Ana sayfa

KAPİTALİST DEVLETİN TEMEL ÖZELLİKLERİ

“Demek ki, devlet, düşünülemeyecek bir zamandan beri mevcut değildir. İşlerini onsuz gören, hiçbir devlet ve devlet gücü düşünü bulunmayan toplumlar olmuştur. Toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı olan belirli bir ekonomik gelişme aşamasında, bu bölünme, devleti bir zorunluluk durumuna getirdi... Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de, kaçınılmaz bir biçimde yok olur.” (Engels)

CEMİL TUNA

 

Marksizmin devrimci özünden sapma, ilkin marksist devlet teorisi üzerindeki çarpıtmalardan geçmektedir. Bu açıdan, devrimcilik ve reformculuk ayrımının en önemli kıstaslarından biri de devlet değerlendirmesi olmaktadır. Marksizmden uzaklaşma sürecinde, bu sürecin ya başında ya da belli bir anında, mutlak olarak, buna uygun bir devlet değerlendirmesi de gerekli olmuştur.

Lenin, Devlet ve İhtilal’de, Marx ve Engels’in tezlerini, devletin rolünü, sınıfları uzlaştırmaya indirgeyen görüşlere ve asıl olarak da, “marksizmin, çok daha ince olan ‘kautskist’ bozulması”na savaş açmıştır.

Tabii günümüzde reformizme yelken açanların, genel olarak marksizme, özel olarak da marksist devlet tezlerine ilişkin tahrifatlarının aynı zamanda ‘anti-kautskist’ olarak da çok daha inceltilmiş olduğu bir gerçektir. Bu açıdan günümüzde kapitalist devlete ilişkin inceleme ve araştırmaya dayalı teorik çabalarda bulunurken, devletin temel işlevine ilişkin marksist devlet anlayışından kopmamak için bazı vurguları tekrar ve tekrar yapmak gerekiyor.

DEVLET

“Devlet topluma dışardan dayatılmış bir erklik değildir. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, ‘ahlâk düşününün gerçekliği’, ‘aklın imgesi ve gerçekliği’ de değildir. Devlet, daha çok, toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki bir ürünüdür; bu toplumun, önlemekte yetersiz olduğu uzlaşmaz karşıtlıklar biçiminde bölündüğünden, kendi kendisiyle çözülmez bir çelişki içine girdiğinin itirafıdır. Ama, karşıtlıkların, yani karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, kısır bir savaşım içinde eritip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alan çatışmayı hafifletmesi, “düzen” sınırları içinde tutması gereken bir erklik gereksinimi kendini kabul ettirir; işte toplumdan doğan, ama onun üstünde yer alan ve ona gitgide yabancılaşan bu erklik, devlettir” (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, s. 217)

İlk olarak marksist devlet kuramının temel tezi buradan çıkar, devletin, sınıflı toplumlara dair, sınıf mücadelesinin bir ürünü ve bu mücadelede egemen sınıfın bir baskı aracı olduğu.

Bu tezin genel olarak devleti bir araç olarak tanımlıyor olması, basit bir araç olduğu anlamına gelmiyor kuşkusuz. Araçtan araca fark var ve bu aracın doğru bir şekilde tanımlanması gerekiyor.

Öncelikle ekonomik bakımdan egemen olan sınıf, siyasal egemenliğini sadece bir baskı ve zor aygıtı olarak devlet eliyle sürdürmez, sürdüremez. Azınlık olarak çoğunluk üzerindeki egemenliğin sürdürülmesi toplumsal bir rızaya da dayanmalıdır. Bunun için egemen üretim tarzına göre şekillenmiş –devletin de içinde yer aldığı– üst yapı devrede bulunur.

Üstyapı, en başta hukuksal sistem ve devlet olmak üzere, nitelikleri ekonomik yapının doğasıyla açıklanan ama ekonomik olmayan kurumlardan oluşur. Bunlar ekonomik olarak egemen durumda bulunan sınıfın siyasal iktidarını ve onun ideolojik tahkimini oluştururlar ve yeniden üretirler.

Egemen sınıf siyasal iktidarını devlet eliyle sürdürür. Fakat sınıf iktidarının kendisi bununla sınırlı değildir, sisteminin içinde yer alan din, sendikalar, eğitim sistemi, medya vb. gibi kurumlar egemen ideolojinin üretimi ve geliştirilmesi anlamında (tabi ki devletin güvencesinde ve yine devleti meşrulaştırarak da) genel sınıf egemenliğinin sürdürülmesinde önemli işlev görürler.

Elbette ki devlet, bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek için örgütlenmiş gücünden başka bir şey değildir ve sınıf iktidarının güvence altına alındığı ve sürdürüldüğü esas ve nihai araçtır. Ama sınıf iktidarını, egemenliğini sadece devletten ibaret saymak, sınıf mücadelesinde devleti de anlamsızlaştırabilir.

KAPİTALİST DEVLET

En özet ifadesiyle, kapitalist devlet, kapitalist üretim ilişkilerini korumak ve yeniden üretimini gerçekleştirmek için, burjuvazinin işçi sınıfı ve diğer ara sınıflar üzerindeki baskı aracıdır.

Kapitalist toplum sınıflardan oluştuğu ve sınıf mücadelesi sürekli varolduğu için, üretim araçlarının sahibi egemen sınıf olarak burjuvazi, kendi varlık koşulu olarak kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkilerini korumak ve sürdürmek zorundadır. Bunu, toplumsal ideolojik ve siyasal egemenliği ile sürdürür. Sistemin bütün dokularına işlemiş kurumları ve gelenekleri ile ideolojik olarak sömürüyü gizleyerek varolan mülkiyet ilişkilerinin herkesin yararına olduğunu sunar ve ‘rıza’yı sağlarken, esas olarak zoru içeren siyasal iktidarı devlet ile egemenlik sisteminin işleyişini sağlar ve cisme kavuşturur. Burada ideoloji aynı zamanda devletin zorunu ve sınıf yapısını gizleyen bir işlev de görür.

Bunun için asıl olarak burjuva iktidarının cisme büründüğü devlete karşı yürütülen siyasal mücadeleden, ideolojik mücadele de ayrılmaz ve önemli bir yan olarak yürütülmelidir. Bu yazı itibariyle sadece devlete ilişkin değinmelerle sınırlı olacağımızdan bu yana değinmeyeceğiz.

Kapitalist devletin, burjuvazinin siyasal egemenlik aracı olmasının ötesinde değinilmesi gereken yanı, kapitalizmin kendi yapısından kaynaklanan karmaşıklığıdır.

Kapitalizmde burjuvazi siyasal iktidarını ulusal devlette gerçekleştirir. Feodalizme karşı mücadelesinde dağınık haldeki kırsal nüfusu kentlerde toplamış, üretim araçlarını merkezileştirmiş ve mülkiyeti birkaç elde yoğunlaştırmıştır. Bu da doğal olarak politik merkezileşmeyi sağlamıştır. Bu politik merkezileşme, eşitlik ve özgürlük şiarı altında burjuvazinin çıkarlarının ulusal çıkar olarak genelleştirilmesiyle, ulus ve ulus devlette sağlanır.

Bundan sonra, kapitalist devlet kapitalizmi korumak için işçi sınıfı üzerinde bir baskı aracı olmasının yanı sıra, yukarda değindiğimiz gibi kapitalizmin bekası için kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretiminin gerçekleşmesini de sağlamak zorundadır.

Bilindiği gibi, kapitalizmin doğası gereği, artıkdeğerin değerlenmesi başka yerde üretilen artıkdeğerin varlığını gerekli kılar, bu da esas olarak kapitalizmin, tek bir sermaye olarak değil, birbirleriyle ilişki ve çelişki halindeki birden fazla sermaye biçiminde varolmasını gerektirir.

Burjuvazi arasındaki rekabet ve ‘savaşım’ ile sermaye birikiminin sürdürülmesi arasındaki çelişkiyi çözmek de kapitalist devlete düşer. Burada, kapitalizmin genel çıkarı, devlet açısından her şeyin üstünde gelir ve genel çıkar burjuvazinin tek tek özel çıkarları tarafından tehdit edildiğinde, bunları engellemekle de yükümlüdür. Bu açıdan devlet aynı zamanda burjuvazinin değişik kesimleri arasında doğrudan bir mücadele alanıdır.

Marx ve Engels’in Komünist Manifesto’da söyledikleri gibi kapitalizmde, “modern devletin yürütmesi bütün burjuvazinin genel işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir.” Anlaşılacağı gibi, buradaki tanımda genel işler kavramı özel işleri, bütün burjuvazi kavramı da tek tek burjuvaları varsayar. Buradan da kapitalist devlet için yeni bir kavram ortaya çıkar ‘özerklik’. Çünkü devlet belli bir özerkliğe sahip olmadan bu işlevini yerine getiremez. Burada burjuvazi içindeki mücadelede burjuvazinin değişik kesimleri devlet içindeki egemenliklerini geliştirirler.

Devletin özerkliğinin ve burjuvazinin iç mücadelesinin sınırları ise kapitalizmin ekonomik temeli ile sınırlanmıştır. Bu anlamıyla da bir zorunluluk olan özerklik kapitalizmin sınırları içerisinde kalan görece bir özerkliktir.

BÜROKRATİK MEKANİZMA

Kapitalizmin gelişimine paralel biçimde, –temel olarak değişmese de bu gelişimin değişik yerlerde ve değişik biçimlerde olduğu göz önünde tutularak– görülecektir ki, kapitalist devlet önemli ölçüde gelişmiş ve yetkinleşmiştir. Kapitalist toplumların ulaştığı düzey itibariyle kapitalist devlet de buna uygun bir bürokratik mekanizmaya ulaşmıştır. Bu bürokratik mekanizma yaşamın ve ekonomik alanın her yönüne derinlemesine nüfuz etmekte ve bunları düzenlemektedir. Bürokrasi genel olarak burjuva sınıfın dışından oluşmaktadır.

Burada temsili devlette, parlamento ve hükümet ile bürokrasiyi birbiriyle eşitlememek önemlidir. Burjuvazi tarihi olarak ortaya çıkışında seçim mekanizması ve siyasi partileri kendi bölünmüşlüğü üzerinden dayatmıştır. Siyasi partiler burjuvazinin değişik bölüntülerinin çıkarlarını temsil ederler. Parlamento da asıl olarak burjuvazinin kendi içindeki mücadelenin arenasıdır.

Bu anlamda parlamentolar genel olarak burjuvazinin bir kesiminin eğiliminin yansıdığı (tabii uluslararası sermayenin, emperyalist güçlerin eğilimleri bu yazı konusu olmadığı için değinmiyoruz) kurumlardır. Sivil ve asker bürokrasi ise parlamento dışında oluşmuşlardır ve sık sık parlamentoya rağmen de (hatta onu lağvederek de) iş görürler. Parlamentarist sosyalist akımların devlet konusundaki yanılgılarından biri bu olmuştur.

Burada sorun bürokrasinin, –tek tek burjuvalara ve burjuva bölüntülerine rağmen bile– kapitalizmin genel çıkarlarını hangi saiklerle koruduklarıdır. Bunun temel yanıtı ulusal çıkarlardır.

Burjuvazi, tarih sahnesine çıktıktan sonra ekonomik egemenliğinin gelişimine paralel olarak siyasal iktidarını, kendi çıkarlarını ulusal çıkarlar olarak formüle edip ulusal devlette gerçekleştirdiğini söylemiştik. Bu anlamda devlet örgütlenmesini, sürece yayılmış bir şekilde, kan bağı ve toprak mülkiyeti esası yerine, kapitalizmin işleyişine vakıf olan, olabilecek bilgi ve yetenekte küçük-burjuvaziden oluşturmuştur.

Kendisini ulusal çıkarların ve ulusal devletin sahibi olarak gören bürokrasi, kendi çıkarlarını da ulusal çıkarların ve ulusal devletin varlığında bulur. Ulusal devlet ve ulusal çıkarlar da varlığını ancak kendisini var eden kapitalizm koşullarında sürdürebilir. Bürokrasi, ulusal çıkarın, kapitalist girişime ve kendi ülkelerinde kapitalizmin gelişimine bağlı olduğunu bilir. Bunun için de kapitalist girişime mümkün olduğunca kolaylık sağlama anlamında özenli davranır. Zaman zaman burjuvaların arzularına aykırı işler yapmaları, kesinlikle kapitalizm için en iyi koşulları sağlamayı istemelerinden dolayıdır.

Burjuvazi çıkarlarını sadece işçi sınıfına karşı değil, diğer ulus sermayelerine karşı da korumak ister. Bunun için de en büyük silahı ulusal devlettir. Bugün emperyalizmde bağımlı devletler için bu çok geçerli olmayabilir, ama uluslararası sermaye, çıkarlarını ulusal devlet olarak emperyalist devletleri aracılığıyla var edebilir.

Onun için ulusal devlet ve –sermayenin çıkarı anlamında– ulusal çıkarlar, kapitalizmin doğasında vardır ve kapitalizmin varolabilmesi için elzemdir.

KAPİTALİST DEVLET BİÇİMLERİ

Devlet tipleri egemen üretim tarzına göre tanımlanırlar ve öyle anılırlar. Kapitalist üretim tarzına tekabül eden devlet tipi kapitalist devlettir.

Bütün devlet tipleri gibi kapitalist devlet de değişik biçimlere sahiptir. Bu durum egemen sınıfın bileşimine, devletin varolan yapı ve kurumlarına, hak ve özgürlüklerin ölçüsüne ve sınıflar mücadelesinin seyrine bağlıdır.

BURJUVA DEMOKRASİSİ

Burjuvazi, feodalizme karşı mücadelesini demokrasi bayrağı altında özgürlük ve eşitlik şiarıyla sürdürerek önce toplumsal sonra da siyasal egemenliğini gerçekleştirdi.

Kapitalizmin ilk dinamiği olan özgür köylülük ve serbest rekabet ile feodalizmin tasfiyesi için burjuvazinin girdiği ittifaklar kapitalist devletin ilk karakterini de oluşturdu: Demokrasi, demokratik cumhuriyet.

Kapitalizmin ilk aşamasında, serbest rekabetçi dönemde, demokrasi, üretici güçlerin özgür gelişimi için ekonominin bir gereğiydi.

Meta üretimine ve değişimine dayanan kapitalizm, kendini ilk elden oluşturabilmek için serbest rekabet yoluyla ekonominin bütün dallarında karı eşitleme çabasında olmalıydı.

Serbest rekabet aynı zaman da serbest değişime, pazara tekabül eder. Bu sadece kapitalistler arası değil, kapitalistle bir meta haline gelmiş olan işgücü arasında da cereyan eder. Pazarda herkes özgürce ve eşitçe karşı karşıya gelir (Proleterle kapitalistin pazarda eşit ve özgürce karşı karşıya gelişi, sömürüyü gizleyen önemli bir olgudur aynı zamanda). Tabii üretim araçlarının sahipliği, mülkiyet ilişkisi dolayısıyla proleterle kapitalist arasındaki eşitlik ve özgürlük, tamamen biçimselken, burjuvazinin bütünü açısından tamamen sahicidir. Yine unutulmaması gerekir ki bu bir biçimsellik bile olsa doğal olarak işçi sınıfının hak ve özgürlük alanının sınırlarını genişletmiştir.

Bu dönemde ekonominin temel kuralı laissez-faire olduğundan devlet ekonomiye doğrudan müdahale etmez. Seçimler ve genel oy mekanizmaları ile tüm toplumun özgür ve eşit seçmenler olarak kendi kendini yönetme yanılsamasıyla sömürü ilişkilerini gizleyen devletin esas rolü, bu işleyişin devamını sağlamaktır. Bunu da kapitalizmin gelişimi ve yeniden üretiminin engeli olabilecek proletaryaya karşı, zor gücünü hazır bekleterek, bu zor gücüyle işleyişi sağlayarak, kapitalizmin ve bütün burjuvazinin bekçiliğini yaparak gerçekleştirir.

“Demokratik cumhuriyet, kapitalizm için mümkün olan en iyi politik kabuktur ve dolayısıyla sermaye, ... bir kere bu en iyi kabuğu mülkiyetine geçirdikten sonra, iktidarını öyle güvenli, öyle sağlam bir biçimde kurar ki, burjuva-demokratik cumhuriyetteki hiçbir kişi, kurum, ya da parti değişikliği, onu sarsamaz.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, Toplu Eserler, c. 25, s. 398)

Demokratik cumhuriyeti kapitalizmin en iyi politik biçimi olarak anlatan Lenin, bunun en önemli yolunu da Engels’ten aktarır,

“Engels, demokratik cumhuriyette, ilk olarak, ‘görevlilerin doğrudan çürümesi’ (Amerika) aracıyla, ikinci olarak da, ‘hükümetle borsa arasındaki ittifak’ (Fransa ve Amerika) aracıyla, ‘zenginlik, iktidarını dolaylı, ama o kadar da güvenli bir biçimde gerçekleştirir’ diye sürdürür.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, Toplu Eserler, c. 25, s. 397)

Bu anlamıyla, burjuva demokrasisi kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine denk düşer. Demokrasinin sınırları bütün burjuvazi içindir. Eşitlik ve özgürlük bütün burjuvazi içindir. Proletarya için ise ilk başından itibaren bir diktatörlüktür.

OLİGARŞİK DEVLET

Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemi içindeki süreçte, üretim ve sermaye yoğunlaşmaya ve merkezileşmeye başlar. Bu durum ekonomik alanda tekelleşmenin ortaya çıkmasına ve ekonomik hayatı denetim altına almasına yol açar. Tekelleşme küçük üretimin yerine daha büyüğünü ve daha büyüğünü almayı getirir.

“Ekonomik açıdan emperyalizm ... kapitalizmin gelişmesindeki en yüksek aşamadır, serbest rekabetin yerini tekele bırakacağı kadar üretimin çok büyük ve muazzam boyutlara ulaştığı aşamadır. Emperyalizmin ekonomik özü budur. Tekel kendini, tröstlerde, birliklerde, vb., dev bankaların mutlak kudretinde, hammadde kaynaklarının vb., kapatılmasında, banka sermayesinin yoğunlaşmasında, vb. ortaya koyar. Her şey ekonomik tekele dayanır.” (Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Toplu Eserler, c. 23, s. 42)

Sanayi sermayesiyle banka sermayesinin iç içe geçmesiyle oluşan mali sermaye, ekonomik düzeye egemen olur. Ve siyasi egemenlik de, artık bütün burjuvazinin değildir, buradan, mali sermaye üzerinde oluşan mali oligarşiye geçer.

Bir bütün olarak üstyapı ve devlet de buna göre yeniden şekillenmeye başlar. Kendini tekelci gelişimin doğrultusunda geliştirir ve yetkinleştirir. Tekelci birleşmelere zemin hazırlamak ve tekel karını arttırmak üzere, devlet artık ekonomik hayata doğrudan müdahaleye başlar. Artık devlet burjuvazinin gittikçe daralan bir kesimi olarak tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunmayı görev edinir.

Artık laissez-faire kuralı sadece bir avuç tekelci kapitalist için işleyeceğinden, bunu sağlamak için oligarşi, devlet yönetiminde bizzat yer almaya başlar ve devlete doğrudan egemen olur. Tekelci dönemde devlet, daha küçük bir azınlık olan mali oligarşinin devleti olarak bürokratik ve militarist aygıtlarını olağanüstü derecede güçlendirmek zorundadır.

Devlet yapısının karakterindeki bu değişimle, bütün burjuvaziyi sınırları içine alan demokrasi, sınırlarını oligarşiye kadar daraltır. Yani demokrasinin yerini oligarşi alır.

Serbest rekabetin yerini alan mali sermaye, özgürlük ve eşitlikten gittikçe daha fazla egemenlik temasına geçer.

Tekelci kapitalizm demokrasinin yerine oligarşiyi geçirirken, o artık, “genel olarak demokrasinin, bütün demokrasinin inkarıdır, onun taleplerinden sadece bir tanesinin ... değil.” Bu anlamda tekelci kapitalizm siyasi gericiliğe tekabül eder ve bütün demokratik haklara düşman olarak onları ortadan kaldırma eğilimindedir.

“Bu yeni ekonominin, tekelci kapitalizmin (emperyalizm tekelci kapitalizmdir) siyasal üstyapısı, demokrasiden siyasal gericiliğe değişimdir. Demokrasi serbest rekabete tekabül eder. Siyasal gericilik tekele tekabül eder.” (Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Toplu Eserler, c. 23, s. 43)

Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin temel karakteristiği olarak devlet biçimi burjuva demokrasisi iken, kapitalizmin tekelci döneminin karakteristik devlet biçimi oligarşik diktatörlük olmuştur. Oligarşinin sınırları ise ülkeden ülkeye, kapitalizmin gelişmişlik düzeyine, egemen ittifaklara ve bağımlılık derecesine göre değişiklik arz eder.

Kapitalizmin iki döneminin karakteristik devlet biçimleri –ülkeden ülkeye farklılıklar arz etse de– bunlar olmakla birlikte, sınıflar mücadelesinin düzeylerine göre, farklı özellikler göstererek daha değişik kapitalist devlet biçimleri de ortaya çıkar. Bunların belli başlısı olarak, askeri diktatörlükler ve faşizm biçiminde ortaya çıkan devlet biçimlerini başka bir yazı konusu olarak ele alacağız.

BONAPARTİZM

“... ‘modern temsilî devlet de, ücretli emeğin sermaye tarafından sömürülmesinin aletidir. Ancak, istisnaî olarak, savaşan sınıfların birbirlerini dengelemeye o kadar çok yaklaştıkları dönemler olur ki, devlet gücü, görünüşte aracı olarak, o an için, ikisinden de belirli ölçüde bağımsızlık kazanır. ...’ 17. ve 18. Yüzyılların mutlak monarşileri, Fransa’da Birinci ve İkinci İmparatorluğun Bonapartizmi ve Almanya’da Bismarck rejimi böyleydiler.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, Toplu Eserler, c. 25, s. 397)

Sınıf mücadelesinde savaşan sınıfların yani burjuvazi ve proletaryanın birbirleriyle çok yakın bir denge kurdukları, iki sınıfın da birbirlerine egemenlik sağlayamadıkları bir dönemde ortaya çıkar. İki tarafın da kazanamadıkları ve yönetemedikleri bu dönemde, devlet iktidarının bir süre ikisinden de bağımsızlaştığı ve mümkün tek yönetim biçimi olarak ortaya çıkan Bonapartizmdir.

Fakat bu durum Marx’a göre de Bonapartizmin birbirleriyle mücadele eden sınıflar arasında tarafsız kaldığı anlamını taşımaz. Bonapartizm tüm sınıfları temsil ettiğini iddia etse de onun varlığı ve doğuşu aslında varolan toplumsal düzeni, mülkiyet ilişkileri anlamında nesnel olarak sermayenin emek üzerindeki egemenliğini sürdürme ve kuvvetlendirme amacına yöneliktir. Yine Marx’ın vurguladığı gibi kesinlikle onun (I. veII. İmparatorluğun Bonapartizmi) egemenliği altındaki burjuva toplumu, “siyasal kaygılardan kurtulmuş” olarak kendisinin bile beklemediği bir gelişme göstererek bu dönemden kazanarak çıktı.

Son söz olarak asla akıldan çıkarılmaması gereken bir gerçek, “burjuva demokratik sistemin en ‘kararlı’ olduğu, sınıf mücadelesinin en az keskin olması anlamında en ‘özgür’, en ‘legal’ ve en ‘durgun’ olan ülkeler”in bile proletarya üzerinde bir diktatörlük, baskı aygıtı olmasıdır.

Ve bu anlamda, bunun üzerinden geliştirilen devlet konusundaki kautskist çarpıtmaya karşı Lenin’in sözleriyle noktalıyoruz,

“Burada ‘teorik olarak’, ne devletin bir sınıf egemenliği organı olduğu, ne de sınıf uzlaşmazlıklarının uzlaştırılamaz olduğu reddedilir. Ama gözardı edilen ya da üstü örtülen şudur: Eğer devlet, sınıf uzlaşmazlıklarının uzlaştırılamamalarının ürünüyse, eğer toplumun üzerinde ve ‘ona gitgide yabancılaşan’ bir güçse, açıktır ki, yalnızca şiddete dayanan bir devrim olmaksızın değil, ayrıca egemen sınıf tarafından yaratılmış bulunan ve bu ‘yabancılaşmanın’ kendisinde maddeleştiği devlet iktidarı aygıtı da yıkılmaksızın, ezilen sınıfın kurtuluşu olanaksızdır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal, Toplu Eserler, c. 25, s. 393)

KAYNAKÇA

F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, Ankara, 1976

V. I. Lenin, Collected Works (Toplu Eserler), Progress Publishers, Moscow, 1977

ŞUBAT 2002

2

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ