Her ideoloji özünde, alt yapının yani üretici güçler ve üretim ilişkileri toplamının içinde barındırdığı çelişkilerin sonucudur. Bu sonucu ortaya çıkaran dolayımın çeşitliliği ve karmaşıklığı, sonucun kendisini ortadan kaldırmaz.
İREM YALINPALA
Kapitalizm, kendisini feodalizmin kabuğundan sıyırıp atarken aynı zamanda bir devrimler çağını başlatıyordu. Bu o güne değin tanık olunmayan topyekün bir altüst oluş, yeniden kuruluş ve inşa anlamına geliyordu. Köleci toplumun doğuşu, feodalizme evriliş, elbette zor ve karşı zoru gerektirse de (ki üretim araçlarının gelişimi sonucunda ortaya çıkan yeni üretici güçler geçmiş egemen üretim ilişkilerini yıkmak ve yeni üretim ilişkilerini kurmak zorundadır) bu tarihsel süreçlerde zor ve karşı zorun kullanımı burjuva devrimler çağından farklılık arz ediyordu. Burjuvazi için yeni bir sınıf olarak ortaya çıkmış olmak kendi başına yeni bir toplumsal düzen inşa etmek için yeter şartları sağlamıyordu. Feodal üretim ilişkileri içinde hapsolmuş emek egemen üretim ilişkilerinin bir parçası olarak var olduğu sürece, emek karşısında tarifini bulacak bir sermaye sınıfı da söz konusu olamıyordu. Tüm bunlar gelişmekte olan burjuvaziye bir zorunluluğu dikte ediyordu: Emeğin feodalizmin cenderesinden çıkartılması... Bu zorunluluk aynı zamanda egemenlik iddiasında olan bir sınıfın, egemen sınıfa karşı verdiği mücadelede sınıf ittifaklarını geliştirmesi anlamına da geliyordu; Feodal beylere ve onların iktidar araçlarına karşı, burjuvazi ve onunla işbirliği içinde köylülük ve işçi sınıfı. Bu ittifak kendisini Fransız devriminde “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” sloganı ile simgeledi. Yani toprağa ve derebeyine bağlılıktan kurtulmuş ve özgürleşmiş emek ve emek gücünün burjuvaziye pazarlanma serbestliği. Ortaya çıkan bu yeni durum aynı zamanda yeni bir kavram, yani (kapitalist) birey demekti. Burjuvazi kendi devriminin ürettiği bu kavrama sıkı sıkıya sarıldı.
Her ideoloji özünde, alt yapının yani üretici güçler ve üretim ilişkileri toplamının içinde barındırdığı çelişkilerin sonucudur. Bu sonucu ortaya çıkaran dolayımın çeşitliliği ve karmaşıklığı, sonucun kendisini ortadan kaldırmaz. Doğal olarak her ideolojik ürün (söylem, araç, eylem) doğru bir analize tabi tutulduğunda üzerinde kurulu olduğu alt yapıyı bize gösterir. İdeolojilerin analizinin, üzerinde yükseldiği alt yapının ortaya çıkartılmasından başka bir anlamı daha vardır; ideolojilerin neye hizmet ettiği. Bu analiz yapılmadığı şartlarda ideolojilerin yanılsamalı dünyası niyetlerden bağımsız olarak kişi, grup ve sınıfları kendi merkezine çeker, bir tuzağın içine hapseder. Tıpkı birey kavramı gibi. Elbette bugün birey kavramı burjuva devrimler çağının (görece) özgürlükle yüklü anlamından arınmış ve yeni bir içeriğe bürünmüştür. Ama kavram hala içerikte yarattığı tüm yanılsamalı görüntüye karşın kapitalizmin devamı ve burjuvazinin çıkarlarına hizmet eder. Fransız devriminden geriye bugün ne büyülü sloganlar, ne sokaklarda barikatlar kalmıştır ama hala dillere pelesenk bir birey kavramı ve “eşitlik, özgürlük kardeşlik” haykırışları olanca popülerliği ile burjuvazi için vazgeçilmez önemini korumaktadır. İdeoloji dünyasının doğası gereği bu slogan ve kavramlar işlevini yitirmiş, içeriksiz boş kavramlar olarak var olamazlardı; ki öyle de olmamıştır. Dün emeği feodalizm hapishanesinden, kapitalizm cenderesine almak için kullanılan kavramlar; bugün işçi sınıfını o cenderenin içinde tutmak için kullanılan bir işleve bürünmüştür. Elbette birey kavramının bu işlevi kavramın kendisinden bağımsız, kavrama yüklenmiş bir işlev değildir. Hiçbir ideolojik aparat, üzerine bindirilmiş anlamlarla ve gerçeklikle ilişki kurmaksızın gündelik yaşam içerisinde kendisini yeniden üretme ve böylece iş görme şansına sahip değildir. Peki o zaman dün serfleri ‘özgür’(!) işçiler kılan bu kavram bugün hangi gerçekliğin üzerine oturmaktadır.
İnsan, insan olma eyleminin ilk anından başlayarak üretimin nesnesiyle arasında dolaysız bir bağ kurmuştur: İster ilkel komünal toplumda olsun, isterse bunu takip eden sınıflı toplumlarda. Feodalizm sonrası kapitalizmde ise bu ilişki biçimi ortadan kalkmış; sermaye sahibi bir sınıfın ortaya çıkışı ile birlikte sermayenin aldığı yeni biçim sonucu emek, üretim araçları ile kurduğu dolaysız ilişki biçiminden uzaklaşmıştır. Marx’ın emeğin üretim araçlarına ve ürününe yabancılaşması olarak adlandırdığı bu sonuç aynı zamanda bu sonucu üreten sistemin çözemeyeceği bir durumdur. Kapitalizm sisteme ait ve çözümsüz olan her sorunda olduğu gibi bu sorunu da içselleştirmiş, kutsamış, olağan kılmıştır. Kapitalizmde yabancılaşmanın içinde eridiği kavram bireydir. Üretimin taşıdığı tüm toplumsallaşmaya karşın paylaşımda, yani ürün düzeyinde yaşanan tekillik kendisini sistemin kutsadığı birey kavramı içinde ele verir. Ürün düzeyinde ortaya çıkan tekillik emeğin yalnızlaşmasını ve yabancılaşmasını gerektirir. Bu yalnızlaşma ve yabancılaşmanın adıdır birey. Yaşanan yalnızlaşma ve yabancılaşmanın aşılmasının yolunu birey, ürün dışı alanlarda arar. Ürün üzerinde söz sahibi olamama, üretimin ortak ama paylaşımın tekil oluşu ve bu çelişkiyi aşma talebi sistem değişikliği gerektirdiği için kapitalist birey tekilliğini çoğulluğa dönüştürme eylemi için üretim dışı alanlara yönelir. Feodalizmden farklı olarak aile, üretim dışı bir birlik olarak yeniden tarif edilir. Kimlik sorunu adı altında aidiyet arayışı ortaya çıkar. Taraftarlıktan müritliğe evirilen çizgide kapitalist birey yaşadığı yabancılaşmayı çözümsüz bir zeminde, patolojik yapılar içinde çözmeye çalışır. Bugün taraftarlıkla simgeleşen; star tapınmasında ortaya çıkan, burjuva sosyologların ve psikiyatrların adını koyamadıkları sorun budur. Bu sorun kapitalizmin sınırlarını aşamayan her hücrede, her yapıda kendisini üretir. Yapılar isterse kendisini sistem dışı görüyor olsun.
Sosyalizm deneyiminin yenilmesinin ardından, yengisini ilan eden sistemin temel argümanıdır birey. Düne kadar sözde de kalsa moda kavram olan toplumculuk, yerini bireyin kutsanmasına bırakmıştır. Bu kutsama yenilgi öncesi burjuva ideologlarının ilgi alanına girerken, yenilgi sonrası sosyalizm cephesi de kervana katılmış, bayrağın bir ucundan tutar olmuştur. Kişinin yaşadığı yalnızlık ve yabancılaşmanın kısa vadede gerçekleşecek bir devrimle aşılamayacağına dair bilinç altı/bilinçli inanç sosyalist politik dil üzerinde burjuva kavramların egemen olmasına neden olmuş; günlük sosyalist eylemin belirleyeni haline gelmiştir. Yaşanan sosyalizm deneyimlerinde kişinin kendisini toplumla birlikte özgürce üretebilmesine dair kanalların tıkalı olması, emeğin üretim sonucu oluşan kolektif ürün üzerinde irade kullanmasına engel yapının devamı ve bu durumun yenilgi sonrası en çıplak haliyle ortaya çıkması en kestirme yolla sosyalistleri egemen burjuva kavramların kabulüne ve içselleştirilmesine götürmüş, kapitalist birey kavramı bilinçlere sızmıştır. Bu işgal zaten küçük-burjuva tabanıyla sınıftan kopuk sosyalist hareketin tüm dokularına nüfuz etmiş, yapıların bütünsel paralizisine neden olmuştur. Pek çok başka nedenle birlikte sosyalist hareketin yaşadığı eylemsizliğin altında temel bir neden olarak bu ideolojik yenilgiden de söz edebiliriz. Yenilginin aşılması ise, yaşanan ideolojik işgalin ortaya çıkartılması ve yerine marksizmin kavramlarının ikamesi ile mümkün olabilir. Bugün sosyalist hareketi sınıf hareketinden kopartan, sosyalistleri elitist bir algıyla ‘toplum üstü’ bir konuma taşıyan ‘her şeyden önce ben, her şeyin üzerinde ben’ algısı yerine, kendisini üretmenin yolunu diğerleri üzerinden değil diğerleri ile birlikte arayan komünist birey kavramının oturtulması gerekmektedir. Unutmamak gerekir ki yıkılan sistemin içinde komünist insan var edilememişti. Çünkü komünist insan, üretim ve ürünlerinin üzerinde kolektif irade geliştirilmesi ile mümkündür.
Bugün sosyalist hareket içinde vaaz edilen tüm birlik söylemlerine karşın ‘önce ben, her şeyin üzerinde ben’ algısı pratiği belirler durumdadır. Bu pratiğin teorik karşılığı sekterizmdir.
Bilginin süzgecinden geçmemiş, duyguların bulanık dünyasına ait her kavram gibi sekterizm kavramı da bugün taşıdığı gerçek anlamın ötesinde gündelik dilde amorf bir içeriğe sahiptir. Seksen öncesi bir aşağılama sıfatı olarak kullanılan oportünist kelimesinin yerini bugün her nasılsa sekter kelimesi almıştır. (Bu değişimin sağa kayışla bir ilgisi olup olmadığı ayrıca incelenmeye değer olsa gerek). Çoğu zaman bu kelime ile aşağılanmak istenen kişi veya grup uç bir görüşü iknaya kapalı bir biçimde savunmakla itham edilmekte, nesnelliği görmemekle suçlanmaktadır. Saldırıya maruz kalan kişi, kelimenin taşıdığı gizli ‘sol’ ve ‘inanç’ imleri nedeniyle genellikle saldırıya yanıt vermemekte, saldırıyı görmezden gelmektedir. Yazım dilinde sekterizm ve sekter kelimeleri yine benzer bir içerikte ve çoğu zaman polemik tarzı yazılarda kullanılır. Tüm bunlara karşın sekterizm kelimesinin çoğunca unutulan çıplak bir anlamı daha vardır. Kelime kök itibariyle grupçuluk ve grupçu açık anlamlarına da sahiptir. Yani bir bütünün çıkarlarını temsilen kendisine anlam yükleyen bir yapının, bütünün çıkarlarından soyunarak kendi grupsal çıkarlarını öncelliyor olması: İşte bu sekterizmdir. Ve hemen belirtmek gerekir ki bu tarif gereğince sağ sekterizm/sol sekterizm kavramlarından değil salt sekterizm kavramından bahsetmek mümkündür.
Sekterizm küçük-burjuva bir duruştur. Bu duruşu birkaç alt başlıkta tartışmak mümkün olabilir:
1. Sekterizm işçi sınıfını konu alan bilimsel bir tavra sahip değildir.[1]
2. Sekterizm yöneldiği amacı araçlaştırır.
3. Sekterizm grup üyelerinde amaca yönelik pratiği değil, aidiyet duygusunu üretir.
4. Sekterizm gündelik yaşamın sistemde değişimi zorunlu kıldığı sınıf ve katmanlarda değil, varolanı veri kabul eden ve bunda gerçekleşebilecek bir değişime inanmayan sınıf ve tabakalarda karşılığını bulur.
5. Sekterizm çoğul olanı değil tekil olanı önceller.
Bu başlıklar bize neyi anlatır. Öncelikle altı çizilmesi gereken şey sekterizmin küçük-burjuva bir duruş olduğudur. Sınıf bilinciyle donanmış, sınıf tabanlı bir hareket sekterizme yönelemez. Sistemle uzlaşmaz bir çelişki içinde ve bu çelişkinin her gün yaşamsal bir zorunluluk olarak farkında oluş, bireyi önceleyen davranışları dıştalar. Bu durum sol komünizmle yani bir anlamda henüz tarihsel deneyime sahip olmayan, sınıf bilinciyle donanmamış sınıf hareketlerinin acelecilik ve kestirmeciliği ile karıştırılmamalıdır. Sekterizm kapitalist bireyin yalnızlığını ve yabancılığını aşmak için aidiyet duygusunun ürettiği bir duruştur. Bu aidiyet duygusu ‘ben’i önceleyen bir temele sahip olduğu ölçüde grup içinde ve grup üzerinden kendini tamamlamaya yönelir. Sıkça karşılaştığımız şeflik kültürü, liderde şekillenen irade ve aşağıya doğru yayılan hiyerarşi, aidiyet duygusu ile birlikte kapitalist bireyin kendisini nasıl ürettiğinin çarpıcı örnekleridir. Bu nedenle hiyerarşi ve otoriteyi üretenin her zaman disiplin ve illegalite şartları olduğu düşüncesi büyük bir yanılgı payı içerir. Sınıf bilinci ile donanmış, sınıf tabanlı bir yapının işleyişinde kolektif iradenin yerine bireysel irade ve hiyerarşinin egemen olması genellikle nedeni başka yerlerde aranması gereken bir sorun olarak ortaya çıkar. Buna karşın sekterizmle malul küçük-burjuva bir hareketin şeflik sistemini üretiyor olması nedense kimseyi şaşırtmaz. Bugün hoşgörü ve birlik söylemlerinin tüm popülerliğine ve dünün sıkı sıkıya bağlanılan ideallerinin bugün neredeyse unutulmuş olmasına karşın hala demokratizm söylemleri ardında şeflik sisteminin gizleniyor olmasının başka açıklamasını bulmak çok kolay değildir. Elbette yukarıdan aşağıya emir ve kararlar dayatılmamaktadır. Ama bilen ve etkin kişiler aldıkları kararları ikna sistemi ile tabana kabul ettirirler. Bugün demokratizm söylemlerinin üzerine inşa edilen yapılarda kolektif üretim, özgür tartışma ve kolektif kararın yerine bilen kişilerin üretimine ikna olunması ve ‘ortak’ karar kullanılır. ‘İkna’ süreçlerinde bilginin yerini büyü alır. Geçmişe dair anılar, düşler ve içi boşalmış mitlerin buhurlu havasında korkular ve kuşkular yerini itaate ve imana bırakır. Mitler ve büyüler üzerine kurulu bir dünyada amaçlar ‘ben’in üretilmesi, hiyerarşinin ikamesi noktasında araçlaşır. Marksizmin ideolojik bir söyleme dönüştüğü an burasıdır. Artık teoride her türlü çarpıtma, her türlü tahrifat mubahtır. Grup tavrının oluşumuna ve şeflik iktidarının üretilmesine araçlık eden argümanın içeriğinin sol veya sağ temalardan oluşuyor olması ise yalnızca bir ayrıntıdır. Ve sekterizmi bulmak için illa sağa veya sola bakmak gerekmez. Etrafımıza dönüp bakıvermek bazen çok bile gelir. Ve gördüklerimiz hemen yanı başımızda nasıl olup ta demokratizmin sekterizmle örtüştüğünü gösterir.
Bu satırların yazarının Arapça ve onun iğdiş edilmiş şekli Osmanlıca ile çok fazla ilgisi olduğunu söylemek mümkün değildir. Bu konudaki bilgi ve görgümüzün divan edebiyatının altta çevirileri verilen dizelerinden kaynaklandığını ve bununda yeterli olmadığını itiraf etmek gerekir. Ama nasıl ki Marx’ın zaman zaman Latince’yi kullanarak yazılarına etkili ve edebi bir biçim vermesi söz konusu olmuşsa, ülkemiz sosyalist yazınında da arada sırada Arapça, Osmanlıca ya da Latince aktarımlarla metinlere küçük güzellikler katma adeti var olmuştur. Bu konuda her zaman başarılı olamayan, olma iddiası da bulunmayan bu metnin yazarı görüp beğendiği bu tip uygulamaları aşırmaktan da kendisini alamaz. İşte bu alıntılardan bir tanesi de M. Sayın’ın Yeni Öncü dergisinin 23. sayısında kullandığı başlıktır: “El Haya Ül Min El İman”. Yani utanma duygusu imandan kaynaklanır. Gerçekten de doğru. Yıllarca sürdürülen birlik ve sosyalist demokrasi tartışmalarının ardından ulaşmak istediğimiz şeyin “Demokrasiyi öncelikle kendi iç ilişkilerimizde kristalize edecek, batının 400 yıl önce girdiği bireyleşme ve özgür bireyler arasında sözleşme yaparak bir araya gelme” (Kurtuluş 2001 1, s. 56) tutumu olduğunu söylemek için El Haya gerekir. Sosyalizm adına üretildiği söylenen bir teorinin ardında ‘muasır medeniyetler seviyesi’ne çıkma arzusunun olduğunu görmek şaşırtıcı olduğu kadar açıklayıcıdır da. Açıklayıcıdır çünkü; her ne kadar marksist kavramlarla besleniyor görünse de M. Sayın’ın sosyalist demokrasi anlayışı:
Burjuva demokratizminden bir adım ileri değildir;
Tüm birlik söylemlerine karşın parçalayıcıdır;
Bireysel iktidarı, hiyerarşiyi ve sekterizmi üretir;
Bilimden kaynak aldığını iddia etmekle birlikte bilim dışıdır.
Mahir Sayın’ın Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka söylemlerine hayranlıkla başlayan sosyalist demokrasi macerası içerdiği bu anlamlar nedeniyle düş kırıklıkları ve yenilgilerle devam etmektedir. Her ne kadar “Sosyalizm için son şans hiçbir zaman yoktur” (Teorik-Politik Dergi Kurtuluş 10) diye teselli arasa da son şans sosyalizmin değil sosyalizm adına üretilmiş olan yanılgıların olsa gerekir. Bozuk bir çakaralmazla “ilk atışta vurmak da her zaman öyle kolay” (Teorik-Politik Dergi Kurtuluş 10) olmaz. Her ne kadar itiraflarla başlayıp teselli söylemleriyle son bulan sorunu tartışma dışı tutma[2] çabaları Mahir Sayın için yeterli olsa da, kendini sorgulamama tavrı bizim sorgulamamızın önünde engel olmasa gerek.
Sosyalist demokrasi tartışmasında Mahir Sayın’ın sunduğu iki alt başlık söz konusudur. Mahir Sayın bir başlık altına sosyalizm projeksiyonunu koyarken diğer başlık altına örgüt içi ilişkileri yerleştirir. Tek bir kavramın kullanılıyor olması kategorik olarak farklı iki düzlemin üst üste çakışmasına neden olur. İlk soru sosyalizm deneyimlerinde yaşanan hatanın nedeninin ne olduğudur. Böyle bir soruya verilen yanıtta sorun bilim etiğinden aktarma söylemlerle iktidarı elinde bulunduran partinin tekliğinin yanlışlığına indirgenir ve çoğulculuk kutsanır. Bu kavrayış biçimi sosyalizm deneyimlerinde yaşananların karmaşıklığını oldukça basite indirgemeye neden olur. Tek ülkede sosyalizm, üretimin sosyalist yeniden yapılanışı, üretim üzerinde sınıf iktidarı, sosyalizmde sınıflar çatışması vb. soruları merkeze koymadan, farklı görüşlere hoşgörü ve birlikte yaşama gibi etik kavramlarla çözüm inşa etmek düşülen ilk yanlıştır. İkinci yanlış ise bunun devrim öncesi sosyalistler arası ilişkiye ve örgüt içi işleyişe taşınmasıdır. Sosyalizm projesi anlamında sosyalist demokrasi, temel olarak özel mülkiyet ayracında sermaye - emek çatışmasının emek ekseni tarafında kalanların ilişkisini, yani bütünsel olarak tam bir iktidar ilişkisini; iktidarın sınıf içinde kurgulanışını tarif ediyor olsa gerekir. Oysa ki örgüt içi işleyiş (ki biz buna Lenin’den devraldığımız biçimiyle demokratik merkeziyetçilik diyoruz) komünistler arası ilişkiyi konu alır. Bu ilişki nitelik olarak sınıf içi ilişkilerden farklıdır. Bu ayrımın gözardı edilmesi sıkça karşılaştığımız bir yanılgıyı bizlere işaret eder: İşçi sınıfının bütünü ile komünistler, parti ile proletarya diktatörlüğü olarak işçi devletinin aynılaştırılması. Bu birbirine indirgeme bir kez yapıldığında parti iktidara ulaşmada ve iktidarın kullanımında bir araç olmaktan çıkar, iktidarın kendisi haline gelir. Partinin, komünistlerin yegane örgütü olarak tüm sınıfı kapsaması gerekir. Lenin’in sözünü ettiği sınıfa kurmaylık edecek öncüler örgütünün yerini önce tüm sınıfı, sonra tüm ezilenleri ve en sonunda da tüm toplumu örgütlemeyi hedef almış örgüt modelleri alır. Oysaki örgütlemek başka bir şeydir, öncülük etmek başka şey.
Sosyalizmin iktidarında sınıf savaşımı, burjuvazinin tasfiyesi anlamında uzlaşmaz bir çelişki olarak tüm acımasızlığıyla devam ederken; diğer yanda işçi sınıfı ile yedekleri ve ittifakları arasında yaşanan çelişki iktidar ilişkilerinin bir yönünü belirler. İşte bu iktidar ilişkilerinin ortaya çıktığı durum sosyalizmin devlet anlamında yapısını ve sonuç olarak, tırnak içinde bir demokrasi tartışmasını hak eder. Bu tartışma ezelden ebede her derde deva, her şeyi kesen sosyalist demokrasi başlığı yerine Lenin’in terminolojisi ile proletarya diktatörlüğü tartışmasıdır. Lenin, zamanında eleştiri özgürlüğü gibi büyülü kavramlara sığınanlara devrimin ihtiyaç duyduğu disiplin ve demokratik merkeziyetçiliğin çıplaklığı ile yanıt veriyordu. Bugün de sosyalist demokrasi kavramının insanın içinde hoş meltemler yaratan atmosferi yerine proletarya diktatörlüğünün egemenlere korku salan kasırgalarına ihtiyaç yok mudur?
Günümüzün sorunu olarak sosyalistler arası ilişki ve bunun bir alt başlığı olan (ki bu her zaman bir alt başlık olarak ele alınamaz) örgüt içi ilişkiler devrim sonrası sınıf içi ilişkilerden çok farklı dinamikler üzerinden yürür. Öncelikle işçi sınıfının en ileri unsurlarından oluşmuş öncüler örgütü devrim sonrası sınıfsal yapının temsili karşılığı değildir. İkinci olarak sosyalistler arası ilişki aynı zamanda sosyalistlerin işçi sınıfının hangi kesitini temsil ettiği ile de ilişkilidir. Bu nedenle sosyalistler arası ilişkilerle ile örgüt içi ilişkiler aynılaştırılamaz. Üçüncü olarak devrim sonrası işçi sınıfının gerek sınıf içi, gerek diğer sınıf ve katmanlarla çatışmaları daha homojen bir grup içinde teorik/politik tartışma ve savaşımından ayrıdır. Bu nedenle örgütsel sorunlara verilecek yanıt sosyalizmin sorunlarına verilecek yanıttan temelde farklıdır. Bu farklılığın ayırtında olmadan her kapıyı açan anahtar bir kavram icat olunduğunda, bir süre sonra dönüp de sormak gerekir. Gerçekten,
“sosyalist demokrasi nedir? Bir gelecek tasavvuru mu, çoğulcu bir düşünüş sistemi mi, proletarya iktidarının sürdürülebilmesine ve kendini sönümlendirebilmesine imkan verecek bir dünya görüşü mü, örgütsel ilişkilerimizi düzenleyen demokratik merkeziyetçi anlayış mı, ilişkilerimizi şekillendirmesi gereken politika yapma tarzı mı, bürokratik işleyişin panzehiri demokratik bir zihniyet mi?...
‘Sosyalist demokrasi’ nedir? İşçi sınıfı-Sovyet-Parti arasındaki ilişkiler bütünlüğü mü, çok partilik mi, proletarya iktidarının kendisi mi, demokratik merkeziyetçi ilişkiler bütünlüğü mü, eğitenlerin eğitimi mi, yığınlardan öğrenmek mi, sınıf bilincinin taşınması mı?...
‘Sosyalist demokrasi’ nedir? Gerçekten de nedir?
Etik bir seçme mi?
Her düzeyde, herkesin ‘özne’ olduğu, geleceğin ilişkilerinin toplumsal proto-tipi mi?
‘Bir tür varlık olarak insan’ın özgürleşme pratiği mi?
Nedir sosyalist demokrasi ?
..........
Her değerlendirme doğruluk içeriyor, ancak bütünsellikten yoksun oluyor.
Evet ‘sosyalist demokrasi’ bütün sorunsalları dikey ve yatay kesen, bütün düzeyleri dolaysız bir biçimde etkileyen bir şekilde ele alınmalıdır.” (Kurtuluş 2001 1, s. 19)
dedikten sonra sosyalist demokrasiyi anlamadınız diye insanları azarlamak ne kadar ahlaki olabilir. Bir şey her şeyse, aynı zamanda hiç bir şey demek değil midir? Ve insanlar yıllarca anlatılanlardan hiç bir şey anlamamışsa aslında en doğru şeyi anlamış olmuyorlar mı?
Bu hiçlikten gelen kavram üzerine Mahir Sayın her şeye giden kocaman bir birlik projesi inşa eder.
Mahir Sayın’ın birlik projesi, birliğe karşıdır. Kurtuluş’un birlik konusunda temel eksenini oluşturan ‘aynılar aynı, ayrılar ayrı yerde’ ilkesinin inkarıdır. Yapay ayrılıklar yerine sahici birlik önerileri şekillendirilmesi gerekirken Mahir Sayın, var gücüyle bağırmaktadır: “herkes aynı yere, herkes aynı yere”. Çağırdığı yer iyi bir yer olsaydı keşke.
Mahir Sayın’ın geliştirdiği birlik projesi aynı zamanda hep arkasına sığındığı bilim etiği temelli sosyalist demokrasi anlayışına da karşıdır. Bilimde ispatlanmamış her önerme bir hipotezdir. İspatlanıncaya değin her önermenin doğru çıkma olasılığı teorik olarak aynıdır. Bu durum farklı bilimsel veriler üzerinde yükselen önermelerin, sınanma noktasında birbirine karşı meşruluğunu sağlar. Yani her önerme laboratuara girip kendini doğrulama hakkına sahiptir. İşleyiş doğa bilimlerinde oldukça basittir. Toplum bilimlerinde ise izole laboratuar ortamı yaratmak mümkün değildir. Hele söz konusu olan bilimsel sosyalizme dair önermelerse bunun sınanacağı deney ortamı bizzat toplumsal yaşamın kendisidir. Yani bilimsel önerme anlamında devrime ve sosyalizmin inşasına yönelik her düşünce sistematiği bir diğerine karşı aynı meşruluğa sahiptir. Bu durum her ne kadar diğer önerme sahiplerine anlamsız, yanlış vb. gibi görünse bile bir diğerinin var olma hakkını tanımayı gerektirir. İşte Mahir Sayın’ın birlik önermesi de bu noktada açmaza düşer. O sosyalist mücadelenin ve toplumsal muhalefetin tüm seksiyonlarına ‘herkes aynı yere, herkes aynı yere’ diye bağırırken, aynı zamanda bilimi azınlık, çoğunluk ilişkilerine hapsolmaya, parmak sayısına göre var olmaya çağırmaktadır. Anti-kapitalist olma konusunda bile anlaşmamış çevrecilerden, travestilere, troçkistlerden, barışçıl geçiş yanlılarına, anarşistlere değin aslında gerçek anlamda birbirinden farklı pek çok sekt birlik söylemlerinin hipnozuyla bir araya gelebilmiştir. Hayatın gerçekleri kimi zaman en açık kelimelerden daha fazla izah edici olabiliyorken, Mahir Sayın tembel öğrenci vurdum duymazlığında tüm derslere kulaklarını tıkayabilmektedir. Ne zaman ki azınlık çoğunluk ilişkisi işlemeye başlar işte o zaman herkes bindiği geminin tabanının delik olduğunun farkına varır. Azınlığa düşüldüğü an birlik söylemleri çöker, bina yıkılır. İçine düşülen ‘en dar birlik’ azınlık olmayı içine sindirememenin de itirafıdır.
Birliğin bileşenleri alelacele suçlu ilan edilir. Projenin günahları gizlenir, suç örtbas edilir. Mahir Sayın’ın demokratizm macerasının son bulduğu durak sekterizmden başka bir yer değildir.
Oysaki sosyalizmin sorunları mucize kavramlarla çözüm bulunamayacak denli kapsamlı ve karmaşıktır. Örgüt içi işleyişte yaşanan sorunlardan, sosyalist politik yapılarda ortaya çıkan yapay parçalanmaya; devrimin sınıfsal karakterinden, ittifaklar sorununa; sosyalizmin ekonomi politiğinden, iktidar sorununa değin. Ve bu sorunlar için öncelikle kapitalizmin günümüz dünyasında kendisini yeniden nasıl ve hangi araçlarla ürettiğini; devletin Lenin’den yüz yıl sonra meşruiyetini ezilenler üzerinde nasıl sağladığını; sosyalizmin üretim düzeyinde kapitalist olmayan tarzda nasıl inşa edilebileceğin;, eşit işe eşit ücret ilkesinin basit bir paylaşım sorunu olmaktan çıkıp nasıl herkesin üretebildiğince ve herkese ihtiyacı kadar ilkesine evirilebileceğini ve bunu içermeyen bir eşitlik tarifinin kapitalist üretim ilişkilerini üreteceğini; işçi sınıfının ne olduğunu ve işçi sınıfı iktidarının ne olduğunu ve bunun gibi pek çok hayati öneme haiz sorunu tartışmak gerekir. İşte bu tartışma özünde bugünden yarına kendisini dünya devriminin bir parçası olarak inşa edecek bir partinin var edilmesi tartışmasıdır. Düşmanını tariflemeden, kim ve ne olduğunu tariflemeden, neyi nasıl yapacağını tariflemeden ve neyi düşlediğini tariflemeden yaşanan bunalıma kısa yoldan çözümler üretmek küçük-burjuvazinin kolaycı güdülerinin kendini teori alanında üretmesinden başka bir davranış biçimi değildir. Aksine bu duruş düşmanını tariflememekle devrimi, devrimi gündemine almamakla sosyalizmi gündeminden çıkarır. Doğallıkla geriye muasır medeniyetler seviyesine çıkma arzusu kalır Böyle bir duruş bizim amaç gördüğümüz şeyleri araçlaştırmış, bir arada duruşun anlamını aidiyet duygusunun tatminine, küçük-burjuva yalnızlık ve yabancılaşmanın sistem içi çözümüne indirgemiştir. Böyle bir yapıda artık ne örgüt içi hukuktan, ne amaç ve eylem birliğinden ne de ortak düşlerden söz edilebilir. Böyle bir yapıda birisi çıkıp “bazılarımızın da yaşı çok geçti...” (Teorik-Politik Dergi Kurtuluş 10) der ve hala inatla burjuva demokratizme methiyeler düzerek kendi mirası gördüğü iktidarı uzaklardan, hem de çok uzaklardan sürdürmeye devam eder. Bu öyle bir uzaklıktır ki o mirasın içinde birikmiş polis takiplerini, işkenceleri, firari aşkları, özlemleri, ölümleri görmez. Bu öyle bir uzaklıktır ki çöp toplayan kadınları, tinerci çocukları, toprak altında göçükleri görmez. Ve bu öyle bir uzaklıktır ki ‘yeter artık, yeter artık’ haykırışları kapitalist bireyin özgürlükleriyle çınlayan uzak sokakları aşıp ta sağır kulaklara ulaşmaz. İşte sekterizmi aramak için oralara bakmak gerekir. Hemen yanı başımızda hissedip de göremediğimiz; sesi sesimizden, sözü sözümüzden çok duyulan, bizim yerimize düşünüp, bizim yerimize düşleyenlere bakmak gerekir. Çünkü sekterizm ne inançtır, ne de inandıkların uğruna ölmek. Sekterizm ben merkezli düşünmektir, sekterizm başkaları yerine düşünmektir, sekterizm başkalarına düşündüğünü dikte etmektir.
Thomas Kuhn bir paradigmanın aşılabilmesinin ancak o paradigmanın dışında kavramlarla düşünmekle mümkün olduğunu söylüyor. Althusser Marx’ın Hegel’i nasıl aştığını tartışırken Marx’ın ayağını sınıfa basan politik duruşunun belirleyiciliğinden söz ediyor. Yani bir biçimiyle bir paradigmayı aşacak kavramların da ancak pratik-politik bir duruşun sonucu olabileceğini anlatıyor.
Bugün Mahir Sayın’ın sözcülüğünü yaptığı Sosyalist Demokrasi başlığı altında üretilen burjuva demokratizm, yarattığı kavramsal bütünlükle bir paradigma yaratıyor. Yenilmiş, egemen ideolojiyle örtüşük bir paradigma. Bu paradigmanın sonuçları paradigmanın ‘baldırı çıplak’ taşıyıcılarına sezgisel düzlemde yanlışta gelse, sonuçlarına yönelik bir karşı duruşta söz konusu olsa paradigmanın kendisini aşmak mümkün olmuyor. Bu çelişik ve çaresiz durum bizlere sekterizmin grup üyelerinde yaşanan dramını değerlendirmede aracılık ediyor. Çoğu zaman apaçık ortada olan gerçeklere aykırı tutum alış, gerçekleri görmezden gelme, yok sayma dıştan bir gözle bakanları şaşırtıyor. Grup içi dinamikleri kavramadan, grubun davranışlarını çözmek imkansız hale geliyor. Marksizm temelli üretilen kimliklerin kendisi baştan bir karşı koyuş, itiraz tavrı içeriyor olmasına karşın, marksist yapılarda yer alanların ait oldukları yapıya, yapının ürettiği yanlışlara karşı koymuyor olmaları paradoksal bir çelişki olarak ortaya çıkıyor. Kapitalist sistemin günlük yaşam pratiklerinde dayattığı her türlü hiyerarşik otoriter yapıyı reddederken, aynı temelli grup içerisinde üretilmiş öznel hiyerarşi ve otoriteye hiçbir üye karşı çıkmıyor.
Bu şizofrenik durum grup içi egemen kültür ve ritüellerle realize ediliyor. Dışsal her türlü müdahale gruba yönelik bir saldırı paranoyası içinde reddediliyor, yok sayılıyor. Zamanla sistemin kendisine yönelen saldırının aracı olarak tariflenen yapılar sistem içinde sorunların çözülmesinin araçları haline dönüşüyor. Yapılar terapi merkezlerine dönüşüyor, grup üyeleri bir diğeri üzerinden kendisini gerçekleştirmeye yöneliyor. Bir grup üyesi bir kez böylesi bir bilinç durumuna yöneldiğinde artık duruşunun başlangıç referanslarını oluşturan politik ve ideolojik doğrular gerçekliğini yitiriyor, anlamsızlaşıyor. Bu referanslardan kopuş peşi sıra ilkesizliği ve pragmatizmi getiriyor. Reel politik, gündelik çıkarlar genelleşip sınıfsal politikaların yerini alıyor. Reel politiğin hakim unsur haline gelmesi bilen ve etkin kişilerin her türlü marksizm dışı teoriyi iç mantıksal dizgesini yarattığı sürece bilinçlere ikna unsuru olarak pompalamasını kolaylaştırıyor. Oluşan bu sarmal dizge egemen paradigmanın etrafında kırılması zor bir kabuk yaratıp sezgisel tepkilerin bilinçli tepkilere dönüşmesini engelleyen en önemli unsur haline geliyor. Geriye bu kabuğun kırılmasının bir tek yolu kalıyor. Ayağını sınıfsal zemine koymuş, devrimci yaşam biçimini önceleyen devrimci bir duruş.
Mahir Sayın’ın oluşturduğu paradigmanın aşılabilmesinin tek yolu geride kalan arkadaşlar için bu devrimci yaşam talepleri olsa gerek. Henüz devrimci kimliğini küçük-burjuva zaaflarına terk etmemiş, politik ve teorik bir karşı duruş yeterliliğinde olmamakla birlikte, ısrarla devrimci bir yaşam arayışında olan sayıları azımsanmayacak bir kitle kendi kurtuluşlarını insanlığın kurtuluşuyla örtüştürebilme şansını bu tavırlarında üretiyorlar. Bu bir denge durumu. Halen egemen yapı tarafından belirlenen negatif bir denge. Ama tüm durağan görünüşüne karşın içinde barındırdığı çelişkiye bağlı olarak dinamik bir denge. Ve bu dengenin çözümü içinde barındırdığı bileşenlere bağlı olarak iki olasılıklı görünüyor. Ya burjuva demokratizmle örtük sekterizm galip gelecek ya da devrimci yaşam taleplerini komünist ideolojik ve politik bilinç ve eyleme dönüştürmesini bilenler. Çatışmanın belirleyeni ise egemen paradigmanın dışına çıkabilme becerisinde şekilleniyor.
Bu yazı eleştiri dilini kullanmakla birlikte özünde bir yanıt yazısı. Teorinin ve ideolojinin bazılarınca önemini yitirdiği bir zaman diliminde ideolojik mücadeleyi eyleminin başat unsurlarından biri haline getirmeye çalışan marksist bir duruşun ideolojik kirlenmeye verdiği bir yanıt. Entelektüel üretimin yazılı araçlardan sözel araçlara indirgendiği, ideolojik ve politik karşı çıkışların anlık, içerikten uzak dedikodularla, karalamalarla yapıldığı bir dile karşı geleneğin diliyle bir karşı koyuş. Yani illaki marksizm, illaki leninizm, illaki devrim ve komünizm. Yani birilerine göre sekterizm, bize göre bilimsel sosyalizm.
[1] Sonra tekrar dönmek üzere geçerken belirtmekte yarar var. Son dönemde sıkça sözü edildiği gibi marksizmin bilimsel bir kıta olarak değerlendirilmesi bilim yöntemini ve doğallıkla bilim etiğini gündeme getirir. Ama toplum bilimlerinde bilim yöntemi ve etiği doğa bilimlerinden, sonuçlarının, kullanılan yönteme dönük geri belirlenimi noktasında farklılıklar gösterir. Doğa bilimlerinde bilim insanı, bilimsel üretimin ürünü olan bilginin kullanımı ile arasına mesafe koyabilirken(!), toplum bilimlerinde bilimsel üretimin ürünleri teknoloji vb. gibi bir dönüşüme gerek duymaksızın yaşamı belirler sonuçlar üretir. Çünkü her halükarda toplum bilimlerinde bilimsel bilgi toplumdaki sınıfsal yapıyı itiraf etmek ve bunun üzerine geri kalanı inşa etmek zorundadır. Bu ise sistemin kabul etmediği, edemeyeceği bir gerçekliktir. Sistemin kendisini tehdit eden bu gerçeği konu alan bir bilim insanı bilimsel üretimin sonuçları karşısında tarafsız kalamaz. Bu nedenle marksizmde bilimsel yöntem ve bilim etiği tartışması yürütülürken doğa bilimleri ile birebir denklikten söz etmek yerine diyalektiğin bizi zorladığı, her şeyi kendi karmaşıklığı içinde kavrama çabası içinde olmak en doğrusudur.
[2] “Çok geç kaldık.
Koca bir savaş dönemi yanımızdan geldi geçti...
Geç kaldık ve en dar birliğe düştük.
Tarih tekerrür olmasın...”
KASIM 2002
5
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com