşı olduğunu anlatırken, ABD’yle savaş pazarlığı yapmaktadır. Hem TÜSİAD’a hem MÜSİAD’a yaranmaya çalışır gibi görünürken, bir gün bir taraftan diğer gün diğer taraftan azar yemektedir. Emekçilerin yoksulluk koşullarını biraz olsun hafifletecek önlemleri vaat eder, gündeme getirirken IMF programından sapmayacağına da yemin etmektedir. Elbette ki, böyle birbirine karşıt çıkarların, iki tarafı da eşit şekilde tatmin ederek uygulanması hiçbir şekilde mümkün değildir.

Ama bu garip görünen durumun, şaşkınlıktan ya da kararsızlıktan öteye bir açıklaması olması gerekir. Karşıt çıkarların aynı anda ve aynı ölçüde birlikte savunulması mümkün olmadığına göre, bu yanlardan birisinin belirleyici olması gerekir. Eğer gerçekte yanlardan birisinin çıkarları temsil ediliyorsa, görünüşte diğer yanın çıkarlarının savunulması da aslında çıkarları gerçekten savunulan yana hizmet ediyor demektir. Dolayısıyla sorun, belirleyici olan yanın saptanması, hangi yanın çıkarlarının gerçekten, hangi yanın çıkarlarının ise görünüşte savunulduğunu çözümleyebilmektir. Belki bunu elinden geldiği kadar gizleyebilmek, gerçekte çıkarlarını savunmadıklarının da çıkarlarını savunuyor görüntüsünü sürdürebilmek için, AKP, bir ölçüde iki tarafa da yarayan adımlar atmaya çabalayacaktır. Yine de eninde sonunda uygulamaları, kaçınılmaz olarak AKP’nin gerçek yüzünü, gerçekte kimin çıkarını savunduğunu ortaya koyacaktır. Ama buna kalmadan, bu sonucu beklemeden de, sorunun cevabını bulabilmek gerekir.

Bu cevap ise, egemen sınıf, yığınlar ve siyasi temsilciler arasındaki ilişkilerde yatmaktadır. Toplumun küçük bir azınlığını oluşturan egemen sınıfın egemenliğini sürdürebilmek için bunu gizlemeye, egemenliğini yığınların egemenliğiymiş gibi göstermeye ihtiyacı vardır. Bu anlamda bir siyasi hareketin yığınların çıkarlarını savunuyormuş görüntüsü arkasında egemen sınıfın çıkarlarını savunması buradan kaynaklanır. Hatta yığınların çıkarlarını egemen sınıfa kabul ettirebilmek için bunlardan taviz verilmesi biçiminde yaratılan görüntü, aslında tam da egemen sınıfın çıkarlarını yığınlara kabul ettirmeyi kolaylaştırır. Bu durumda o siyasi hareketin tabanının, yığınsal olarak bileşiminin sınıfsal niteliği ile çıkarlarına gerçekte hizmet ettiği kesimin sınıfsal niteliği farklıdır ve bu fark da karşıt çıkarlar arasındaki çelişkiye karşılık gelir. Bütün bunlara dayanarak, Müslüman Türk halkına en yakın parti görünmesinin, yoksul yığınlardan oy almasının, orta burjuvazinin MÜSİAD’da örgütlenen tekelleşen kesimlerine dayanmasının, AKP’nin, emperyalizmin ve oligarşinin, ABD’nin, IMF’nin ve TÜSİAD’ın çıkarlarına hizmet etmesini, politikalarını uygulamasını kolaylaştırdığı ileri sürülebilir. Bu da AKP’yi, bu Irak savaşı koşullarında, başta ABD, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarlarına en uygun hükümet durumuna getirir.

Emperyalizmin saldırganlığının ve işbirlikçiliğinin bu kadar açık boyutlar alması, diğer yandan, savaşa karşı muhalefet hareketlerinin yükselmesine, yaygınlaşıp geniş boyutlara ulaşmasına da zemin sağlamaktadır. Öte yandan emperyalistler arası çelişkilerin keskinleşmesi de manevra alanı ve olanak yaratarak savaş karşıtı hareketlerin gelişmesini kolaylaştırmaktadır. Bu yıl Davos zirvesine alternatif Porto Allegre zirvesi, savaş karşıtı muazzam bir odağa dönüştüğü gibi, başta ABD, İngiltere, İtalya, vb olmak üzere dünyanın bir çok yerinde savaş karşıtı gösteriler uzun zamandır görülmeyen boyutlar almaktadır.

ABD askeri harekata meşruiyet kazandırmak için BM’de destek aramaktadır. Savaş karşıtı muhalefetin tepkileri emperyalistler arası çelişkilerle bir araya gelince ABD’nin işi zorlaşmaktadır. ABD’ye karşı Fransa’nın başını çektiği bir direnç sürüyor gözükmektedir. Ama daha önceki operasyonlarda olduğu gibi, bir kere Amerikan saldırısı başlayınca bu direncin bitip operasyona katılmaya dönüşmeyeceğinin garantisi yoktur. Daha önemlisi ise, emperyalizmin doğasıdır. Savaşa karşı muhalefetin etkisi ve esas olarak emperyalistler arası güç dengesi üzerinden bu savaş engellenebilse bile, emperyalistler arası çelişkiler, dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesi devam ettiği sürece, yeni savaşlar çıkacaktır. Yeni bir dünya savaşına, üçüncü emperyalist paylaşım savaşına giden yol ise, böyle yerel savaşlardan geçer.

ULUSLARARASI KAMPLAŞMA

İkinci Emperyalist Savaş sonrası oluşan dengeler ve bu dengeleri ifade edip sürdüren kurumlar, sosyalizmin ve sınıf mücadelesinin sahneden çekildiği şartlarda ve o ölçüde anlamsızlaşmış oldu. Kuşkusuz bu durum, bir sabah kalkıldığında farkına varılan ve artık bu dengelere, bu dengelerin kurumlarına gerek yoktur dedirten türden bir anlamsızlaşma süreci olmamıştır ve esas olarak süreç devam etmektedir. Rekabetlerinin düşmanlığa dönüşeceği belirsiz bir süre boyunca bir arada kalacakları kesin olan tarafların, soğuk savaş dönemi boyunca oturmuş, açıktan ya da dolaylı olarak emperyalist kampın yararına çalışan BM ve NATO gibi en önemli kurumlarını, en nihayetinde doğrudan farklı kurumlaşmalara yönelecekleri zamana değin içinde birbirleriyle ilişkilenecekleri platform olarak gördüklerini söylemek, kesinlikle yanlış olmayacaktır.

Üçüncü bir paylaşım savaşının öngünlerinde olmamız, kafasız kapitalistlerin bütün dünyayı tehlikeye atma basiretsizliğinin sonucu değildir. Japonya, Kuzey Kore’yi vurabileceğini, Kuzey Kore, ekonomik yaptırım tehdidini savaş gerekçesi sayacağını, Amerika, (Irak meselesini söylemeye bile gerek yok) Irak’ın peşi sıra Kuzey Kore’ye bulaşacağını, Afganistan’da ne yapıldığını tam olarak çözmek mümkün bile değilken Karzai’nin, ‘bu arada Afganistan’ı unutmayın’ diye Batılı dostlarını uyarmasını, binlerce ton bombanın kendisi için atıldığını düşünmemiz istenen Bin Ladin’in Irak operasyonu öncesi yine sahneye çıkabilmesini, vb.ni üst üste koyduğumuzda, bu karmaşanın bir kaç kişinin deliliğinin ürünü olduğunu ileri sürmek, en hafifinden bir tanımla, ciddiyetsiz kaçacaktır. Bu tablonun üstüne, Almanya ve Fransa’nın yanlarına Rusya ve Çin’i de alarak ABD’yi dizginleme çabalarını eklersek, işin gerçek ağırlığı ortaya çıkacaktır.

Soğuk savaş boyunca (siz bunu komünizme karşı kutsal ittifak diye okuyun), ABD’nin arkasında dizilenler, emperyalist sistemin liderliğini yapan bu ülkenin, savaş sonrası ganimet talebi karşısında şaşkınlığa düşmüşlerdir. Şaşkınlıkları, sadece, ikinci savaşın yarattığı ortamdan en fazla yararlanmasının katkılarının etkisi tartışılmaz olan Amerikan ekonomik ağırlığının eziciliğinden değildir. Ne kadar büyük olursa olsun ABD ekonomisinin bu gücünü sürdürmesi kolay olmamıştır. Bir tek şartla bu gücünü sürdürebilmiş ve bugüne kadar taşıyabilmiştir. Ekonomik gücünü, askeri ve parasal (doların dünya parası olması) alanda destekleyememiş olsaydı eğer, ABD ekonomisi kırılgan borç yapısı içinde bir çok krizle çalkalanabilir, üçüncü dünya halklarının üstünden atlatmayı başardığı bu krizlerle baş başa kalacağı için, kendisi hakkında çok sayıda yanılsama içeren imajını, kolayca bütün dünyaya pazarlayamazdı. Amerikan hayat tarzı ve kültürsüzlüğünün, ezilen halklar ve bağımlı ülkeler üstünde en az Amerikan doları kadar etkili bozucu bir silah olduğunu kabul etmek gerekir. Geçen dönemde ABD’nin müttefiki olan Avrupalıların şaşkınlığının esas nedeni, sosyalizmin sahneden çekilmesi ile başlayan yeni süreçte, her geçen gün ve saatin ABD lehine eşitsiz gelişmeyi beslediği gerçeği karşısında, hazırlıksız yakalanmaları olmuştur. Teorik olarak bildikleri bu gerçek, bir noktada acil önlem almalarını kaçınılmaz kılmıştır.

Bu açıdan iki konuda yoğunlaştılar. Birincisi, doların karşısına Euro’yu bir dünya parası olarak hazırlamaları ve nispeten istikrara kavuşturmaları. Ki bu esas olarak Avrupa ile ABD arasında yeni bir evreye giren ekonomik rekabetle, bu günlerde test edilecektir. İkincisi ise, dünya piyasalarında genel geçer (diğer paralara ölçü veren) olma iddiasındaki para biriminin arkasında, güçlü bir siyasi ve askeri oluşumun durması zorunluluğudur.

Bugünün dünyasında soyut ekonomi diye bir şey söz konusu olamayacağı; ekonomik yapılar, giderek daha çok güç ve manipülasyon anlamına geldiği için AB, Euro’dan sonra bu konuda da bir adım atmış, NATO dışında bir Avrupa Ordusu oluşturmak için harekete geçmiştir. Çünkü ABD, esas olarak kapitalist sistemin derinleşen krizinden, bu sistemin merkezinde yer alan aktörlerinin aynı oranda uzak kalabileceğini düşünmediği gibi, bu krizin faturasının sadece üçüncü dünya ülkelerine havale edilemeyecek kadar yüklü olduğunu da bilmektedir. Kuşkusuz Almanya ve Fransa da öyle...

Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz: Yaşanan ve yaklaşan, emperyalist rekabetin alacağı biçimler, hiç bir olasılığı dışlamamaktadır. Savaş bunlardan en vahim olanıdır ve ne yazık ki barış şarkıları söyleyerek engellenemez. Bu günlerde, iki kutuplu dünyaya methiyeler düzülmesi, Sovyetler’i ‘rahmetle anma’ isteği hiç kimseyi sağlıklı bir sonuca götürmeyecektir. Beğenelim ya da beğenmeyelim Sovyetlerin, kapitalizm dışında bir alternatifi, tarihsel olarak kapitalizm dışında bir olasılığı temsil ediyor olduğu olgusu, kapitalizm içinde emperyalist azgınlığı dengeleyecek bir denge unsuru fikri ve arayışını baştan dayanaksız kılmaktadır. Emperyalist kapitalist sistem içinde düşünülen iki ya da daha fazla kutup, amaçlanın aksine bir sonuç verecektir. Bu durumda, ekonomik rekabet, kaçınılmaz olarak siyasi ve askeri gücü işin işine daha çok dahil edecek, son tahlilde ise bu durum, savaş anlamına gelecektir. Kapitalist sistem içinde, rakiplerin karşılıklı çıkarlarını dengeleyecek bir unsur geliştirmek mümkün değildir. Ortak bir tehlike hissetmedikleri her an, rakiplerini tehlike olarak tanımlamalarının önünde bir engel yoktur.

TÜRKİYE, ABD VE AB

Türkiye, AB ve ABD arasında binamaz kalmış durumdadır. Daha önceki yıllarda ABD ile yapmış olduğu askeri anlaşmalar, stratejik işbirliği düzeyinde tanımlanmaktadır. Bu hiç bir belgeye dayanmayan, Türk yetkililerin ağızlarından düşürmedikleri stratejik işbirliği tanımı, Amerikalılar tarafından yadsınmamakla birlikte hiçbir şekilde yasal bir belgeyle gerekçelendirilmemiştir. Bütün tartışma, olmayan bir ortaklık varmış gibi gösterilerek yapılmaktadır. Tabir caizse Türk Devleti, ‘kendi kendine gelin güvey olmaktadır’. Bilindiği kadarıyla, Amerikan devletinin Kanada, İsrail ve İngiltere dışında stratejik bir başka ortağı yoktur. Böyle bile olsa eşit olmayan güçler arasında yapılmış olduğu için, doğal olarak Türkiye aleyhine sonuçlar üretecektir.

Türkiye’nin ABD politikalarına teslim olması, ABD’nin Irak krizini bahane ederek AB’ne doğrudan müdahalede bulunup, Birliğin kendisini torpillemesi, İngiltere’nin Birlik içinde ABD’nin uzantısı olarak çalışması, Birliğin Türkiye ile ilişkilerinde ikinci bir ABD eli anlamına geleceği bugün tartışılmaz olan üyeliğinin ne kadar ham hayal olduğunu kanıtlayan gelişmelerdir. Bu açıdan, AB’den ve onun müktesebatından uzaklaşıldığı noktada, ABD’nin terör eksenli yeni ideolojik yapılanmasının etki alanına girilecek demektir. Zaten Türk devletinin bu jargona yatkınlığını söylemeye gerek yok. Bu konuda hiç bir doku uyuşmazlığı çekilmeyecektir.

BÖLGESEL DENGESİZLİKLER

Bu aşamada gelişecek olaylara Kuzey Kürdistan’ı, Türkiye’yi ve Türkiye - AB ilişkilerini katmak gerekir. Bütün bu adımlar geri dönüşü çok zor neredeye mümkün olmayan adımlardır.

Türkiye’ye yerleşecek olan ABD askerleri, hükümetin meclisten çıkaracağı kararlarla Türkiye Cumhuriyeti topraklarına geleceklerdir. Bu kararların çıkarılmaması mümkün değildir. Ve esas olarak savaş karşıtı hareketi yanıltmak için sırasıyla bir seri tartışma birbiriyle ilişkili olarak devreye sokulmaktadır. ABD askerlerinin bölgeye gelip gelmeyeceği, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında konuşlanıp konuşlanmayacağı tartışması bütün ciddiyeti ile sürdürülürken, aynı anda, bölgedeki birliklerin hangi ülkenin, Türk mü Amerikalı komutanın mı emrinde olacağı tartışılmaktadır. ABD askerleri oraya uçarak gitmeyeceğine göre, Türkiye’den geçecektir. Ortada kimin komuta edeceği gibi bir sorun olduğuna göre, yabancı birliklerin bölgede konuşlanmasına çoktan karar verilmiş olması gerekir. Bir tartışma bitmemiş gözükürken aslında çoktan bitirilmiş ve bunun sonuçları üzerinden ileriki adımlar tartışılmaya çoktan başlanmış olunmaktadır. ABD açısından Türkiye’de konuşlanmaktan daha önemli olan konu, Türk birliklerinin bölgeye girmeye ikna edilmesiydi ve bu, oltanın ucuna Kürt yemi takılarak başarılmış gözükmektedir. ABD ve İngiltere’deki savaş karşıtı muhalefet de düşünülecek olursa, bundan sonrasında emperyalistler için sorun, nasıl olup da Türk askerinin Bağdat yollarına düşürülebileceği olsa gerek.

Bölgenin, enerji açısından bütün bir kapitalist sistem için taşıdığı önem açısından, bu bölgede hiç bir adımın tesadüflere bırakılmadığını düşünmekte büyük yarar var. AKP hükümetinin, böylesi bir operasyon için düşünülebilecek en uygun seçenek olduğu su götürmez. İç ve dış borç sarmalına alınmış Türkiye devleti, hükümet aracılığı ile doğrudan Amerikan hazinesinin tahsildarı konumundaki IMF tarafından yönetilmektedir. Mecliste görüşülecek olan operasyon ile ilgili tezkerelerin, IMF heyetleri ve Amerikan hazinesinden gelip gidenlere paralel bir biçimde görüşülüyor olması, her şeye rağmen bir terslik çıkması ihtimalini sıfıra indirmek içindir.

Ne oligarşi ne de temsilcisi AK Parti hükümeti, ekonomik ve siyasal sorunlar karşısında, kapitalizmin rasyonelleri içinde bile olsa en ufak bir çözüm gücü ya da buna yönelik bir anlayışa sahip. 1980’li yıllara kadar talan anlayışı dışında kendilerini var etmekte zorlanan Türk burjuvazisi, kapitalist sistemde uluslararası alanda etkinlik göstermek için 80’li yıllarda başladığı yolculuğunu tam bir iflasla sonuçlandırmış gözüküyor. AK Parti bu iflasın yarattığı toplumsal atmosferde, yine oligarşinin denetleyiciliğinde hükümet olduğu noktada, ekonomik performansını, savaş talanına endeksleme beceresi dışında bir etkinlik gösteremiyor. ‘Savaş pazarlığı’, ‘sofrada yerimizi almalıyız’ gibi en hafif tabirle işgalci olarak tanımlanabilecek zihniyet, karşısında “son teklifimiz tavan yapmıştır, başka teklifimiz yok” simsarcılığını bulmuştur. Türkiye’de eğemenlerin, oligarşinin ve temsilcilerinin sorunları karşısında işçi sınıfı ve emekçi halklar lehine geliştirebilecekleri hiç bir çözümleri yoktur. Türkiye’de ve bölgede sorunların çözümü sınıf mücadelesinden ve bölge halklarının sosyalist iktidarından kaynaklanacaktır. Soyut savaş karşıtlılığının emperyalist savaşa karşı sınıf savaşının yükseltilmesi ile, burjuva yanılsamaya zemin hazırlanmasına izin verilmemelidir. Savaş ortamı da, savaşa karşı muhalefette, bölgede sosyalist iktidarların kurulmasına yönelik mücadele için kullanılmalıdır. Türk devleti uluslararası kurumlarca tanınmamış ve meşruluğu olmayan bir askeri olayda doğrudan taraf olmakta ve büyük güçlerin çatışmalarının kendisi üzerinden yaşanması karşısında çaresiz kalmaktadır. Ülke dışına asker gönderme ve ülkede yabancı asker bulundurma tezkerelerinin ve bu tezkerelerin fiiliyata geçmesinin, Devletin iflası anlamına geldiği gizlenmektedir. Öyle ki, bilinmez başka ülkelerin medyasında nasıl kullanılır, ama Amerikan başkanından doğrudan Başkan diye söz etmek adet oldu bile... Onun artık, bütün dünyanın başkanı gibi algılanması isteniyor. Bu durumda onun işbirlikçilerine Başkan’ın gösterdiği coğrafyalara akınlar düzenlemek dışında bir seçenek kalmıyor.

Bugünkü Irak krizinde, baştan bu yana Türkiye, kamuoyuna yansıtılan görüntünün aksine, ABD isteklerine olumlu yanıt vermeye çoktan mahkum olmuştu. Her şeye rağmen Türk Devletinin belli çekincelerle operasyonun dışında kalma talebi, yanı başında bir Kürt Devletinin oluşmasını istememesinden kaynaklanmıştır. Bu nedenle ABD’nin yapacağı bir operasyona uzun süre ayak diremeye çalışmıştır. Yine aynı saikle, bu sefer operasyon kaçınılmaz olduğu noktada, oluşacak Kürt devletini engelleyebilmek, eğer bunu yapamıyorsa, denetlemek için bölgede bulunmayı zorunlu görmektedir. Güney Kürdistan’a girecek birliklerin denetiminin kimde olacağı tartışması bu açıdan önemlidir. Eğer birliklerin denetimi Amerikalılarda olursa, Türk devleti Kürtler üzerinde kendi istediği yaptırımları uygulamak için ABD’den izin almak zorunda kalacaktır. Bu durum da fiili olarak Türk devletinin Kürt politikasının ABDlilere teslim edilmesi dışında bir anlama gelmez.

Sürecin daha ileriki aşamalarını ABD açısından şöyle düşünmek mümkündür. Savaşın nasıl gelişeceği bilinmez ama Irak’ın bundan sonra uzun süre istikrar diye bir sorunu olacaktır. Bu bölgede en istikrarlı gözüken unsur her şeye rağmen Kürtlerdir ve ABD’nin Kürtler üzerine hesap yaptığı bilinen bir gerçektir. ABD’nin savaş sonrası kurulacak ve doğrudan kendine sömürge olarak bağlamayı düşündüğü yeni Irak yapılanması içinde Kürtlerin bir parçası doğrudan rol oynayacaklardır. Güney Kürdistanlı Kürtler böylece ABD’nin vasiliğini, Saddam’a tercih etmiş olacaklardır.

Irak için bundan sonra nasıl bir karışıklık olacağını, Iraklıların nasıl bir direniş sergileyeceklerini ve fiili olarak başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere, ABD yanında yer alan Güney Kürdistanlı güçler ve diğer muhaliflerin hangi bilinmezlikler içine girdiğini zaman gösterecek. Bilinen bir geçek ise, ABD’nin Irak’ı doğrudan sömürgesi yapmak isteğidir. Bu anlamıyla Irak halkı sayılan unsurlar dışında ABD’ye karşı direniş sergileyecektir. ABD’nin hedefledikleri ortadır. Şimdiden kazandığı tek şey ve onun açısından, hiç savaşmadan kazandığı en önemli şey, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içine, esas olarak Kuzey Kürdistan’a yüz bininin üstünde askeri yerleştirmesidir. Bu bölgenin fiili işgali anlamına gelecektir. Şimdilik yasalarla ve meclis iradesiyle gelmiş gözükseler de kolay kolay gitmeyecekleri kesindir. ABD, Irak’ta ya da bölgede dikiş tutturamasa da çoktan Türkiye’yi işgal etmiş sayılır. Peki bu güçler genel olarak ne yaparlar? Bölge petrollerinin ya da enerji kaynaklarının başkaları tarafından kullanılmasını doğrudan kendileri mi engellerler? Kuşkusuz hayır.

ABD İsrail’den sonra bölgede ikinci bir müttefik güç inşa etmek için harekete geçmiştir. Ne İsrail ne de Türkiye, bölgedeki ABD çıkarlarını korumak ve gerekli manevraları yapmak açısından, yeterince güçlü ve esnek değildir. Türkiye çoğunca bölge gücü sayılmamaktadır. İsrail’in ise meşruluğu yoktur. Kendi meşruluğunu bile saldırganlığında bulabilmektedir. Nüfus etkisi açısından gerekli etkinliği kurması mümkün olmamaktadır. Bütün bir Ortadoğu’nun göbeğinde, bir ucu Kafkaslarla ilişkili olarak, Irak topraklarında yapılmaya çalışılan şey bu açıdan değerlendirilmelidir. Yeni bir ülke ve doğrudan ABD’ye bağlı bir yönetim. Bu yönetimde doğrudan bulunacak Kürtler ve özerk Kürdistan bölgesi. Bütün bunlar kuvvetli seçeneklerdir ama hiçbiri mutlak olmadığı gibi tek başına ele alınamaz. Musul - Kerkük bölgesinde konuşlanacak Türk ve Amerikan birliklerinin komutası kimde olacak tartışması, bu özerk Kürt bölgesine ya da doğrudan Kürt Devletine ABD’nin hamilik yapması dışında, ileride tercih edilebilecek bir başka seçeneğe engel olacak gelişmelere karşı hazırlıklı olmak kaygısı anlamına da gelebilir.

SOSYALİZME DEĞİLSE NEREYE?

Artık, insanlığa verecek hiç bir şeyi olmayan, ürettiği her metanın faturasını kan ve gözyaşı olarak insanlığa ödeten ve bu kısır döngünün dışında bir şey üretme yeteneğini de yitirmiş olan kapitalist sistem, sahnede kalmaya devam ettiği her saat, dünyanın her türlü dengesini, insana, tarihe, topluma ve doğaya ait olan olumlu ve güzel her şeyi katlederek varlığını sürdürebilecektir. Bir şekilde onu değiştirme ve bugünkü toplumun sorunlarını çözme, sömürüyü, baskıyı ve her türlü eşitsizliği ortadan kaldırma, insanlığın ve insanın gelişiminin önündeki engelleri sonuna kadar kaldırma potansiyeli olan işçi sınıfının yenik, dağınık ve en kötüsü kendi potansiyeli ve yeteneğinin bilincinden uzak olan bugünkü durumu, aynı zamanda kapitalizmin, fazladan sahnede kaldığı her saatin nedenidir de.

Yaşanan sosyalizm deneyimlerinin olumsuzlukları, komünist ideolojik hegemonyanın kurulmasını güçleştirmektedir. Çünkü ideolojik hegemonya, teorik olmaktan çok pratik bir süreçtir. Bir ucunda emperyalist politikaların yıkıcı sonuçlarının yaşandığı Arjantin, Brezilya, Türkiye gibi ülkelerde muhalefet deneyimlerinin geliştirdiği farklı açılımlar, işçi sınıfı iktidarının reddine doğrudan bağlanabilmekte, böyle yapıldığı ölçüde de genel demokrasici açılımlar kanalıyla, kapitalizm ve burjuva demokrasisine eklemlenmek, ondan bir türlü kopamamak kaçınılmazlaşmaktadır. Sosyalizmlerin yıkılması sürecinden kaynaklanan ve her türden sosyalizm anlayışını etkileyen, genel barış ve demokrasi yanılsaması içinde gelişen, Avrupa Komünizmi ve Yeni Sol anlayışların etkileriyle buluşarak son şeklini alan bir tür sosyalizm anlayışı, Türkiye’de olduğu gibi tüm dünyada da oldukça etkin durumdadır.

Artık barış ve demokrasinin egemen olacağı, komünist dünyanın tehdidinin kalktığını söyleyen, demokrasici söyleminetkisinde oluşturulan sosyalist projeler, dünyanın çivisinin çıkmaya aday olduğu bugünlerde dönüşüme uğratılıp, emperyalist savaşa panzehir geliştirileceği umulabiliyor. “Olay çıkarmayalım, eylem yapmayalım, faşizm gelir” gerekçesinin yakın tarihimizde hangi sosyalizm anlayışının ürünü olduğunu anımsayanlar için ilginç bir benzetme olabilir diye söyleyelim. En kaba şekliyle, “emperyalist sistem çok güçlüdür ve tanklarıyla füzeleriyle her yeri dümdüz edebilir” söylemi, her düzeyde eklemlenerek inşa edilmiş bir retorik oluşturmaktadır. Bu retoriğe göre, sınıf mücadelesi daraltıcıdır ve egemenlerin bu güçlü konumlarında, en geniş yığınlarla karşılarına çıkmak, sınıf mücadelesinin arka plana alınması ve bu yolla en geniş kitleleri bir araya getirecek “kapsayıcı söylem”in etrafından her sınıftan insanın harekete geçirilmesi, örgütlenmesi yoluyla olacaktır. Bu anlayışa göre, genel bir demokrasi söyleminin etrafında kitleleri bir araya getirebilmek mümkündür.

Erken saptamalardan kaçmak adına süreç tanımlarıyla yetinilmesi, gelişen süreçler üzerinde etki şansları ve imkanları sürekli azalan komünistlerin politikasızlıklarını katmerlemektedir. Sonul olanın ve bu durumda savaş seçeneğinin kafasız kapitalistlerin tercihi olarak sunulması, bir bütün olarak kapitalist sistemin çıkarlarının ön plana çıkarılması talebi, savaşa karşı çıkmak adına gericilik savunusudur. Bu fikrin sahipleri, içsel olarak, tarihin sonu tezi ile aynı psikolojik ideolojik zemini paylaşır. Demokrasici söylemle oluşturulmuş barış taraftarlığının, mezardan geçerken ıslık çalmak refleksi ile önemli bir ortaklığı vardır.

Bu yüzden aslında savaş karşıtlığından, barışçılıktan daha önemlisi, emperyalizm karşıtlığıdır, emperyalizmin ve kapitalizmin yok edilmesinden yana olmaktır. İşte bu anlamda ‘ya devrim savaşı engeller, ya savaş devrime yol açar’! Savaşlar, kapitalizmin eşitsiz gelişiminden, emperyalizmden kaynaklandığına göre, savaşsız bir dünya ancak emperyalizmin yıkılmasıyla, ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bu yüzden savaştan kurtulmak için devrim gerekir; bu gerçekleşmemişse, çıkan savaştan devrim için yararlanmak, savaşı iç savaşa çevirmek gerekir. Ağır savaş koşulları sınıf mücadelesini keskinleştirir, devrimci mücadelenin gelişmesi için uygun zemin yaratır. Bu koşullarda işçi sınıfı, diğer ezilenleri yanına alarak emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadeleyi yükseltebilir, devrimi başarabilir. Ama işçi sınıfının devrim mücadelesinin başarısının, bunu burjuvazinin iktidarını devirip kendi iktidarını kurmasıyla tamamlamasının bir önkoşulu da komünist önderliğine, komünist partisine sahip olmasıdır. Bu ise, bir anda ortaya çıkmaz, işçi sınıfının komünist önderliği, komünist işçi partisi, sınıf mücadelesinin inişli çıkışlı çeşitli koşullarında örülmüş, inşa edilmiş olmalıdır. Bu da yine komünizmle işçi sınıfının birleştirilmesi görevinin yakıcılığını, ertelenemezliğini bir kere daha öne çıkartır. İşçi sınıfının komünist partisi yaratılıncaya kadar komünistlerin diğer bütün görevleri tabi kılacakları görev budur, komünizmin işçi sınıfıyla birleştirilmesi, işçi sınıfının ellerinde yükseltilmesidir, başka hiçbir görev bunun önüne geçemez.

KURTULUŞ sosyalist dergi

MART 2003

6

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ