İnsan hakları konusu, uzun bir süredir, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık süreciyle de öne çıkmış olarak, önemli bir gündem maddesi. İdam cezasının kaldırılması, anadilde eğitim, vb. insan haklarının tanınmasının Avrupa Birliği’ne katılmanın koşulu olarak vurgulanması, hem insan hakları için mücadele edenlerin hem de siyasi iktidarın ve çeşitli siyasi partilerin, hareketlerin politik tutumlarını belirleyen etkenler arasında başta geliyor, bunları saflaştırıyor.
Avrupa Birliği’ni ekonomik bir birlikten öteye ortak değerlerin ifadesi olarak tanımlayan görüşler yaygın bir kabul görüyor ve benzerleriyle birlikte böyle görüşler, Avrupa Birliği üzerine olan değerlendirmelere de temellik edip Avrupa Birliği’ne karşı alınan tavırları belirliyor. Bu çerçevede, Avrupa Birliği’nin değerlendirilmesi kapsamında, değinilen görüşlerin ve Avrupa Birliği’nin insan hakları konusunda izlediği politikaların ele alınması yararlı olabilir.
Avrupa Birliği’nin kendisini tanımlayan belgelerde, insan haklarından söz edilmekle birlikte, bunlar esas olarak Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine referansla tanımlanıyor. Amsterdam Anlaşması (1997), daha önce Avrupa Birliği Anlaşması’nın temel haklar bakımından İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine gönderme yapan maddesini, “Birliğin özgürlük, demokrasi ilkeleri, insan hakları ve temel özgürlükler ve hukukun üstünlüğü üzerinde temellendiği” biçiminde değiştirdi. Ancak Nice’te ilan edilen Temel Haklar Şartı (2000) üye devletler onayladıktan sonra yürürlüğe gireceği için, Avrupa Birliği’nin insan hakları hukuku, şu an yine kendi hukukundan çok İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesine dayanıyor. Avrupa Birliği’nin bütün üyeleri aynı zamanda Avrupa Konseyi’nin üyeleri olmalarına ve Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesini benimsemelerine rağmen, bu hala Avrupa Birliği’nin ortak hukuku durumuna gelmiş değil. Bu da, Avrupa Birliği bileşenlerinin, birlik süreci sırasında, ortaklık karşısında ‘ulusal egemenliklerini’ koruyup ulusal çıkarlarını dayatabildikleri bir açık kapıya karşılık geliyor.
Başından bu yana Avrupa Birliği tarihi içinde ‘Yurttaş Hakları’ olarak öne çıkan ise, sermayenin, malların, hizmetlerin yanısıra işgücünün serbest dolaşımına ilişkin haklar: bütün üye ülkelerde çalışma, oturma, seyahat, eğitim, sağlık ve benzeri haklar. Bu haklar, tek Avrupa pazarı yaratılması hedefiyle doğrudan bağlantılı. Yurttaş Hakları adına işgücünün serbest dolaşımına ilişkin hakların öne çıkması, kapitalist pazarın ihtiyaçlarının, siyasi özgürlüklerin, demokrasinin tarihsel kaynağı olarak saptanmasıyla, sermayenin ve işgücünün alım-satım özgürlükleriyle bire bir uyumlu.
Burada Avrupa Birliği’nin temel özellikleri de beliriyor. Öncelikle ekonomik bir birlik olan Avrupa Birliğinin siyasi, hukuki, kültürel, ideolojik, diğer boyutları, ekonomik boyuta dayanır, ekonomik düzeydeki birliğin ihtiyaçlarını yansıtır. Tarihi olarak da, Avrupa Birliği’nin kaynağı hiç de ortak uygarlık ya da ahlaki, insani değerler değil, ekonomik birliktir. 1950’lerin başında, Fransa, Almanya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg, İtalya arasında kömür ve çelik sanayilerinden başlayan işbirliği, 1950’lerin sonunda Avrupa Ekonomik Topluluğu’na gelişmiştir.
Avrupa Birliği süreci, emperyalist kapitalizmin gelişme düzeyiyle bağlantılıdır. Artık uluslararası boyutta olan sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, aralarındaki çelişki giderek keskinleşen emperyalist odakları öne çıkartmaktadır. Bu durumda, Avrupalı emperyalistler ABD ve Japonya karşısında rekabet edebilmek, mücadele güçlerini artırabilmek için birleşmektedirler. Ancak hala Avrupalı emperyalistlerin kendi aralarındaki rekabet ve mücadele de ortadan kalkmamıştır. Avrupa Birliği süreci ilerlemekle birlikte, tek tek devletler bu süreç içerisinde kendi çıkarlarını korumaya devam etmektedirler. Henüz ‘ulusal egemenlikler’ yerini Avrupa Birliği egemenliğine bırakmış değildir.
Avrupa Birliği süreci içinde, insan hakları konusunun öne çıkması, belirli bir döneme karşılık düşüyor. 1990’larda Avrupa Birliği’nin (Topluluğu’nun) birlik üyesi olmayan ülkelerle yaptığı anlaşmalarda, uyulmadığı takdirde anlaşmanın feshedilmesine izin veren bir insan hakları maddesi bulunuyor. Bu uygulamanın piyasa ekonomisi savunusuna eşlik etmesi içeriğini açıkça gösteriyor. Söz konusu uygulamanın hedefi, çok büyük ölçüde, kapitalist restorasyon içerisindeki Doğu Avrupa ülkeleridir. İnsan hakları koşulu, ‘komünist rejimlerin geri gelmesine’, yani kapitalist restorasyonun kesintiye uğramasına karşı bir önlem niteliğindedir.
İnsan hakları koşulu, Kopenhag kriterleri (1993) çerçevesinde, yine (tek pazarla bütünleşebilecek) pazar ekonomisi koşuluyla birlikte, Avrupa Birliği’nin genişlemesinin, Birliğe yeni üyelerin katılımının koşuludur. Avrupa Birliği üye adaylarının hemen hemen bütünüyle Doğu Avrupa ülkeleri olması, aynı değerlendirmeyi daha da güçlendiriyor. Amaçlanan, Doğu Avrupa’daki kapitalist restorasyonun bozulmaması, oluşan pazarın Avrupa Birliği’ne katılmasıdır.
Ama elbette bu, belirli bir değerlendirmeyle sorunun temel yanına ilişkin bir saptamadır. İfadelendirmede, resmi politikaların savunulmasında böyle bir sınırlandırma değil bir genelleme söz konusudur. Yani hukuki düzeyde koşullar, belirli ülkelere değil, bütün ülkelere uygulanmak üzere konulmaktadır; farklılıklar, ayrımlar ancak politik uygulama düzeyinde belirmektedir. Bu durum, hak ve özgürlüklerin, burjuva demokratik çerçevede, görünüşte herkes için savunulup gerçekte belirli bir kesimin yararına olmasına benzetilebilir. Bu anlamda, sözü edilen Doğu Avrupa ülkelerinden olmayan Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılımı için de insan hakları koşulunun geçerli olmasında, ileri sürülen koşulların en azından görünüşte, bütün ülkeler için ileri sürülmesi biçiminde bir yan bulunmaktadır.
Avrupa Birliği’nin insan haklarına ilişkin taleplerinin yalnızca görünüşte olduğunu söylemek de tam doğru olmayacaktır. Avrupa Birliği ile ilişkilere bağlı olarak gündeme gelen bu alandaki belirli iyileştirmeler de yok sayılamaz. Özellikle demokratik muhalefetin kendi mücadelesiyle kazanmayı başardığından fazla iyileştirmelerin Avrupa Birliği’nin baskısıyla gerçekleşmesi, işin bu yanına da dikkat etmeyi gerektirir.
Bu açıdan önem taşıyan etkenlerden biri, Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerdeki demokratik gelenekler, geçmiş mücadelelerin kazanımlarıdır. Bugün emperyalizm tarafından mevcut demokratik gelenekler törpülenmekte, kazanımlar tırpanlanmaktadır. Ama sınıf mücadelesi, toplumsal mücadeleler karmaşık süreçlerdir. Yüzlerce yıllık demokratik kazanımlar bir çırpıda yok edilemez. Demokratik haklar, özgürlükler toplumda köklü bir biçimde yerleştiği, benimsendiği için sağlam bir biçimde savunulmakta, direnilmektedir. Yani, bu toplumlarda, burjuvazinin, emperyalizmin saldırısı güçlüdür, ama karşısında işçi sınıfının, toplumsal muhalefetin direnişi de güçlüdür. İşte bu çerçevede, Avrupa Birliği’nin ve belki başka emperyalistlerin diğer ülkelerle ilişkilerinde insan haklarının gündeme gelmesinde emperyalist ülkelerdeki toplumsal muhalefetlerin payını aramak gerekir. Toplumsal muhalefetler, iktidarların başka ülkelerde gericiliği, baskıları desteklemelerine karşı çıkmakta, onları, kurulan dış ilişkilerde de, demokrasiye, insan haklarına saygı göstermeye zorlamaktadırlar.
Sorunun bir başka yanı ise, ülke içindeki ekonomik toplumsal koşulları, ilişkiye girdiği diğer ülkelere ihraç etme eğilimidir. İşçi sınıfının ekonomik olsun, demokratik olsun kazanımları, burjuvazi açısından üretimin maliyetini yükselten, onun karlılığını düşüren etkenlerdir. Zaten her türlü talebin karşısına, rakipleri karşısında karlılıklarının düşeceği, sermayenin ülkeden kaçacağı, işsizlik yaratacağı tehditleriyle çıkarlar. Bu anlamda, burjuvazi için, kendi ülkesindeki insan hakları ya da ekonomik haklar, her türlü kazanımlar, rakipleri, diğer ülkelerin burjuvazileri karşısında dezavantajdır. Buna karşılık, rakiplerinin karlılığını düşüreceği için, başka ülkelerdeki toplumsal kazanımların gelişmesi, bu açıdan çıkarınadır. Bu, çalışma, yaşam, yönetim ve benzeri koşulların yeryüzünde aynılaşması eğiliminin temelindeki bir maddi etkendir. Elbette tek başına ve mutlak olarak değil, ama başka eğilimlerle birlikte ve çatışma içinde, bu eğilim de, bir ülkedeki koşulların, kazanımların, demokratik hakların diğer ülkelere yayılmasında rol oynar.
Bu açıdan, Avrupa Birliği ülkeleri, hem ABD ve diğer Kuzey Amerika ülkeleri, hem de Japonya ve Doğu Asya ülkelerine göre daha da fazla kendi koşullarını ihraç etme ihtiyacındadırlar. Avrupa’da ekonomik ve sosyal kazanımlar, demokratik haklar, insan hakları daha gelişkindir. Bu da Avrupa sermayesinin diğerlerine karşı rekabet gücünü azaltmaktadır. Dolayısıyla sermayenin bu duruma karşı mücadele biçimlerinden biri olarak Avrupa standartlarının başka ülkelerde de yaygınlaştırılması gündeme gelmektedir.
Demokratik hakların, sosyal devletin Avrupa’da gelişkinliğinin nedenini tarihsel süreçte aramak gerekir. Avrupa soğuk savaşın cephesidir. İşsizlik, konut, sağlık, eğitim ve benzeri sorunların bulunmadığı Doğu Avrupa karşısında, Batı Avrupa’daki sosyal devlet, işçi sınıflarının sosyalizme yönelmelerini engellemek için verilmiş tavizdir. Bugün, Doğu’daki kapitalist restorasyonun ardından Batı’daki sosyal devlete de ihtiyaç kalmamıştır. Zaten Batı’daki ve Doğu’daki saldırılar zamandaştır. Batı ile Doğu’da, emperyalizmin kazanıp işçi sınıfının yenildiği süreçler birbirleriyle bağlantılıdır. Bu karşılıklı bağımlılık ilişkileri içinde, Avrupa’da sosyal devlet de dahil, işçi sınıfının, ezilenlerin bütün kazanımları, aslında Ekim Devrimine dayanır, onun ürünüdür. Dolayısıyla, kaybedilenler de Ekim Devriminin kazanımlarıdır ve söz konusu olan, kapitalizmle sosyalizm arasındaki mücadelenin belirlediği bütün bir yüzyılın tarihidir. Bugün uluslararası plandaki egemen eğilimler, biçimlenmeler de, emperyalizmin içinde bulunulan dönemdeki özelliklerini, dünyadaki konumunu yansıtır.
Aynı biçimde, uluslararası düzen, saflaşmalar, dengeler anlamında, yüzyıl tarihi boyunca birkaç dönem ayırt edilebilir. Milletler Cemiyeti, 1. Dünya Savaşı ile emperyalizmin dünyayı yeniden paylaşımının sonucunda oluşan dünya düzenini simgeler. Milletler Cemiyetinin kuruluşu, ‘barışın sağlanması, bir daha 1. Dünya Savaşı gibi bir savaşa yol açılmaması, engel olunması’ iddiasına dayanır. Ama aynı zamanda da 1. Dünya Savaşı sonrası dünya düzeni, emperyalist savaşı kazananların, Versailles Anlaşmasıyla olduğu gibi, kaybedenlere kendi koşullarını dayattıkları, bir biçimde boyunduruk altına aldıkları bir düzendir. Bu dönemde Sovyet Rusya, Milletler Cemiyetine katılmamış, Komintern de Milletler Cemiyetinin emperyalist niteliğini, emperyalizm çağında emperyalist paylaşım savaşlarının kaçınılmazlığını vurgulamıştır.
Gerçekten de Milletler Cemiyeti yeni bir emperyalist dünya savaşını engelleyememiştir. Almanya’nın aşağılanmasını da milliyetçilik temelinde kullanan Naziler iktidara gelmişler, “Yeni Düzen” adıyla dünyanın Almanya lehine yeniden paylaşımını dayatmışlardır. 2. Dünya Savaşı sonrasında ise, yeniden biçimlenen dünya düzeninin ifadesi Birleşmiş Milletlerdir. ‘Yeni bir dünya savaşına meydan vermemek, dünya barışını korumak’ iddiasını bu dönemde Birleşmiş Milletler üstlenmiştir. Bu defa, Potsdam’da, Yalta’da dünyanın etkinlik alanlarına bölüşümü için emperyalistlerle masaya oturan Sovyetler Birliği, Birleşmiş Milletlerde de yer almıştır. Birleşmiş Milletler, bir yandan bütün devletleri kapsayan bir gelişme gösterirken, diğer yandan da beş devletin, ABD, Fransa, İngiltere, SSCB ve Çin’in, Güvenlik Konseyi daimi üyeleri olarak veto haklarıyla Genel Kurul kararlarının uygulanmasını engelleyebildikleri anti-demokratik bir yapıya sahip oldu.
Birleşmiş Milletler tarafından benimsenen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi (1948) de bu çelişkili yapıyı yansıtır. Eşitlik, yaşam, özgür insan olma, adil yargılanma, ayrımcılıktan korunma, vicdan, düşünce, örgütlenme, yönetime katılma ve benzeri yurttaşlık ve politik hak ve özgürlüklerinden öteye, bir yandan mülkiyet hakkının, ailenin, genel oyun korunmasını, diğer yandan da sosyal güvenlik, çalışma, yaşam standardı, sağlık, eğitim, kültür haklarını içerir.
Birleşmiş Milletlerin amaçlarının Avrupa’da somutlandığı Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (1950) ise, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ndeki belirli hakları sözleşmeyi imzalayan devletler için yasal yükümlülük haline getirmek üzere, İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’ni içeren, bağlayıcı bir hukuki belge niteliğindedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden daha dar kapsamlı olduğu gibi, kayıtlarla hak ve özgürlüklerin sınırları çizilmiştir. Avrupa Birliği’nin insan hakları alanındaki tutumu da İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne dayanmaktadır.
2. Dünya Savaşı sonrası, uluslararası dünya düzenini soğuk savaş karakterize etti. NATO ve Varşova Paktı, soğuk savaşın askeri örgütlenmeleri oldu. Yeryüzünü defalarca yok etmeye yetecek azgın bir silahlanma yarışını içeren soğuk savaşa bir yandan da barış, silahsızlanma talepleri eşlik etmeye devam etti. Bu barış, silahsızlanma talepleri çerçevesinde biçimlenen Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (Teşkilatı) süreci ise, bir açıdan da soğuk savaşın sonuçlanması sürecine denk düşüyordu.
Soğuk savaşı emperyalizm kazandı. Geriye Varşova Paktı kalmadı, NATO genişledi. Doğu Avrupa kapitalizme geri döndü. Emperyalizmin dünyayı yeni paylaşımının ifadesi olarak tek kutuplu, New York ya da Washington merkezli, bir Yeni Dünya Düzeni oluştu. Bütün bir soğuk savaşı, ‘hür dünya’ bayrağı altında sürdürmüş olan emperyalizm, kapitalist restorasyonun geri çevrilmesine karşı da ‘insan hakları’, ‘çoğulcu demokrasi’ gibi kavramları öne çıkarttı. Bu politikaların Avrupa’da uluslararası yaptırım düzeyinde önde gelen kurumu da AGİT oldu.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylığı açısından, insan hakları çerçevesinde, ulusal azınlıklar, azınlık hakları gündemde en ön sıralarda bulunuyor. Azınlık haklarının uluslararası planda öne çıkması, yine soğuk savaş sonrası döneme özgüdür. AGİT Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiserliği, bu alanda en önemli kurum olarak belirmiştir. En önemli hedefi de Doğu Avrupa’da rejim değişikliğinden sonra çok uluslu devletlerin dağılıp bölgenin ‘istikrarsızlığa yuvarlanmasını’ engellemek olmuştur. İşte bu çerçevede ileri sürülen azınlık hakları, ulusal talepleri bir ölçüde tatmin ederek böylece bağımsızlık taleplerini bastırmak ve çatışma tehdidini ortadan kaldırmak amacına karşılık gelir.
Uluslararası politikadaki bu gelişme, azınlık haklarının ulusal hakların önüne geçmesi eğilimi, daha önceki dönemlerden köklü bir biçimde farklıdır. Amerikan Bağımsızlık Savaşından beri, ulusal haklar, ulusal devletle, ulusların kendi kaderini tayin hakkıyla ifade edilmiştir. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının savunulması, geçen yüzyılın sonu, bu yüzyılın başında, belirleyici olarak anti-emperyalist bir karakter taşımasının, sömürgelerin, bağımlı ülkelerin emperyalizmden bağımsızlığı doğrultusunda olmasının yanısıra, ABD gibi doğrudan kendi sömürgeleri olmayan emperyalistler açısından yeni-sömürgeci, yani diğer emperyalistlerin sömürgelerini kendi sermayesine açan bir anlama sahip olmuştur. 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde, sömürgelerin bağımsızlaşması ya da yeni-sömürgecilik süreci büyük ölçüde tamamlanmış, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı da Birleşmiş Milletler belgelerinde yer alarak uluslararası politik düzeyde kabulü genelleşmiştir.
Soğuk savaş sonrası dönemde ise, azınlık hakları gündeme gelmiştir. Bu doğrultuda, Avrupa Konseyi’nin Ulusal Azınlık Haklarının Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme (1994) temel belge konumundadır. Bu belgede ulusal azınlıkların dillerini, kültürlerini korumaları, kullanmaları hakları yer alırken, bunlar varolan devletlerin toprak bütünlüklerinin korunması kaydına bağlanmaktadır. Azınlıklar açısından söz konusu haklar, Türkiye gibi azınlık haklarının bile tanınmadığı, ya da belirli azınlıklarla sınırlandığı çerçevede, ileri demokratik haklar, kazanımlardır. Ama azınlık haklarının ulusal hakların, ulusun kendi kaderini tayin hakkının önüne geçirilmesi eğilimi, soruna bambaşka bir içerik kazandırmaktadır. Burada önemli olan, varolan devletlerin veri alınması, devlet, ülke, toprak bölünmezliği kaydının getirilmesidir. O zaman devletin yurttaşlarının etnik açıdan çoğunluğu, ulusal çoğunluk, azınlığı da ulusal azınlık olarak tanımlanabilmektedir. Bu durumda, ulus-devletin her yerde geçerli olduğu varsayıldığı gibi, devlet ulusa göre değil, ulus devlete göre tanımlanmaktadır.
Oysa, her şeyden önce, ulus-devlet her yerde geçerli değildir. Daha doğrusu, Türkiye gibi, bir ulusun kendi devleti aracılığıyla başka bir ulusu bağımlılık altında tuttuğu devletler vardır. Buralarda ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı, azınlıkların haklarından bütünüyle farklıdır ve defalarca daha önemlidir. Dolayısıyla bu durumda azınlık haklarının ulusal hakların önüne geçirilmesi, ulusun kendi kaderini tayin hakkının geriye itilerek bastırılmasından başka bir anlama gelemez.
Diğer yandan ulusun devlete göre tanımlanması, ilişkinin tersine çevrilmesidir. Bütün ulusların kendi ulus-devletlerine sahip olamamalarının yanısıra, ortaya çıkmış olan ulus-devletler de uluslaşma süreçlerinin ürünüdür. Bu süreçlerin temelinde maddi ilişkiler, dil, kültür gibi ortaklıklar üzerinde kapitalizmin gelişebileceği bir ulusal pazarın doğması yatar. Yani devlet, ulusu değil, ulus, devleti tanımlar. Bu anlamda bir ulusun varlığı, onun ulusal devletine sahip olup olmamasından bağımsızdır. Ulusal devletine sahip olmayan bir ulusun kendi kaderini tayin hakkı, aynı zamanda bağımsız ulus-devletine sahip olma hakkıdır.
Azınlık haklarının ulusal hakların, ulusların kendi kaderini tayin hakkının önüne geçirilmesi, küreselleşmeyle, soğuk savaş sonrası emperyalizmin politikalarıyla bağlantılandırılabilir. Doğu Avrupa’nın ‘barış’ içinde kapitalizmle bütünleştirilmesinden, kapitalist restorasyonun tamamlanmasından öteye, bu, emperyalizme bağımlılıkların artırılmasıyla da uygunluk içindedir. ‘Küresel yurttaşın insan hakları’ olarak azınlık haklarının vurgulanıp ulusal bağımsızlığın geriye itilmesi, ulusal devletin zayıflayıp karşısında emperyalizmin, emperyalist tekellerin konumlarının güçlenmesine de uygundur.
Birçok düzeydeki çeşitli çelişkilerin karmaşık bir bütünlüğü olarak uluslararası toplumsal saflaşmalar da kolaylıkla ayırt edilemeyen karmaşık bir görünüm almaktadır. Yerel ya da toplumsal muhalefetlerin ulusal devletlerin hakimiyetine, baskısına karşı yükselttikleri talepler, ulusal devletleri zayıflatarak kendilerine bağımlılıkları güçlendirmeye yönelen emperyalistlerde kendine savunucu bulmakta; emperyalist sömürüden aldıkları payın küçültülmesine karşı direnmek için işbirlikçi rejimler, anti-emperyalist sloganlar öne sürmektedirler. Özellikle toplumsal muhalefetlerin zayıflığı ölçüsünde, egemen sınıfların kendi aralarındaki mücadeleler ön plana çıkmakta ve egemen sınıfların değişik kesimleri, diğerlerine karşı mücadelede ezilenleri kendilerinin peşine takmaya, toplumsal muhalefetin gücünden yararlanmaya çalışmaktadırlar. Toplumsal mücadelelerde egemen sınıflar arası mücadelelerin öne çıkmasının, toplumsal muhalefetlerin, egemen sınıfların farklı kesimlerinin destekçisi olmaktan kurtulamamalarının politik düzeydeki ifadesi de, düzen sınırları çerçevesindeki taleplerin, politik önermelerin öne çıkması, politik gündemlerin düzen içi çekişmelere, ikilemlere tutsak olmasıdır.
Sorun, egemen sınıfların dayattığı ikilemleri kırmak, sayısız yanları, ilişki ve çelişkileri gündeme alabilmektir. Bunun gerçekleşebileceği zemin ise, egemen sınıf politikalarının, toplumsal muhalefeti egemen sınıfların kuyruğuna takan politikaların karşısına bağımsız bir politika dikebilmektir. Bağımsız komünist politika öne çıktığı ölçüde, politik gündem egemen sınıfların çizdiği çerçevelerin dışına çıkacak, düzen içi ikilemler kırılacak, aşılacaktır. Bağımsız politikayla, tüm sorunlar düzen sorununa, devrim sorununa, sosyalizm sorununa bağlanabildiği ölçüde, toplumsal saflaşmaların görünümü değişecek, egemen sınıflar arası mücadeleler arka plana düşerken kapitalizmle sosyalizm, burjuvaziyle proletarya arasındaki çatışma öne geçecektir. Toplumsal sorunların çözümü, düzenin değişmesi, devrimin, sosyalizmin güncelleşmesi de, böyle bir gelişmeye karşılık düşer.
Bu çerçevede, komünist politika açısından, devrim mücadelesinin, sosyalizm mücadelesinin temel alınması önem taşır. Yani düzen sınırları içerisindeki her türlü reformlar, iyileştirmeler, devrimci mücadeleye bağlıdır, onu güçlendirmeye hizmet etmelidir. Varolan hakların düzeyindeki bir gelişmenin egemen sınıflar tarafından mücadelenin pasifize edilmesi, bastırılması için kullanılmaması, aksine kazanımların üzerine basarak mücadelenin yükseltilebilmesi için bu ilişkinin doğru biçimde kurulması önemlidir. O zaman reformlar, iyileştirmeler, devrimci mücadelenin yükselmesinin yan ürünü olduğu gibi, bu mücadeleyi daha da güçlendirir.
Avrupa Birliği ile bütünleşme sürecine ilişkin politik tutum saptanmasında da, bunlar söz konusudur. Avrupa Birliği yandaşları ve karşıtları arasındaki saflaşma, politik gündeme damgasını vurmaktadır. Sorun, politik tercihi, emperyalizmin işbirlikçileri ile milliyetçiler arasındaki bir tercih olmaktan çıkarabilmek, bu egemen sınıf tercihlerinin karşısına işçi sınıfının bağımsız tercihini koyabilmektir.
Bu bakımdan, öncelikle sürecin emperyalist niteliği ortaya konulmalıdır. Ama sürecin insan haklarında sağladığı belirli iyileştirmeler de yok sayılamaz. Önemli olan, iyileştirmeleri, düzenin değişmesi, devrim mücadelesinin yan ürünleri olarak ele alan, devrim mücadelesini, sosyalizm mücadelesini temel almaya hizmet eden politik tutumlar saptamaktır. Bu açıdan, bir yandan insan haklarını ve tüm demokratik hakları, düzen içerisinde gerçekleştirilebilecekleri ölçüyle sınırlamadan, tam bir tutarlılıkla, sonuna kadar talep ederken, diğer yandan da sermayenin emperyalist Avrupa Birliğine karşı, işçi sınıfının, sosyalizmin Avrupa ve ondan da öteye dünya birliğini öne çıkartmak doğru olacaktır. Birliğe girmek yoluyla imkanlarının oluşacağı söylenen ‘Emeğin Avrupası’ gibi yaklaşımlar, sermaye birliğinin üzerinden ve onun sağladığı olanaklarla ve yine sermayenin izin verdiği, kendisine yedeklediği bir yolun savunulması olacaktır. İşçi sınıfının ve sosyalistlerin bütün dünya yüzünde birbirleriyle buluşması ve her düzeyde birleşmesi için, sermayenin icazetine gerek duyanlar, enternasyonalizmin yerine kozmopolitizmi ikame etmek dışında bir işlev görmezler.
AĞUSTOS 2002
4
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com