Emperyalist ülkelerin özellikle iktisadi talepleri, Lozan Anlaşmasının iki oturumu arasında gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi’nde, milli mücadelenin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomideki temel sınıfı müslüman Türk ticaret burjuvazisinin onayı alınarak kabul edildi.
CEMİL TUNA
Osmanlı imparatorluğu, devletin niteliği ve sınıf yapısı bakımından, Bizans yani Doğu Roma imparatorluğu ile önemli benzerlikler gösterir.
Bütün toprakların sahibi olan, güçlü bir merkezi bürokrasiye dayanan despotik savaş devleti, bu toprakların tasarrufuna sahip köylülük.
Osmanlı İmparatorluğunun yapısı, az çok birbirine eşit toprakları işleyen ve saray memurlarına oransal vergi ödeyen köylülükten oluşuyordu. Bu memurlar ya bu vergileri doğrudan saraya aktarırlar, ya da devlete çoğunlukla askeri hizmetler verirlerdi. Bunların statüleri, miras veya mahalli nüfuz yoluyla değil, doğrudan merkezi otorite tarafından atanmış olmalarından geliyordu. Ayrıcalıkları bir emirle kaldırılabilirdi.
İmparatorluğun kurulma sürecinde etkin olan ailelerin topraktaki ve siyasetteki etkileri birer birer kırılarak, iktidarın ve toprak hakimiyetinin merkezileşmesi İstanbul’un alınmasından sonra tamamlanmıştı. Merkezi güç o kadar önemliydi ki, etkinlikleri tehlikeye giren yerel güç odaklarının kendi talepleriyle, iktidarı çeşitli biçimlerde paylaşmalarına öncülük etmeye ikna edilebileceği düşüncesiyle padişahların kardeşleri katlediliyordu.
İmparatorluk sınırlarındaki her şeyin hukuki sahibi olan devlet, gittikçe güçlenen bir bürokrasi tarafından idare ediliyordu. Köylüden toplanan vergi de devletin esas gelir kaynağı idi. Bunun yanında güçlü bir askeri yapılanmayla gerçekleştirilen yayılmacılıktan elde edilen gelirle ve bu vasıtayla önemli ticaret yollarının kontrolünden elde edilen gelir de önem kazanıyordu.
1550’lerden sonra, imparatorluk ve merkezi otorite zayıflamaya başladı. Ticaret yollarının değişmesi ve yayılmacılığın yavaşlamasıyla buradan sağlanan gelirler azalırken, nüfusun hızla artması memurların topladığı oransal vergileri de düşürmüş, bu yüzden askeri hizmet veremez hale gelen memurlar, ellerindeki toprakları terk etmeye başlamışlardı.
Memurların terk ettikleri topraklar, eski askeri görevlilerin ve taşra yönetimlerindeki nüfuzlu kişilerin eline geçmeye başlamıştı. Bunlar, devletin koyduğu vergilerden daha fazlasını talep ederek, artığın bir kısmını kendilerine ayırıyorlardı. Fakat çoğu durumda köylüler, buralardan yeni yerlere göç edip yeni toprakları tarıma açarak ve bunun vergisini merkezi otoriteye vererek bu toprakların tasarrufunu elde ediyorlardı.
Yerel güçlerin etkinliğinin artmasını önleyemeyen, zayıflamış olan saray, 18. Yüzyılın başlarından itibaren iltizam sistemine geçti. Bu sistem belli bir bölgede, toplanacak verginin en fazla miktarını peşin ödemeyi taahhüt edene vergi toplama hakkı verilerek işliyordu. Bu kişilere de mültezim deniyordu. İltizam ömür boyunca veriliyor ve mültezimler iltizama verilen toprakları devlet müdahalesi olmaksızın yönetme hakkını elde ediyorlardı. Taşra ayanını oluşturan bu kişiler, devlet otoritesini temsil ederek tarımsal artığa el koyarken ticareti de ellerine almaya başladılar. Gittikçe şehir ekonomilerine de hakim olmaya başlayan ayanın, sarayın tüm direnişlerine karşı siyasi gücü de arttı. Merkezi hükümetin bulunduğu saray, şehirlerde oluşan ayan meclislerinin gücünü tanımak zorunda kaldı. 1807’de iktidarı ayanla paylaşmanın resmen tanındığı Sened-i İttifak kabul edildi. Bu dönemde, toplanan vergilerin ancak üçte birinin merkezi hükümete ulaştığı bilinmektedir.
Bu tarihten sonra olaylar tekrar tersine dönmeye başladı. Rumeli ayanıyken Mısır’a vali olarak atanan Mehmet Ali Paşa, yerel özerkliğiyle elde ettiği büyük gücü, merkezi iktidarı elde etmeye yöneltti ve iyice zayıflamış imparatorluk ordularını yenilgiye uğratarak İstanbul’a kadar geldi.
Bu mücadelede çeşitli imtiyazlarla, batı devletlerinin ve özellikle İngiltere’nin desteğini alan Osmanlı Devleti, oluşturduğu yeni orduyla Mehmet Ali Paşa’yı bozguna uğrattı. Bu ayanın da sonu oldu. Bu vesileyle padişah, ülkedeki tüm ayanı, hüküm sürdükleri bölgelerin dışına sürerek, maiyetlerini dağıttı. İltizamın kontrolü bütünüyle merkezi otoriteye geri dönerken, ayanın miras yoluyla devredebildiği bir hak olmaktan çıkarıldı.
Özellikle toprak yapısındaki bu geri dönüş ve otoritenin ve tüm denetimin merkezi devlette toplanması Anadolu ve yakın çevresinde tamamıyla gerçekleşirken, imparatorluğun uç bölgelerinde, ayanın siyasi gücünün etkisiyle milliyetçi hareketler gelişmeye başladı. Ayan mahalli ve buralarda yeni yeni ortaya çıkan şehirli sınıfların çıkarlarını temsil ediyordu ve bu noktada, çok milletli bir imparatorlukta milliyetçilik ve ayrı devlet eğilimleri gelişiyordu.
Özellikle Anadolu’da ayanın sonu, klasik feodalleşme yönünde bir gelişimin, feodal, aristokrat bir sınıfın doğuşunu da dumura uğratmıştır.
Bunun çeşitli nedenleri vardır. Ayan en güçlü olduğu dönemde bile, önemli ölçüde merkezin kopyası olmaktan ileri gidememişti. Esas gelirlerini devletin vergilerini toplama işinden elde ediyorlardı. Vergi toplama hakkı feodal mülkiyet hakkına yaklaşmış ve köylülüğün bağımsızlığı tehlikeye düşmüş olsa da, merkezi otoritenin böyle bir gelişmeye karşı direnci ve her zaman toprağın tasarrufunda bağımsız bir köylülüğe duyduğu ihtiyaç bu dönüşümü engellemiştir. Köylülüğün çözülmesini destekleyecek hukuki ve siyasi bir güç gerçekleşmemiş, bu yüzden topraksız serfler ve tarım işçileri oluşmamıştı. Devlet bütün aygıtlarıyla, merkezi iktidarını yerel güç odaklarıyla paylaşmamak için bağımsız köylü statüsünü destekliyordu. Köylülük de yerel ayanın baskılarına karşı arkasında devletin olduğunu bilerek, önemli oranda, yeni yeni toprakları tarıma açarak, devletin topraklarının tasarruf hakkı olarak tek yükümlülüğü yıllık öşür ödemek olan bağımsız üretici varlığını sürdürüyordu.
19. yüzyıla gelindiğinde, yerel güçlerin karşısında, sarayın, merkezi mutlak egemenliği yeniden tesis edildi. İmparatorluk yeniden, küçük köylülük ve Saraya tabi hiyerarşik bir dizilişle bürokrasiye dayanan klasik sisteme döndü. Çeşitli girişimlere rağmen, özel mülkiyet biçiminde büyük toprak sahipliği kalıcı olarak gerçekleşmediğinden ve bir üretim tarzına dönüşmediğinden, yerel feodallere dayanan bir feodalizme geçiş denemeleri başarısız kaldı. Devlet ve toplum arasındaki hayatın her alanına yayılan bu dolaysız ilişki, o günden bugüne uzanan bir çizgide, bürokrasinin toplumsal yaşamdaki önemli rolünü, halkın devlete karşı beslediği ‘korku ve saygı” duygularının temelini de bize anlatmaktadır.
Yabancılara tanınan imtiyazlı durumların dışında, iktisadi artığa el koyuş, vergi yoluyla, bürokrasi tarafından gerçekleştiriliyordu. El konan artık, yol, su dışında yeniden üretim için değil, sarayın ve onun hizmetindeki/emrindeki devlet memurlarının, bürokrasinin tüketimi ve lüks harcamaları için kullanılıyordu.
Bu bürokrasiyi, sistemin siyasi ve ideolojik yeniden üretimine hizmet eden idari, askeri, adli ve dini kurumların elemanları oluşturuyordu.
Devleti ve sistemi koruma ve meşruluğunu sağlamak için, savaş zamanları –sıkça– toplanan büyük köylü taburlarının yanısıra profesyonelleşmiş bir orduya sahip olan imparatorluk, güçlü ideolojik kurumlara da sahipti. Bunların en önemlileri ise adli ve iç içe geçen ilmi-dini kurumlardı.
Adli sistemin kurumları, oldukça saygın ve kararlarının tartışılmadığı kurumlardı; herkesin refahının, ancak adil bir idareyle sağlanabileceğinin ve bu adilliğin de ancak Kadılar eliyle sağlanabileceğini telkin ederlerdi.
Dini-İlmi kurumlar ise, padişahı, yaşamın aksamadan işlemesi için tanrı vergisi, her şeye kadir bir güç olarak sunarlardı. Bu sistemde devlet görevlileri her zaman kendilerine ‘paternalist bir bilgelik’ vehmederlerdi. Devlet ‘büyüklerinin’ baba, halkın ise çocuk, kul olarak içselleşmesinin etkileri bugün bile kuvvetle sürmektedir. En büyüğünden en küçüğüne tüm devlet görevlilerinin, bürokrasinin, üstünlüğü ve bilgeliği tartışılmazdı. Bu işlev ve toplumsal hegemonya, el konulan toplumsal artıktan pay alma işinde bürokrasiye her zaman önemli kolaylıklar sağlamıştır.
Bu bürokrasinin oluşturduğu merkezi otoritenin, iktisadi ve toplumsal dönüşümlere, varolan artığın başkaları tarafından temellük edileceği ve paylaşılacağı ve bundan ötürü de yönetimsel egemenliklerini kaybedecekleri endişesinden dolayı şiddetle karşı koymuş olmaları doğaldı.
Ama bürokrasinin, belki kendi içinde çatışarak da bir bölümünün, imparatorluğun zayıflaması koşullarında, art arda kaybedilen savaşlar sonucu sistemi idame ettirmenin mümkün olmadığını fark ettiği koşullarda, ellerindekini tümüyle kaybetmemek için, iktisadi ve sosyal dönüşümlere kendi kontrollerinde öncülük etmeye çalışması da doğaldı. 18. yüzyıldan itibaren büyük bir borç yükü altına giren İmparatorluk, Avrupa ülkelerinin iktisadi ve politik dayatmaları sonucu kapitalizmle ilişkilere adım adım girmeye başladı.
19. yüzyılda büyük çiftliklerin sayısı ihmal edilebilir büyüklükteydi. Bunun en büyük nedenlerinden birisi, ücretli işçiliği veya boğaz tokluğuna çalışmayı kabul edecek mülksüzleşmiş bir köylülüğün olmamasıydı. Kapitalist tarıma elverişli şartlar yoktu. Özellikle Batı Anadolu’da ihracata yönelik kapitalist çiftlikler kurmayı deneyen gayrimüslimler, işleyecek toprağı kolayca bulabildikleri halde, ucuz ve devamlı iş gücü bulamadıklarından bunda başarılı olamadılar. Kendi topraklarını işleyen köylüler, çoğunlukla en fazla ortakçılığa yanaşıyorlardı.
İmparatorlukta pazarlanan artık ürünün küçük üreticiler arasında yayılmış olması, ticari faaliyetin de paralel olarak yayılmasına yol açıyor, irili ufaklı binlerce tüccar, köylülerin ürettiği artık ürünün alım satımıyla uğraşıyorlardı. Böylece ticaret sermayesi, büyük işletmelere değil de küçük üretime eklemlenmiş olmasından dolayı hakim unsur olarak gelişmeye başladı.
Ticari faaliyet, mevcut artık ürünün alım satımıyla mümkün olamayacağından, bazen zor, bazen özendirmelerle köylüler istenen ürünleri üretmeye yönlendiriliyordu.
Köylülüğün kendi kontrolünden çıkıp pazara yönelmesinden hoşnut olmayan bürokrasi ile tüccarlar arasında ciddi çatışmalar yaşanmasına rağmen, tamamına yakını ayrıcalıklardan yararlandırılmış gayrimüslimlerden oluşan tüccarlar, devlete verdikleri borçların ve Batılı ülkelerin desteğiyle bu çatışmadan kazançlı çıkıyorlardı.
İltizam da bir başka biçimde geri dönüyordu. Saraya borç veren İstanbullu bankerler, bunun karşılığında belli bir bölgede, bazı vergileri toplama hakkını alıyorlardı. Sonra bu hakkı, bölgedeki kişilere devrediyorlardı. Bunlar da genellikle kasabalı nispeten zenginler, tefeciler oluyordu.
Ticari ilişkilerde, yine Avrupalıların dayatması sonucu ilan edilen Tanzimat’la birlikte, yabancıların mülk sahibi olması, özel mülkiyetin önemli ölçüde dokunulmazlığı kabul edildi. Bu süreçte, bu ayrıcalıklardan yararlanmak üzere özellikle, batı bölgelerine, ticaret ve toprakta üretim yapmak üzere dışarıdan yabancılardan oluşan yoğun bir göç yaşandı.
Liman şehirlerinde yabancı şirketlerin acentaları açılmaya başladı, Selanik, İstanbul ve İzmir gibi şehirlerde komprador bir nüfus gelişti ve zenginleşti. Ticari faaliyetteki bu yeni yapılanmada, önemli değişimler geçirseler de bürokrasi ve pazarla bütünleşmeye başlayan küçük köylülük varlıklarını korudu. Özellikle liman bölgelerinde gelişen ve ihracata yönelik yeni bir üretimin örgütlenmeye başlamasıyla, bürokrasinin taşradaki merkezlerini oluşturan ticaret şehirlerindeki müslüman zanaatkar ve tüccar sınıf çöküş yaşadı. Çünkü bu kesim daha az vergi veren ve çeşitli dokunulmazlıkları olan yabancı ve gayrimüslim tüccarlar karşısında tutunamıyorlardı.
Yabancı sermaye olarak gelen ticaret sermayesi, merkezi otoritenin direnci nedeniyle de, geleneksel yapıyı dönüştürememiş, köylülüğü mülksüzleştirip proleterleştirememiştir, bu nedenle de tarımsal kapitalizm girişimi başarısızlığa uğramıştır.
Bununla beraber de, doğrudan yabancı sermaye yatırımları genellikle ticaret sermayesinin ihtiyaçlarına hizmet eder tarzda oluştu. Yabancı yatırımların en büyük bölümü demiryolları ve limanlara yapıldı. Bunlar için bile yerli işgücü bulunamadığından, Anadolu dışından genellikle de Yunanistan’dan işçi getirilmek zorunda kalındı.
Bu durum, Osmanlı İmparatorluğu ile kapitalizmin iktisadi bütünleşmesinde hakim unsurun ticaret olduğunu gösteriyor. İmparatorlukta, doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının yüzde 50’sini Fransız sermayesi oluşturuyordu ve bunun da yüzde 75’i demiryolları ve limanlara yatırılmıştı. yüzde 25 olan Almanya’nın payının ise, yüzde 85’i demiryollarına, yüzde 5’i limanlara yatırılmıştı. Bu paylardan belli bir kesim de belediye hizmetlerine gidiyordu. Şehirlerde tren, elektrik ve vapur hizmetleri tamamıyla yabancıların elindeydi.
Tüketim malları üretiminde yabancı sermayeye pek rastlanmıyordu. Ticareti yapılmayan çimento gibi bir kaç meta için yatırım ise yerli ve yabancı sermaye ortaklarınca gerçekleştiriliyordu. Yerli ortaklar ise tamamıyla gayrimüslim ticaret sermayeleriydi.
20. yüzyılın başında imalat sektörü önemsenmeyecek orandaydı. 10’dan fazla işçi çalıştıran işyeri sayısı en fazla 100 civarındaydı, bunlar da Selanik, İstanbul ve İzmir etrafında toplanmıştı. Bunların tamamına yakınının sahibi yabancı ve gayrimüslimdi. Bu çok küçük sanayi alanının işçilerinin çok büyük bölümü de gayrimüslimlerden oluşuyordu.
Emperyalizme eklemlenme döneminde, Osmanlı bürokrasisi ile yukarıda kısaca sözünü ettiğimiz gelişen burjuvazi arasındaki çatışma hep varoldu ve ilişkiyi belirleyen zorunluluklar ve bürokrasinin o anki çıkar hesapları oldu.
Osmanlı İmparatorluğu hiçbir dönem klasik bir sömürge olmadı. Aksine kendisinin güçlü bir sömürgeci imparatorluk ve güçlü bir devlet geleneğinden geliyor olması, aynı zamanda güçlü bir siyasal gelenek ve bürokrasi yaratmıştı. İmparatorluğun üretim ilişkilerini dönüştürmemiş olması ve son dönem peşpeşe gelen yenilgiler, kapitalizmle ilişkisini emperyalist ülkelerin zorunlu dayatmaları ve onlara bağımlılık içinde kurmasına yol açtı.
Ayrıca o dönem emperyalist ülkeler arasındaki güçlü rekabet ve bunların imparatorluğa eşzamanlı girişleri, Osmanlı bürokrasisine geniş bir manevra alanı sağlamış ve göreli de olsa gücünü ve özerkliğini sürekli kılmasına neden olmuştur. Sivil bürokraside çalışanların sayısının 19. yüzyılın sonunda askerler ve saray memurlarının dışında 100 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir.
Bu süreçte bürokrasi içinde de değişim ve farklılıklar oluşmaya başlamıştı. Kaybedilen savaşlar sonrasında yapılmak zorunda kalınan anlaşmalar, bürokratlar arasında, Avrupa diplomasisinin karmaşık ittifak ve denge politikalarıyla haşır neşir olan bir kesim yarattı. Daha çok sivil bürokrasiden oluşan bu grup, gittikçe dini görevlilerden farklılaşmaya ve laik bir tutumu benimsemeye başladılar. Bunlar, zayıf bir konumda uluslararası politikaya girmek zorunda kalan devlet için en önemli kesimi oluşturmaya başladılar.
Bürokrasinin “entelektüel” kısmını da oluşturan bu kesimini, yurtdışında veya yeni kurulmuş okullarda yüksek öğretim görmüş olanlar oluşturuyordu. Bunlar devlete hizmet için açılmış askeri veya teknik okullarda okumuşlar ve devlet idaresi için yetiştirilmişlerdi.
Bürokrasi içinde başlıca amaçları iç çatışmalara ve dış baskılara karşı devletin ıslahı, devleti kurtarma ve güçlendirme olan Osmanlı aydını tipi gelişmişti. Toplumsal yapıyı dönüştürürken kendi ayrıcalıklı konumlarını da korumak güdüsüyle hareket eden bu devlet aydını tipi varlığını hala korumaktadır.
Bu kesimin başlıca niyeti, İmparatorluğu yeniden güçlendirerek merkezileştirmekti. Bunun da ancak o dönem için Avrupa’nın büyük devletlerinin desteğiyle yapılabileceğini düşünüyorlardı. Bu açıdan zorunlulukların yanı sıra, Avrupa devletlerinin taleplerine gönüllü karşılıklar da verdiler. Bütünlüklü bir toplumsal projeden yoksun olan bu kesim, batılılaşmayla, devleti korumanın yanısıra refahın da sağlanabileceğini düşünüyorlardı.
Kısa bir süre sonra hayal kırıklıkları başladı. İşlerinden olan ve yıkıma uğrayan müslüman zanaatkar ve tüccarların durumunu düzeltmek için, Levanten sınıfın Osmanlı yasaları karşısındaki ayrıcalıklı konumlarını, yeniden merkezi denetimin altına alma çabaları, emperyalist devletlerin karşı koyuşları karşısında başarısız oldu.
1875’te devletin iflas ederek, hazinenin yabancılara devredilmesini sağlayan Düyun-u Umumiye’nin kuruluşu; 1878’de Rusya’ya kaybedilen savaş sonrası yapılan Berlin Anlaşmasıyla, Rusya’ya Osmanlı devletinin içişlerine müdahale hakkı tanınması; İmparatorluğun özellikle uç bölgelerinde yoğunlaşan emperyalist rekabet sonucu İngiltere ve Fransa’nın Osmanlının toprak bütünlüğünü desteklemeyişi ve kendi etkinlik alanlarındaki azınlıklara daha fazla ayrıcalık talepleri bürokrasi içinde Batı ülkelerine olan güveni gittikçe sarsıyordu.
Bu dönemde bürokrasi içinde, muhafazakar kesim güç kazandı, bunlar batılılaşmaya karşı islamiyeti toparlayıcı bir unsur olarak kullanarak geleneksel devleti yeniden yüceltmek için yoğun bir çabaya giriştiler. Bu dönemde, padişahı da arkasına alan bu bürokratik kesim, kitleler üzerinde ciddi bir ideolojik başarı kazandı. Bu muhafazakarlık, özellikle müslüman tüccarların ve zanaatkarların yoğun desteğini sağladı. Bu durum halkın önemli bir kesiminde bugün bile devam eden Abdülhamit sevgisinin kaynağıdır.
Dünya kapitalizminin krize girmesinin avantajlarıyla da başarı şansı bulan bu tutumun, uzun süre devam edebilmesi mümkün değildi. Emperyalizmle bu derece karmaşık ilişkilere girilmişken ve ekonomik olarak dışarı bu kadar bağlanmışken bu muhafazakar kanada karşı, daha önceki liberal kanadın bir kesiminin evrimleşmesiyle ortaya İttihat ve Terakki’nin gelecekteki kadrolarını oluşturacak Jön Türk hareketi ortaya çıkmaya ve gelişmeye başladı.
Asıl olarak, Fransız Comte’çularından etkilenen Jön Türklerin fikirleri radikal pozitivizmden besleniyordu. Mutlakıyetçiliğe karşı ve muğlak bir iktisadi bağımsızlık fikrine sahiptiler. Yine bu ekibin içerisinde, buna uyumlu İtalya ve Almanya’daki List’çi “milli ekonomi” taraftarları da vardı. Fakat Jön Türklerin, devleti hemen ele geçirebilecek güçlerine rağmen, Osmanlı’da milli ekonominin kurulmasını sağlayacak toplumsal taban, buna uygun sanayi burjuvazisi yoktu.
Bu anlamda fikirlerine rağmen, Jön Türklerin hareketi, bir iktisadi programın uygulanmasına değil, ‘devleti kurtarmayı’ amaçlayan siyasi eylemciliğe tekabül ediyordu. Söylemleri ve fikirleri itibariyle, o dönemki muhafazakarlara karşı, emperyalist devletlerin özellikle de İngilizlerin sempatisini kazanıyorlardı. Artık, Osmanlı bürokrasisi içinde burjuva aydını bir akım olarak ortaya çıkıyordu.
19. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında da kızışan emperyalist rekabet, azınlıklar üzerindeki egemenlikleriyle de sürmekteydi. Bu sıralarda Almanya da sahneye girmekteydi. Almanya’ya ayrıcalıklı bir ilişki kurabileceği tek aday mülümanlar kalmıştı. Almanya Abdülhamit’in islamcı politikasını desteklemeye başlamıştı. Osmanlı sarayı da Almanya’ya azınlıklara arka çıkmadığı ve müslüman sömürgesi olmaması dolayısıyla sempati ile bakıyordu. Alman burjuvazisi için Osmanlı imparatorluğu hem coğrafi yakınlığı, hem kaynak bolluğu açısından cazipti.
Osmanlı ile Almanya arasındaki politik ilişkiler hızla gelişirken, ticaretteki İngiliz ve Fransız egemenliğinden dolayı, iktisadi ilişkiler daha ağır ilerliyordu.
Kıyı bölgelerindeki İngiliz ve Fransız yatırımları mevcut üretimi değerlendirmeye çalışırken, Alman sermayesi sanayi Almanya’sına yiyecek ve hammadde sağlamayı öngören uzun vadeli bir planlamaya girişti. Kayzer 1898’de Anadolu turuna çıkarak kendisinin dünyadaki 300 milyon müslümanın ve onların halifesi olan padişahın en yakın dostu olduğunu ilan etti. Ardından, uzun yıllar sonra getiri sağlayacak ve ülkenin üretim ve ticaretinin niteliğini değiştirmeye yönelik proje kapsamında Deutsche Bank, Anadolu demiryolu imtiyazını aldı. Alman mali sermayesinin temsilcisi Deutche Bank güdümünde, Alman şirketleri Anadolu demiryolları çevresinde yerleşenlere kredili tarım makineleri satmaya, örnek çiftlikler kurmak ve tarımı modernize etmek için cazip kampanyalar düzenlemeye başladı. Bu anlamda, Alman hükümeti, imparatorluğun bütünlüğünü destekleme, merkezi güçlendirme politikalarını da sürdürüyordu.
1889-1913 arasında Alman sermayesinin doğrudan yatırımlar içindeki payı yüzde 20’den yüzde 30’a çıkarken İngilizlerin payı yüzde 23’ten yüzde 13 e düştü.
Tüm bu gelişmelere karşı, çıkarları İngiltere, Fransa ve azınlıklarla çakışan ve bürokrasi içinde önemli bir güç olarak varlığını sürdüren Jön Türklerin siyasi yapılanması olan İttihat ve Terakki, bu güçlerin desteğini alarak 1908’de darbeyle iktidarı ele geçirip padişaha boyun eğdirdi. Bu gelişme ilk anda Alman yanlısı islamcılığın yenilgisi olarak karşılandı. İttihatçılar İngiliz yanlısı olduklarını gizlemiyorlar, önemli mevkilere İngiltere’yle yakın ilişkili memurlar getirilirken, İngiltere ile ittifaka girmek istiyorlardı.
Bu durum 1. Paylaşım savaşına kadar sürdü. Bu kısa süreçte İttihatçılar Fransa’nın ama özellikle de gözdeleri İngiltere’nin aleyhte tutumlarından büyük hayal kırıklığı yaşadılar. Emperyalist rekabet ve çıkarlar, daha fazlası için, taraftarları olan İttihatçılara karşı bile komplolara girişiyordu.
1909’daki İngiliz elçiliğinin desteklediği 31 Mart Vakası; Bulgaristan ve Yunanistan’ın imparatorluğun Avrupa’daki topraklarına saldırılarına İngiltere’nin tarafsızlık adına destek vermesi ve Fransa ve İngiltere’den yeni borç alma girişimlerinin sonuçsuz kalması; bunların Arap vilayetlerine ilişkin politikaları; Üçlü İtilaf’a girme istemlerinin, Almanya’nın savaş nedeni sayabileceği endişesiyle İngiltere ve Fransa tarafından reddedilmesi, İttihatçıların elini ayağını bağlamaktaydı.
İttihat ve Terakki hükümetine, artık tarafsızlığın olanaksızlaştığı bir dönemde İttifak devletlerine katılmaktan başka çare kalmamıştı. O dönemde İttihat ve Terakki Merkez Komitesi’ndeki, kaybedilmiş toprakların peşinde belki de tek Alman taraftarı olan Enver Paşa’nın istediği, merkezin büyük çoğunluğuna karşı gerçekleşti.
İttihatçılar başlangıçta, iktidara gelmeden önce, ülkenin çeşitli etnik ve dini grupları arasında eşitlik ve federasyon fikrini savunan Osmanlıcılar olarak ortaya çıkmışlardı. Ama bu fikirler iktidarda, emperyalist devletlerin gerçekliğiyle karşılaşınca paramparça oldu.
İttihatçıların iktidarının ilk günlerinde tam bir rönesans yaşandı. Azınlıklar, islamcılar, sosyalistler yayınlarıyla, dernekleriyle tam bir serbestiyet kazanmışlardı. Sonraki günlerde, İngiltere ve Fransa’ya karşı yaşanan düş kırıklığı, ayrıca azınlıkların, emperyalist güçlerle birlikte ayrılıkçı hareketlere girişmesi, Yunanistan’ın Rumların yoğun olduğu bölgeleri ilhakı, İttihatçıları hızla Türk milliyetçiliği politikasına yöneltti. İmparatorluğun korunması için, Anadolu’daki müslüman Türkler hem en büyük hem de en sadık gruptu. Emperyalist savaş İttihatçıların bu politikalarını geliştirmelerinde önemli işlev de gördü.
İttihatçıların, savaş dönemindeki ilk kararları, kapitülasyonların kaldırılmasıydı. Aynı zamanda yabancılara ayrıcalık sağlayan mevzuat kaldırılarak, bu konumları sona erdirildi. Osmanlı burjuvazisi azınlıklardan ve yabancılardan oluştuğu için güvenilemezdi. Milli bir iktisat politikası ve milli bir devlet için yerli bir burjuvazinin yaratılması gerekiyordu. Bu yüzden o zamana kadar memurluk ve köylülük dışına pek çıkmamış olan müslüman Türk nüfus içerisinden müteşebbisler oluşturmak zorunluydu. Bu anlamda İttihatçılar, olmayan yerli burjuvaziyi yaratmak ve buna uygun kapitalist burjuva bir toplum yaratmak için burjuvazinin temsilcileri olarak iktidardaydılar.
İlk elden en kolay başarı sağlanacak alan ticaretti. Savaş dönemi olduğu göz önüne alınırsa, en küçük ayrıcalığın bile büyük karlara yol açacağı aşikardır. Osmanlı hükümetinin ihtiyaçlarının yanısıra, Almanların savaş ihtiyaçları için bir satın alma komisyonu İstanbul’daydı ve Anadolu demiryolu da bitmiş olduğundan ihtiyaçlarını Anadolu’dan karşılayabiliyorlardı. Bu durum, kıtlık beklentisi ile de birleşince oluşan talep, karaborsa ve devlet himayesiyle müslüman Türk tüccarların ticari karlarının birikimini olağanüstü arttırdı.
Siyasi olarak başlatılan müslüman müteşebbisleştirme çabasında, özellikle taşrada, müslüman işadamları parti örgütlerinin himayesi altında bir araya getiriliyor ve yine ticarete yönelik “milli” şirketler kurduruluyor, çoğunlukla da, yerel İttihat ve Terakki örgütünün üyeleri yeni şirketlerin ortakları oluyordu.
Müslüman Türk tüccarların yanında, belli bir dış güçle özdeşleşmediklerinden, ayrılıkçı bir grup olmadıklarından dolayı Musevi işadamları da şartlara uyan bir ticaret burjuvazisiydi ve bu grup da savaş dönemi iktisat politikalarıyla desteklendi. Bunun bir nedeni de 1908’den önce İttihat ve Terakki’nin merkezi, bir Yahudi kenti olan Selanik’ti ve İttihatçılara hem fikri hem kadro olarak önemli katkıları olmuştu.
Yine savaş döneminde, Düyun-u Umumiye’nin işlevi sona erdirilmiş, İtilaf devletlerine olan borçlar dondurulmuştu. Fransız-İngiliz ortaklığı olan ve 1863’te aldığı imtiyazla merkez bankası işlevini gören Osmanlı Bankası’nın da faaliyeti durdurulmuştu. Bu yolla para politikası uygulama imkanı bulunmuş, büyük miktarda kağıt para basılmıştı. Bu da hükümete, altın lira karşısındaki değer kaybına karşın yine de büyük bir satın alma gücü sağladı. Bu rakam 1850 ile 1914 yılları arasında alınan borç toplamının dörtte üçünü buluyordu.
Savaş dönemi boyunca, daha önce yok olma noktasına gelen taşra kökenli müslüman tüccarlar, hızla büyük tüccar haline gelerek buralardaki etkinliklerini geliştirdiler ve asker-sivil bürokrasiyle iç içe Kurtuluş Savaşının da en önemli öznesini oluşturdular.
Emperyalist savaş 1918’de bitmiş olsa da Türkiye için 1923’e kadar sürdü. İttifak devletlerinin yenilgisi, İtilaf devletlerini, aralarındaki rekabet nedeniyle Osmanlı topraklarının paylaşılmamış kısmı olan Anadolu’da belirsiz bir politikayla yüz yüze bırakmıştı. Öncelikle Anadolu’nun İtilaf yanlısı padişah ve sadık yandaşlarından oluşan bir hükümete bırakılması ağırlıklı görüştü. İtalya, güneyden işgale girişince, İngiltere de Yunan yayılmacılığını desteklemiş, İngiltere’nin egemenliğini sınırlama peşindeki Fransa da işgale girişmişti.
Savaştan sonra, İttihatçılar ya tutuklanmış ya kaçmışlardı. İşgalle, özellikle de Yunan ordularının Anadolu içlerine doğru ilerlemesi ile birlikte, İttihat ve Terakki kadroları ve yerel etkinlikleri fazla olan müslüman ticaret burjuvazisi ve yerel eşraf çıkarlarını korumak amacıyla değişik yerlerde yeraltı direnişi örgütlemeye giriştiler. Bunlar o an için birbiriyle ilişkisiz ve çok sağlam olmayan örgütlenmeler olsalar da sonrası için gerekli ilişkiler ağını ve silahları temin ettiler.
İttihat ve Terakki’nin önemli kadrolarının kaçmış olması siyasi bir önderlik boşluğu yaratmıştı. Yönetim kadrosunda bulunmamasına karşı, İttihat ve Terakki içinden gelen, Çanakkale savunmasında adını duyurmuş, başarılı bir komutan olan Mustafa Kemal toparlayıcı bir isim olarak öne çıkıyordu. İstanbul’daki çeşitli girişimlerin ardından, Saray tarafından Doğu Orduları Müfettişliği için gönderildiği Anadolu’da yerel eşraf temsilcileriyle yaptığı özel görüşmelerin ardından, Mustafa Kemal, direniş hareketinin önderliğine soyundu. Direniş hareketi İttihat ve Terakki’nin taşra teşkilatlarının ve müslüman burjuvazinin katılımı ve yerel direniş odaklarının toparlanmasıyla güç kazandı. 1920’de Ankara’da yeni bir hükümet ve çoğunluğunu İstanbul Meclisi’nin mebuslarından, bürokratlardan ve taşra eşrafından oluşan bir meclis kuruldu.
19 yüzyıldan sonra Osmanlı bürokrasisi, dış politikada oldukça ustalaşmıştı. Emperyalistler arası çıkar çatışmalarından yararlanmaya dayalı ve dengeli bir dış politika uygulama geleneği, bunların bir devamı olan milli mücadele kadrolarının da temel politikası olmuştu. Yine bu politika devam ettirildi. İktidarını iyice yitirmiş Padişah ve çevresinin yerine, Emperyalistler, Ankara hükümetini muhatap olarak kabul ettiler.
Emperyalist devletler arasındaki rekabet ve bu devletlerin kamuoyundaki savaş bıkkınlığı, Anadolu’nun hemen yanı başındaki Rusya’da gerçekleşen Ekim Devrimi’nin bir bütün olarak emperyalist devletlerde yarattığı tedirginlik Ankara hükümeti için önemli avantajlardı. Ayrıca, Ankara Hükümeti’nin programı, emperyalist ülkeler için hiç de kabul edilemez değildi.
Kurtuluş Savaşı olarak anılan dönemde, emperyalist ülkelerle, milli mücadele güçleri arasında bölgesel bazı çatışmalar dışında bir savaş yaşanmadı. İtalya ve Fransa, Ankara hükümeti ile belli imtiyazlar karşılığında hemen bir ateşkes anlaşması imzalayarak işgal ettikleri bölgelerden çekildiler, hatta bunlar İngiltere himayesindeki Yunan işgaline karşı Ankara’ya destek verdiler. Sovyet iktidarı da, anti-emperyalist gördüğü milli mücadeleye desteğini sundu. Bu arada, bu politikaya uygun olarak da Sovyetler’deki, TKP’nin sekreteri Mustafa Suphi ve yoldaşları, milli mücadele içerisinde yer alan yandaşları ve Ekim Devrimi’ne sempati duyan geniş bir kesimle birleşerek, milli mücadeleye yön vermek isteğiyle yurda dönerken, Mustafa Kemal’in emriyle öldürüldüler.
Gizli görüşmeler sonucu İngiltere de, çıkarları gereği Yunanistan’a olan desteğini çekti. Bu andan itibaren Türk-Yunan savaşı olarak süren çatışmalarda zafer için Türkiye’nin önünde hiçbir engel kalmadı.
1923’te İtilaf devletleriyle Türkiye Cumhuriyeti arasında imzalanan Lozan Anlaşması, hem İtilaf devletlerini hem de Türkiye Cumhuriyeti’ni memnun ediyordu.
Bu anlaşma, Türkiye Cumhuriyeti’nin, Osmanlı döneminde İttihat ve Terakki’nin başlattığı batılılaşma sürecinin bir devamı olduğunu kanıtlıyordu. Yarı-sömürge ilişkisi anlamında, emperyalist ülkelerle iktisadi ilişkilerde bir değişiklik yaşanmıyordu. Olan, ticaretteki ve emperyalistlerle aracılıktaki rollerin azınlıklardan müslüman Türk tüccarlara aktarılmasıydı.
Kısacası herkes memnundu. Milli mücadelenin ekonomik ve ideolojik programının önderliğini yapan müslüman Türk ticaret burjuvazisiydi. Varolan üretim ilişkileri nedeniyle gözleri azınlıkların elindeki ticari ve komprador ilişkilerde onların yerini almaktı. Bu açıdan varolabilmeleri ve birikimlerini arttırabilmeleri varolan emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinin kendi elleriyle sürdürülmesindeydi.
Milli mücadelenin siyasi ve askeri önderliğini yürüten bürokrasi de memnundu. Onlar da sınırları oldukça daralmış da olsa bir devlet olarak merkezi otoriteyi güçlü bir biçimde yeniden oluşturmuşlar ve ayrıcalıklı toplumsal konumlarını yeniden tesis etmişlerdi.
Emperyalist devletler açısından, fazla bir değişiklik olmuyordu. Örneğin Lozan Anlaşması’nın bir maddesine göre, Türkiye Osmanlı borçlarının önemli bölümünü ödemeyi taahhüt ederken, yine, Türkiye 5 yıl boyunca Osmanlı dış ticaret rejimini uygulayacaktı ve bu da zaten emperyalizmin Türkiye’deki etkinliğini pekiştirmek için yeterli bir süreydi. Emperyalist ülkelerin özellikle iktisadi talepleri, Lozan Anlaşmasının iki oturumu arasında gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi’nde, milli mücadelenin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomideki temel sınıfı müslüman Türk ticaret burjuvazisinin onayı alınarak kabul edildi. 5 yıl boyunca gümrüklerin yükseltilmemesi ve Osmanlı dış ticaret rejiminin uygulanması emperyalist ülkeler ve artık bu ticareti kompradorlaşma anlamında doğrudan yürütecek Türk ticaret burjuvazisinin çıkarlarını yansıtan en önemli karardır.
1906 sayımına göre, Türkiye’nin bugünkü sınırları içindeki nüfus 15 milyondu. Bu nüfusun yüzde 10’u Rum, yüzde 7’si Ermeni, yüzde 1’i Musevi’ydi. yüzde 80’in üzeri ise müslümandı. 1927 nüfus sayımına göre ise 13.6 milyon olan nüfusun sadece yüzde 2.6’sını gayrımüslümler oluşturuyordu.
Bu durum belkemiğini azınlıkların oluşturduğu ekonomik hayatın önemli ölçüde tahrip olduğunu gösteriyor. Sovyetler, Bulgaristan ve Yunanistan’dan göç ve mübadele yoluyla ülkeye gelen, büyük bölümü pazara yönelik tarım ve ticarette yetişmiş müslüman Türk muhacirler bu tahribatın daha da büyümesini önlemişlerdir.
Savaş sırasında ve sonrasında, azınlıkların bıraktığı önemli ölçüde servet el değiştirdi. Azınlıkların bıraktıkları işlere, mülklere ve topraklara müslüman tüccar ve işadamlarından oluşan yerel eşraf ve toprak sahipleri el koyuyorlardı. (Gerçi, Lozan Anlaşması hükümlerine göre bu mallar kamulaştırılıp, ülkeye mübadele yoluyla gelen muhacirlere verilmesi gerekiyordu ve bir kısmı böyle oldu.) Bunların bölüşümüne merkezi siyasi otorite, yani bürokrasi karar veriyordu ve milli burjuvazinin politikalarına ve milli mücadelede takınılan tavra uygun olarak bu duruma göz yumuluyordu. Yeni devlette bürokrasi ile yerli tüccar sınıf arasındaki bu ayrılmaz ve karşılıklı bağımlılığa dayanan ilişkinin ilk biçimi bir anlamda, bu terkedilmiş mülk ve işyerlerinin yeniden temellükü sırasında ortaya çıkmıştır.
Savaştan sonra, ekonomik temeli elinde bulunduran azınlıkların gitmesinden ve kalan az sayıdakinin üzerinde de tam bir egemenlik kurulmasından sonra, asıl olarak müslüman Türk burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden bürokrasinin karşısında hedeflerine ilerlemede kendisine engel olabilecek ciddi bir sınıfsal güç kalmamıştı. Merkezi otoritenin, devletin vesayeti altında zenginleşmesine izin verilen ticaret burjuvazisi, bu dönemde bürokrasiyle hiçbir çatışmaya girmedi. Bunun karşılığında da para kazanma ayrıcalığını aldı. Yerli burjuvazi hızla büyümesine karşı, henüz siyasi alanı ve bürokrasiyi doğrudan belirleyecek biçimde rüştünü ispatlamamış, bu anlamda siyasi bir güç konumuna gelememişti. Savaş öncesi dönemde gayrimüslim burjuvazisi yoluyla olgunlaşmaya başlayan burjuva kültür ve gelenekler de yok olmuş, yerli burjuvazi için tamamen yabancı şeylerdi.
Bürokrasi ise, hayalindeki ekonomik ve sosyal anlamda batılılaşmayı gerçekleştirebilmek, burjuva toplumu inşa edebilmek için üstyapı reformlarına girişti. Bu reformlar aynı zamanda nesnel olarak kapitalist ilişkilerin gelişmesinin de önünü açacak nitelikteydi. Bu dönemde, Ankara Hükümeti için iki ciddi gelişme aynı anda yaşandı.
İlki milli mücadelenin başladığı günlerde, ortak çıkarlar için ertelenen bürokrasi içindeki ciddi görüş ayrılıklarının açıktan ortaya çıkması ve sert muhalefetlerin gelişmesiydi. Bürokrasi içinde, “Devleti kurtarma” formülü etrafında gerçekleştirilmiş olan konsensus, devletin kurtarılması ve devamını da bir ölçüde garantiye almasıyla bozulmaya başlamıştı. Bundan sonraki idare ve reformlar konusunda ciddi çatışmalar başlamıştı.
Diğeri ise, Milli mücadele yıllarında destekleri alınan İmparatorluğun bir vilayeti olan Kürdistan’daki Kürt aşiretleriyle belli talepler etrafında yapılan anlaşmalardı. İlk mecliste Kürdistan vekilleri sıfatıyla kendi taleplerini dile getirmek için yer almışlardı. Savaş sonrası Cumhuriyetin ilanından sonra, bürokrasinin merkezi otoriteyi güçlü bir biçimde kurmasının ardından, tüm bunlar hasıraltı edilerek Kürtlere karşı inkarcı bir tutum takınılarak, yeni devletin yapıştırıcı unsuru olarak katı bir Türk milliyetçiliği benimsendi. Bu aynı zamanda emperyalist güçlerin Kürdistan’ı paylaşma politikalarında Türkiye’ye düşen pay ve rolle de ilgiliydi kuşkusuz. Taleplerinin gerçekleştirilmesi bir yana, inkara uğrayan Kürtler 1925 başında Şeyh Sait önderliğinde ayaklandılar. Ayaklanma kanlı bir biçimde bastırıldı. Büyük bir katliam ve tehcir gerçekleştirildi.
Aynı yıl, asıl olarak Kürtlerin taleplerini bastırmak amacıyla ve dolayısıyla kendi içinde ortaya çıkan muhalefeti yok etmek için Takrir-i Sükun Kanunu çıkarıldı, İstiklal Mahkemeleri kuruldu ve sıkıyönetim ilan edildi.
Kürtlere yapılanların ardından, en sağından en soluna kadar, Milli mücadelede önemli roller üstlenmiş ama, Kemalist kesime girmemiş tüm kadrolar ve muhalefet katledilerek, sürülerek ve pasifize edilerek yok edildi. Tüm siyasi partiler ve kurumlarla birlikte sendikalar da kapatıldı. Muhalif yayınlar susturuldu.
Kemalist kadrolar artık devlet idaresinin tek ve muhalefetsiz sahibiydiler. Bu arada planlanan reformlar da katı biçimler içerisinde gerçekleştiriliyordu. Örneğin, Şapka Kanununa muhalefet nedeniyle 70 kişi asılmıştı.
Batılılaşma yönündeki reformların gerçekleştirilmesi konusunda, önemli niceliğini eski İttihatçı kadroların oluşturduğu bürokrasinin tasfiye edilen kesiminin Kemalistlerle pek bir sorunu yoktu. Bu onların da en büyük hayaliydi. Hatta 1900’lü yılların başında hukuki ve idari alandaki reformlar, Cumhuriyet döneminden daha az değildi. 1908 Anayasası’nın parlamenter rejime katkısı, Cumhuriyetin sağladığından çok daha fazlaydı. 1908, 1912 ve 1914’teki meclisler, etnik çeşitlilik gösteriyor ve temsil niteliğini taşıyordu. Ayrıca bu dönemdeki meclis çalışmaları mebusların yetkinliği, ciddiyeti ve kapsamı açısından Cumhuriyet meclisine göre çok daha ilerideydi.
Reformların hızı, biçimi ve kapsamı konusunda Kemalist kadrolar, ülkede zaten süren emperyalizme yarı sömürge biçimde bağımlı bir kapitalizmin gelişmesine yol açacak, emperyalizmin ve ülkede bu ilişkinin sürdürücülüğüne talip yerli burjuvazinin taleplerine ilişkin dönüşümleri, –kendi çıkarlarına uygun olarak da– daha radikal ve otoriter bir biçimde gerçekleştirmeye çalıştılar.
En önemli ve zor olan dönüşüm, padişahlığın ve halifeliğin kaldırılmasıydı. Halifeliğin kaldırılması, özellikle Emperyalistlerin, barış görüşmelerindeki önemli taleplerinden biriydi. Müslüman ülkelerin kendi aralarında paylaştırılarak, sömürgeleştirilmesi veya sömürgeleştirilme girişimleri için, bu ülkeleri dini bir himaye altında tutacak, onları birleştirebilecek bir kurumu istemiyorlardı. Özellikle Abdülhamit’in dini restorasyonculuğunun Arap vilayetleri de dahil halk arasında –bugün bile islami kesimlerde süren– büyük destek bulması ve kısmi başarı kazanması, emperyalist ülkeler için örnek bir deneyimdi.
Ayrıca emperyalizmin ülkeye girmesiyle yıkıma uğrayan geleneksel sınıflar ve kurulu düzen için islamiyet siyasi otoriteye ve modernizme karşı birleştirici bir ideolojik unsur işlevi görüyordu. İslamiyet, esas olarak içsel yapısı itibariyle de devletsiz varolamayacağından hiç bir zaman devletten bağımsız olarak örgütlenmemişti. Bunu keşfeden Osmanlı Padişahları da müslüman ülkeleri kendi topraklarına katıp sömürgeleştirdikten sonra, bu durumu rahatça sürdürebilmek için hilafeti İstanbul’a taşıyıp, kendilerini halife yaparlarken, hanedanlık son dönemler de dahil kendini hiçbir zaman ‘milli’ bir hanedan olarak göstermemişti. Tüm İmparatorluk halklarının ortak kimliği müslümanlıktı.
Kapitalizmi kendine yön seçmiş bir yönetici sınıf için bu durum hem nesnel olarak hem de öznel olarak kabul edilemezdi. Bunun yerine duruma uygun laik-milliyetçi bir ideolojik çizgi konuldu. Bu, şartlar gereği ancak otoriter bir tarzda, zorla gerçekleştirilebilirdi. Ama bu otoriter laiklik, devletin, islamiyeti kendi kontrolü ve denetimi altında ve çıkarları doğrultusunda başka bir biçimde üretmesine ve kullanmasına engel değildi elbette.
Öte yandan, devletin bu militan laikliği, o ana kadar toplumu bir arada tutan ve oldukça sağlam olan dini ideolojinin geleneksel anlamda reddi anlamına geliyordu. Bu durum toplum ve devlet arasında bir ayrılığa yol açmıştı. Ortaya çıkan bu ayrılığı doldurmak için yeni bir ideoloji olarak milliyetçilik en önemli form oldu. Artık herkes kendini, yeni ulus devletin ulusundan yani Türk kabul edecekti. Bunun için bürokrasi her türlü geleneksel özgünlüğü ve mahalli özelliği yok etmeye girişti. Ulustan daha dar veya daha geniş birimler veya görüşler şiddetle karşı karşıya kaldı. Bütün reformların başvurduğu ideolojik örtü milliyetçilik oldu. Böylece Kürtler de Türk yapılırken, azınlıkların önemli bölümü de Türkleştirildi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında üst yapıda bu gelişmeler olurken, iktisadi yapı eski sürekliliği üzerinden yeni dönüşümler yaşıyordu.
1925’te Fransız-İngiliz ortaklığı olan Osmanlı Bankası yenilenen imtiyazı ile para basma tekelini yine eline almıştı.
Savaş kayıpları ve azınlıkların kaçmasıyla, tarımsal işgücünde yüzde 20’ye varan önemli bir kayıp yaşanmıştı. Bu kayıp bir ölçüde, büyük bölümü ticari tarımla uğraşan vasıflı 1 milyonun üzerindeki muhacirlerle giderilmişti.
Bunun yanında artık emperyalist sermaye ve yatırım akışının önü de açılmıştı. Ağırlıklı olarak aracılık rolü oynamasına karşın, İmparatorluk döneminde oldukça güçlenmiş olan azınlıklardan oluşan komprador Osmanlı burjuvazisi, yabancı sermaye açısından engelleyici bir rol oynuyordu. Azınlıkların yerine geçen yerli ticaret burjuvazisi devlet desteğiyle hızla gelişmesine rağmen, bu rolü oynayabilecek güçte değildi. 1920’lerden sonra yabancı sermaye, sadece ticari girişimler yoluyla değil, bankalar aracılığıyla ve sanayi yatırımlarıyla da doğrudan ülkeye girdi. 1923-1929 arasında bütün kredilerin dörtte üçünü yabancı bankalar sağlarken, sanayi şirketlerine yapılan yatırımlar içinde de yabancı sermayenin payı Türklerin payının iki katıydı. Ayrıca bazı yabancı firmalar, devletten belli malları ithal etme ve iç pazarda satma tekelini almışlardı.
Yine bu yıllar arasında devlet himayesindeki ayrıcalıklı konumlarıyla, Türk ticaret burjuvazisi de birikimini arttırıyordu.
1929’a kadar süreç aşağı yukarı bu minvalde devam etti. 1929 dünya krizi Türkiye Cumhuriyeti açısından da hem siyasi hem ekonomik önemli değişim ve dönüşümlere yol açtı.
1929’daki dünya krizi, tipik bir ihracat ekonomisi görünümündeki Türkiye ekonomisini de derinden etkiledi.
Türkiye’nin ihraç mallarının fiyatları hızla düştüğünden, bir döviz krizi ortaya çıkmıştı. Türk lirasının değerinin düşmesi borç yükünün artmasına yol açtı ve ticaret sektöründe iflaslar yaygınlaştı. Ticaretin merkezi olan İstanbul ve İzmir’de 1930 yılında binden fazla firma iflas etmişti.
Bunun ilk etkilerinden biri ticaret kredisine bağlı olan pazara yönelik tarım kesiminde hissedildi. Vergilerini ve borçlarını ödeyemeyen köylüler, topraklarını yok pahasına elden çıkarmaya ve bir kısmı toprakları gittikçe büyüyen toprak sahiplerinin çiftliklerinde ortakçılığa başladı.
Bu dönem emperyalist ülkelerin girdiği krizden ötürü, krizin etkisindeki Türkiye için emperyalizmden görece bağımsızlaşılmasını sağladı. Ticaret sermayesinin zayıflaması, bürokrasinin etkinlik alanını daha da arttırdı. O zamana kadar yabancı sermayeli Osmanlı Bankası’nın sürdürdüğü döviz işlemlerini kontrol edip elinde toplamak için Hükümet tarafından 1930’da Merkez Bankası kuruldu.
Ülkedeki krizin sorumlusu olarak Türk lirasına karşı spekülasyon yapan tüccarlar ve rezervlerini döviz olarak tutan yabancı bankalar görülüyordu. Yine 1930’da Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti’nin kuruluşu alınacak yeni önlemlerin yönelimini tespit etti. Bu cemiyetin amacı tasarrufu teşvik etmek, yerli malların üretim ve tüketimini özendirerek ithal malların tüketimini azaltmak ve ithal ikameci bir sanayiye geçiş yapmaktı. Bu dernek özel bir dernek olmasına rağmen, bütün mebuslar üye kaydedilmişti. Artık ülkenin yeni gözdeleri, cılız olan sanayi burjuvazisi ve buraya geçiş yapması için desteklenen hükümetin yakın olduğu ve yeterli birikime sahip ticaret burjuvazisiydi. 1930’da gerçekleştirilen Sanayi Kongresi ile bu durum tescil edildi ve bunun üstyapısal dönüşümleri için ipuçları ortaya çıktı. 1931 CHP Kurultayı, siyasal düzeni tek partili bir rejim olarak tanımlarken, “Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan mürekkep değil ve fakat ferdi ve içtimai hayat için işbölümü itibari ile muhtelif mesai erbabına ayrılmış bir camia telakki etmek esaslı prensiplerimizdendir” diyerek, “sınıf mücadelesinin yerini içtimai nizam ve tesanüt temin” etmeyi karar altına aldı. Ayrıca dış işlemlerin sıkı bir biçimde denetlenmesi ve sanayiin devletçi politikalarla korunması savunuluyordu.
Yarı-resmi banka konumundaki İş Bankası, kredileri, tüccarlardan, kayırılan sanayicilere kaydırdı. İç ticaret hadleri sanayi malları lehine değiştiğinden hammaddelerin fiyatları düştü. Ticaretteki daralmayla iflas eden köylülüğün bir bölümü şehirlere göç ettiğinden, proleterleşme ve işsizlik arttı. 1931’de nüfusu 800 bin olan İstanbul’da 100 bin işsiz vardı. Bu daha az ücret ve daha fazla sömürü demek olduğundan sanayi burjuvazisinin karlarını arttırdı. Ücretleri daha da düşürme teşebbüsleri, bu dönemde işçilerin direnişlerine ve grevlere yol açmıştı. İşçilerin kısmen lehine bir iş kanunu hazırlayan bakan istifaya zorlanmış ve tasarı iptal edilmişti. 1932’de İstanbul’da bütün işçilerin parmak izlerinin alınması gibi kararnameler çıkarıldı. 1934 ve 1938 arasında işçilerin gerçek ücretleri yüzde 35 oranında geriledi.
Krizin hissedildiği 1927’de Teşvik-i Sanayi kanunu çıkarılmıştı. Bu kanunla asgari bir ölçeğe ve teknolojiye sahip olan sanayiciler (ki bunlar, genellikle ithalatı yapılmayan malları üretmeye yönelik büyücek ticaret burjuvalarıydı), gümrük muafiyetlerinden, arazi hibelerinden kamu ihalelerinde yabancılara karşı kazanma garantilerinden faydalanıyorlardı. O an için çok önemli olmayan bu kanun, krizden sonra uygulamaya girişilen politikalarla birleşince bu kişilere önemli bir avantaj sağladı ve sanayi sermayesinde önemli bir yoğunlaşma yaşandı. Örneğin 1939’da firma başına gayrı-safi üretim 1932’nin 2.5 katına ulaşırken, bunlar bütün sanayi işçilerinin dörtte birine sahiptiler.
Sanayi hammaddesi ürünlerin desteklenmesine paralelolarak pazar için üretim yapan büyük toprak sahipleri de desteklenmeye başlandı. Traktör ithalatı için hazine yardımı, Buğday Koruma Kanunu’nun çıkarılması, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin kuruluşu büyük çiftçileri korumaya ve geliştirmeye yarayan düzenlemelerdi.
Kriz yıllarında toplam yabancı sermaye yatırımları gerilerken, yabancı sermayeli firmaların sayısı bankacılık ve ticaret sektöründe azalmış, sanayi sektöründe ise artmıştır. Dış ticaret, Fransa ve İngiltere ile düşerken Almanya ile büyük ölçüde artmıştı. 1931 ile 1936 arasında ihracatta İngiltere’nin payı yüzde 18’den yüzde 5’e, Fransa’nın yüzde 12’den yüzde 3’e düşerken Almanya’nın payı yüzde 10’dan yüzde 51’e yükseldi. İthalatta da benzer bir gelişme yaşandı.
1929’dan itibaren demiryolları, kibrit tekeli ve diğer imtiyazlar ile birlikte kamu hizmeti veren yabancı şirketler satın alınarak millileştirilmeye başlandı. Buradan büyük sonuçlar çıkaran o günün ve bugünün ‘sol’cuların es geçtikleri şey, devletleştirmenin özellikle emperyalistler tarafından da istendiği ve bu konuda baskı bile yapıldığıdır. Birincisi bu sektörlerdeki karlar önemli ölçüde azalmakta ve emperyalistler zarar etmekteydiler. İkincisi bu devletleştirmelerin karşılıkları yine emperyalistler tarafından belirleniyor, buradan elde ettikleri parayı, daha karlı sektörlere yatırıyorlardı. Örnek verilmesi gerekirse, devlet, yeni yaptığı demiryollarının kilometresini 115 bin liraya mal ederken, oldukça eskimiş ve bir o kadar da tamir bedeli gerektirecek demiryollarının kilometresine kamulaştırma bedeli olarak 95 bin lira gibi yüksek bir rakam ödenmiştir.
Ardından 1934’teki Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’yla, ithal ikameci bir sanayi için daralan ithal olanaklarından ötürü zorluk yaşayan özel sektör üretimine ucuz ara mallar üretmek amacıyla devletin toplam 15 fabrika yapması planlandı ve yapıldı. Bunun ne için yapılacağı, devlet sektörünün ne işe yarayacağı ve yaradığı, Birinci Sanayi Planı bölümünde açıkça ifade edilmişti: “Bu programa hususi teşebbüs erbabı tarafından tesisine imkan görülmeyen sanayi şubeleri ithal edilerek devlet veya milli müesseselerin teşebbüsü olarak kurulmaları düşünülmüştür. Ancak bu ara sanayi, hususi teşebbüs ve sermaye erbabına da çok geniş ve faideli endüstri imkanları bahşedecektir. Devlet teşebbüsü ile kurulacak ana demir sanayi hususi müteşebbislerin yeniden tesis edecekleri makine, tel, çivi, döküm boru, cıvata, vida, vesaire fabrikalarına ve sanayie ucuz ve kolay tedarik edilir yarı mamul emtia verecektir. Yeni bez dokuma sanayimiz, mevcut milli fabrikalarımızın inkişaflarına bir pay bıraktığı gibi pamuk, ip ve halat,kadife, pelüş, kordela, şerit, pasmanteri eşyası ve pamuk örme sanayine de yeni faaliyet imkanları bahşedecektir.”
Bu dönem yine sanayi ve banka sermayesinde önemli bir yoğunlaşma yaşanmıştı. 1932’den 1941’e kadar sanayi işletmelerinin sayısında üçte birlik bir azalma olurken, işletmelerdeki motor gücü ve üretilen malların değeri üç kat artmıştı. 1939 yılında en büyük 113 işletme üretimin yüzde 73’ünden fazlasını sağlıyordu.
Bankacılıkta ise İş Bankası ve Ziraat Bankası’nın denetlediği sermaye rezervleri, toplamın yüzde 72’sini oluşturuyordu.
Bu dönemde, özel teşebbüsün sanayiye yönelik istihbaratını sağlayan, sanayi burjuvazisine geçmesi gereken alanları kollayan İş Bankası’nın işlevine değinmekte özel yarar var. İş bankası, Cumhuriyetin İktisat Vekili eski bir sivil İttihatçı olan Celal Bayar tarafından, yerli burjuvaziye devlet kredilerinin aktarılması amacıyla kurulmuştu. 1929 kriziyle birlikte önemi ve işlevi olağanüstü arttı. 1930’da milli bankaların ülke sanayii içindeki bütün iştiraklerinin yüzde 50’si İş Bankası’na aitti. 1937’de milli bankalardaki toplam mevduatın yüzde 40’ını elinde tutuyordu. Bu dönemde sanayi burjuvazisi ile bürokrasi arasında ilişkiyi sağlıyordu. 13 Yönetim Kurulu üyesinin tamamı milletvekiliydi. Burjuvazi bu bankayı, bürokrasi ile yapılacak pazarlıklarda işlevli bir kurum olarak da kullanıyorlardı. Bu bir anlamıyla rüşvetti tabii ki. İş Bankası’nın iştiraki olan bütün şirketlerin yönetim kurulu üyeleri arasında yüksek bürokratlar ve milletvekilleri vardı. Bürokratların yönetimlerinde yer almadığı büyük bir sanayi kuruluşu yok gibiydi. 1931- 1940 arasında kurulan şirketlerin yüzde 74.2’sinin kurucuları bürokratlardı.
Böylece bürokrasi ve sanayi burjuvazisi ele ele vermişlerdi. Bu burjuvazinin serveti ve birikimleri hızla artarken, bürokrasi de siyasi gücünü ve etkinliğini arttırıyordu. Bu dönem, sermaye sınıfıyla devlet ‘sınıfı’ arasındaki uyumlu yaşamın en şaşaalı günleri oldu.
Dünyada kriz sürerken, emperyalist ülke kapitalist sınıfları ölüm kalım savaşı verirken, yine bu yüzden emperyalizmle bağımlılık ve sömürü ilişkilerinin zayıfladığı bu dönemde, Türkiye’deki sanayi sermayesi önemli artışlar kaydediyordu.
Bu ekonomik ve siyasal tablo içerisinde 1930’lu yıllar, hala çok cılız da olsa gelişmeye başlayan işçi sınıfı ve küçük köylülük üzerindeki baskıların da yoğunlaştığı dönem oldu. İtalyan faşizminden ödünç alınan yasalarla, işçiler ve emekçiler üzerinde büyük bir baskı kuruldu.
Dünya krizi döneminde Türkiye’nin Almanya ile ticari ilişkileri artmaya başlamıştı. Bu siyasal olarak da bürokrasi ve sermaye sınıfı açısından Almanya’ya sempatinin artmasını sağlamıştı. Bu o dönem uygulanan milli iktisat politikalarına, milliyetçiliğe ve tek parti yönetimine de denk düşüyordu.
1933’ten sonra Faşist Almanya’nın iktisadi planları, çökmüş olan uluslararası pazarın yerine takas ve kliringe dayalı ikili anlaşmaları koymaya çalışıyordu. Bu Türkiye’nin de işine geliyordu. Savaştan hemen önce Türkiye’nin dış ticaretinde Almanya’nın payı yüzde 50 civarındaydı. Bu ikinci emperyalist savaş sırasında da az çok devam etti. Fakat buna rağmen, Türkiye savaşta tarafsızlığını ilan etmiş ve bunu politik alanda başarıyla uygulamıştı. Türk bürokrasisinin dış politikadaki dengeciliğinin geleneksel ve başarılı bir geçmişi vardı. Bu yüzden İngiltere ve Amerika Türkiye’nin ihraç mallarını yüksek fiyatlardan alıyorlardı.
Savaş döneminde, işçi sınıfı daha da ağır baskılara maruz kalırken, ürettikleri ürünün bir bölümüne ve çift hayvanlarına el konması, üretilen ürüne yeni vergiler ve seferberlik sonucu köylülük yeni bir yıkıma uğruyordu. Bu durum daha sonraki yıllarda kendini açıktan gösterecek köylülerin CHP’den geleneksel uzaklaşmasını açıklayan önemli bir etmendir.
Dünyada yaşanan savaş nedeniyle savaş ekonomisinin uygulanması sonucu, Türkiye savaş sırasında emperyalist ülkelerin ihtiyaçlarının artmasına binaen, ihracat fazlası vererek rezervlerini arttırdı. Bu durum, zaten azalmış olan yerli üretimin daha da az bir bölümünün ülke içinde tüketilmesine yönelik, 1939 ile 1945 arasında yüzde 350’ye varan tipik bir savaş dönemi enflasyonunun yaşanmasına neden oldu.
Savaş dönemi, sanayi sermayesinin kazançlarını arttırırken, ondan daha fazla ticaret sermayesi karlı çıkıyordu. Büyük meblağlar tutan devletin savaş ihtiyacı ihalelerinden, karaborsa, vurgunlar ve ticari spekülasyondan büyük paralar kazanıyorlardı. Bürokrasi bu duruma müdahale edebilecek araçlara sahip değildi. Birikimin başka ellerde de yoğunlaşması, görece fakirleşen bürokratların bir kesimiyle, vurgun imkanları pek olmayan ve artık oldukça gelişmiş olan sanayi sermayesini rahatsız etmişti. Genel kıtlık ve yoksulluk, hükümet aleyhtarlığına dönüştürüldü. Hükümet de hemen çözüm geliştirdi. Sayıları epey azalmış da olsa, güvenlikleri o zamana kadar Lozan anlaşmasıyla sağlama alınmış ve İstanbul’da yoğunlaşan gayrimüslim ticaret burjuvazisine cephe alındı. Bunlar 1930’lardan sonra ekonominin seyri nedeniyle İstanbul çevresinde özellikle dokuma alanında önemli sanayi yatırımlarına da girişmişlerdi. Bütün tüccarlar gibi bunlar da savaş döneminde kazançlarını daha da arttırmışlardı.
Tam da savaş döneminde, şovenizmin ve milliyetçiliğin en hassas olduğu dönemde, kitleleri azınlık aleyhtarı duygularla kışkırtmak ve bunu iktisadi adalet talepleriyle birleştirmek hükümet için kolay bir çözüm oldu.
1942’de Varlık Vergisi Kanunu çıkarıldı. Varlık vergisinin yüzde 70’i İstanbul’dan elde edildi ve toplanan verginin yine yüzde 70’ine yakınını sayıları çok az olan gayrimüslimler ve yabancılar ödedi. Gayrimüslimlere uygulanan vergi oranı müslümanlara uygulananın 10 katıydı. Gayrimüslim işadamlarının büyük çoğunluğu işlerini ve mülklerini yok pahasına satmak zorunda kaldılar. Bu birikimler devlete önemli bir gelir aktaran bürokrasiye ve artık ticareti de ele geçirmeye başlayan sanayi burjuvazisine önemli kazançlar sağladı. Buna rağmen, savaş sonrası bu kanunun sürmesinin yarattığı ideolojik ve iktisadi etki, sanayi burjuvazisi ile bürokrasinin arasında ciddi gerilimler doğurdu.
Artık savaşın sonucu belli olduğundan, biraz geç kalmış olarak 1945 Şubat’ında Türkiye Miğfer devletlerine savaş ilan etti.
Galip güçler arasında, Sovyetler Birliği ve başını ABD’nin çektiği emperyalist kamp arasında soğuk savaş yılları başlıyordu.
Hükümet, bir muhalefet partisine ihtiyaç olduğunu ve 1946’da seçimlerin yapılacağını ilan etti. Bunun asıl olarak iki nedeni vardı.
İlki, jeopolitik konumundan ötürü de Türkiye üzerinde ekonomik ve asıl olarak da siyasi olarak hegemonyasını oluşturmaya girişen savaştan en büyük emperyalist güç olarak çıkan ABD, komşu Sovyet ‘tehdidine’ karşı Türkiye’ye iktisadi ve askeri yardım yapmaya karar vermişti. Yeni dönem uyarınca, “hür dünya” olarak, devletçilik ve tek parti uygulamalarına karşı talepleri vardı.
Diğeri ise, artık sanayi burjuvazisi, özellikle savaş sonuna doğru, büyük bir birikime ulaşmıştı ve devletçi politikalara karşı, bürokrasi ile arasına mesafe koymaya başlamıştı. Çok açık karşı konmasa da artık vesayet istenmiyordu. 10 Eylül 1946 tarihli Akşam gazetesinde savaş yıllarında Türkiye’de 2 bin milyoner ailenin doğduğu yazıyordu. Yine o dönemin İstanbul Ticaret ve Sanayi Odası Bülteni, işadamlarının yüzde 300 ile yüzde 1000 oranında kar ettiğini açıklıyordu. Böyle bir durumda, burjuvazi varolması için kaçınılmaz olan emperyalizmle işbirliğini doğrudan kurmak istiyordu.
İktidar kendi gücüne çok güvendiğinden, ekonominin işleyişine yeterince vakıf olmamanın getirdiği, burjuvazinin tavrına ilişkin hesap hatasından bu talepleri hemen kabul etmişti. Onların beklediği, devletçilikten biraz vazgeçip, ekonomiye biraz özerklik kazandırıp, sistemin esas olarak aynı kalmasıydı.
1946 seçimleri, öncesi ve sonrasıyla iktidar için büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Muhalefet partisi olan DP kısa bir örgütlenme dönemine karşın büyük bir güce erişmişti. Seçimler sonucu çeşitli hilelerle CHP içindeki merkezi bürokrasi yerini korudu. Seçim hileleri sonucu mecliste küçük bir grup olan muhalefet, büyük güce sahip olduğunu ispat etti.
Bu durum karşısında hükümet belli tavizkar politikalar geliştirdi. Yeni ekonomi politikaları Amerikalı uzmanlara hazırlatıldı. Din alanında eski militan laiklikten tavizler verildi. Ama bunların hiçbiri yetmedi ve yeni bir siyasi çözümün gerekliliği kaçınılmazdı.
1950 seçimleri siyasi bir dönüm noktası oldu. Bürokrasi ve siyasetçi birbirinden ayrıldı. Siyaset seçkinlerin işi olmaktan çıkarıldı. Siyaset sınıfların doğrudan temsilcileri ve talepleri etrafında örgütlenmeye başladı.
DP muhalefetinin iki temel savı vardı. Biri devlet müdahalesi karşısında pazarı savunan iktisadi özgürlük, diğeri de toplumsal taban bulabilmek ve merkezin ideolojik-siyasi hegemonyasını kırabilmek için, mahalli gelenekleri savunan, zorla baskı altına alınmış dinin özgürlüğüydü.
Burjuva platformunu oluşturan DP, kitlelere kontrol altındaki fiyatlardan, ezici vergilerden, ürüne el koyan jandarmadan, devlet korkusundan kurtulmayı vaat ediyordu.
1950’de 20 milyon olan nüfusun yüzde 80’i köylüydü ve bunların büyük çoğunluğu yıkıma uğrayan küçük üreticiydi. Şehirlerde ise en yaygın alan kendi adına serbest çalışmaydı. Sanayide bile işçilerin yüzde 37’si ya kendi işlerinde ya da aile şirketlerinde çalışıyorlardı. İşverenler için çalışan ücretli işçilerin sayısı 400 bin civarındaydı. Bu nüfus yapısında, görüldüğü gibi çoğunluk, basit pazar fikrine bağlanmaya uygun küçük üreticilerden oluşuyordu.
Büyük çoğunluk, sadece kendisine zulmeden bürokrasiden kurtulmak için değil, iktisadi kalkınmadan ve kişisel zenginleşmeden de ‘özgürce’ faydalanmak istiyordu.
Savaş sonrası dünyanın yeni hakimi ABD sermayesi ABD hükümeti eliyle, Avrupa için bir kalkınma programı geliştirmişti. Türkiye de 1957’de bu programa dahil edildi. Bu şekilde “hür dünya”nın bir parçası haline getirilen Türkiye’ye, askeri ve liberalleşme biçiminde iktisadi bağımlılık karşılığında hibe ve yardım yapılacaktı. 1946 ile 1950 arasında Türkiye’ye giren ABD fonları, GSMH’nın yüzde 3’üydü ve bu ithalatın yüzde 270 artmasına yol açmıştı. En büyük artış tarım makinelerindeydi. Bu Amerikalı uzmanların planlarının bir sonucuydu. Türkiye ekonomisi, emperyalizmin yarı-sömürgesi ilişkisini, tarıma ve tarıma dayalı bir sanayi üzerinden sürdürmeliydi. Ayrıca hükümetten, kamu kaynaklarını karayollarına ve diğer altyapı projelerine tahsis etmesi isteniyordu.
Yeni ekonomi reçetesi, bütün toplumsal kesimlerle birlikte, yoksulluk içinde kıvranan küçük üreticilerin de refahının yükseltilerek pazara yani kapitalizme aktif katılımlarının sağlanmasını öngörüyordu. Bu köylülerin de istemlerine tekabül ediyordu.
Bu yolla ekonominin desantralizasyonu, savaş sırasındaki enflasyonun sağladığı itici güçten yararlanan pazara daha çok açılmış bölgelerdeki kasaba tüccarları ile büyük çiftçilerin özlemlerine de denk düştü.
Amerikan yardımları, pazar sorunları içinde olan ABD ekonomisinin ihraç ettiği yol yapım makineleri ve 15 bin traktör alımıyla ABD ekonomisine geri dönüyordu. Ulaşım pazara girişi kolaylaştırdı, tarım makineleriyle yeni topraklar tarıma açılarak üretim hızla arttırıldı.
Amerikan reçeteleri, artık emperyalizmle doğrudan ve daha karlı bir ilişki geliştirecek olan burjuvazi önderliğinde, etkinlikleri oldukça artan büyük toprak sahiplerinin, orta ve küçük üreticilerin özlemleri birbirleriyle çakışıyordu. Bu durum ekonomik alanda Demokrat Parti’ye önemli bir toplumsal destek sağlıyordu.
Diğer yandan DP, ideolojik alanda da dine özgürlük sloganı ile önemli bir oy ve kitle desteği olan köylülüğü, küçük-burjuvaziyi yanına çekiyordu.
Kemalizmin laisizmi aslında başarılı olmamıştı. Hem islamın kendi içsel yapısı itibariyle toplumsal yaşamı siyasi yapıdan ayırmak mümkün olmadığından, hem de zaten böyle bir sosyo-ekonomik yapıya sahip olunmadığından otoriter ve militan bir laisizm gelişmişti. Laikliğin genel anlamı din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılması iken, bu Türkiye’de dini hayatın bürokratlarca ve bürokratik düzenlemelerle, yani devlet tarafından sıkı bir biçimde kontrol altında tutulması olarak gerçekleşmişti. Bu nedenle, baskılar karşısında, sürekli geleneklerine ve dine sarılan kitleler, hep irtica etiketiyle cezalandırıldı ve korkutuldu.
DP’nin elindeki bu güçlü ideolojik silaha karşı, CHP’li bürokratlar, yeni din okulları açarak, ilköğretime din dersi koyarak ve türbelerin ziyaret edilmesi yasağını kaldırarak yanıt vermeye kalkıştılarsa da halk üzerindeki uzun yılların birikimini kaldırmaya yetmedi.
1950 seçimlerini çeşitli hilelere rağmen kazanan DP iktidarı, dünya konjonktürünü de arkasına alan burjuvazinin kazandığı bir muharebeydi. Bürokrasinin vesayeti altında gelişmekten ötürü siyasal alanı doğrudan belirleyemeyen bir burjuva sınıfa dayanan kapitalizmden, rüştünü ispat etmiş, pazara çok daha sağlam bir biçimde bağlanmış burjuva kapitalizmine geçiliyordu.
Bu temelde işbirlikçi tekelci burjuvazinin ortaya çıkması doğrultusunda burjuvazinin ayrışma süreci gelişiyor, sınıf iktidarının bir parçası olan siyasi iktidar olarak da devlet iktidarı, oligarşinin oluşum süreciyle yeniden biçimleniyordu.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında siyasi iktidar, bürokrasi ile müslüman ticaret burjuvazisi arasındaki ilişkiye dayanıyordu. Bu ittifak içerisinde, burjuva toplumun kurucusu, bu anlamda da burjuvazinin temsilcisi olsa da hem Osmanlıdan devralınan miras ve hem de bu burjuvazinin zayıf olması nedeniyle siyasetin oluşturulmasında bürokrasi hakim konumdaydı. Yine Osmanlıdan geldiği biçimiyle, küçük üreticilik olarak köylülüğün yaygın oluşu ve bunların pazarla ilişkisinin doğrudan tüccarlar eliyle kurulması, büyük toprak sahiplerinin iktisadi ve siyasi bir güç olarak ortaya çıkmasını engelliyordu. Bu durum da, egemen ittifaka, toprak ağalığının önemli bir muhalefetiyle karşılaşmadan sanayileşme politikası olanağı vermişti.
Osmanlıdan geldiği gibi Türkiye’nin de hakim olarak küçük üretime dayalı bir tarım toplumu olarak ortaya çıkışı, Türkiye’nin sürecinde iktisadi ve siyasi gelişiminin özgünlüğünü önemli ölçüde belirlemiştir. Kürdistan dışarıda bırakıldığında, toprağın eşitsiz dağılımı ve büyük toprak sahipliği hep varolsa da, siyasi ve hukuki çerçevenin uygunluğu ve tarıma açılabilir boş toprakların bolluğu köylülüğün büyük ölçekte varlığını koruyabilmesini sağlamıştır.
1929 dünya krizi sırasında gelirlerin aşırı azalmasına karşın vergilerin aşırı artışı nedeniyle yoksul, küçük köylülerin topraklarını ve iş araçlarını elden çıkarıp, özellikle ortakçılık ve kiracılık biçiminde ve ayrıca tabii ki tefecilik yoluyla toprak sahiplerine bağımlılıklarının arttığı bir dönem yaşandı. Bu dönem toprak sahiplerinin gelişimleri sanayileşme sonrası ve ona bağlı olduğundan, siyasi iktidara katılımları çok kısmi olarak gerçekleşti. Ama hala önemli bir köylü kitlesi geçimlik üretime geri dönüp kendi toprağını işlemeye devam etti.
Savaş sonrası, Amerikan politikalarının belirleyiciliği ve traktör sayısındaki önemli artış, tarımın önemini arttırdı. 1946-1950 arası 1200’den 43000’e çıkan traktörlerin ve yeni teknolojinin çok büyük bölümü doğal olarak büyük toprak sahipleri tarafından kullanılmaya başlanınca ortakçılık ve kiracılık konumları kalkanlar, hızla mülksüzleşmediler, yeni toprakları tarıma açtılar. İşgal edilen devlet topraklarıyla baş edemeyen hükümet, Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıkararak 400 bini aşkın aileye 3 milyon hektarın üzerinde toprak dağıtarak tapulandırdı.
Büyük toprak sahiplerinin elindeki topraklarda tarım kapitalizmi gelişiyordu, Türkiye’nin neredeyse hiç bir yerinde, topraklarını büyütseler de büyük toprak sahipleri, köyleri ve köy topraklarını ele geçiremedi. Aksine hakim eğilim köylü mülkiyetinin genişlemesiydi. Sahiplerinin işlediği ‘işletme’ sayısı 1950’de 2.3 milyonken, 1952’de 2.5, 1961’de 3.1 milyona ulaşmıştı. Topraksız köylü ailelerinin oranı ise 1950’de yüzde 16 iken 1960’ta yüzde 10’a düşmüştü. Köylüler, karayolu ağının hızla genişlemesi nedeniyle de küçük meta üreticileri olarak kapitalist pazarla hızla bütünleşiyorlardı.
Tarım söz konusu olduğunda Çukurova’nın özgünlüğünü belirtmek gerekir. Bugün bir avuç olan Türkiye tekelci sermayesinin çoğunluğunun birikimlerini sağladığı yer ve zaman 1950’li yılların Çukurova’sıdır. Pamuğun dünya ekonomisinde çok önemli olduğu 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarında Ermeniler buralarda ticari amaçlı pamuk tarımını geliştirmişlerdi, Ermeni tehcirinden sonra, buralar büyük toprak sahiplerinin eline geçmişti. Ayrıca bir dönem sonra buralarda çitleme, diğer bölgelerde görülmeyecek büyüklükte yaygındı. 1950’lerde pamuk yine büyük önem kazanmıştı. Pamuk tarımında sadece mevsimlik işçiye ihtiyaç duyulduğundan, çitleme bol kazanç sağladı ve tek bir hasatla bile büyük servetler kazanıldı. 1950’lerde Adana’nın nüfusu iki kat artmış, kentin sembolü Cadillac’lar olmuştu. Çok kısa bir dönemde önemli birikim sahibi olanlardan bir kısmı pamukçuluktan, çırçır fabrikalarına, iplik sanayiine ve tekstilciliğe geçtiler. Türkiye ekonomisine biçilen rol sayesinde de gelişimlerini uzun sürede de en fazla arttıran az sayıda aile oldular.
1950-1960 dönemindeki sanayi yatırım projelerinin çoğunu, Amerikan finans kurumlarının ve Dünya Bankası’nın girişimiyle kurulan Türkiye Sınai ve Kalkınma Bankası finanse ediyordu. Türk sanayii, artık emperyalist dünya ekonomisinde kendisine biçilen role göre doğrudan denetleniyordu.
1955’ten sonra talebin ve dünya fiyatlarının düşmesiyle, tarımsal üretim ve ihracat yüzde 15, kişi başına gelir ise yüzde 11 azalmıştı. Bu ABD’den daha çok borç, ABD’ye özellikle de siyasi olarak daha çok bağımlılık demekti. Soğuk savaş şartlarında Sovyetler Birliği’ne karşı ileri karakol rolünü daha çok benimseyen TC, önce Kore’ye asker yolladı, ardından NATO’ya katılarak, ABD’ye askeri üsler tahsis etti.
İhracat azaldığından ve alınan borçların gittikçe daha büyük bölümü borçları geri ödemeye ayrıldığından, ithalat da 1952’ye göre 1956’da yüzde 30 azaldı.
İthalat üzerine kısıtlamalarla, ithal ikameci sanayi hızla büyüyerek karlarını hiç bir engellemeyle karşılaşmadan dilediğince arttırdı. Bu kısa dönemde, sanayiin milli gelirdeki payı yüzde 10’dan yüzde 16’ya yükselirken, tarımın payı yüzde 49’dan yüzde 43’e gerilemişti.
Şehirlerde, hızla gelişen hizmet sektörü ve sanayi ile 1951-1953 arasında yüzde 23 arasında büyüyen inşaat sektörü, önemli bir istihdam alanı yarattı. Bu da şehirlere önemli bir göç dalgası yarattı. 1950’lerin ortasında 10’dan fazla işçi çalıştıran fabrikalardaki işçi sayısı 163 binden 324 bine yükseldi. 1950-1960 arasında en büyük dört şehrin oranı yüzde 75 arttı. Gecekondulaşma yayıldı.
Şehirlere doğru olan bu yoğun göç, mülksüzleşme sonucu olmamıştı. Sanayi ve hizmet sektöründe istihdamın kısa bir sürede büyük ölçüde artması, kolayca iş bulunabilmesi, ek kazanç olarak görülüyordu ve köylüler aileden bir veya bir kaçını şehre yolluyorlardı. Bunların toprakla bağları kopmuyor, hasat zamanları köye dönüyorlardı. Bu durum Türkiye işçi sınıfının da bugüne kadar gelen süredeki niteliğini anlatmaktadır.
Ekonominin büyük bir borç yükü altına girmesine, kaynakların daralmasına rağmen, DP iktidarı oy potansiyelini oluşturan tarım kesimini, köylülüğü gözardı edemiyordu. Burjuvazinin, popülist politika şikayetleri ilk o zaman başladı. DP iktidarı tarım kredilerinin, fiyat destekleme programlarının, kamu yatırımlarının arttırılmasını içeren enflasyonist bir finans politikası izliyordu. Bu da para basılması yoluyla Merkez Bankası’nca karşılanıyordu.
DP iktidarında kalkınmacılık ve dizginlenmemiş pazar ekonomisi kuralları, buna uygun bir küçük burjuvazinin yaygın olduğu toplumda fırsatçılık, zorbalık ve tipik bir “Vahşi batı” zihniyeti hakim oluyordu. Devletin, iktisadi özgürlük adına geçmiş dönemden işgal ettiği alanlardan geri çekilmesi tehlikeli boşluklar yaratmaya başlamıştı.
1950’lerin sonuna doğru sanayi burjuvazisi, enflayonist büyüme yoluyla ve emperyalizmle işbirliği içinde ciddi bir birikim sahibi olmuştu. Başı bozuk bir pazar ekonomisi, toplumsal tehlikeler ve kendine akacak kaynakların popülist politikalarla heba edilmesi, sanayi burjuvazisinin gözünde DP iktidarını, küçük-burjuvazinin temsilcisi durumuna sokmuştu. İstedikleri, elde ettikleri avantaj nedeniyle bundan sonra birikim sürecinin devlet denetiminde kendi lehlerine sürdürülmesiydi.
ABD ve OECD Türk masası da, içerdeki işbirlikçileri gibibu politikalardan rahatsızlıklarını dile getiriyorlardı. Yardımın devam ettirilmesi karşılığında DP hükümetine 1959’da (daha sonraki IMF paketlerinin öncüsü sayılabilecek) bir istikrar programı kabul ettirdiler. Burada, Menderes’in devletçiliğe özgü sayarak hep eleştirdiği planlama talep ediliyordu. Menderes istemeye istemeye olsa da bir planlama komisyonu kurmak zorunda kaldı. Ama bu durum da sanayi burjuvazisinin güvenini tazelemeye yetmedi.
1950’lerin ikinci yarısından sonra sanayi burjuvazisi kendi politikaları için doğrudan politik alana müdahale etmiş ve Hürriyet Partisi kurulmuştu. DP’den kopan genç, eğitimli ve teknokratlardan oluşan bu parti, siyasal alanda cisminden daha büyük bir etki yapmıştı. Bu parti daha sonra CHP’ye katıldı ve bu seçkin kadrolar CHP içerisinde önemli organlara gelerek CHP’nin yeni programının oluşturulmasında da belirleyici oldular. Toplumsal hegemonyasını daha oluşturamamış olan sanayi burjuvazisi bu yolla, yönünü özellikle askeri bürokrasi içinde hala önemli bir etkisi olan Milli Şef İsmet İnönü önderliğindeki CHP’ye çevirmişti. Çıkarları, yoksullaşma olarak DP iktidarı sırasında önemli ölçüde zedelenen sivil asker bürokrasi, subaylara çantasını taşıtan Menderes’in DP’si tarafından iyice hırpalanan ordu mesajı almıştı. Çıkarları çakışan sivil-asker bürokrasi, sanayi burjuvazisi ve emperyalizmdi. 27 Mayıs 1960’ı kaçınılmaz kılıyordu.
İşbirlikçi sanayi burjuvazisinin reorganizasyon projesi, planlamacı Kemalist bürokrasinin belli bir kesiminin ve bir ölçüde aydınların özlemlerine denk düşerken, bu dönemde yoksullaşmış ama siyaset sahnesinde yerini almamış cılız işçi sınıfının kısa ve kısmen orta vadeli çıkarlarına da uygun gözüküyordu. 27 Mayıs 1960, bunların yarattığı bir yanılsamayla, sol için yanıltıcı değerlendirmelere konu olmuştur. 1961 Anayasası ile gerçekleştirilen dönüşümler, emperyalizmin ve işbirlikçi burjuvazinin çıkarları doğrultusunda çatışmalı da olsa yarı-sömürge bir ülkede burjuva devletin ve burjuva siyasal yapının gerçekçi bir anayasal çerçevesini de oluşturuyordu.
Yabancı sermaye faaliyetine izin verilmesiyle, darbeden sonraki bir sene içinde, önemli miktarda yabancı sermaye, kredi, yardım ve doğrudan yatırım olarak geldi. Örneğin ABD 1960’ın sadece Ağustos ayında bağış olarak –tabii, ithal edilen sanayi mallarının karşılığı olarak kendisine dönmek üzere– 34 milyon dolar verdi.
Yabancı Sermaye Yatırımını Teşvik ve İnceleme Komisyonu’nun faaliyete geçişiyle hızlanan yabancı sermaye girişi, bunlarla zaten varolan işbirliğini daha fazla geliştirme ve dönüştürme imkanına sahip sanayi burjuvazisinin irileriiçin de tekelleşme imkanının yolunu açtılar.
1960 darbesini gerçekleştiren ordu da bir iç bütünlüğe sahip değildi. Değişik siyasal görüşlere sahip olan, devletçi veya orta sınıfın çıkarlarına yakın 14 MBK üyesi tasfiye edildi. Bunların içinde Türkeş ve daha sonra TİP milletvekili olan Muzaffer Karan da vardı.
ABD, darbecilere, orduyu yeniden yapılandıran bir proje sundu. Yokluk içinde yaşayan çok sayıda subay yerine varlık içinde az sayıda subaydan oluşan bir komuta kademesi öneriliyordu. Kısa sürede 235 general ve 5 bin subay emekli edildi. ABD’nin somut katkılarla da sunduğu bu proje, soğuk savaş döneminde hem SSCB’nin komşusu olan hem de önemli bir jeopolitik bölgede bulunan istikrarsız bir ülke subaylarının, sadece devlet dolayımından bürokratlar olarak değil, yaşam tarzları ve bunun yaratacağı bilinç olarak da kapitalizme entegre edilmesine dayanıyordu. Bu amaçla 1961’de kurulan OYAK, ordu mensuplarına çok ucuz hizmet ve mal sunarken, hızla yerli ve yabancı sermaye ile ortaklıklar kurarak üst kademe subaylarının ve ailelerinin, –aile fertleri ve emekliliklerinde kendileri olarak bu şirketlerin yönetim kurulu üyelikleri vasıtasıyla– ‘refahlarını’ hızlıca arttırdı.
Kısacası 1960 sonrası süreç, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yaşamında, yaptıkları ve yapamadıklarıyla bugüne gelen sürecin önemli yapıtaşlarını koydu.
DİE Yıllıkları
Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi
Faroz Ahmad, İttihat ve Terakki, Sander Yayınevi, 1971
Y.N.Rozaliyev, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişme Özellikleri, Onur Yayınları, 1978
Y.N.Rozaliyev, Türkiye’de Sınıflar ve Sınıf Mücadeleleri, Ant Yayınları, 1970
Ç. Keyder, Dünya Ekonomisi İçinde Türkiye, İletişim Yayınları, 1985
E.J. Zurcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, 2000
Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları, V Yayınları, 1989
L. Carl Brown (Derleyen), İmparatorluk Mirası, İletişim 2002
Sina Akşin (Yayın Yönetmeni), Türkiye Tarihi, c. 2, 3, 4, Cem Yayınları, 2000
F. Başkaya, Paradigmanın İflası, Doz Yayınları, 1991
S. Yerasimov, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Belge, 1986
Ş. Pamuk, Osmanlı Ekonomisi ve Dünya Ekonomisi, Yurt Yayınları, 1984
Y. Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi
MAYIS 2002
3
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com