İki kutupluluktan tek kutupluluğa geçiş, ‘barış’, ‘yumuşama’, ‘insanlığın ortak çıkarları’ adına sunulmuştu. Artık karşı tarafın direnci kırılıp da üstünün örtülmesi gereği ortadan kalkınca tek kutupluluğun kutuplardan birinin diğeri üzerinde zaferi olduğu açıkça ortaya konuyor. Bu da ‘özgürlük’, ‘eşitlik’ yerine ‘hakimiyet’in, ‘zor’un geçtiği bir ideolojik egemenlik olarak görünüyor.
Dünyanın geçirmekte olduğu yeniden biçimlenme süreci devam ediyor. Dünya işçi sınıfının Ekim Devrimine dayanan kazanımlarını kaybetmesinin temelinde yattığı süreç, kapitalist egemenliğin, emperyalist saldırganlığın azgınlaşması olarak belirginleşiyor. Berlin Duvarının yıkılmasının dönüm noktasını simgeleştirdiği süreç, iki kutuplu dünyanın yerini tek kutuplu dünyaya bırakmasının sonuçlarını art arda gündeme getiriyor. ‘Sosyalist blok’ ülkelerinde kapitalist restorasyondan öteye, kapitalist ülkelerde işçi sınıfının sosyal, sendikal, örgütsel, ideolojik kazanımlarındaki gerilemelere, bağımlı ülkelerin emperyalizme bağımlılıklarının çeşitli biçimlerde artması eşlik ediyor.
İki kutupluluktan tek kutupluluğa geçiş, ‘barış’, ‘yumuşama’, ‘insanlığın ortak çıkarları’ adına sunulmuştu. Artık karşı tarafın direnci kırılıp da üstünün örtülmesi gereği ortadan kalkınca tek kutupluluğun kutuplardan birinin diğeri üzerinde zaferi olduğu açıkça ortaya konuyor. Bu da ‘özgürlük’, ‘eşitlik’ yerine ‘hakimiyet’in, ‘zor’un geçtiği bir ideolojik egemenlik olarak görünüyor.
Ama elbette ki, mutlak bir hakimiyet, tek yanlılık imkansızdır. Gücün tek odakta yoğunlaşması, iç gerilimleri, çelişkileri biriktirmekte, giderek çatlaklara, rekabete ve çatışma eğilimlerine yol açmaktadır. Baskı, saldırı, hakimiyet, karşısında, başlangıçta ne kadar zayıf olursa olsun, direnişi, mücadeleyi de geliştirmektedir.
Aynı dönemde, kapitalizmin dünya ölçeğinde ekonomik bunalıma girmesi, süreci ve çelişkileri ağırlaştırdı. Emperyalizmin saldırısı tırmanırken kendi içindeki rekabet ve çelişkiler de keskinleşti. Japonya’nın uzun dönemli gerilemeden kurtulamadığı, Avrupa’da büyümenin yavaşlayıp durduğu sırada Amerikan ekonomisinin bunalıma girmesi, uzun zamandır ilk defa üç emperyalist odağın eşzamanlı bunalım yaşaması açısından büyük önem kazanıyordu. Çeşitli göstergelere dayanarak bugün çöküntünün en derin noktasının aşıldığı ileri sürülse de, bu, yaşanan bunalımın önemini azaltmıyor.
Küreselleşme, ulusal sınırların silinmesi, ulusal devletlerin zayıflaması, uluslararası, karşılıklı, ortak çıkarlar adına savunulmuştu. Gerçekte ise, bu sürecin eşitsiz işlediği, uluslardan, ulusal devletlerden bazılarının, onlar arasında da özellikle biri ya da birkaçının çıkarlarına, diğerleri aleyhine hizmet ettiği ortaya çıktıkça karşıt eğilimler de güç kazanıyor. Öte yandan, emperyalistlerin bağımlı ülkelere dünyaya açılma tavsiye ederken kendi ulusal çıkarlarını korumaya devam etmeleri, sürdükleri ideolojik mücadelenin doğal bir parçası ve gerçekliğin bir diğer yanı.
Değişik etkenlerle bağlantılı olarak küreselleşme süreci yerini Amerikan imparatorluğu yöneliminin açığa çıkmasına bırakırken yeniden korumacı uygulamalar da açıkça gündeme geliyor. Demir-çelikte ABD’nin başvurduğu korumacı önlemler, ‘küresel ekonomi’, ‘ulusal sınırların kalkması’ iddialarıyla tam bir çelişki oluştururken başta AB olmak üzere çeşitli tepki ve karşı önlemlere de yol açtı.
Tek kutupluluk, ‘insanlığın küresel çıkarları’ maskesini çıkartıp tepesinde ABD’nin yer aldığı emperyalist kampın açık egemenliğine dönüşürken emperyalistler arası, başta ABD ve AB arası, rekabet ve çelişkileri de keskinleştiriyor. ABD ekonomisi Avrupa’da 4.5 milyon insanı çeşitli derecelerde etkileyen bir hacmi oluşturuken, AB ekonomisi ise ABD’de 4 milyon Amerikalıyı aynı şekilde etkileyen bir hacim oluşturuyor. Kendisi de ABD ve Japonya’ya karşı rekabeti sürdürebilme ihtiyacına dayanan AB, birlik ve genişleme sürecinin ilerlemesinden de güç alarak gelişme ve daha geniş pay talep etme potansiyeli taşıyor. Buna karşılık ABD ise, varolan üstün konumundan sonuna kadar yararlanma, bu üstünlüğü hem içinde bulunulan anda hem geleceğe yönelik çıkarlara çevirmek politikası güdüyor.
Özellikle yönetimin Cumhuriyetçi Parti ve Bush ve Cheney ekibine geçmesiyle birlikte, ABD politikasında açık saldırganlık ve ‘küresel çıkarlar’ örtüsünün arkasına gizlemeden Amerikan çıkarlarının başka çıkarlar aleyhine ileri sürülmesi ağır basar olmuştur. 11 Eylül, “hiçbir şeyin artık eskisi gibi olmayacağı” ifadesiyle, politika değişikliğinin dönüm noktasını simgelemektedir. Başta petrol, enerji kaynakları, hammaddeler ve stratejik bölgelere Amerikan askeri müdahaleleri birbirini izlemektedir. Bush ve Cheney ekibinin petrol, enerji, silah sanayisi sermayesi içindeki konumları bu politikanın savunduğu çıkarlarla doğrudan bağlantısını oluşturmaktadır.
Afganistan operasyonu ile dünya petrol üretiminin %4’ünü oluşturan bir alana müdahale edilmesi, ikincil düzeyde bir önem oluşturur. Birincil önemde olan, geniş enerji ve petrol havzalarını içeren ve bu kaynakların dünyaya dağıtılmasında stratejik olarak kesişen yollara müdahe edilmiş olmasıdır. ABD çıkarları büyük ölçüde petrole bağlıdır ve bu nedenle petrol üretimi ve dağıtımı ABD’nin ulusal güvenlik meselesi olarak değerlendirilmektedir. Venezüella‘daki darbe de bu açıdan, ABD’nin ulusal çıkarları konusundaki hassasiyetini göstermektedir.
Olayların çeşitlenmesi ve hızlanması yanında dünyada gittikçe bütünleşen politik gündemin önemli bir halkası ise, Venezüella oldu. Chavez’in Venezüella oligarşisini rahatsız eden girişimleri, ABD’nin petrol konusundaki çıkarları ile kesiştiğinde, CIA’nın bilindik darbelerinden birini daha izledik. Devletin milli petrol şirketi, PDVSA’nın özelleştirilmesinin önüne ciddi yasal engeller koyan ve bu şirketin yöneticileri ile ciddi çatışmaya giren Chavez, petrol şirketinde çalışan işçilerin ve sendikaların da katıldığı, destek olduğu bir sürecin sonunda, Amerikan yönetiminde bir darbenin, kısa süreli de olsa mağduru oldu. Kendisi de eski bir darbeci olan Chavez, uyguladığı politikaların semeresini gördü. Şirket yöneticileri ile, petrol fiyatları, üretim hacmi, ihracat vb. kararlarda çatışan Chavez, darbeden sonra nasıl bir politika izleyecek merak konusu. OPEC içinde etkili olan, ‘gelişmiş batıya karşı petrolü bir silah olarak kullanmalıyız’ diyen Chavez, bu kulağı bükme olayından ne yönde dersler çıkaracak merak konusu. Ama tıpkı Bergama altın madeni olayında olduğu gibi, sendikaların çok uluslu firmaların ve ABD’nin çıkarları yönünde hareket etmeleri, küreselleşme ideolojisinin hangi boyutlara ulaşabildiğinin göstergesi.
Afganistan’ın ardından, ABD askerlerinin yerel orduları yöneterek operasyon yapmaları, hakim askeri müdahale biçimi olmuştur. Filipinler, Yemen, Somali, Kolombiya, Gürcistan gibi ülkelere böyle asker gönderen ABD ordusu, birçok yerde askeri varlık gösterir, üsler kurarken aynı anda birden çok çatışmayı da sürdürmüş olmaktadır. Artık açıkça ‘eşitlik’ yerini ‘eşitsizliğe’ bırakmıştır. ABD’nin egemenliği ve askeri müdahaleleri, doğal hakkı olarak genel kabul görür hale gelmektedir. Amerikan yönetimi bir yandan mevcut operasyonları, müdahaleleri sürdürürken bir yandan da yeni hedefler göstermektedir. Afganistan’ın ardından Irak, İran, Kore’ye yönelik tehditler, hem buralara yönelik baskı ve yıldırma çabası hem de askeri müdahaleleri meşrulaştırma, kabul ettirme egzersizi niteliğindedir.
Emperyalist saldırının odağında, Çin ve Rusya’nın potansiyellerini de gözeterek, Balkanlar, Ortadoğu, Orta Asya önemli yer tutmaktadır. Bu hedeflere yönelik ABD politikalarında İsrail ve Türkiye’nin özel işlevleri vardır. Bu çerçevede, Türkiye ISAF komutanlığına hazırlanıyor ve Irak operasyonunda bütün itirazlara rağmen üstleneceği rol de, ABD tarafından, IMF kredisi karşılığında satın alınmış bulunuyor. Kuşkusuz sadece IMF kredisi değil, ‘stratejik ortaklık’ statüsüne yükselen ilişkilerin sağlayacağı avantajlar, ekonomik krizin ağırlaşan şartlarında Türkiye ekonomisine nefes alma imkanları sunduğu ölçüde, Türkiye Cumhuriyetinin siyasi iradesine sunulan rüşvet niteliğine bürünecek. Tekstil kotalarının yükseltilmesi ilk talepler arasında yer aldı bile. Bölgede ABD politikalarına yardımcı ve alet olmak için ABD ve İsrail ile daha fazla anlaşmalar yapılmış olmasını beklemek gerekir. Şimdilik gergin ortamda bunların açıklanmasını düşünmek yanlıştır.
Ekonomik krizin etkilerinin büyüklüğü düşünülürse, Irak operasyonu gibi Türkiye açısından hayli riskli bir projeye evet demek için Türk tarafının çıtayı bir hayli yükseltmiş olması gerekir. İsrail ile yapılan tank modernizasyonu anlaşması oldukça eleştiri konusu olurken olayın hep bir yanı üzerinde duruldu. Filistin üzerinde bu vahşet uygulanırken bu anlaşma hiç de ahlaki bulunmadı. İsrail, Türkiye’nin askeri-stratejik ortağı olarak, bu ihalelere en duyarlı olan ülkelerden birisi. Türkiye’nin sadece ekonomik çıkarlar açısından İsrail’i tercih ettiğini düşünmek ise oldukça yanıltıcı olacaktır. Bölgede karışıklığın arttığı ve Irak operasyonu dışında başka bir ağırlıklı gündem olmadığı düşünülürse, karışıklığın daha da artacağı söylenebilir. Avrupa’dan alınacak tank ya da silahların nerelerde ve nasıl kullanılacağına ilişkin kısıtlamalar varken, tankları İsrail’den almak ve modernizasyonunu yine aynı ülkeye vermek T.C açısından en akıllıca olan davranış. Buna karşılık İsrail, Filistin operasyonuyla bir yandan kendi konumunu güçlendirirken bir yandan da Amerika’nın, Irak operasyonunu desteklemeye yanaşmayan Arap müttefiklerini yola getirme işlevini yerine getiriyor.
Irak operasyonu öncesi bölgede tam bir hazırlık anlamına gelen İsrail’in Filistin’e ve Filistinlilere yönelik saldırıları, belki de hesaplandığından farklı sonuçlar doğuracak. Amerika’nın, daha önceki Irak’a yönelik saldırılarında, birlikte hareket etmeyen daha da ötesi, ABD’den yana tavır alan Arap devletleri bile Irak’a yönelik bir savaşa alet olmak istemiyorlar artık. Bir yandan Afganistan’daki operasyon, ağırlığını, askeri alandan, politik siyasi oluşumlara doğru kaydırırken, gündeme Filistin sorununun ve İsrail vahşetinin gelmesi, peşi sıra Irak’a yönelik bir vahşetin hazırlıkları, bütün dünyayı tek bir politik gündem altında birleştirmesi, bu açıdan, ilginç gelişmeler olarak değerlendirilmeli.
Türkiye’nin gittikçe kişiliksizleşen politikası, Irak’a yönelik saldırıda, daha öncekilerde Kuveyt’in oynadığı rolü bu sefer Türkiye’nin oynayacağını kesinleştiriyor. Bölgedeki gerilimlere bir kez girildiğinde, ki kısmen Türkiye bu gerilimlerin içindedir, ne ABD’nin ne de İsrail’in hesapları, Türkiye’nin bu gerilimlere uzun vadede dayanacağı yönündedir. ABD için bölge devletleri ile bu konuda ayrı düşülmesi, bir tek İsrail ve Türkiye üzerinden yürütülecek operasyonu tartışmalı hale sokuyor. Saddam sonrası Irak’a yönelik belirsizlik, ABD’nin operasyonun zamanlamasına ilişkin kararsızlığını artırıyor. Kürt meselesi ve operasyon sonrası Kürtlere ne yönde işlevler yükleneceği de Türkiye’nin çekingenliğini arttırıyor.
Afganistan operasyonu sonrası ve Irak operasyonu öncesi ortamdan yararlanmak isteyen İsrail’in Filistin operasyonu Cheney’in Ortadoğu gezisi sırasında tezgahlandı. ABD desteği ve yönlendirmesiyle Şaron, Oslo barış sürecinin tabutuna son çiviyi çakıp askeri çözümü tercih ederek Filistin’i yeniden işgale girişti. Ancak her zaman, fazla ileri giden saldırının ayağının altındaki zeminin kayması ve güç dengelerinin tersine dönmesi tehlikesi vardır. İsrail’in acımasız saldırısı ve zulmü de bütün dünyada tepkileri yükselti. Çeşitli Arap hükümetleri, halklarının protestolarından etkilendiler. Birleşmiş Milletler, İsrail aleyhine kararlar aldı. AB beceriksiz durumuna da düşürülse, İsrail’e karşı önlemleri tartışma gündemine koydu. İsrail’le ortaklıklarını sıkılaştırmış olan Türk hükümeti bile, yığınsal bir tepkiyi göze alamadığı için, İsrail’i dizginlemesi doğrultusunda ABD’ye baskı yapanlar arasına katıldı. OPEC’e, İsrail ve destekçilerine petrol ambargosu uygulanması önerileri gelip petrol fiyatları yükselirken ABD de artık operasyonun ulaştığı boyutları yeterli buluyor, İsrail’in işgale son vermesini istiyordu.
Bu arada Ecevit’in ‘soykırım’ sözü ve İsrail’in Filistin operasyonuyla Türkiye’nin Kürdistan operasyonları arasındaki karşılaştırmalar üzerine gösterilen tepkiler, şaşırtıcı olmasa da, milliyetçiliğin dar bakış açısının göstergeleri olarak ilginç sayılabilir. Bu bakış açısıyla dünyanın her yerindeki baskıya, zulme, katliama, soykırıma kolayca, tereddüde düşmeden karşı çıkılır, bir tek kendi ulusununkiler hariç. Dünyanın başka neresi olursa olsun demokrat olunur da, bu demokratlık kendi ülkesine gelince biter. Ecevit de Filistinlilerin öldürülmesini kolayca soykırım olarak isimlendirebilir de Ermeni halkın çoğunluğu oluşturduğu topraklarda bugün varolmamasını ya da bütün bir Kürt halkının yok sayılmasını nasıl isimlendireceğini bilemez. Aynı biçimde, İsrail’in ‘Koruma Duvarı’ operasyonuyla Güney Kürdistan’da tampon bölge oluşturma operasyonları arasındaki benzerlikten de öteye neredeyse özdeşlik bir türlü görülemez. Oysa bütün bunlar, ABD’deki Yahudi lobisi tarafından hükümete tepkinin içeriğini oluşturuyor. Ve bilindiği gibi bu tepki sonrasında Ecevit geri adım atmış, kastı aştığını ifade etmiştir.
İsrail’in Filistin’i işgali ve katliamları, Ortadoğu’da İsrail ve ABD aleyhine protestoları tırmandırdı. Artık Bush’un ‘Irak, İran, Kore şer ekseni’ sözüne, ‘ABD, İsrail, Türkiye şer ekseni’ sözüyle karşılık veriliyor. Yığınları sokaklara döken tepkiler, Ortadoğu’dan bütün dünyaya yayıldı. Protesto eylemleri, Latin Amerika’dan Uzak Doğu’ya, dünyanın her köşesine uzandı. 11 Eylül’le birlikte başını ABD’nin çektiği Batı’nın karşıtı olarak konumlanmalarına paralel olarak islamcı hareketler, Filistin sorunu üzerinden de, bu sorunu Yahudi düşmanlığıyla da birleştirerek yine bir ölçüde güç kazandı.
Ancak Filistin’e yönelik saldırının karşısındaki hareketlerin en önemlisi, hiç kuşkusuz İsrail’in kendi içerisindeki barış hareketidir. Militarizmin, şovenizmin, baskı ve terörün iç cephede de en üst boyutlarına tırmandığı bu koşullarda mücadeleyi yükselten, sesini duyuran, siyonizmin, ırkçılığın emrinde kurşun sıkmak, insan öldürmektense askeri hapishaneleri tercih eden vicdani retçileri de içeren bu hareket, hatırı sayılır bir birikimi temsil etmektedir. İsrail’in içindeki muhalefet hareketi, milliyetçiliğin, şovenizmin yerine uluslararası sınıf mücadelesi değerlerinin geçmesine, ağır basmasına potansiyel olarak daha yatkınlık taşıdığı gibi, Filistin sorununa kalıcı çözümün yoluna da işaret ediyor. Siyonizmin, ırkçı İsrail rejiminin yıkılmasında temel rolü yine İsrail’in kendi muhalefeti, İsrail işçi sınıfı oynayabilir.
ABD yönlendiriciliğindeki İsrail saldırısına karşı çıkarken Filistin’i savunan, dayanışmaya giren eylemler de dünyanın çeşitli yerlerinden yükseldi. Bunlar arasında küreselleşme karşıtlarının eylemleri ön plana çıkıyor. Başını J. Bové’nin çektiği bir grup küreselleşme karşıtı, Arafat’ın karargahına kadar gelerek İsrail askerlerinin karşısına dikildiler.
İçinde bulunulan dönemde, oldukça farklı kesimleri ve eğilimleri taşıyan küreselleşme karşıtları hareketi, emperyalist politikalara karşı muhalefette en fazla öne çıkıyor. 11 Eylülle simgelenen açık saldırganlık ve karşıtlıkların keskinleşmesi sürecinde, küreselleşme karşıtları da ideolojik, politik ve fiziki baskıların hedefi olmakta. Diğer taraftan, sınıf mücadelesinin güçleri de birikiyor. İtalya’da, iş güvencesi haklarını korumak için milyonlarca işçi Berlusconi hükümetine karşı sokağa çıktı, sesini yükseltti.
Tek kutupluluk ve emperyalist hakimiyetin güçlenmesi ve sağlamlaşması, ABD’nin açık saldırganlığına ve diğer emperyalist rakipleri aleyhine de emperyal yönelimlere dönüşürken AB de bu yönelimi sınırlamanın, kendi etkinliğini korumanın ve geliştirmenin yollarını arıyor. Birlik süreciyle sermayesinin yayılmasına ve giderek daha geniş bölgeleri kendisine bağlı alanlara çevirmeye çalışırken ekonomik gücünü siyasi ve askeri güçle de tamamlamak desteklemek istiyor.
AB, ABD’ye oranla askeri güçleri çok zayıf olmakla birlikte, kaldırabileceği askeri operasyonları üstlenerek bu gücünü geliştirmeyi hedefliyor. Bu çerçevede ABD’yle bütünüyle karşı karşıya gelmekten kaçınırken ondan bağımsızlaşma adımları olarak genel karargahı hala NATO’da olan ama kendi ayrı birlikleri olan AGSP oturtulmaya ve eski Yugoslavya gibi çatışmalı bölgelerde görevlendirilmeye çalışılıyor. Aynı biçimde Afganistan’daki gibi çeşitli barış güçlerinde Avrupa güçlerine yer verilerek bunların nispeten fazla ağır olmayan operasyonlarda müdahale yeteneklerinin geliştirilmesi amaçlanıyor. AB aynı zamanda diplomatik alanda Filistin gibi sorunlara da müdahale ederek genel olarak dünyada belirli bir ağırlık kazanmak istiyor.
Türkiye’nin AB’ne adaylığı çerçevesinde uyuma yönelik anayasa ve yasa değişiklikleri gündemde ağırlıklı olarak öne çıktı. Bu sırada demokratikleşme adına daha da antidemokratik değişikliklerin gerçekleştirilmesi bir yana, konu daha önce öne alınmasıyla orantısız bir biçimde gündemde arka sıralara itildi. Değişikliklerin yetersiz bulunması değerlendirmelerine karşı, denge aramak için, AB dışında alternatif arayışı ifadeleri çıkartıldı.
AB’ye uyum gündemli tartışmalar, idam cezasının kaldırılması ve Kürtçe’nin özgürlüğü, kullanım hakkı sorunu etrafında odaklandı. Bütün bu tartışmalarda çeşitli siyasi partilerden genel kurmaya, AB’den Kürt hareketinin temsilcilerine kadar savunulanlar, alınan konumlar açık ve belirgin olmaktan oldukça uzak oldu. Tutarlı ve bütünlüklü bir tavır yerine, daha çok günlük dar politik çıkarların, pazarlıkların belirlediği tutumlar öne çıktı.
Bu anlamda alınan tutumlar bir yandan AB’ye uyum ölçütlerini göstermelik olarak karşılarken bir yandan da statükoyu, varolan sömürgeci yapıyı elden geldiği kadar korumaya çalışmaktır. Farklılıklar ve tartışmalar da bu yelpaze içinde bunun ölçüsü üzerinedir. AB de geçmiş demokratik birikimler zeminine bastığı, bu yönde bir kamuoyu baskısı altında olduğu ölçüde, açıkça inkarcı, asimilasyoncu uygulamaları kabullenemez. Ama o da aslına kendi koşulları içerisinde mümkün en antidemokratik yaklaşımı seçip Kürt sorununu azınlık sorununa indirgemektedir. Kürt hareketinin temsilcileri ise, bir ilerleme olarak değerlendirerek bu yaklaşımla yetinme eğiliminde görünmektedirler.
Oysa tutarlı demokratik bir yaklaşımla Kürt sorunu, azınlık sorununa indirgenemez. Sorun ulusal sorundur, ulusun kendi kaderini belirlemesi sorunudur. Dil sorunu ise gerçekte bunun üzerine oturtulduğunda anlamlıdır. Bu anlamda, eğer ulusal soruna birleşiklik temelinde bir çözüm olursa, bu, farklı birinci dilleri olan federal bir yapıyı, ya da üniter bir yapı için en az iki resmi dilin olmasını ve okullarda öğretilmesini gerektirir. Yoksa ulusal eşitsizliğin, baskının korunduğu bir çözüm, sorunun demokratik bir çözümü değildir, ulusal sorunu da ortadan kaldırmaz.
Kürt ulusal sorunu bir azınlık sorunu olmadığı için, Kürtçe’nin seçmeli bir yabancı dil gibi ikinci dil olarak öğretilmesi, kullanılması dil sorununu çözmez. Ama statükocu rejim bu doğrultudaki en yumuşak taleplere bile tahammül edememekte, kendi hukukunu çiğneyerek dilekçe hakkı gibi en basit hakları tanımayıp ağır cezalar yağdırmakta, anadil hakkı taleplerini bastırmaya çalışmaktadır.
Egemenler ve siyasi iktidar geçici bir rahatlama içinde gibidir. IMF’den alınan ‘kan parası’ ile ekonomik iflas, kredinin vadesine kadar ertelenmiş, şimdilik atlatılmıştır. Irak savaşına da henüz zaman vardır. Bu araya bir de erken seçim bile sıkıştırılabilir. Türkiye ekonomisinin krizi yavaş yavaş atlattığı söylenirken, yaklaşan seçim için yatırım olarak yine rant dağıtımı dışında bir çıkar yol bulunamadı. Vergi Usul Kanununda sahte fatura kullanımını engellemeye yönelik, maddede yapılan bir değişiklik tepki çekmiş ve bunun kaldırılması için yoğun kampanya başlatılmıştır. Şirket sahiplerinin bilmeden kullandıkları sahte faturalardan sorumlu olamayacağı yönündeki vurgu, serbest rekabetçilerin üretim ekonomisinden ne anladıklarını göstermiş oldu. Firmaların açıktan sübvanse edilmesi anlamına gelen bu kaçak ekonomisi, işçi sınıfının sırtından değer transfer etmek ve bölüşüm ilişkilerinde sahteciliğin de bir yöntem olarak devletin denetiminde gerçekleşmesi anlamına geliyor. Yaklaşan seçim öncesi sermaye kesimine gözkırpan partiler, AB’nin mali standartlarını yaklaşan seçimlerle rafa kaldırıyorlar.
Erken seçimler yönünde işaretler ortaya çıkarken MHP de tek başına iktidar olma hedefi doğrultusundaki ağır ama güvenli adımlarını sürdürüyor, kitle tabanını genişletmeye çalışıyor, yığın örgütlerinde, sendikalarda ağırlığını artırmak, yönetimleri ele geçirmek için her yolu kullanıyor. MHP’nin kullandığı yöntemler, delegelere yapılan baskılar, Resul Akay’ı bile isyan ettirdi, Türk Kamu-Sen’i bölünmeye götürdü.
Sendikal hareketin krizi ise, genel olarak işçi sınıfı hareketinin son derece geriye itilmiş düzeyi içerisinde, sürüyor. Özelleştirme ve taşeronlaştırmayla birlikte gelen sendikasızlaştırma, sendikaları küçültüyor. Bu yönelime direnemedikleri sürece sendikaların maddi gerilemelerine manevi gerilemeleri eşlik ediyor. Sendikal bürokrasi varlığını koruyabilmek için mücadeleyi yükseltmek yerine giderek iktidarla pazarlıktan medet uman ve hareketin peşinden ve hatta dışına doğru sürüklenen bir konuma düşüyor.
Bu noktada, sendikal bürokrasiye rağmen mücadeleyi yükseltmek, işsizlik, sefalet ve açlıkla iç içe olan sınıfın kendisine düşüyor. Biçimleri değişse de niteliği değişmeyen sömürü ve buna karşı örgütlenme sorunları işçi sınıfının hala en önemli gündemidir.
Bu 1 Mayıs’ta işçi sınıfının mücadele hedefleri yine büyük ölçüde aynıdır:
Başta komünizme olmak üzere, söz, basın-yayın, toplanma, örgütlenme özgürlüğü;
Bütün çalışanlara toplu sözleşme, sendikalaşma, sendika seçme hakkı;
IMF reçetelerinden, ABD önderlikli saldırı cephelerinin askerliğinden, emperyalizmden bağımsızlık;
Her türlü ulusal baskının, sömürgeciliğin son bulması, Kürtlere özgürlük;
İş güvenliği, sosyal güvenlik, insanca yaşayabilmek için ulaşılabilen sağlık hizmetleri, konut hakları;
Yaşama hakkı, cezaevlerinde insanca yaşam koşulları dahil insan hakları...
MAYIS 2002
3
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com