Ana sayfa

Arjantin’den Afganistan’a

SAVAŞ VE ‘TERÖR’

Yataklarından kalkan insanların bir gün sonra tamamen farklı bir düşünüş sistemi geliştirmelerini istiyorsanız, onları ciddi bir şoka tabi tutmalısınız. Özgürlük, birey hakları, insan hakları, barış gibi içi boşaltılmış kavramlarla on yıldan fazla bir süredir biçimlendirilmiş insanlar, 12 Eylül günü ne insan haklarından, ne birey ve kişilik haklarından ne de demokratik haklardan söz ediyorlardı artık.

 

 

Yeni Dünya Düzeni için Berlin duvarının yıkılmasıyla birlikte kurulmaya başlandığı söylenirse doğru olacağı gibi, bu düzenin ilk çatlaklarının, aynı duvarın artık ayıramadığı birleşik Almanya ile birlikte ortaya çıktığı da söylenebilir. İki kutuplu dünyanın kapitalist bloğundaki ‘düzenlilik’ artık eskisi gibi olamazdı. Çünkü ‘sosyalizmin’ kapitalist dünyadan ayırdığı geniş coğrafya ve bu coğrafyanın içerdiği uluslar, devletler ve halklar, artık karşısında birleşilmesi zorunlu olunan ‘komünist tehdit’ olmaktan çıkmış, hızla nüfuz edilmesi gereken enerji, hammadde ve pazar alanları olarak algılanmaya başlamıştı.

Amerika kıtasına yerleşmeye başlayan İspanyol, İngiliz ve Fransızlar, ‘yeni dünya’nın yöntemlerini daha o günlerden bütün bir kıtanın yerlilerine uyguladıkları katliamlarla oluşturdular. Bugün dünyaya Amerika tarafından dayatılan bu düzen iki kutuplu dünya düzeninden sonra oluşmanın ötesinde, aslında eskiye ait böyle bir yöntemi, bugüne taşımayı da içeriyor. Bütün çelişkileri ile beraber ‘komünizm tehdidi’ altında liderliğini, ekonomisi, politikaları ve askeri gücünün olanakları ile, her anlamda sürdürmeyi başarmış olan ABD, uzun bir süredir, bu durumu daha ne kadar ve nasıl sürdüreceğinin hesaplarını yapıyor.

Şili’de 11 Eylül 1973 darbesi ve Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri diktatörlük rejimlerinin baş destekçisi ABD, bütün bir 60’lı yıllar boyunca Güneydoğu Asya’da devrimci rejimlere karşı savaş yürütmüş ve asla ‘terörist’ sayılmamıştır. Sandinistlere karşı Nikaragua’da yaptıkları, Küba’ya karşı yıllardır gizli savaş (kimyasal ve biyolojik silah kullanımı), ABD’nin suç dosyasının ilk akla gelenleri. İsrail’in Ortadoğu’da, başta Filistin olmak üzere, bölge halklarına kan kusturması, yine ABD tarafından, görmezden gelinmenin de ötesinde, açıkça desteklenmiştir. Kuşkusuz atom bombalarını saymıyoruz; ikinci emperyalist savaşın finalinde göğe yükselen zehirli mantarlar etkilerini hala sürdürüyorlar.

Bütün bu dönem boyunca sosyalistler ve ilerici kamuoyu dışında ‘terörizm’ suçlamasını ABD’ye yöneltmek kimsenin aklına gelmedi. Kapitalist dünyanın jandarması, bütün bir ‘hür dünya’ adına iş başındaydı ve hatta bu ‘kirli’ işleri kendi adına yapmadığı besbelliydi. Eski dışişleri bakanı H. Kissinger’in şu sözleri, bütün bu dönemin felsefesini yansıtması açısından önemlidir: “Bir ülkenin kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden komünist olmasına neden göz yummamız ve tahammül etmemiz gerektiğini anlamıyorum.”

Ama duvar yıkılıp, sosyalist sistem ve merkezindeki SSCB sahneden çekilince, hür dünyanın zaferi ilan edilmek zorunda kalındı. Artık soğuk savaşın yerini karşılıklı yardımlaşma almalıydı. Giderek iki kutuplu dünyanın kavramları, yeni dünya düzeninin son on yıl için (11 Eylül’e kadar) uyguladığı politikanın adı olan küreselleşme ideolojisinin kavramlarıyla değiştirildi. Bütün bu dönemde kullanılan serbest piyasa, özgürlük, insan hakları, azınlık hakları, etnisite vb kavramlar öylesine bir ideolojik harmanlamaya tabi tutuldu ki, küreselleşen dünyada ulus devletlerin otorite ve yetki alanlarına girmeye yarayan birer anahtar oldular. Yugoslavya bunun en önemli örneklerindendi.

Yeni Dünya’nın Düzenini bütün dünyaya duyurmak için kullanılan Saddam rejimi ve Irak ise, BM onayı alınarak savaş alanına çevrildi. Aslında, Amerika’nın dayatmaya çalıştığı düzenin ilk ve en etkili muhalifi sayılmalı Saddam. İlk körfez savaşından bu yana hala ayakta ve hala gündemde. Moskova Bilimler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Başkanı R. B. Ribikov, İstanbul’da düzenlenen bir konferansta şöyle söylüyor: “Ama ABD yönetimi değişmedi. Yıllardır bildiği, alıştığı, uyguladığı politikaları, yani devlet terörünü, insanları yok etme siyasetini izliyor. ... Soğuk savaşı ne ABD kazandı ne de biz kaybettik.” (Cumhuriyet, 23 Ocak 2001)

Soğuk savaşı kaybedip kaybetmedikleri bir yana, Sovyet halklarının ve SSCB ile birlikte bütün bir ezilenler cephesinin/alttakilerin, çok şeyler kaybetmiş olduğu günlük hayatta hissedilir hale geldi. Sosyal güvenlikten, ücretlere, sendikalardan, demokratik hak ve özgürlüklere, Ekim devriminin ve onun ürünü olan SSCB’nin yıkılmasıyla, kazanımlar, tek tek geri alındı ve kalanların üstüne gidiliyor. Soğuk savaşı ABD’nin kazanmadığına gelince...

Kapitalist dünyadaki hegemonya savaşı, pazar ve hammadde/enerji kaynaklarına yönelik olarak artarak sürüyor. Geçtiğimiz on küsur yıldan bu yana, kapitalizmin çevre ülkelerinde dolanan kriz, merkeze yöneldikçe rekabetin dozu da artıyor. Rekabet açık çatışmaya dönüşmese de karşıtlar bir tarafta görünmeye devam etseler de, kendini gittikçe açığa vuran bir gerçek var ki, o da, emperyalist odakların 11 Eylülden bu yana bir ve bütün olma hallerinin daha bir güçleştiği. Buna rağmen işçi sınıfının ve sosyalizmin daha avantajlı olduğunu söylemek mümkün değil. Kapitalizmin çelişkilerinden yararlanabilmek bu açıdan mümkün değil. Ağırlaşan koşulları tarif etmek gerekirse:

İşçi sınıfı ve sosyalizmin dünya çapında sürmekte olan yenilgi dönemi, sosyalizmin toplumsal düzeyde yığınlar için siyasi bir alternatif olmaması anlamına geliyor. Artan eşitsizlik, ağırlaşan kriz koşullarına rağmen, aslında kitlelerin bilincinde açığa çıkma koşulları oluşan ve neredeyse çıplak gözle görülen eşitsizlikleri gizleyebilmek gittikçe zorlaşan bir hal almalıyken, emperyalistler yeni atakları ile ‘batı uygarlığı-terör’ denklemine geniş kesimleri dahil edebiliyorlar. Bu hiç de küçümsenecek bir başarı değil.

Başta Filistin ve genel olarak Ortadoğu olmak üzere dünya çapında sürmekte olan çeşitli çatışmalar ve karşılıklı güçlerin konumları bu sahte saflaşmayı kuvvetlendiriyor. Ayrıca kendi İslamcı muhaliflerini bastırmak, ezmek için 11 Eylülden yararlananlar da bunlara ekleniyor: Keşmir sorununda Hindistan, Çeçenya sorununda Rusya, Sincan sorununda Çin, vb. Yine batıda azınlıklara, muhaliflere yapılan saldırıların azgınlaştırılması ve giderek meşrulaştırılması, neo-faşist dalgaya yol verilmesi anlamına da geliyor.

Eksenin emperyalizm ve İslam arasına kaydırılması, temel çelişkinin üzerini örterek emperyalizme karşı gerçek mücadelenin gelişmesini zayıflatmaya ve geciktirmeye de hizmet ediyor. 11 Eylül saldırısının sağladığı olanak sayesinde ideolojik egemenlik güçlendiriliyor. Almanya’da işçiler 11 Eylülü protesto etmek için genel grev yapabildiler. Bu arada işçilerin, sendikaların yığınsal katılımlarının da söz konusu olduğu, uluslararası ölçek kazanan ve anti-kapitalist nitelemeleri de benimsemeye başlayan ‘küreselleşme karşıtı hareketler’ arka plana itildi. 11 Eylülün ardından ABD’den Avrupa’ya çeşitli ülkelerde hızla çıkartılan anti-demokratik ‘terörle mücadele yasalarının’ küreselleşme karşıtlarını hedefleyeceği belli.

Son aylarda dünyayı en çok meşgul eden iki gelişmeye, Arjantin ve Afganistan’a değinmeden önce, 11 Eylül olayının karanlıkta kalan sorularından bir kaçını anımsatmakta yarar var. Çeşitli tatbikatlar dolayısıyla, 10 Eylül tarihinde, hemen Pakistan yakınlarında, 25 bin İngiliz askeri, ayrıca ABD komandolarını taşıyan iki askeri gemi bulunuyordu. Mısır’da bulunan 23 bin NATO askerine, 17 bin ABD askeri daha, bu tarihte çoktan katılmıştı.

Yataklarından kalkan insanların bir gün sonra tamamen farklı bir düşünüş sistemi geliştirmelerini istiyorsanız, onları ciddi bir şoka tabi tutmalısınız. Özgürlük, birey hakları, insan hakları, barış gibi içi boşaltılmış kavramlarla on yıldan fazla bir süredir biçimlendirilmiş insanlar, 12 Eylül günü ne insan haklarından, ne birey ve kişilik haklarından ne de demokratik haklardan söz ediyorlardı artık. Ulusal güvenlik şemsiyesi altında tek tek bütün insanları toplamayı başaran emperyalizm, sefere çıkmadan önce, kendi içinde düzenlemelerini yapan Osmanlı ordusu gibi davranmış ve bu yolla uzun yılların birikimi olan işçi sınıfının ve toplumsal mücadelelerin kazanımlarını, bir anda geri almış oldu. ABD’nin Afganistan ve Orta Asya’daki enerji politikaları Bin Ladin aracılığı ile ulusal güvenlik başlığının altına sokuldu oldu. ‘Teröristler’e karşı medeni dünya şemsiyesini açan ABD, bütün rakiplerini şimdilik bu şemsiyenin altında toplamayı başardı. Kuşkusuz bu durum geçici ve rakipler çıkacak ilk fırsatta kazan kaldırma hazırlıklarını da sürdürüyorlar. Şu anda Afganistan’da bulunan İngiliz ve Amerikan askerlerinin dışında, bölgeye hangi devletten askerlerin gideceği üzerine tartışmalar yoğunlaşıyor. Bu arada AB,Afganistan’ı kendi ordusunu oluşturup eylem içine sokacağı bir alan olarak değerlendirmek istiyor.

Bu hazırlıklardan en önemlisi AB’nin kendi içinde aldığı yol. Berlin duvarının yıkılması ile birleşme yoluna giren Almanya, AB sürecinin de merkezine oturarak, birleşen Avrupa’nın kalbi olma iddiasını güçlendirdi. En önemli ekonomik göstergelerde ABD’yi aşan değerlere sahip olan AB’nin on iki ülkesi para birliğini de fiilen yürürlüğe sokarak, dolar hegemonyasına en önemli itirazı gerçekleştirmiş oldular. Almanya’ların birleşmesi ve ‘Doğu Bloğu’nun Avrupa’dan çekilmesi ile, daha o günlerden Avrupa’nın içişlerine, Yugoslavya müdahalesiyle giren ABD, bugün para birliği ile önemli bir virajı alan AB’nin Kafkaslar ve Orta Asya’da geliştirdiği ilişkilere rest çekerek, Afganistan’a yerleşmekten çekinmedi. Almanya’nın, Rusya ve İran ile kurduğu ilişkiler, ABD’nin Türkiye üzerinden geliştirdiği ilişkilerin karşısında fazlasıyla avantajlı ve güçlüdür. Bu durumda kart kullanmaktansa ‘bölgenin tam ortasına yerleşme ve bunun için ne gerekiyorsa yapmak yeğ tutulmuştur. Bu arada unutmamak gereken bir şey ise şu: Afganistan operasyonunun gerekçesi Usame Bin Ladin ve El Kaide örgütüydü. Bu ikincisi büyük ölçüde çökertildiğine göre, geride korumasız kalan Bin Ladin’in sonunun ne olduğu dışında bir soru kalmıyor. Ama Bin Ladin halen ele geçirilebilmiş değil. Afganistan operasyonunun amacının terör ya da Usame bin Ladin olmadığı, ABD’nin sahip olduğunu söyleyip hiç bir zaman açıklamadığı kanıtlarından çok daha net ve açık değil mi?

Bütün bu rekabet, çatışma ve gerilim, ‘kapitalist dünya’nın krizi, hammadde/enerji ve pazar sorunu ekseninde gelişiyor. Sosyalizm baskısından kurtulmuş, dizginlerinden boşanmış bu rekabetin, dünyaya ateşten bir gömlek giydirdiği ortada. Hammadde ve enerji kaynaklarını temsil eden Orta Asya, Kafkaslar ve Ortadoğu, açıktan askeri savaşların yaşandığı ve yenilerine gebe alanlar. Afganistan örneğinde olduğu gibi, ABD’nin amacı, teröre karşı medeniyeti korumak değil, tam tersine karmaşayı hakim kılmak. Kendi varlık gerekçesi ancak böyle anlam kazanabilir. Kuzey İttifakı’nın aşiret yapılanması ve çoğu zaman Taliban’ı aratmayan savaş ağaları, Afganistan’ın, petrol boru hattı şirketinden gelen yeni başbakanı ile büyük bir uyum içinde çalışabilir. Bir şartla, o da, ‘büyük biraderin’ gölgesi hep bölgede olursa...

Görüntünün çarpıtılması için ideolojik egemenlik araçları ellerinden geleni yapıyorlar. Arjantin’deki sınıf mücadelesi, yoksulların marketleri basmasına indirgeniyor. Sınıfın örgütlülüğü, defalarca genel greve çıkması, yüz binlerin, milyonların her gün sokaklara dökülmesi, çatışmaları, arka plana itilip üstü örtülüyor. Türkiye ile Arjantin karşılaştırılırken dikkatlerin toplanması gereken ve asıl önemli olan yan burasıdır. Arjantin’de, kapitalizmin, sınıf mücadelesinin tarihi daha eskidir; işçi sınıfının mücadele, örgütlenme gelenekleri daha yerleşiktir, daha gelişkindir. Türkiye’de sendikal örgütlenme bitme noktasına kadar gerilemişken, Arjantin’de bu kazanımlar korunabildiği ölçüde -ki olaylarda aktif rol oynayan işsizler de işçilerle ortak sendikalarda örgütlenmişlerdir- yığınlar sokaklara dökülmüş, defalarca genel grev gerçekleştirmiş, arka arkaya hükümetleri, devlet başkanlarını devirmiş, IMF programlarını aksatmıştır.

Afganistan’ın tersine, başka bir şekilde talan edilmiş içi boşaltılmış bir ülke Arjantin. IMF politikalarını eksiksiz uygulamış, bir sonraki IMF kredisine kadar bu politikanın gereklerini yerine getirmiş, sonuç olarak da, her şeyin kilitlendiği bir ekonomik bünyeye doğru sürüklenmiştir. İçine girdiği borç kıskacı tek sorun olsaydı, bu kadar ağır bir krize girmeyebilirdi. Yabancı sermaye egemenliği, borç kıskacı ve üretici yapının kaybedilmesi birleşince, yıkımın eşiğine gelindi. Yeni kredi diliminin çıkmaması da, bir kaç aydır yaşanan iflası ve sonuçlarını beraber getirmiş oldu. Şimdi Arjantin’de bir türlü dikiş tutmayan yönetim, işbirlikçilerle birlikte ilk fırsatta, IMF ile anlaşma yapmanın yollarını arıyor. Devalüasyon yapmama kararından vazgeçen Arjantin’e, süresi gelen yaklaşık 1 milyar dolarlık borç taksiti ertelenerek yanıt verildi.

Buna karşılık Arjantin’de Plaza del Mayo Anneleri, “Parlâmento üyeleri, senatörler, sendika liderleri ve diğer hainler ‘inlerindeki’ televizyonlarından sapıkça gözlerle, sessizlik ve suç ortaklığı içinde bizlere yöneltilen saldırıları seyrettiler” açıklamasından sonra şu talepleri sıralıyorlar: “Tüm siyasi tutukluların serbest bırakılması. Kuşatma halinin kaldırılması. Dış borcun ödenmemesi. Yargıçların, parlâmento üyelerinin ve senatörlerin maaşlarının düşürülmesi. Özelleştirilmiş işletmelerin ulusallaştırılması. ‘Kıyak emekliliğin’ iptal edilmesi. Herkes için haysiyetli çalışma.” (Evrensel, 16 Ocak 2001)

Faşist sağ tarafından yönetilmek istemeyen ve “Devlet Terörizmine Karşı Mücadele ve Direniş” sloganıyla davranan Arjantinli Anneler, düşmanı doğru saptamış bulunuyorlar. Sadece Arjantin’de değil, bütün dünyada en ciddi tehlike, yasal dayanağını 11 Eylülde bulan, ‘devlet terörü’... Ulusal güvenlik doktrini 11 Eylül’ün ertesi günü yeni bir şekil aldı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 1386 sayılı kararla “terör eylemlerinin uluslararası barış ve güvenliği tehdit ettiğini”, bu olayların da “Konsey’in yetki alanı içinde” tanımlandığını belirtiyordu.

Kısacası bütün dünyada demokrasi, ‘güvenlik nedeniyle’ askıya alınıyor.

Gelişmiş kapitalist ülkelerin pazar savaşları esas olarak kendi coğrafyaları üzerinde sürerken, dünyanın geri kalanı, hammadde ve enerji kaynaklarını içerdiği ölçüde, ‘paylaşım savaşlarına’ konu oluyor IMF politikalarının güdümündeki, Arjantin, Türkiye vb ülkeler hem hammadde hem de pazar alanı olmak açısından bir değer ifade etmekle beraber, her iki açıdan da sınırlılıklara sahipler. Krizleri ile baş başa bırakılabilir, dipsiz kuyulara yuvarlandıktan sonra, çok daha ağır şartları kabul ettirerek kuyunun kapağını kaldırıp gökyüzüne baktırılabilir ülkeler olarak değerlendiriliyorlar. Arjantin kuyuya çekinmeden atılabildi. Plaza del Mayo anneleri kuyudan nasıl çıkılabileceğini biliyorlar. Türkiye ise, kuyunun kenarında, Şubat krizinden bu yana oyalanıp duruyordu ki, 11 Eylül imdadına yetişti!

Wall Street Journal gazetesi, bu gerçeği, Ecevit’in Amerika gezisi sırasında şöyle dile getirdi: “Türkiye IMF’ye bırakılmayacak kadar önemli bir ülke.” (18 Ocak 2002)

Bu ifade bir yanıyla, ABD’nin bölge politikaları açısından, Türkiye’nin stratejik önemi meselesine atıf yapıyor, öte yanıyla da sadece bununla sınırlı değil. IMF’nin patronu ABD olsa da, bu sıralar IMF ve Dünya Bankası, enerji yatırım ve ihalelerinde ve özellikle bu yatırımlarda hazine garantisinin kaldırılmasını istemektedir. Bu durum karşısında enerji alanında faaliyet yürüten ABD firmaları, yatırımlardan vazgeçmeyi, durdurmayı ve geçmişte yapılmış yatırımlara da uygulanacak biçimde hak iddia etmek üzere konuyu uluslararası mahkemelere götürmeyi bir tehdit olarak ileri sürmektedir. Türkiye’nin uluslararası tahkim sözleşmelerini imzaladığı düşünülürse nasıl bir sıkışıklık içinde olduğu anlaşılabilir. “Türkiye’nin IMF’ye bırakılmayacak kadar önemli bir ülke” olduğu açıklaması bu çerçevede anlaşılır olmaktadır.

Arjantin’le Türkiye arasında niteliksel bir fark aramak gerekmemektedir. İkisi de narkoza bağlanmıştır. Ama Arjantin için uluslararası sermayenin tam hakimiyetinden söz edilebilir. Elektrikten suya, temel kamusal ihtiyaçların hepsinin yabancı tekellerin eline geçtiği bu ülkede, IMF’nin devalüasyon talebinin kabul edilmemesi, IMF kaynaklarının kesilmesi sonucunu vermiş ve ülke iflasa sürüklenmiştir. Ve artık kitlelerin rahatsızlığının tehlikeli boyutlara sıçraması, daha önce eski Dünya Bankası Başkanı J. Stiglitz’in açıkladığı, IMF ve Dünya Bankası ortak yapımı planlı politikalarının sondan bir önceki aşamasına, denetimsiz fiyatlar ve istikrarsızlığın sonucunda ortaya çıkacak kaos, karmaşa tanımına, kısacası bugünkü Arjantin’e denk düşüyor. Bundan sonra ise Arjantin’in bir dolar bölgesi olarak ilanını hedefleyen politikalar sahneye çıkartılacak.

Şunu söylemek hiç de abartı olmayacak. Eğer 11 Eylül olmasaydı, Türkiye, bugün ekonomik yapı açısından aynı durumda olduğu Arjantin’i bir adım geriden de olsa takip ediyor olacaktı. Bugün eğer, IMF kaynaklı kredi dilimlerinden birinin verilmeyeceği söylense, Türkiye’nin Arjantin’den farkı ne olurdu? IMF politikalarının uygulanması sürdürülürse, her bir ekonomik krizde, uluslararası sermayenin en temel alanlarda mülkiyet sahibi olacağı, denetimsiz fiyatların ve sömürünün, büyüyen işsizlikle beraber, bir kaosun öngününe ülkeyi getireceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Sözü alınan ve gelmesi beklenen kredi dilimi üzerindeki kavga, bu açıdan, yani 11 Eylül sonrası değişen dünya dengeleri açısından ele alınmalı. Daha önce gözden çıkarılan bankalara kaynak aktarılması, iç pazarda ve üretimde söz sahibi olmayı sürdüren bazı grupların, yabancı finans grupları ve uluslararası sermaye aleyhine bir sınırlama getirilerek de olsa kayırıldığını, bunun ise şimdilik gerekli olan ‘istikrarlı’ yapının daha fazla bir karmaşaya terk edilmemesi için gerçekleştirildiğini düşünüyoruz. Şimdilik kaydıyla düşünmeyi sürdürürsek karşımıza şunlar çıkıyor: Orta Asya ve Kafkaslar’daki politik durum, Amerika açısından Türkiye’yi ön plana çıkardığı ölçüde, bu kayıt yürürlükte kalacaktır. Aksi durumda, bütün bağımlılık ilişkisinde olan ülkeler gibi, Türkiye’nin kaderi de, IMF’ye terk edilecektir. IMF’nin ve Dünya Bankası’nın politikalarının Türkiye’deki nihai hedefi de, yine dolar alanına geçilmesidir. Geçtiğimiz aylarda Alman Merkez Bankası Başkanı’nın yaptığı, “Türkiye Euro Birliği’ne hazır” açıklaması, dünyada rekabetin merkezinde ne olduğu konusunu da açıklıyor.

Kapitalizm, dünyayı her geçen gün biraz daha yaşanmaz kılmakta, içine yuvarlanmakta olduğu krizi, savaş ve talan mantığı ile karşılamayı seçmekte ve bu doğrultuda, çevre ülkelerdeki her türden karmaşaya olduğu gibi, merkezdeki sınıfsal mücadele ve gelişmelere de, ideolojik, politik ve hukuki alanlarda karşı saldırıyı bugünden başlatmış bulunmaktadır. İçine girilen kriz, hem Avrupa’da hem de Amerika’da, işsizliği, gelirlerde daralmayı ve yaşam şartlarını zorlaştırdığı ölçüde, komünist ideoloji ve önderlikten yoksun olan tepkisel hareketler, milliyetçi yönelimlere ve hatta faşist hareketlere zemin olabilecektir. Kapitalizm için krizler, zayıfların yutulduğu, güçlülerin daha da güçlenerek yollarına devam ettikleri ve sermayenin merkezileşmesi kuralının gözle görülebildiği olaylardır. Bu açıdan, özellikle 11 Eylül sonrası oluşan ortamda gerçekleşen Amerika gezisinden, somut olarak hiç bir talebin gerçekleşmeden dönülmüş olması anlaşılır bir şeydir. Amerikan firmalarının Türkiye’de yatırım yapmasını isteyen Ecevit’e yanıt, Amerikan firmalarının Türkiye’den alacaklarını tahsil edemediğidir.

İç politika ile dış politikanın, ulusal ile uluslararası olanın ayrım noktaları silikleşmekte; ayrı gibi duranlar aynılaşmaktadır. Çevre ülkelerdeki ulus devlet formaları, esas olarak geçtiğimiz on yıl içinde değiştirilmiştir ve uzun bir süredir buna yönelik ideolojik, psikolojik manipülasyonlar yürürlüktedir.

Türkiye’nin klasikleşmiş sorunları olan Ege, Kıbrıs ve nispeten AB üyeliği konularında, 11 Eylül sonrası, Türk egemenleri tarafından daha avantajlı durumda olunduğu biçiminde algılanmaktadır. Kıbrıs konusunda diyalog arayan taraf konumuna yükselinmiş, aracısız görüşmeler başlamıştır. ‘Azınlık’ kavramının karşısına ‘eşit iki toplum’ kavramı ile çıkılmıştır. Ege sorunu ile bir paket oluşturan Kıbrıs görüşmeleri, AB ile ABD’yi Türkiye üzerinden karşı karşıya getirmektedir.

Her ne olursa olsun Kıbrıs’ı birliklerine almak isteyen Avrupalılar ve Yunanistan, kendileri açısından en kötüsünden de olsa bir çözüm istemektedirler ve bunun için –Türkiye’nin bir önceki durumda kabul ettirmeye çalıştığı– iki toplumu eşit kabul edecek yeni bir cumhuriyet tezi esas alınarak görüşmeler hızlandırılmıştır. Bu tez ekseninde varılacak çözüm, Türkiye Cumhuriyeti’nin rahatsızlıklarını giderecek midir? İşine geldiğinde sorunu, “Türkiye’nin güvenliği açısından gerekirse ilhak ederiz” mantığı ile ele alabilen, uluslararası kamuoyunda ise, Kuzey Kıbrıs’ı, adada yaşayan Türklerin meşru ve bağımsız devleti olarak yansıtan Türkiye, sorunun uluslararası boyutuyla, eşit iki toplumu kapsayan ve bunların garantilerini oluşturan bir çerçevede çözülmesi durumunda da rahatsızlığını sürdürecektir.

Ecevit’ten önce Simitis’in Amerika gezisi sonunda, yeni oluşan ‘terör’ ve karşıtı uygar dünya tehdidini anımsatan bir şekilde, ‘PASOK ile 17 Kasım örgütü ilişkileri’ konulu bir dosya gündeme getirilmiş ve Simitis’e esas olarak, “Avrupa Ordusu ile varılan anlaşmadan hoşnut değilseniz şikayetinizi AB’ne yapmalısınız” denmiştir.

Türkiye’nin Ege ve Kıbrıs konularında, Avrupa Ordusu’nun kullanılmasına itirazı esas olarak kabul edilmiştir. Bu noktada AB’nin, para birliğinden hemen sonra ve belki de paralel yapması gereken ordu kurma işi, Türkiye ve NATO ilişkileri çerçevesinde geciktirilmektedir. Türkiye’nin attığı adımlar, Amerika’nın istediği doğrultudadır. NATO olanaklarından yararlanıp yararlanmamak tartışması, Türkiye’nin aracılığı ile ABD’nin bu olanaklardan yararlanmayı veto etmesi, birbiriyle çelişkili görülen gelişmelerdir. AB bağımsız bir ordunun zorunluluğunun farkındadır. Ama bunun faturası da hayli kabarıktır ve şimdilik geçici de olsa NATO olanaklarının tahsisini talep etmektedir. Şu anda müttefik olan AB ve ABD arasındaki çelişkiler, karşıt ve net konumlanışlar haline bürünmemektedir. Tartışmaların en kızıştığı noktada “Amerika’nın Avrupa’da çıkarları vardır” yollu bir söylem Avrupa’yı hizaya getirmekte, bağımsız davranma yeteneğini kısıtlamaktadır. Öte yandan ise Avrupa devletleri, Amerika’nın yanında ve ittifak olarak dururken, kendi çıkarlarını ABD’ye karşın özenle korumaya çalışmaktadır.

Bu noktada Ecevit’in ABD gezisi sonrası yaptığı “ilişkilerimiz ittifak olmanın ötesine, stratejik ortaklık düzeyine taşınmıştır” açıklaması önem kazanıyor. Karşılığında ekonomik ilişkilerin artırılacağının, ortak bir ekonomik konsey oluşturulacağının söylenmesi, bu stratejik ortaklığın nerelerde geçerli olduğunu açıklıyor. Bu gelişmeler içinde, Günter Verheugen’in, “Rum kesiminin AB üyeliği sorun olmaz” açıklaması, ABD-Türkiye Cumhuriyeti stratejik ortaklığının Kıbrıs ve Ege konularındaki açılımlarının karşısında AB’nin nasıl konumlandığını gösteriyor.

Türkiye Cumhuriyetinin Kürt politikası, öteden beri, devletin geleneksel ideolojisi içinde önemli ve temel bir yer tutar. İran, Irak ve Suriye ile birlikte, Kürtleri ve Kürdistan coğrafyasını bölen ve Ortadoğu’daki gericiliğin en önemli kaynağını besleyen bu mesele, ABD’nin Körfez operasyonu ile birlikte basınç altında kalmış ve çatlaklar oluşmuştur. İç politikada bu çatlakların gönülsüz temsilcileri çıksa da, sorun egemenlerin çıkarları açısından ele alınmanın ötesine geçmemiştir.

Irak’ın toprak bütünlüğü ve Saddam’a destek politikası –ki körfez operasyonundan önce Ecevit’in Saddam ziyareti hatırlanmalı– son aylarda kırılmaya uğramıştır. Saddam gözden çıkarılmış, Irak’ın toprak bütünlüğü, Saddam’sız da olsa garanti edilme yoluna gidilmiştir. Ecevit’in deyimi ile, Amerika, “Irak konusunda çelişkiye girmeyeceği kanısını” vermiştir. Herhalde bu kanının oluşmasında, Ecevit’in Amerika gezisine denk gelen, Irak’ın toprak bütünlüğünün savunulduğunun belirtildiği, Talabani- Barzani ortak açıklaması etkili olmuştur. Bu açıklamanın ABD’nin manevralarından biri olduğu kesindir. Bu noktada ABD yetkililerinin yaptığı, “iki ülkenin Irak konusundaki görüşlerinin çok daha yakın olduğu görülüyor” saptaması, ABD tarafının niyeti olmasının ötesinde bir gerçekliği tespit ediyor. “Bazı yabancı gözlemciler, dünyada şimdiye kadar, TBMM kadar hızlı ve azimli çalışan hiçbir meclis görmediklerini söylediler” diye övünerek, teslimiyeti ve bağımlılığı tescil eden Ecevit’in, ABD’nin bölge politikasına, usulen de olsa, daha fazla direnmesini beklemek zaten haksızlık olurdu!

Amerika’nın Irak’a müdahalesi, artık herkesin bildiği, kader gibi beklenen bir olay. Ama bu durum, örneğin, asla Türkiye’nin onayına ihtiyaç duymayacak. Bunun, sonuçları açısından, sadece Irak’a müdahale olmayıp aslında bütün bir bölgeye yönelik müdahale olacağı ise açıktır. Ekonomik açıdan tam bir çıkmazda olan Türkiye’nin ise, sınırlı itirazları açısından bile sesini çıkartamadığı ve Afganistan operasyonunda Pakistan’ın rolü ne ise, Irak’a yönelik savaşta da Türkiye’nin rolünün aynı olacağı belli olmuştur. Fark, Afganistan’da yalnızca bir operasyon söz konusuyken, Türkiye’nin gerçek bir savaşta kullanılacak olmasıdır. Bunun politik sonuçları daha büyük olabilir.

Tam bu aşamada, PKK’nin yeni stratejisinin ne yönde gelişmelere yol açtığı ve açacağı, esas soruyu oluşturuyor. Sosyalist solun kendisinin dışında, devletin de bu konuda net bir yanıtı oluşmuş değil. Başsavcı Sabih Kanadoğlu’nun Anayasa Mahkemesine başvurusuyla HADEP aleyhine açılan kapatma davasının 6 ay sonra ele alınacak olması, bu aradaki gelişmelerin ne kadar yaşamsal olduğunu ve devletin, örneğin ne yapacağı konusunda bir netliği olsa da, bu politikalarını bugün uygulamaktan imtina ettiğini gösteriyor. Bölge açısından, Ortadoğu ve Türkiye açısından kilit önemdeki Kürt meselesinin, egemenlerin açılımlarına yedeklenmesi tehlikesi gittikçe artsa da, bu meselesinin emperyalizmin ve egemenlerin Aşil topuğu olduğu gerçeği inkar edilemez.

Son yirmi yılın ideolojik politik, kültürel kazanımlarını yok etmeye, bunu bir anda yapamadığı noktada, muğlaklaştırmaya yönelik devlet politikası, 11 Eylül sonrası başat hale gelmiş, demokratik açılımlar büyük darbeler yemiştir. Egemenlerin, ABD politikalarına uyumlu bir şekilde konumlanmak istedikleri yeni ‘stratejik ortaklık’ aşamasında, bu politikaların yaşama geçirilmesi sürecinde Kürtlere yer olmadığını mutlak olarak ileri sürmek, yanlış olacaktır. Dünyada gericiliğin, baskı ve terör yasalarının hızla uygulamaya geçildiği, Türkiye’de ise bu gelişmeleri sevinçle karşılayanların siyasette egemen oldukları bu koşullarda, bazı gazetelerde yayımlanan, ‘PKK’ye öneriler’ başlığında, kaynağı net olmayan ama yine de önemli burjuva gazetelerinde yayımlanan, üstelikte Ecevit’in Amerika gezisine den düşen haber, ABD politikalarının içinde, Kürtlere bir rol düşünüldüğünün kanıtı olarak ele alınmalı. Bazı Kürt çevrelerinin ‘bu sorunun çözümü Yeni Dünya Düzeni çerçevesinde de gerçekleşse kabulümüzdür’ yaklaşımında olduğu bilinen bir gerçek. Resmi ideolojinin bu noktada geri çekildiği düşünülemez. Ama ‘değiştirilemez ve bir taşı yerinden oynarsa bütün sistem göçer’ yönlü değerlendirmelere, eleştirel yaklaşmak gerekir. Başka bir düzeyde, resmi ideolojinin yeniden inşası, ‘yeni Osmanlıcılık’ ideolojisinin Kemalizmin yeni dönem hakim rengi olması, hiç de azımsanacak bir olasılık değil.

Kürtçe’nin eğitim dili olması, anadilde eğitim talebi ile verilen dilekçeler karşısında devlet tam bir telaşla tutuklamalara başladı. Bunun bir eylem olduğunu keşfeden ve sorunu AİHM’ne götürmek için girişim olarak değerlendiren devlet, bir zamanlar Bulgaristan’da Türklere yapılan asimilasyon politikalarını çağrıştıran ret etme mantığıyla davranmaktadır. Aynı şekilde örneğin Kıbrıs konusunda kurucu eşit iki toplumun tanınması ve sorunu ortaklık temelinde çözme mantığını savunan ve bu amaçla görüşmelere onay veren devletin, sorunun AİHM’ne ve bir şekilde AB’ne yansıdığı noktada ileri sürebileceği bir tek tez, ‘bölücülük’ umacısı olacaktır.

Afganistan operasyonu ile birlikte oluşan ideolojik, psikolojik kuşatma, Türkiye’deki sınıf hareketini geriye itmiş ve olduğu kadarıyla muhalif sesleri susturmuştur. Emek platformunun geliştirdiği eylemlilikler unutulmuş, işsizlik, özelleştirmeler, sendikasızlaştırma vb uygulamalar karşısında hiçbir ses duyulmaz olmuştur. Basın yasasındaki değişiklikler ile sanki demokratik haklar genişletiliyormuş izlenimi verilip, bir de buna, AB’nin istediği bu konudaki değişikliklere, MHP’nin bile itiraz etmediği ve uysal bir tavra girdiği iddiası eklenmiştir. ‘İstemem yan cebime koy’ diyen MHP, terör ve baskı yasalarının ‘AB’nin dayattığı demokratikleşme’ görüntüsü ile yürürlüğe girmesini, sessizce takip etmektedir.

Arjantin benzeri patlamalara, Afganistan sonrası terör yasaları ile hazırlık yapan ve bu tecrübenin IMF’nin kıskacındaki ülkelerde iyi bir hazırlık olacağını düşünen emperyalizm, Irak savaşı öncesi hazırlıklarını sürdürdüğü Türkiye’de, hiçbir muhalif sesin çıkmasını istememektedir. Sıradan bir yönetici hakkında eleştiride bulunmak bile, artık o yöneticinin bağlı olduğu bakanlığa ve dolayısıyla devletin şahsi hükmüne hakaret anlamına gelebilecektir.

Amerika gezisi, IMF’nin verdiği kredi ‘sözü’, dillere pelesenk olan ‘piyasalar’ı rahatlatmış, dolar düşüşe geçmiş, borsa yükselmiştir. Ne zaman geleceği bir yana, gelip gelmeyeceği de tartışmalı olan, geldiğinde reel olarak mı, kağıt üstünde mi giriş yapacağı tartışmalı bir kredi diliminin, şimdilik yarattığı bu ‘iyimser hava’, Ecevit’in iç politikada ve bölgede sanki Bush’un basın sözcüsü gibi davranması ile daha da artacaktır. Ama bunun sonucu, aynı zamanda, bir sonraki krizin yıkıcı etkisini aynı oranda artırmak olacaktır.

Türkiye’de işçi sınıfının sayısal olarak arttığı, bu konuda yapılan çeşitli araştırmalardaki ortak sonuçtur. Bu sonuçla ters orantılı olarak işçi sınıfının çeşitli örgütlülüklerinde önemli bir gerileme olmuştur. Daha da ötesi sınıfın bilinç düzeyi gerilemiş, ideolojik duruşu yok edilmiştir. Kriz adına sıfır zam kabul görebilmiş, önce emeklilik yaşı yükseltilmiş, sonra da yirmi yılını dolduranlar, tazminatları ne zaman ödeneceği belirsiz bir şekilde emeklilik dayatması ile karşı karşıya bırakılabilmiştir. Bütün bunlar, Afganistan sonrası oluşan olumsuz koşullarda, var gibi gözüken muhalefetin de susmasıyla, kolayca başarılabilmektedir.

Yenilgi, öncesinde ideolojik olarak kaybetmek demektir. Bütün dünyada emperyalistlerin aralarındaki çelişkilere rağmen bir ve bütün olan ideolojik saldırıyı başlatabilmeleri ve dünyaya, yeni olan ‘terör’ konseptini dayatabilmeleri tesadüf değildir. İşçi sınıfı ve sosyalist hareket açısından sürmekte olan yenilgi dönemi, neden ‘terör’ çivisiyle perçinlenmiştir; neden yeni baskı ve terör uygulamaları, yasal düzenlemeleri ile birlikte yürürlüğe sokulmuştur? Bu sorunun yanıtı önemlidir.

Küreselleşme dönemi boyunca azgınca artan eşitsizlik ve yoksulluk, bütün dünyanın ezilenlerini ve merkez ülke işçi sınıflarını aynı potada buluşturmuş; nesnel olarak çıkarları bir olanlar, öznel olarak da çıkarlarının birliği algılayışına ulaşma şansını ve imkanını kapitalizm tarihinde ilk kez yakalamışlardır. Bunun sonucunda, bütün dünyada her türlü yalıtılmışlık ve dolayıma rağmen, başta işçi sınıfları olmak üzere bütün ezilenler, küreselleşme karşıtı harekete gözlerini çevirmişlerdir. Başlangıçtaki belirsizlik ve sınıf dışı konumlanış hala sürmekle birlikte, bu hareket esas olarak kapitalizm karşıtı olmak fikrini, sosyalizm pratiklerinin yıkılmasından on yıl sonra sahneye yeniden sürmüştür. Sınıfa ve parti fikrine uzaklığını da sosyalizm pratiklerinin yükünü taşımak istememeleri getirmiştir. Kapitalizmin ideolojik planda yanlız kaldığı ve tarihin sonu geldiği yanılsamasına, gerçek ve pratik darbeyi, sahneye çıkan küreselleşme karşıtı hareket indirmiştir.

Seattle’da 50 bin gösterici ile Amerika’daki ilk sahne alış, AFL-CIO’da örgütlü işçilerin yoğun katılımı ile birlikte güçlü bir etki yaptı. Bu etki daha sonra Avrupa’da sürecek eylemlere önemli bir itki sağladı. Washington, Davos, Cenova, Bologna, Prag, Nice ve Porto Allegre, küreselleşme karşıtı hareketin, kapitalizm karşıtı sloganlara evrildiği ve sınıfın zaman zaman ağırlık koyduğu eylemlere sahne oldu. IMF ve WTO’nun demokratikleşmesi taleplerinin ileri sürüldüğü bu hareketlerin içinde, bunun ne kadar mümkün olduğu da sorgulandı ve hareket bu sorgulama içerisinde, nispi olarak da olsa, ideolojik dayanak, programatik şekilleniş ve sınıfsal temeller konularını gündemine aldı. Zamanla içindeki aktif unsurların bir çeşit özgürlük pratiği olarak algılanmanın ötesine geçme şansı yakaladı: “... IMF ve WTO topantılarını engellemeye çalışmanın çok büyük sembolik değeri olabilir, ancak bunu kapitalizmi durdurmanın bir yolu olarak düşünmek çok tehlikeli bir yanılsamadan öteye gidemeyecektir. Sonuçta yapılan her şey, her toplantıya bir öncekinden daha iyi hazırlanan polisle yaşanan şiddetli bir çatışmayla kaynayıp gidiyor. Bu arada ‘dünyanın patronları’ kararlarını her şart ve koşulda almaya devam ediyorlar. Semboller gerçek bir içeriği temsil ettikleri zaman gerçekten uzun süreli etkili ve değerli olur.” (Roberto Sarti, “Küreselleşme Karşıtı Hareketin Bilançosu”, Cosmopolitik 1)

‘Terör’ dönemi saldırısı esas olarak küreselleşme karşıtı hareketin, ‘kapitalizme hayır, kapitalizm öldürür’ sloganlarını daha sık kullanmaya başlamasına denk getirildi. 11 Eylül sonrası ideolojik saldırı ve merkez ülkelerde yasal demokratik çerçevenin daraltılması, doğrudan bu hareketi karşısına aldığı anlamına geliyordu. G-8’lerin bundan sonraki toplantısını New York’ta yapması ve toplantı öncesi ikiz kuleleri ziyaret etmesi sürpriz olmayacaktır.

Bu hareketin gösterdiği önemli bir ders şudur: Kapitalizm karşısında lokal kazanımlar sözkonusu olsa da, bunların korunması enternasyonalist dayanışma olmadan mümkün değildir. Kapitalizmin ideolojik kuşatmasına karşı çıkış, işçi sınıfı başta olmak üzere bütün ezilenleri kucaklayan bir nitelikte olmalıdır. Bütün dünyada oluşturulması ve üstünde hareket edilmesi gereken bir ideolojik karşı duruş yaratılmalı ve buna dair ilişkiler geliştirilmelidir.

Türkiye’de komünistlerin yapması gereken, öncelikle böyle bir karşı duruşun oluşturulmasına katkıda bulunmak ve bunun ülkede taşıyıcısı olmaktır. Ülkede her tür demokratik hak ve özgürlük mücadelesi içinde konumlanmak ve bunları işçi sınıfının iktidar mücadelesine tabi kılmak, öncelikli görevlerdendir. İşçi sınıfı merkezli olarak ve bu zemin üzerinde kurulacak araçlar üstünden siyaset kitleselleştirilmelidir. İdeolojik ve politik hegemonyanın arka planı bu zemine basarak oluşturulacaktır. Ve ancak buradan başlayan siyaseti kitleselleştirme/toplumsallaştırma çalışmalarının gerçekliği vardır. İdeolojik kuşatma buradan başlanırsa yarılma şansı ve imkanına sahiptir.

Güncel politik gelişmeler birbiri ardına hızla eklemlenirken, sosyalistlerin örgütsüzlükleri (ya da yeterince örgütlü olmamaları), işçi sınıfı hareketinin, üstüne yönelmiş saldırı karşısında savunma mevzilerini terk etmesi, ne yazık ki, analiz yapma durumundan siyaset yapma, siyasete müdahale etme düzeyine çıkılamamasını getiriyor. Siyasetin sınıf temelinden kalkılarak kitlesel düzeye yükseltilmesi aşaması ise, sınıf merkezli politikaların, uzunca bir süredir unutulduğu Türkiye’de olanaklı olmuyor.

‘Sınıf siyaseti yapıyoruz’ yanılsamasının devam etmesi, sosyalist solun egemenler ve temsilcisi devlet karşısındaki yanlış pozisyonlarının sürmesini sağlayacaktır. Devlet, bir yılı aşkın bir süredir cezaevlerinde süren ölüm oruçlarına ‘yok etme fırsatı çıktı’ mantığı ile yaklaşmış ve hiç bir çözümü olanaklı kılmamıştır. ‘Her şeyin üç kapı üç kilit’ noktasında çözülebilme imkanı varken, devlet hala adım atmamakta, çözümsüzlüğü dayatmaktadır.

Türkiye’de ve dünyada, sınıf mücadelesinin gerileme ve kayıplarının bir an önce durdurulması, sınıfın örgütlülüklerinin, kazanımlarının gelişmesi temelinde karşılanmalıdır. Sınıf mücadelesinin yükselmesi, aynı zamanda da komünizmi hedeflemesi, uzun ve sancılı bir süreci gerektirebilir. Sınıf mücadelesinin yükselmesi, komünizme yönelişi güçlendirecektir. Aynı zamanda, işçi sınıfının komünist önderliğinin ileri çıkmasının sınıf mücadelesini daha da geliştireceği açıktır. Komünizmle işçi hareketinin bileşiminin yaratılması ise, bir yandan komünist politik çizginin netçe ortaya konmasını, diğer yandan da işçi sınıfının komünizmle donanmış önder kesiminin ortaya çıkmasını, çıkarılmasını gerektirir. Bütün bu süreçler tamamlandığında, dünyada olumsuz gözüken koşullara iradi müdahale mümkün olacak ve bir devrim için maddi şartların ne kadar hazır olduğu bir kez daha hayretle görülebilecektir.

KURTULUŞ sosyalist dergi

ŞUBAT 2002

2

ÖNE ÇIKANLAR


SSCB NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ

NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?

SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME

Süha ILGAZ

Ütopya Yayınevi

KİTAPÇILARDA

SUNUŞ


İSMET ÖZTÜRK (ÇÖRTÜK İSMET)

Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.

İSMET ÖZTÜRK

İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR


SOVYETLER BİRLİĞİ DEĞERLENDİRMELERİ

SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER

Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.


GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’

Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.


TEMEL İLKELER

İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER

Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.


İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ