Emperyalist açık saldırı politikasının desteği ideolojik araçlarının dünya çapında egemenliği açısından dönüm noktası ise, 11 Eylül El Kaide eylemidir. Amerikan gizli servislerinin göz yumması, hatta işbirliği hala tartışma konusu olan bu eylemin ardından dünya kamuoyuna ‘özgürlük, demokrasi’ söyleminin yerine ‘güvenlik, müdahale’ söylemi egemen kılınmıştır.
Emperyalizmin, egemenliğini doğrudan bağımlılık ilişkileriyle güçlendirmeye yönelik dünya çapındaki saldırısı artarak sürüyor. Dünyanın iki kutba bölünmesine dayanan soğuk savaşın bitmesi ve ‘kutupların ortadan kalkması, barış, küreselleşme, yeni dünya düzeni’ demagojisi perdesi arkasında ‘duvarın yıkılması’, Doğu Avrupa’da kapitalist restorasyon, emperyalizmin muharebeyi kazanmasına karşılık geliyordu. Ardından karşı kutbun zayıflatılıp teslim alınmasına hizmet eden, ‘barış, uzlaşma, küresel çıkarlar’ demagojileri, amaca ulaşıp işlevlerini tamamladıkça, yerlerini açık saldırganlığa ve bunu destekleyen yeni ideolojik öğelere bıraktılar. Bu açıdan en önemli dönüm noktası, oğul Bush ve Dick Cheney ekibinin Amerikan yönetimine geçmeleri oldu. Egemenlik odağının sermayenin mali, iletişim, bilişim, yeni teknolojiler gibi kesimlerinden petrol, enerji, silah, ilaç sanayileri gibi kesimlerine kaymasını da yansıtan yeni yönetim, dünya çapında uzlaşmacı girişimleri geri çekip çatışmaları körükleyen bir yönelim geliştirdi. Doksanlı yıllar boyunca sürdürdükleri ticari faaliyetlerindeki sahtecilikler gittikçe su yüzüne çıkan Bush ve Cheney ikilisinin başında bulunduğu Amerika’nın ekonomik bunalımı bitecek gibi değil. Amerikan tarihinin en büyük on şirket iflasının altısı son bir yıl içinde gerçekleşti. Sanal ekonomi’nin güçlü ve yükselen şirketlerinin sahteciliklerinin bu dönem birbiri ardına iflaslarının açıklanması milyonlarca insanı mağdur etmiş bulunuyor.
Dünyanın iki kutba bölünmesinin yerine ‘barış, küreselleşme, yeni dünya düzeninin’ ileri sürüldüğü dönemde, çeşitli çatışma bölgelerini oluşturan Güney Afrika, Filistin, İrlanda, Keşmir, Kürdistan, Kıbrıs, Timor, vb. bir dizi sorunun çözümü gündeme getirilmişti. Bu süreçlerden Güney Afrika gibi, o dönemde tamamlanabilenler döneme uygun çözümlere vardı. Filistin gibi, o dönemde tamamlanamayanlar ise, yeni dönemin politikasına uygun olarak çıkmaza girdi. İsrail’in Oslo anlaşmasından vazgeçmesi ve yeniden Filistin topraklarını işgale girişmesinin dayanağını Amerikan yönetiminin saldırgan politikasında bulduğu ortadadır. Emperyalist açık saldırı politikasının desteği ideolojik araçlarının dünya çapında egemenliği açısından dönüm noktası ise, 11 Eylül El Kaide eylemidir. Amerikan gizli servislerinin göz yumması, hatta işbirliği hâlâ tartışma konusu olan bu eylemin ardından dünya kamuoyuna ‘özgürlük, demokrasi’ söyleminin yerine ‘güvenlik, müdahale’ söylemi egemen kılınmıştır.
Bugün, Batı’nın, emperyalizmin, hatta esas olarak ABD’nin güvenliğinin, her şeyden, örneğin uluslararası hukuktan, devletlerin kendi toprakları üzerindeki egemenliklerinden, bağımsızlıklarından, vb. önde geldiği kabul ettirilmektedir. ‘Kendi güvenliğini sağlamak için terörizmin neden olabileceği tehlikeleri önleme’ gerekçesiyle dünyanın neresi olursa olsun müdahale edebilme hakkı savunulmakta ve yerleştirilmektedir. Bu yönelimin başlangıçları, önceki dönemde, Somali, Irak, Bosna, Kosova, vb. müdahalelerle atılmıştı. Şimdi de aynı politika, en belirgin olarak Afganistan müdahalesi, Irak’a müdahale hazırlığı ile, ayrıca Filipinler’den Gürcistan’a, Yemen’den Kolombiya’ya kadar bir dizi ülkede Amerikan silahlı kuvvetlerinin yerel kuvvetlere yardımcı görünümünde gerçekleştirdikleri operasyonlarla sürdürülüyor. Pakistan ve Hindistan’ın eşiğine kadar geldikleri savaş da yine soğuk savaş sonrası dünyadaki dengelerin değişmesine dayandırılabilir. Emperyalizm, soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin müttefiki Hindistan’a karşı Pakistan’ı desteklerken, bugün doğrudan Hindistan’la ilişkilenmeye yönelmektedir. Saldırgan konumunda bulunan Hindistan’ın silahlarının önemli bir bölümünü İsrail’den temin etmesi, gerilimlerin kaynağı hakkında fikir vermektedir. Aşama aşama Doğu Avrupa ülkeleri, NATO’ya alınırken, Rusya’yla da NATO çerçevesinde ilişkiler ilerletilerek belirli bir hiyerarşinin hakim kılındığı tek kutuplu dünya düzeni sağlamlaştırılmaktadır.
Geçen dönemden bugüne müdahaleler politikası geliştirilirken dikkat çeken bir değişim, askeri müdahalelerin adına yapıldığı otoritenin Birleşmiş Milletler’den NATO’ya, oradan da doğrudan doğruya ABD’nin kendisine kaymasıdır. Bu aynı zamanda, dünyanın geri kalanı karşısında emperyalizmin ve emperyalist kamp içerisinde de ABD’nin hegemonyasının kazandığı gücün göstergesidir.
Söz konusu gelişme, diğer yandan, emperyalistler arası çelişkileri de içermektedir. Başını Bush yönetiminin çektiği açık saldırganlık politikası, bir yandan genel olarak emperyalizme bağımlılığın artırılması doğrultusunda olduğu için bütün emperyalistlerin ortak çıkarlarını temsil etmekte, diğer taraftan da Amerikan emperyalizminin askeri üstünlüğünü, diğer emperyalistlere karşı da güçlendirmek, kendi çıkarlarını gözetmek ve geliştirmek için kullanmak çabasını ifade etmektedir. Bu temelde, Avrupa Birliği ve Japonya, esas olarak ABD politikasını izlemekle birlikte, zaman zaman da ayak sürüyerek ya da direnç göstererek ABD karşısında kendi çıkarlarını korumaya çalışmaktadırlar. Bölgesel çatışmaların dozajı gittikçe artmaktadır. Hammadde, enerji ve pazar alanlarının paylaşımı noktasında emperyalist kampı oluşturan tarafların ciddi bir savaşı göze almadan önce hazırlıklarını oluşturması olarak değerlendirebileceğimiz yaşadığımız bölgesel gerilimler dikkatle takip edilmelidir. Bu hazırlıkları bir çeşit mevzilenme olarak değerlendirmek hiç de yanlış olmayacaktır. Avrupa Birliği ülkeleri neredeyse mutlak olarak ABD etkinliği anlamına gelecek bu yeni askeri mevzilenmelere cepheden karşı çıkmaktansa, içinde yer alıp, ileride gelişecek olaylara göre, nispeten olanaklarını çoğaltmayı tercih etmek zorunda kalmaktadır. Bu durumu ABD’nin Irak operasyonu öncesinde Türkiye’nin içinde bulunduğu açmazla karşılaştırmak, bize şaşırtıcı benzerlikler sunacaktır. Türk Devleti, engel olmayı ya da önüne geçmeyi başaramayacağını düşündüğü bu savaşın dışında kalırsa bazı fırsatları kaçıracağını; savaşın seyrine göre söz hakkını kaybedeceğini ve bu yüzden, kendi devlet bütünlüğü noktasında tehlike olarak gördüğü gelişmeler karşısında çaresiz kalacağını düşünmektedir. İçinde bulunduğu ekonomik teslim olmuşluk ve çaresizlik koşullarında, askeri ve savaşa dayanan bir dizi gelişmenin, alt emperyalist olma hayalini tetiklediği de bir gerçektir. Tekelci burjuvazi içinde bulunduğu koşullardan bir yanda AB eksenli açılımlar, diğer yanda ise yeni bir savaş ekonomisi içine girerek sıyrılabileceğini düşünmekte, düşüncesi bütün korkularına rağmen bu yönde ilerlemektedir.
Diğer yandan şimdiki zamanın rakipleri, gelecek zamanın kaçınılmaz düşmanları olacak olan AB, ABD ve Japonya arasında, gönüllü olmayan bu yan yana duruş, her bir rakip açısından, açık düşmanlığın ve doğrudan birbirleriyle savaşacakları günlerin ertelenmesi anlamına gelen bir uzlaşma olarak değerlendirilmelidir. Kapitalistlerin ekonomik krizlerinin katlanılmaz ve ertelenemez olduğu bir aşamada, ekonominin ve onun yoğunlaşmış biçimi olan siyasetin, askeri biçimi olan savaşın devreye girmesi kaçınılmaz olacaktır. Bu noktada, Rusya’nın da açıktan savaşın ertelenmesi ve bugüne ait uzlaşma taraftarı olduğu, mutlak Amerikan etkinliğinin kabulü anlamına gelen NATO üyeliğini, üstelik eşit olmayan şartlarda, oy hakkı olmadan kabul ettiğini belirtmekte yarar var.
Uluslararası askeri ve siyasi diplomasinin tam boy ABD etkinliğinde gerçekleştirdiği Afganistan müdahalesi Orta Asya’nın petrol, doğal gaz, enerji kaynaklarının Hint Okyanusu’na ulaştırılması alanının denetimi için, bir yandan genel olarak emperyalizmin, diğer yandan da diğer emperyalistler aleyhine ABD’nin, doğrudan bölgeye askeri olarak yerleşmesidir. Bunun kanıtı ise El Kaide militanlarını yakalamak gerekçesiyle gönderilen askerlerin elleri boş dönmelerine sinirlenip, Afgan köylülerinin düğününü bombalamalarıdır. Bu çelişkili durum diğer emperyalistlerin bir yandan müdahaleyi desteklerken, bir yandan da bunu sınırlamaya çalışmalarında yansımaktadır. Yine aynı çelişki, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi oluşumunda, bütün dünyadaki müdahalelerinde kendi askerlerine dokunulmazlık elde etmeye çalışan ABD ile Avrupa Birliği arasında belirmiştir.
Kısmi direnişlerine, sürece belirli muhalefetlerine, bir ölçüde yavaşlatmaya çalışmalarına rağmen, diğer emperyalistler de başını Bush yönetiminin çektiği politikayı esas olarak izlemektedirler. 11 Eylül’le üst boyuta sıçrayan gericilik dalgası, Amerika’nın ardından Avrupa’yı da sarmış, ırkçılık, yabancı düşmanlığı, milliyetçilik, faşizm, militarizm tırmanışa geçmiş, kitlesel yaygınlık kazanmıştır. Bu ideolojik ve politik ortam, çeşitli ülkelerdeki seçim sonuçlarında da kendisini göstermektedir. Fransa ve Hollanda’da da seçimleri sol partiler kaybedip sağ partiler kazanmış, ayrıca faşistler önemli bir varlık göstermişlerdir.
Yine yeni dönemde gelişmelerin yönünün değişmesinin bir parçası olarak Kolombiya’da barış süreci sona ermiş, uyuşturucu kaçakçılığına karşı mücadele gerekçesiyle getirilmiş olan Amerikan kuvvetleri iç savaşa girişmiş ve devlet başkanlığı seçimlerini, gerillalara karşı savaşmak için silahlı milisler oluşturmayı savunan aday kazanmıştır.
Öte yandan Amerikan ekonomik bunalımı, emperyalist saldırganlık politikasının daha da tırmandırılması için itici güç olmaktadır. Enron ve WorldCom gibi dev şirketlerin batma noktasına gelmesi, ekonomik bunalımın hızlı atlatıldığı iddialarını gölgelemekte, bunalımın içinde ortaya çıkan yolsuzluklar ve skandallar, genelde güvensizliği de artırırken, çöküntüden çıkışın gerçekleştiğinin hiç de kesin olmadığını da göstermektedir. Amerikan ekonomisinin bunalımı, yavaşlaması, rakiplerinin, Avrupa’nın nispi güçlenmesine yarasa da, aynı zamanda içinde bu yavaşlamanın, durgunluğun onlara da yayılması potansiyelini barındırmaktadır. Bu anlamda dünya kapitalizminin eşzamanlı bunalımı olasılığı da yine vardır.
Özellikle Amerikan emperyalizminin rekabetine karşı durabilmek, bunalımdan güçlü çıkabilmek için, Avrupalı emperyalistler, aralarındaki ekonomik, siyasi, askeri birlik sürecini ilerletmeye, hızlandırmaya çalışıyorlar. Bu süreç, aynı zamanda, tek tek emperyalistlerin birbirlerine karşı kendi çıkarlarını korumalarını, birlik süreci içerisinde kendi paylarını geliştirme, diğerlerine üstün olma mücadelesini de içermekle birlikte, ortak çıkarları çerçevesinde de, bunların süreci aksatıcı etkisine karşı durmaya, Avrupa Birliği’ni güçlendirmeye, geliştirmeye çalışıyorlar. Aralarındaki çıkar çatışması, süreci yavaşlatma, durdurma, hatta geri çevirme olasılığı taşısa da, esas olarak sürecin dinamiği içinde şu ya da bu hızla daha sıkı bir birlik doğrultusunda ilerleme sürüyor. Avrupa Birliği’nin varolan üyelerinin birliğinin sıkılaştırılmasından öteye, etkinlik alanının büyütülmesi için genişlemeye yöneliniliyor. Ancak Avrupa Birliği’nin varolan uygulamaları çerçevesinde gelişmemiş, yoksul bölgelere, üyelere fon aktarılması, genişleme sürecini tartışmalı bir hale sokuyor. Yeni katılacak ülkelerin bu biçimde maddi yardıma ihtiyaç duymaları, hem şu an fonlardan yararlananları kendilerine düşecek payın azalması nedeniyle, hem de bütçelerinden bu fonları destekleyenleri kendilerinin aktaracakları miktar artacağı için rahatsız ediyor. Bu da Avrupa Birliği’nin genişlemesini zorlaştırıyor ya da bir ölçüde sancılı bir sürece çeviriyor. Bu durumda siyasi ihtiyaçlar ve daha uzun vadeli ekonomik çıkarlar ağır bastığı ölçüde, Avrupa Birliği’nin kendisine yeni üyeler katacağı söylenebilir. Ama belki de, maddi kaynak aktarmadan etkinlik alanını genişletmenin, çevresindeki başka ülkeleri kendisine bağlamanın yolu, üye devletlerin eşitlenmesinin gözetilmesinin kaldırılmasında ya da farklı üyelik veya birliğe bağlanma biçimleri yaratılmasında bulunabilir. Böyle bir yapılanmayla da, bir yüzyıl önce kurulan metropoller ve sömürgeler ilişkisi arasında benzerlik düşünülebilir. Ama ne biçimde olursa olsun, genel olarak bu politikaların temelinde, emperyalizmin sömürüsünü sürdürebileceği kendisine bağımlı alanı büyütürken aynı zamanda da merkezi, kendi zenginliğini koruma, göç, vb. etkenleri, kale gibi sınırlarla ya da tampon bölgelerle, denetleme, durdurma amacı bulunmaktadır. Avrupa ülkeleri içinde yükselen yabancı düşmanlığı, en sağından merkez partilere ve solculara kadar her kesimi etkinliği altına alarak, AB’nin bu yönde bir birlik politikası geliştirmesinin önündeki engelleri temizlemek için uygun ortamı yaratmaktadır.
Emperyalistler arası çıkar çatışması temelinde, etki alanlarının genişletilmesi çabaları, işbirlikçi burjuvazi nezdinde kendisine yerli ortaklar bulmaktadır. Türkiye’de de tekelci burjuvazi, çıkarını Avrupa Birliği’ne katılmak olarak saptamış ve bu politikasının çeşitli toplumsal kesimlere egemenliğini sağlamıştır. Ancak Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılabilmesinin ekonomik koşullarını yerine getirebilmesinden çok önce, bu katılımın siyasi koşullarının yerine getirilmesi bile engellerle karşılaşmış, Avrupa Birliği yandaşı ve karşıtı olarak isimlendirilebilecek bir saflaşma ve bölünme ortaya çıkmıştır. Belirli demokratik özgürlükler türünden Avrupa Birliği standartları, siyasi yapının çeşitli kesimlerince direnç ve karşı koymayla karşılaşmıştır. Özelikle geleneksel devlet yönetimi politikalarını destekleyen kesim, MHP, vb. başta Kürtlere ilişkin hakların genişlemesine yol açabilecek değişikliklere tahammül gösteremeyecek bir çizgiyi sürdürmektedir. Avrupa Birliği’nin azınlıklar politikasının temelinde –azınlık haklarını ulusal hakların yerine ikame ederek– mevcut devletlerin toprak bütünlüğünün korunması amacının yatması, azınlık haklarında bile bölücülük tehlikesi bulan bu kesimin tavrını etkilememektedir.
Avrupa Birliği yandaşlığı ve karşıtlığı biçiminde gelişen ve koalisyon hükümeti içerisinde de ifadesini bulan saflaşma ve mücadele, sonunda DSP’nin bölünmesi ve hükümet bunalımına kadar varmıştır. Ecevit’in sağlık sorunları öne çıkartılarak sürdürülen kampanya, İngiltere basınında önemli yankı bulmuş ya da başlatılıp desteklenmiş gözükmektedir. İngiltere’nin Irak, Kürdistan ve genel olarak bölge ile ilgisi dikkat çekicidir. Ayrıca Avrupa Birliği ile ilişki içinde Türkiye’ye biçilen ABD destekli rol ve İngiltere’nin Avrupa Birliği içinde ABD ile yakın ilişkili konumu göz önünde tutulunca, dikkatimizi daha bir yoğunlaştırmamız gerekir.
DSP’nin bölünmesi biçiminde ortaya çıkan gelişme, öncelikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylığı sürecinin ilerleyebilmesi için atılması gereken yasal adımların önünde engel teşkil etmesi nedeniyle MHP’nin hükümetten uzaklaştırılması amacına dayanmakla birlikte, paralel olarak başka boyutları da içeriyor gözükmektedir. Yeni Türkiye denilen oluşumun İsmail Cem’den Kemal Derviş’e kadar uzanması, AB’den IMF’ye, ABD’ye kadar geniş bir emperyalist ittifaka işaret etmektedir.Bu durumda bir yanda AB, diğer yanda ABD gibi net bir ikili tercihin değil, ABD ile AB’nin ortak etkinlik alanında bir şekillenmenin Türkiye tanımının yapılması açısından daha gerçekçi olduğu unutulamaz. Tam olarak örtüşmese bile hem ABD’nin hem de AB’nin -örneğin- Afganistan’da askeri olarak birlikte bulunması, ikisini net olarak bir arada tanımlamak açısından yeterli olmayacağı gibi,ayrı olarak değerlendirmek açısından da yeterli olmayacaktır.
Türkiye’de siyaset, AB’ye karşı olmak ya da yandaş olmak parantezine alınmış bunun dışındaki her sorun, AB’ye girip girmemenin sonucuna bağlı olarak çözülüp çözülmeme sığlığına mahkum edilmiş görülüyor. Ama örneğin seçimler ABD ile hiç ilişkilendirilmemektedir. Bir erken seçim talebi, IMF ve Kemal Derviş tarafından aylar önce gündeme getirilmiştir. Bunda IMF tarafından dayatılan ekonomik programın sonuçları ortaya çıkmadan seçimlere gitme isteğinin yanısıra, MHP’nin programa dirençlerinden kurtulma düşüncesinin de rolü vardır. Faşizmin doğasına uygun olarak bir kitle tabanına dayanan MHP, toplumsal muhalefetin başka sözcüsünün kalmadığı bugünkü koşullarda, özelleştirme, iflaslar, işsizlik, vb. biçimlerde emperyalist programdan canı yanan kitlelerin tepkilerini de dile getirerek kitle desteğini korumaya çalışmaktadır. Ekonominin yönetimini giderek doğrudan üstlenen IMF ve Derviş ise, bu tür ayak diremelere, muhalefetlere bile katlanmak istememekte, emperyalist programın bir an önce sonuçlarına ulaşmasını hedeflemektedir.Siyasetteki hızlı gelişmeler, esas olarak, AB ile ilişkilerin mantığından değil, İMF ve Dünya Bankası politikalarının tam boy uygulayıcısı gözüken hükümetin işlevini tamamlayıp, kendi tabanlarıyla çelişkiye düştükleri noktada, yine bu merkezlerin politikalarına ayak dirediklerinde başlatılmıştır. Başlatan merkezler, İMF ve Dünya Bankası etkisi ve yönlendiriciliğindeki, uluslararası finans çevreleridir. Türkiye’nin bütün sorunları ve gündemi, AB parantezine alındığı için, yeni gelişmenin sunuşunun Avrupa Birlikçi bir örtü ile gizlenmesi tercih edilmiştir. Operasyonun yönlendiriciliğinin İngiltere merkezli olması bu anlama gelmektedir.
Türkiye’nin, dünyanın bu hassas bölgesinde, ABD açısından oynayacağı roller vazgeçilmez rollerdir. “Türkiye olsa da olmasa da Irak operasyonunu yapacağız” diye demeç veren ABD savunma bakan yardımcısı, aslında diplomatik bir dille Türkiye’yi tehdit etmektedir. Arjantin ekonomisi çökmeye terk edilirken ondan çok daha kötü durumda olan Türkiye’ye bölgede oynayacağı rol açıkça ifade edilerek, IMF kredisi verilmiştir. Emperyalizmin bölgede jandarmalığı doğrultusunda, bir biçimde bu kredi karşılığında, Türkiye, önce Afganistan’da, ISAF’ta görevlendirilmiş, sonra da asıl Irak görevine hazırlanmaktadır. Bu çerçevede, emperyalizmin, Irak müdahalesi sırasında, Türkiye’de, çok daha doğrudan onun politikasını gerçekleştiren bir hükümetin bulunması ihtiyacı da, bir diğer neden olarak, ortaya çıkan hükümet bunalımının altında yatmaktadır. Tam bu noktada Türkiye bir erken seçimin kaçınılmazlığı ile karşı karşıya bırakılmıştır. Bu durum, bir hükümet değişikliği olmanın ötesinde anlamlar taşımaktadır. Varolan statükocu güçler, uzunca bir süredir, kendi geleneksel politikaları ile de çelişerek bu tanımın gerektirdiğinden çok daha fazla, resmi olmayan politikalara meyil edebilmişlerdir. Ama bütün bu siyasi geleneklerin esnekliği bir yere kadardır. Bundan sonrasında eğer devam ederlerse, örneğin, kendi arpalıklarının ve rantlarının kesilmesi nedeniyle siyasi varoluş tarzı büyük darbe alabilecek olan parti ve gelenekler, kendi zeminlerini dinamitlemiş olacaklardır. Üstelik bu sefer söz konusu olanın, “en resmi devlet politikası” da denilebilecek olan Kürt meselesine dayandığını unutmamak gerekir. Gönüllü ya da gönüllü olmadan, içine girilecek bir Irak operasyonu ile bölgede bütün dengeler bozulacaktır. ABD’nin istediği de bundan başka bir şey değildir. Irak’la başlayacak, İran’la sürmesi kaçınılmaz ve ABD tarafından istenilen bu ilk adımlar bütün bir Ortadoğu, Ön Asya ve Kafkaslar coğrafyasında köklü değişiklik ve kargaşalıkları hedeflemektedir. Başlangıçta Türkiye’nin hassasiyetlerine uyacağını taahhüt eden ABD, bütün bu karışıklık ortamında, kendi çıkarları dışında savunulacak hiçbir öncelik tanımayacaktır.
Yeni Oluşum keşmekeşinin, (SHP, YTP ve hatta solda, sosyalist solda yeni oluşumlar) sürdüğü Türkiye’de, Cem, Derviş ve Özkan üçlüsü, ki en meşhur ve ABD projelerini en iyi taşıyacak olanıdır. Bir erken seçimde, iktidarı alması durumunda, ayak sürülen politikaların önü açılacak ve ABD politikaları, işçi sınıfının ve emekçilerin aleyhine daha bir azgınca uygulanacaktır. Bu üçlünün, Irak konusunda ABD’ye hiçbir zorluk çıkarmayacağı unutulmamalıdır.
ABD merkezli İMF ve Dünya Bankası politikalarına harfiyen uyarken kekelemeye başlayan güç merkezleri ve örneğin hükümet ortakları, tam bu noktada İngiltere merkezli bir operasyonla bozulmuştur. Ayak direyenler, genelkurmay, MHP vb. olarak belirginleşmektedir. Bu noktada, genelkurmayın, militarizmin esas temsilcisi olarak, olası bir savaştan çekinmediği ve tekelci oligarşiye yakınlığı nedeni ile ekonomik krize çare olarak gözüken bir savaş politikasına hayır demeyeceğini biliyoruz. Ama söz konusu olan durum genelkurmay için, bir koyup beş almak şeklinde değerlendirilmemektedir. Söz konusu olanın, Türkiye’nin toprak bütünlüğünden de öte, çevresinde sınırlarında olası bir tehdit olarak hiçbir zaman tahammül etmek istemediği bir oldu bitti ile karşı karşıya gelmek istememesidir. Bu açıdan bakarsak iki olasılık belirir. Birincisi, Amerikan karşıtı bir oluşumun başını çekmek ya da bölgede Amerikan politikalarına karşı ciddi bir muhalefeti kışkırtmak. İkincisi ise istemeye istemeye de olsa girilen bir savaştan en fazla yararı almaya çalışmak.
Birincisine karar verecek bir statükocu oluşum, Türkiye’de, seçimler de dahil her şeyi askıya alabilir. İkincisine karar vermesi durumunda, yeni oluşumların önünün açılacağı sürecin başına geçmeyi ve statükoyu yeni düzeylerde tanımlamayı tercih edecektir. Her şeyin demokratik görünüm altında gerçekleştirileceği bu ikinci tercihin ağırlık kazanması (ki öyle görülüyor) durumunda, seçimler yapılacak, İMF ve Dünya Bankası çevrelerine daha iyi garantiler veren ekip iş başına geçirilmeye çalışılacaktır. Askeri bürokrasi ile uyumlu bir açılım, daha önceki sayılarımızda belirttiğimiz gibi, Kemalizmin yeni bir versiyonu olarak, bir tür “yeni osmanlıcılığın” inşa edilmesini gerektirecektir. Bütün bu senaryoların işlemesi için aksilik olmaması, seçimlerin bir kazaya sebebiyet vermemesi gerekir. Seçimlerin “rejim bunalımı” ile Türkiye’yi karşı karşıya bırakacağına ilişkin tartışmalar, bu politikaları uygulamaya “istekli sayılmayanların” sandıktan çıkması durumunda ne yapılacağını sormak dışında bir anlam taşımaz. Bu durumda da ordunun bir tür müdahalede bulunacağı, bulunmak zorunda kalacağı belirtilmekte, neredeyse buna yol yapılmakta, meşruluğu günden güne işlenmektedir. Ak Parti’nin, Ecevit ya da genelkurmayın tepkisini alma olasılığı yüksek, ama AB ya da ABD için hiç de olmayacak ya da kabul edilmeyecek bir seçenek oluşturmayacaktır. HADEP için de söz konusu olanın AK Parti değerlendirmesinden başka bir şey olmayacağı görülebilir. Bugün ABD’nin bölge politikalarında uzun bir süredir, en az Barzani ya da Talabani kadar Türkiye’deki Kürtler ve onların temsilcileri de vardır. Kısacası, önümüz aylar geleneksel devlet politikalarından önemli kırılmalara ve yeniden tanımlamalara, en azından bu çalışmalara sahne olacaktır.
Türk Devleti, zamana ve köşeye sıkışmış olarak, her an başlaması olası savaş karşısındaki çaresizliğini kendisi için olanağa çevirmeye çalışıyor. Bu noktada Türkiye’deki Kürtlerin, Kıbrıs’taki Türklerin ve Irak’taki Türkmenlerin, hızla birbirine benzediği, benzetildiği bir süreç yaşanmaktadır. Talabanı’nin federasyondan, Barzani’nin konfederasyondan yana görüş belirttiği, pazarlık sürecinde, TC bağımsız bir Kürt devletine en uzak gördüğü federasyondan yana bir tavır koymakta ve Türkmenlerin haklarının garantörü olmayı talep etmektedir. Böylece kendisi için tehlikeli gördüğü denetimsiz Kürt bölgesi içinde bir denetim imkanına kavuşacağını düşünmektedir. Tam da bu aşamada, Kıbrıs’ta çözüme giden süreçte bilerek ve isteyerek bir ayak direme başlamış, yeni durumun (Musul Kerkük’e girme durumu) sağlayacağı ‘meşruluk’ üzerinden Kıbrıs’ta ayrı bir Türk devleti kendine emsal karar bulma şansını yakalamıştır. Aynı şekilde Avrupa Birliği’ne uyum yasaları çerçevesinde, azınlık haklarının yasal güvenceye kavuşturulduğu noktada Türk Devleti, bir başka emsal karar oluşturmuş, Türkiye’de azınlıklar ve Kürtler için tanınan haklar çerçevesinde Kürt bölgesinde yaşayan Türkmenler için garantörlük talep etme hakkını kazanma yolunu açmıştır. Böylece, ekonomik kriz içinde Kerkük petrollerine ulaşma ve denetleme hayali, gerçeklik kazanabilecektir.
Bu gelişmeleri, MGK’nın tavsiye kararları ile karşılamak gelişmelerin çapı düşünüldüğünde pek mümkün değildir. Başlaması beklenen Irak savaşı için başta İncirlik olmak üzere, Malatya ve Diyarbakır’daki askeri tesisler kullanılmak istenmektedir. Irak füzelerinin bu şehirlere düşmesi hiç de süpriz olmayacaktır. Bütün bunlar, süreci siyasi olarak karşılayacak oluşumları gerekli kılmaktadır. Şimdilik siyaseten tutturulmaya çalışılan bütün projeler riskli görülmektedir. Bunun için, katalizatörlüğünü Derviş’in yapacağı CHP ve YTP birleşmesi en güçlü aday konumundadır. Tersinden ise seçimlerin sonuçları beğenilmediğinde, bu şehirlerden birine düşecek bir bomba, seçim sonuçlarının yaratabileceği rejim krizinin by pas edilmesine gerekçe oluşturursa, şaşırmamak gerekir.
Dünyada ve Türkiye’de emperyalizmin, egemen sınıfların politikalarının her şeyi gölgeleyecek derecede öne çıkmaları, bu politikalara karşı hiçbir mücadelenin sürdürülmediği anlamını taşımaz. Küreselleşme karşıtları olarak adlandırılan gruplar, her türlü önleme, en ücra köşelere taşınmalarına rağmen, G-8, Avrupa Birliği, vb. emperyalist zirvelerin yapıldıkları yerlere protestolarını götürüyorlar, dünyanın ezici nüfusuna, yığınlarına yoksulluk, baskı, savaş, ölüm getiren emperyalist politikalara karşı seslerini duyuruyorlar. İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarına, vahşet ve katliamlarına karşı en etkili ses, yine İsrailli barış taraftarlarından, ateş açmayı ya da askere alınmayı kabul etmeyen vicdani retçilerden geliyor. Almanya’da metalürji işçilerinin, inşaat işçilerinin uzun yıllardan sonra grevleri ve kazanımları, gidişin yönünü tersine çevirebilecek gerçek güce ve kıpırdanmasına işaret ediyor.
Türkiye’de sendikacıların hareketlenmeleri, eylemleri, işçi sınıfının birikmiş geriliminin ifadesidir. Bir taraftan IMF programı çerçevesinde özelleştirmeler, işten çıkartmalar, diğer taraftan işveren sendikalarının, örgütlerinin iş güvencesi yasasına direnişi, mücadeleyi bu konuda yoğunlaştırmıştır. Tabanda biriken öfke ve mücadele isteği üzerinden Türk-İş iki günlük Güven Park eylemini sendikacılarla sınırlayarak gerçekleştirmiştir. Alınan sözlerle eylem bitirilmesine rağmen, sonuç alınamadığı gibi, yine önceki sözlerinin aksine hükümet IMF’ye yeni işçi çıkarma vaatleri vermektedir. Sınıf mücadelesinin düzeyinin yetersizliği, cılızlığı, bir yandan hükümetin verdiği sözleri çiğnemesini, diğer yandan sendika yöneticilerinin taleplerden geri çekilmesini, taviz vermesini kolaylaştırıyor. Yine sınıf mücadelesinin zayıflığı temeli üzerinde, hükümet yığınları Dünya Kupasıyla oyalayıp IMF programının gereği önlemleri birbiri ardına sıralıyor, hâlâ ‘ulusal güvenlik’ gerekçesiyle lastik işçilerinin grevlerini engelliyordu. Sendikaların ve işçi sınıfının tabanındaki huzursuzluk üst yönetimin, bu huzursuzluğu dizginleme görevini başarıyla yerine getirmesini ne yazık ki engelleyemiyor. Türk-İş’in ellinci kuruluş yıldönümünde Cumhurbaşkanı Sezer’in konuşması bunun en önemli kanıtını oluşturdu. Sezer, Türk-İş’in çalışma barışının korunmasında büyük hizmetler verdiğini ve vermeye de devam edeceğini önemle belirtti. Kuşkusuz bunun, hazırlanan yeni “İş Kanunu” için Türk-İş’in fazla gürültü yapmaması şeklinde bir tercümesi doğru olacaktır.
Öte yandan, girilen seçim ortamı, siyasi mücadeleyi, siyasi faaliyetleri hızlandırıyor, yığınlardan en uzak partiler bile bu dönemde onlara seslenmek, taleplerini bir biçimde dile getirmek ihtiyacı duyuyorlar. Bunun karşısına IMF ve Kemal Derviş, ekonominin siyasetten bağımsızlaştırılmasıyla, ‘seçim ekonomisine izin verilmemesiyle’ çıkıyorlar. Diğer taraftan seçim tarihi bile, Avrupa Birliği sürecine bağlı olarak saptanmaya çalışılıyor, seçimler de bu konuya ilişkin bir hesaplaşmaya dönüşüyor. Avrupa Birliği’ne yandaşlık ya da karşıtlık ikilemi içine sıkıştırılan siyasi tercihler, kitleleri emperyalizmin coşkulu işbirlikçileri ile şoven milliyetçiler arasında seçim yapmaya zorluyor. Oysa sorun, burjuva tercihlerin karşısına sosyalizmin konulabilmesi, yığınlara bütün toplumsal sorunlara çözümün sosyalist alternatife bağlı olduğunun gösterilebilmesi, AB’nin karşısına dünya işçi sınıfının sosyalist cumhuriyetinin somut hedef olarak çıkartılabilmesi. Ama bunun için öncelikle eksik olan, bu çalışmayı yapabilecek, seçim ortamını da komünist politikayı ileri sürmek için değerlendirebilecek olan komünist işçi partisi. Dolayısıyla her politik sorun gibi, gündemdeki seçimler de, komünist işçi partisinin yokluğunu ve bütün toplumsal sorunların çözümü açısından komünist işçi partisinin yaratılması için bütün çabanın gösterilmesi gerektiğini bir kere daha yakıcı bir biçimde hissettiriyor.
AĞUSTOS 2002
4
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com