Kurtuluş’un birliği sorunu da komünizmin birliği temeline dayanır ve Kurtuluşçuluk adına ileri sürülseler de komünizmin gereklerinin somutlandığı Kurtuluş’un temel tezlerinden uzaklaşmayı temsil eden yönelimlerden kopuşu gerektirir. Bu anlamda Kurtuluş’un birliği, Kurtuluş’u her açıdan terk edenlerin değil, onun temel tezlerini belirleyen komünist çizgiyi savunanların birliğidir.
CEMİL TUNA
Komünizmin ilk dönemlerinden beri, birlik sorunu komünistlerin önemli gündem maddelerinden biri olagelmiştir. Kurtuluş geleneği açısından da ortaya çıkış argümanlarından en önemlilerinden biri birlik sorunu idi. Kurtuluş Sosyalist Dergi’nin ilk sayısında, “Mücadelemizin temel şiarı birlik için mücadele, birlik amacıyla yanlış görüşlerle mücadele olmalıdır, ayrılık yaratabilmek amacıyla değil. Elbette bunun yolu da var olan ayrılıklar üzerine toprak atmak suretiyle yapay birlikler oluşturmaktan geçmez.” (KSD 1, Haziran 1976, s. 21) denerek, konunun kendisi için önemi ifade ediliyordu. Tabii görüldüğü gibi aynı yerde bunun nasıl olması gerektiği de söyleniyordu.
Burada ifade ediliş biçimiyle bu sözler, Lenin’in, “Birleşmeden önce ve birleşmek için, ilkin kesin ve net bir sınır çizgisi çekmemiz gerekir. Aksi halde, birleşmemiz bugünkü karışıklığı maskeleyen ve buna köklü bir şekilde son verilmesini önleyen bir hayal olacaktır sadece.” (Aktaran E.H.Carr, Bolşevik Devrimi, C.I, s. 18) sözleriyle uyum arzediyordu.
Peki ne oldu da, bu sözlerin içinden akıllarında yalnızca ‘birlik’ kelimesi kalanlarca, özellikle seksenli yılların ortalarından itibaren ‘birlik’ adına ve sürekli ‘birlik’ lafı telaffuz edilerek süreç adım adım bu noktaya, yani tam bir parçalanma ve dağınıklığa getirildi.
Sorun tabii ki birliğin, özellikle böyle bir zamanda öne çıkarılmasında değil. Birliği ve onun örgütsel ifadesini tarifleyen şeyler olarak, sosyalizm, devlet, demokrasi, örgüt gibi konularda yaşanan komünizmden uzaklaşma sürecidir.
Elbette bu sürecin seksenlerin ortalarından itibaren hızlanmasının tesadüf olmadığı açıktır. 12 Eylül yenilgisinden ve peşinden 80’lerin ortalarından itibaren, Sovyetler Birliği ve kapitalizmden kopmuş diğer ülkelerdeki rejimlerin yıkılması ve Ekim Devrimiyle başlayan sürecin yenilgiyle sonuçlanmasından çıkarılan –daha doğrusu çıkarılamayan– dersler bunun temel dayanağıdır.
İki konudaki değerlendirmede de, nedenler değil, sonuçlar üzerinden yargılar oluşturulduğundan, üretilen çözümler ve bu konuda atılan adımlar komünizmden uzaklaşmanın adımlarını oluşturdu.
12 Eylül yenilgisinin esas yansıması, 80’lerin ortalarında kendini gösterdiğinde, bundan çıkarılan temel sonuç sosyalistlerin bölünmüş olduğu, bu yüzden de 12 Eylül’e direnemediği yönündeydi. Aslında kendisi bir sonuç olan bu tespit, neden olarak kabul edildiğinde, dar grupçuluğa karşı olumlu bir adım olabilecekken, birlik fikrinin amaçlaşmasına yol açarak, yenilginin esas nedenlerine ulaşmayı engelleyen bir sürece evrildi. Bu yaklaşım, o ana kadar oluşmuş olan temel bazı fikri ayrımların bile suni ayrılıklar olarak ilan edilmesine yol açtı.
O dönem, birlik adına atılan adımlara ilişkin, tasfiyecilik dediğimizde, sadece örgütsel tasfiye anlaşıldı, öyle gösterildi. Oysa bu belki tamir edilebilir bir şey olurdu. Asıl anlatmaya çalıştığımız ise fikri tasfiyecilikti ve bunun gerçekleşmiş olduğu maalesef iyice netleşmiştir.
Örneğin İ. Aras, bugün, 12 Eylül 1980 öncesine atıfta bulunarak, “belirtilmeden geçilmemesi gereken bir nokta Kurtuluş’un en az birlik söylemi kadar ısrarlı olduğu bir konu olan ilkeciliğidir. Zaten bu nedenle oluşmak üzere olan girişimlerin dağıtılması bir yana, birlik bağlamında başka gruplarla ciddi bir girişim üretilememiştir. Unutmadan eklemek gerekir ki aslında bu durum, tek başına Kurtuluş’tan da kaynaklanmayan, hemen her eğilimde yansımasını bulan, çoğulculuktan uzak monolitik bir anlayışın ürünüydü”[*] diyebiliyor.
Bu sözler, BSP ve ÖDP öncesi sürecin başları olan 1992’de çıkan ‘Sosyalizm Yolunda Kurtuluş’ dergisinde de neredeyse aynı biçimde söylenmişti, o dönem perspektiflerini kimle ve nasıl olursa olsun en geniş nicelikte birlikle sınırlayanlar, bu noktada her türlü ilkenin bir tarafa bırakılmasını, “Birlik de politikamızda yer alan taşlardan birisi ise eğer, ‘ilkelerimiz’ bunun engeli haline gelmemelidir. Dün ilke adına dile getirilen bir yığın ayrıntının bugün sözü bile edilmemektedir.” (Sosyalizm Yolunda Kurtuluş 8, s. 12) diyerek dile getirmekteydiler.
Yaşasın Birlik! İlkelerimiz mi? Boş ver o da neymiş!..
Fikri duruşuna rağmen oluşmuş ve olumsuzluklara kaynaklık eden örgütlenme, çalışma tarzı ve örgüt içi pratiklerini es geçerek, Kurtuluş’u Kurtuluş yapan, önemli ölçüde komünist bir tutumu ifade eden ilkelere faturayı kesmek, ne demek oluyor acaba?!
Görüldüğü gibi, mücadeleden ve komünizmden uzaklaştıkça ilkelerin de bir kıymeti kalmıyor. Bugün o ilkelerin yükünden kurtulmuş olarak birlik üstüne birlik inşa ediyorlar. Ortaya çıkan birlik pratiklerine ilişkin bizim bir şey söylememize gerek yok, ne hikmetse bizden fazlasını bu birlikleri gerçekleştirenler söylüyorlar zaten. Acaba o günlerde de, bu ilkeler yüzünden gerçekleştiremedikleri birlikler böyle birlikler miydi? Değilse, kiminle ve nasıl birlikler yapacaklardı ve asıl olarak da bu ilkeler nasıl engel oldu açıklamak gerekiyor.
Tabii burada karşımıza hemen, yine bu ilkeler vasıtasıyla monolitizm gelip dayanıyor. ‘Biz ilkelerimizden kurtulup monolitizmden de kurtulduk, herkesle her biçimde birlik olabiliriz ama diğerleri bir türlü kurtulamıyorlar’ mı denmek isteniyor acaba?
Akıllarındaki birlik fikrinin temel taşı, monolitizme karşı çoğulculuk. Bu fikir nereden çıktı? Dünyadaki sosyalizm pratiklerinin, asıl olarak da Sovyetler Birliği’nin yıkılışından. Burada da sonuç, neden olarak değerlendirildiğinden, ortaya konan çözüm de, sosyalist demokrasi eşittir çoğulculuk oldu.
Sosyalist demokrasi genel, soyut bir demokrasi değil. Dolayısıyla burjuva devletin yıkılıp işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlendiği sosyalist demokrasi de, işçi sınıfı için demokrasi iken diğer sınıflar için diktatörlüktür. “İşçi sınıfı demokrasisi, sınıfın bir bütün olarak, devletin ve toplumun yönetimini eline almasını gerektirir. Proletarya demokrasisi, aynı zamanda da –geçici önlemlerle sınıf düşmanlarının ve proletarya diktatörlüğüne karşı ayaklananların özgürlüklerinin kaldırılmasının, bazı müttefiklerin haklarının eşitsizliğinin, bu anlamda, toplumun diğer bireylerinin özgürlüklerinin göreliliğinin yanısıra– açıkça işçi sınıfının özgürlüklerinin mutlaklığıdır.” (Temel İlkeler)
Aynı şekilde, işçi sınıfının diktatörlüğü olarak sosyalizmin önüne, ideal bir demokrasinin somutlanmasını çıkartmak da, sosyalizmin ancak işçi sınıfının mücadelesiyle gerçekleşebileceğini görmeyip, onun ütopik bir tasarının ürünü olabileceğini sanmaktır; dolayısıyla sosyalizmin bütün insanların eşitlik ve özgürlük ilkelerinin yüceliğini kavramalarıyla gerçekleşeceğini ummak ve kapitalizmde hiçbir zaman gerçekleşmesi mümkün olmayan bu hayali, işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinin yerine geçirerek yine onu kapitalizme, ücretli köleliğe mahkum etmektir.
Yapılan değerlendirmeler, bu gerçekleri gözardı ederek, genel olarak, işçi sınıfı ve örgüt, işçi sınıfı ve devrim, işçi sınıfı ve devlet bağlamlarında yapılmayınca, doğal olarak ortaya bu sonuçlar çıkıyor.
Eğer iktidar, işçi sınıfının bütününü kapsayan üretim birimleri temelli sovyetlerin elinden çıkmaya ve işçi sınıfı bürokrasisine dönüşen partililerin elinde toplanmaya başlamışsa, sorunu ve çözümü çoğulculuk ve çok partililikte aramak, sonuçlardan yön bulmaya çalışmaktır ve sosyalizm adına çözüm üretemeyeceği de açıktır. Sosyalist demokrasi olmadığı için bu sonuç ortaya çıkmamıştır, tam tersi işçi sınıfı iktidarında bürokrasi ortaya çıktıkça, sosyalist demokrasi de yavaş yavaş ortadan kalkmıştır.
Sosyalist demokrasi çok partililik veya tek partililik merkezli bir sorun değildir. Öyle yapanlar sorunu, çoğulculuk diye değişik sosyalist partilerden bürokratların veya aynı partide değişik eğilimlere sahip bürokratların arasındaki “iyi” ilişkilere indirgemiş olurlar. Bundan dolayı da, Ekim devriminin ilk yıllarındaki işçi sınıfı demokrasisinin, asıl olarak işçi sınıfının bütünü açısından demokrasi olduğu için hayat bulduğunu anlamak mümkün olmaz.
Aynı dergide Mahir Sayın’ın ÖDP için, “O sadece sosyalist demokrasi için bir ilk şanstı; yeterince iyi kullanılamadı”[*] derken, söylediği de budur zaten, sosyalist demokrasiyi ÖDP’nin kuruluşundaki işleyiş gibi bir şey sanmak, yeterince iyi becerilemese de. Çoğulculuk diye, birbiriyle alakaları olmayan kırk çeşit yapının bürokratlarını bir araya getirip birlik sağlamak. Yoksa, sanki başından bilinmiyormuş ve değiştiğine dair bir kanıt varmış gibi, iş bittikten sonra, ‘ya bunlar da çok şovenist, popülist’ diyerek işin içinden sıyrılmak mümkün değil.
Durum böyle olunca ve yapılanların sonuçları ayan beyan ortadayken bile, bugün, yazılanların çoğunluğunu okusaydı, Mahir Sayın yine aynı sayıda yazdığı, “Kuşkusuz, hangi olumsuzluklar yaşanmış olursa olsun, en azından lafız olarak tekrarlanmış olanlar bile zihinlerde belli izler bırakmıştır. Artık sosyalist demokrasi bir daha liberalizm olarak nitelenemeyecektir”[*] sözlerinin bir anlamı olmayacağını görecekti kuşkusuz. Çünkü tam da bu anlamda ortaya çıkan bu sözlerin izleri, bırakın daha eskiyi, kendi istediği 5-10 yıl öncesinin bile izlerini yok etmiş görünüyor.
İşte, koskoca Kurtuluş külliyatından kendileri için geriye kalan, devrimci bir partinin yaratılma sorununa ilişkin, yine aynı sayıda M. K. Kaçaroğlu’nun söyledikleri: “KURTULUŞ, ÖDP’nin kitleselleştikçe egemen sınıflarla karşı karşıya geleceğini ve bu yoldan giderek ÖDP’nin adım adım devrimcileşeceğini düşünüyordu.”[*] Bu yazıda eğer yazarının imzası olmasa, büyük harflerle yazılan Kurtuluş’un, 25 yıldan fazladır kopmuş olduğumuz THKP-C geleneğinin devamcısı başka bir yayın ismi ile karıştırılması muhtemel olacaktı herhalde.
Arkadaşlarımızın bugün vardıkları sürece, o dönem içerden karşı çıkanlar, neredeyse hain ilan edilmiş, monolitiklik, sekterlik, dogmatiklikle suçlanarak birlik karşıtı olarak gösterilmeye çalışılmışlardı. Yine o dönem, çoğulculuk ve birlikçilik şampiyonluğunu kimseye bırakmayan bu arkadaşlarımız, kendi içlerinde demokrasi kılıcıyla en büyük tasfiye hareketini de başlatmışlardı.
İlkeli olmayı, komünizmin temel ilkeleri üzerinden bir arada olmayı, monolitizm ve sekterlikle özdeşleştirince, buna karşı icat ettikleri çoğulculuğun, aslında nasıl bir darağacı olduğu ortaya çıktı. Çoğulculuğun burjuva demokrasisine ait bir manipülasyon olduğunu iddia eden bizim gibi münafıklar büyük bir tahammülsüzlükle ipe çekilmeye çalışıldı.
Yaşanan ibret verici örnekler hala hatıralardadır. Bunlardan sadece biri olan, Genç Kurtuluş dergisinin yasaklanması ve bürolara sokulmaması kararı, bürolara bırakılan Genç Kurtuluş dergilerinin, hemen ortadan kaldırılmaları ve okunmalarının engellenmeleri unutulmuş mudur?
Özellikle Genç Kurtuluş’un 1994 Haziran tarihli sayısında çıkan (maalesef bu sayı da aynı akıbete uğradı) ve BTDK ile başlayan sürecin değerlendirmesini yaptıktan sonra ondan sonra ne olacağını öngören “Hangi Yoldan” başlıklı yazıda söylenenlerin bugün aynen gerçekleşmesi bir tesadüf değil elbette.
Ve o yazı şu sözlerle bitiyordu:
“Yaşanan süreç ideolojik, politik ve kolektif olarak tam boy bir tasfiyeciliktir. Tasfiye edilmek istenen, uzun yıllar boyunca binlerce insanın hayatlarını ortaya koydukları bir gelenektir. Bu noktadan sonra tasfiyeci sürecin öznelerinin Kurtuluş Hareketi tarihindeki yerlerinin de bir ironi olmaktan öte anlamı da kalmamıştır.
‘Hangi yoldan?’ sorusunun bizler açısından tek bir yanıtı vardır:
Marksizm-Leninizm bayrağını yükselterek tasfiyeciliğin tasfiyesiyle Leninist ‘Komünist İşçi Partisi’ni yaratma yolundan...”
Biz söylemiştik demenin bir kıymeti olmadığını da biliyoruz, çünkü, görünen köy kılavuz istemiyor, tabii yolunu şaşırmayanlar için.
Ama bugün gelinen noktada bile, yaptıklarının doğruluğundan en küçük kuşkuları yok, ya da aslında başka şansları mı yok bilemiyoruz. Sürecin başarısızlığını neredeyse tümüyle ÖSP’ye yükleyip, zevahiri kurtarmaya çalışıyorlar. Ama biz yine önceden söyleyelim, kısa bir süre sonra, SEP’in ya da yeni muhalefet platformlarının içinde de yeni SEP’lerin ve ÖSP’lerin oluşması kaçınılmaz olacaktır.
Mahir Sayın, “Tarih tekerrür olmasın... ilk atışta vurmak da her zaman öyle kolay olmuyor...”[*] diyor. Ama hedef sosyalizm ise hedefin tam tersi istikamete atış yapmanın da bir alemi yok. Komünizmin ilkelerine, birlik ve örgüt anlayışına arkanızı dönerek atış yaparsanız, kendi tarihinizi tekerrür ettirirsiniz.
Bu arada bir şey yanlış anlaşılmasın; bizim anlatmaya çalıştığımız asıl olarak ÖDP deneyiminin kendi iç mantığı itibariyle başarılı olup olamaması değil. ÖDP’nin kuruluş günlerinin coşkusunun yaşandığı zamanda çıkan broşürümüzde, en azından örgütsel yapısından ve öznel faktörlerinden ötürü başarılı olamayacağını belirtmiş olsak da, “Süreç tüm görüngüleriyle hiç bir kuşkuya yer vermeyecek şekilde işliyor. İçindeki ‘Leninistleri’ de asimile ederek ‘büyük ve güçlü’ bir reformist parti olma yolunda ilerliyor. Dediğimiz gibi bundan bizim korkacak bir şeyimiz yok. Bir çokları gibi ‘büyüyen ve güçlenen’ bu sürecin, niteliğinden ötürüdışında kalmamak gibi bir hezeyanımız da yok.” diyerek asıl derdimizi ortaya koymuştuk.
Başından beri itirazımız, elbette birlik fikriyatına değildi ve olamazdı da. Çünkü soyut bir birlik lafı kulağa hoş gelse de, kendi başına bir anlam ifade etmiyor. Karşı çıktığımız, oluşturulmaya çalışılan birlik pratiklerinin arka planını oluşturan fikirlerdi. Bunlar da dediğimiz gibi, sosyalizm, örgüt, devrim vb. gibi temel konulardaki fikri bozulmalardı.
Bunların hepsi ayrı yazı konuları ve bu sayıdan başlayarak bu konulara ilişkin yazılara dergimizde yer vermeye çalışacağız. Ama yine de burada kısaca da olsa değinmekte yarar var.
Eğer sosyalizm adına birlik lafı ediliyorsa ve bu da bir örgütsel birliği ifade ediyorsa, parti konusundaki temel fikirlere bir kere daha göz atmaya herhalde ihtiyaç var.
Öncelikle, bu konuda yaklaşık 25 yıl önce Kurtuluş Sosyalist Dergi’de yazdıklarımızı hatırlayalım:
“Proletarya partisinin şüphesiz en temel ilkesi onun çağımızın tek devrimci sınıfı, proletaryanın partisi olmasıdır. Bu özellik, onu bütün diğer partilerden ayıran en önemli olgudur. Proletarya partisinin, proletaryanın örgütü olması olgusu sık sık çarpıtılan bir konudur. Özellikle de proletarya partisinin bir öncü örgütü ve bir profesyonel devrimciler örgütü olması onun sınıfsal içeriği konusundaki çarpıtmaların çıkış kaynağı yapılır. Bu iki temelden kalkılarak proletaryanın örgütlenmesinin, proletaryanın dışındaki unsurlarla da gerçekleşebileceği kanısı yaygındır. Genellikle bu hata çoklarını proleter örgütlenmesini öğrencilerin, aydınların cılız omuzlarına yüklemeyi getirir. Bir başka kesim ise proletarya örgütlenmesinin proletaryanın örgütü olarak değil, ülkedeki bütün emekçi sınıfların temsilcisi olarak görür ki temelinden sakattır, yanlıştır... Yoksa parti kısa zamanda proletaryanın siyasi örgütü olmaktan çıkıp hızla bir küçük-burjuva örgüte dönüşür.” (KSD 21, Şubat 1978, s. 46-7),
“proletaryanın devrimci partisi ise, içinde proletaryanın örgütlendiği, proletaryanın ideolojisi ile donanmış, onun iktidarını amaçlayan... diğer sınıflardan, onların ideolojilerinden bağımsız olarak örgütlenmiş bir partidir.”
“Oysa Türkiye’de genel olarak solun parti anlayışı daha ziyade emekçiler partisidir. Proletaryanın bağımsız siyasi örgütü değildir”,
“Leninist parti, modern sanayi proletaryasının temeli üzerinde yükselen, marksizm-leninizm ile donanmış bir savaş örgütüdür. Bunun dışındaki bütün siyasi ‘proleter’ örgütlenmeleri ya da ‘devrimci’ örgütlenmeler ya küçük-burjuva devrimci partilerdir, ya da oportünist örgütlenmelerdir.” (KSD 11, Nisan 1977, s. 31-6)
Bilmiyoruz, arkadaşlarımızın bir itirazı var mı ama, bugün hala, bilimsel sosyalizm zemininde duran, durmaya çalışan komünistlerin önündeki görev, işçi sınıfının kurtuluşu için, sınıfın devrimci, komünist öncü partisinin yaratılmasıdır.
Kapitalizm, tarih sahnesinde hâlâ, iki temel sınıfın savaşım alanı olarak duruyor. Kapitalizmin tarih sahnesinden silinmesi ve bu iki temel sınıfla birlikte ara sınıfların, kesimlerin, tabakaların, toplumun sınıflara bölünmüşlüğünün bütün izleriyle birlikte ortadan kalkarak, bir bütün olarak insanın özgürleşmesinin yolu, savaştan bu iki temel sınıftan işçi sınıfının zaferle çıkmasıyla mümkün.
80 yenilgisinin üstüne gelen Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Kurtuluş hareketi içindeki önemli bir kesimi de derinden etkiledi. Yaşanan umutsuzluk ve hayal kırıklıkları, Türkiye sosyalist hareketinin önemli kesimi gibi zaten işçi sınıfından kopuk olan yapılarla birlikte, bu dönemde küçük-burjuva ve orta sınıfların geçici hareketliliğine bel bağlanmasına neden oldu. Ve bu kesimler üzerinden de sonu ÖDP’ye varacak olan süreç işletilmeye başlandı. ÖDP, kendilerinin de aksini iddia etmedikleri bir biçimde bu zeminin üzerinde inşa edildi.
Elbette bu tarihen yeni bir durum değil, sınıf savaşımında ara sınıflar, politik ve ideolojik olarak andaki çıkarları üzerinden hareket ederler ve buna uygun olarak da dönem dönem iki sınıfa da yanaşırlar. Ya bazıları işçi sınıfının görevlerini kendileri devralarak, küçük-burjuva devrimciliği olarak onların zorunlu silahlı sözcülüğünü üstlenirler, ya da bazıları işçi sınıfıyla uzlaşma arayışına girer.
“...demokratik küçük-burjuvazi, varolan toplumu kendileri için olabildiğince katlanılabilir ve rahat hale getirmeyi sağlamak için toplumsal koşulların değiştirilmesi yönünde çaba gösterir... demokratik küçük-burjuvazi, her yerde ezilmekte olduğu şu anda, proletaryaya genel bir birlik ve uzlaşmayı öğütlüyor, ona elini uzatıyor ve demokratik bir partide her türden görüşleri kapsayacak büyük bir muhalefet partisinin kurulması için çaba gösteriyor, yani işçileri, ardında kendi özel çıkarlarının gizlendiği genel sosyal demokrat (sosyalist. y.) lafların egemen olacağı... proletaryanın belli istemlerinin ön plana sürülemeyeceği bir parti örgütüne bulaştırma çabasında bulunuyor.” (Marks-Engels, Seçme Yapıtlar c. I, s.213, ‘Merkez Örgütün Mart 1850 Tarihli Birliğe Çağrısı’)
Komünistler yaşamın nesnelliği içinde varolan değişik muhalefet partileriyle, işçi sınıfı ve emekçileri ve onların genel günlük çıkarlarını kapsadığı oranda elbette ki belli bir ilişki tarzı yaratacaklardır. Bu partileri durdukları yerden ileriye götürmek için çaba göstereceklerdir. Bu partilerde yer alan işçi ve emekçileri de etkilemeye çalışacaklardır.
Bunu gerçekleştirmenin yolu ise ancak komünist bir işçi sınıfı partisinin, her tür burjuva ideolojisi ve politikasından bağımsız olarak Marksizmin ve Leninizmin devrimci öğretileriyle oluşturulmasından geçmektedir.
İşçi sınıfının yüzyıldan fazla bir zaman önce oluşturduğu bağımsız sınıf perspektifi, bu süre boyunca bir çok kere, çeşitli derecelerde sekteye uğratılmış ve hâlâ da uğratılmaya çalışılmaktadır. Bugün de komünistlerin temel görevi, işçi sınıfının burjuva demokrasisinin bir figüranı olmasını önleyecek bağımsız partisinin yaratılmasıdır. Başka hiç bir şey bunun önüne geçirilemez. Diğer her şey bu bağlamda değerlendirilmek zorundadır.
Diğer yandan, özellikle Türkiye’de komünistlerin araç (parti) tartışması, takıntılı ve yanlış zeminlerde süregelmektedir. Yasallık – yasadışılık, gizlilik – açıklık, sekterlik – birlikçilik vb. ile başlayan tartışmalar yapay ve spekülatif zeminlerde cereyan etmektedir. Araç ve hatta araçlar, amaca ilişkin kurgulanırlar. Burada en ‘reformist’inden, en ‘devrimci’sine kadar da herhalde herkes aşağı yukarı ortak bir amaca sahip oldukları iddiasındadırlar ama yine de çok farklı araçlar gündeme gelir. Bunun en önemli nedeni Marksizmin ‘devlet’ kuramının çarpıtılmasıdır. Araçlar, kapitalizmden sosyalizme nasıl geçileceği üzerinden de oluşturulurlar. Buradaki belirleyen de var olan burjuva devlet aygıtıdır.
Her ülkedeki komünist partinin –enternasyonal özünü koruyarak– nasıl ve ne biçimde kurulacağı o ülkedeki burjuva devlet aygıtının durumuyla yakından ilgilidir. Ama bu ortak kabul de tartışmayı kolaylaştırmaktan çok zorlaştırmıştır. Çünkü sorunun asıl yanıtı, Marksist-Leninist yanıtı, kapitalizmde değişik biçimlere sahip olsa da bütün burjuva devlet biçimlerinin öz itibariyle ortak bir paydaya sahip oldukları yerdir. Bu da kapitalizmde en gerici rejiminden en özgürlükçü burjuva demokrasisine kadar tüm burjuva devlet biçimlerinin, işçi sınıfı ve emekçi kesimler üzerinde bir diktatörlük olduğu gerçeğidir.
Bu yanıyla Leninist parti anlayışı, partinin ülkeden ülkeye farklı olacağı gerçeğinden hareketle, hiç de bugün bazı “marksist” teorisyenlerimizin göstermeye çalıştığı gibi bir ilkesizliğe indirgenemez.
Kapitalizmde, bilindiği gibi küçük-burjuva ve orta sınıflar da oldukça yaygındırlar ve ezilmektedirler. Sosyalist bir parti, bu sınıfların günlük çıkarlarını ve taleplerini işçi sınıfının talepleri ve çıkarlarıyla uzlaştıramaz. Ama çoğunlukla görülmektedir ki bu sınıfların ideolojik yansımaları ‘Komünist’, ‘Sosyalist’ isimli partilerin belirleyeni olmaktadır.
Kapitalizm, her türlü kokuşmuşluğuyla işçi sınıfının ücretli köleliği üzerine kurulmuştur ve varlığını böyle sürdürmektedir, “dolayısıyla işçi sınıfının ekonomik kurtuluşunun başlıca son amaç olduğunu, her siyasal hareketin araç olarak bu amaca hizmet etmesi gerektiği” (Marks-Engels, Seçme Yapıtlar c. II, s.21, ‘Uluslararası İşçi Birliği Genel Tüzüğü’) ve bunun, yani işçi sınıfının giderek insanlığın kurtuluşunun da ancak işçi sınıfının eseri olabileceği Marksizmin abecesidir. Bu anlamda komünist parti, işçi sınıfının nihai çıkarlarının ifadesi olmak zorundadır. Kapitalizmde, “tüm ezilenlerin partisi” gibi oportünist fikirler ancak reformizme denk düşebilir. Bu her kapitalist ülke için böyledir.
Engels, Uluslararası İşçi Derneği’nin İspanyol Federal Konseyi’ne yazdığı bir belgede bunu oldukça açık biçimde ifade ediyor: “Deneyim her yerde şunu kanıtlamıştır: işçileri eski partilerin bu egemenliğinden kurtarmanın en iyi aracı, her ülkede kendine göre bir politikası bulunan bir proleter partinin kurulmasıdır. Bu politikanın öteki partilerin politikasından açıkça ayrılması gerekir, çünkü işçi sınıfının kurtuluşunun koşullarını dile getirmek zorundadır. Bu politikanın ayrıntıları, her ülkenin özel koşullarına göre değişebilir; ama emeğin sermaye ile olan temel ilişkileri her yerde aynı olduğu ve varlıklı sınıfların sömürülen sınıflar üzerindeki siyasal egemenliği olgusu her yerde söz konusu olduğu için, proleter politikanın ilkeleri ve hedefi, hiç değilse batılı ülkelerde, özdeş olacaktır.” (Marks-Engels-Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, s.75)
Bu ‘Marksist’lerimiz, sözde ‘şematik görüşlere ve sekterizme’ karşı çıkarak geliştirdikleri ‘yeni’ görüşlere uygun parti teorileriyle genel bir ilkesizliğin üzerinden bilimsel sosyalizmin özünü oluşturan Marksizmin devrimci öğretisinden de bir bütün olarak hızlıca uzaklaşmaktadırlar.
“Biz tam olarak Marx teorisinin tabanı üzerindeyiz. Yalnızca bu teori: Devrimci sosyalist partinin gerçek görevini açığa çıkarmıştır: Toplumun yeniden biçimlendirilmesi için planlar keşfetmek değil,... proletaryanın sınıf savaşımını örgütlemek ve son hedefi siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi ve sosyalist toplumun örgütlenmesi olan bu savaşımı yürütmek” (Marx-Engels-Lenin, İşçi Sınıfı Partisi Üzerine, s. 164)
Partinin biçimini açığa çıkartmak bakımından buradan geleceğimiz yer kuşkusuz, “siyasal iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi”nin nasıl gerçekleşebileceği noktasıdır. Buna Marksizmin verdiği yanıt nettir: “zorla”.
Komünistler parti programlarında “hedeflerine ancak, mevcut bütün toplumsal koşulların zorla devrilmesiyle ulaşabileceğini açıkça ilan ederler.” (Marx-Engels, Komünist Manifesto, s. 81) Böylece Marksizmin bir sonucu olarak, dosta düşmana, “burjuva devlet aygıtının proletarya tarafından zora dayanan bir yolla yıkılarak yerine proletaryanın diktatörlüğünün geçirileceğini ve bunun da burjuvazi üzerinde bir diktatörlük olacağını” beyan eden ve proletaryanın sınıf savaşımını bu noktada sevk etmeye çalışan bir parti nasıl kurulur?
Eskiden bu soruyu , “Yazarsınız programı, İçişleri Bakanlığına başvurursunuz, yanıtını alırsınız” diyerek yanıtlıyorduk. Ama gerçekte bu yanıt da eksik bir yanıttır. Çünkü burjuvazi konjonktürsel olarak, güçler dengesiyle bağlantılı olarak devrimci komünist bir programı da kendi yasallığı çerçevesine alabilir.
Açıktır ki, tam da bu noktada, çok bilmiş teorisyenlerimizin iddia ettikleri gibi, devrimci Komünist bir programa sahip partinin bütünüyle yasal olarak açıkta kurulmasını engelleyen şey sadece burjuva yasaları değil, bizzat burjuva devletin kendisidir. (Bir kısmına göre, zaten yasalarda da böyle bir engel yok. Bu yasalarla da komünist bir parti programı ortaya konabilir.)
Proletaryanın egemen sınıf haline gelmesi hedefi, öncü partinin, varolan burjuva sisteminin dışında konumlanmasını gerektirir. Komünist parti, kapitalizmi ve dolayısıyla burjuva devleti yıkma savaşımında, bir iç savaş olgusuna göre oluşturulur ve bu savaşı her koşulda sürdürecek bir düzeyde kurulur.
Karıştırılmaması gereken bir diğer nokta, partinin yasal veya yasadışı alanda kurulmuş olmasının, devrimcilik ve reformizmle bire bir bağının olmamasıdır. Marksist-Leninist anlamda bir devrimcilik her şeyden önce, her türden küçük-burjuva popülist devrimcilik anlayışının ötesinde, devrim ve sosyalizm kurgusunda işçi sınıfının rolüyle ilgili programatik ve pratik konumlanışla ilgilidir.
Ama buna rağmen bazıları, Leninizm’de bu konuda ilkesel bir netlik söz konusu olmadığı iddialarıyla, bir kere partiyi açıkta ve yasal olarak kurmaya karar verdiklerinden, tüm ‘yeni’ teorik açılımları da buna endekslenmektedir. Bu noktada ilk olarak, Marksizmin ‘devlet’ konusundaki açılımlarını tahrif etmekle işe başladıklarından, bütünlüğüne ilişkin tahrifatla yola devam etmek zorunda kalıyorlar.
Kitlelerin açık mücadelesiyle komünizm mücadelesini eşitleyen anlayışlar, kitlelerin açık demokratik mücadele örgütleri gibi, işçi sınıfının devrimci öncü partisi olan komünist partinin de açıkta kurulmasını istiyorlar.
Lenin, “(Sosyal-demokratların)...temel görevi kitlelerin açık devrimci mücadelesine en uygun desteği sağlamak, onu örgütlemek, yaygınlaştırmak, derinleştirmek ve yoğunlaştırmaktır. Bu görevi kavramayan bir kimse, devrim davasını yükselten bir illegal örgüt, grup ya da çekirdekte çalışmayan bir kimse, Sosyal-demokrat değildir” (Lenin, Örgütlenme Üzerine, s. 192) derken, politikanın açıkta yapıldığından hareketle, politik örgütün de açıkta konumlanması gerektiğini ifade ederek yasadışılığı dogmatizmle özdeşleştiren ‘yeni’ teorisyenlerimize de öncesinde bir hatırlatma yapıyor, “Partinin gizli aygıtı korunmalıdır. Aynı zamanda, bugün sahip olduğumuz nispeten daha geniş özgürlüklerden mutlaka mümkün olduğu kadar çok yararlanmamız gerekir.” (Lenin, Örgütlenme Üzerine, s. 125)
İşçi sınıfının ve kitlelerin mücadeleleriyle genişleyen burjuva demokratik özgürlüklerden mümkün olduğunca yararlanmakla, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesindeki öncü partiyi, bu ‘özgürlükler’e endekslemek, bunun içine sıkıştırmak farklı şeylerdir. Tıpkı politikanın açıkta olmasıyla, devrimci komünist bir partinin tümüyle açıkta olmasının farklı şeyler olduğu gibi.
Ufukları, burjuva demokrasisiyle, batı standartlarıyla sınırlı olan “Marksist”lerimize, kapitalizmde en geniş burjuva özgürlükçü devletlerin bile işçi sınıfı ve tüm ezilenler açısından bir diktatörlük olduğunu, Komünist bir partinin oluşumu bağlamında Lenin’den uzunca bir alıntıyla bir kez daha hatırlatmak gerekiyor.
“Bugün ülkelerde, hatta sınıf mücadelesinin en az keskin olması anlamında en ‘özgür’, en ‘legal’ ve en ‘durgun’ olan ülkelerde bile legal ve illegal örgütleri sistemli bir şekilde birleştirmek, artık her komünist parti için kesinlikle zorunlu olmuştur. Burjuva demokratik sistemin en ‘kararlı’ olduğu, en aydın ve en özgür ülkelerin hükümetleri bile, yalan ve ikiyüzlü sözlerine karşın, sistemli ve gizli bir şekilde Komünistlerin kara listelerini hazırlamakta, gizli ya da yarı gizli olarak beyaz muhafızları, bütün ülkelerde komünistleri öldürmeye teşvik etmek için anayasaları sürekli olarak çiğnemektedirler. Komünistleri tevkif etmek için gizli hazırlıklar yapmakta, komünistler arasına ajan provokatörler sokmaktadırlar, vb. Bu gerçeği ya da bundan doğacak zorunlu sonucu, yani bütün legal komünist partilerin illegal çalışmayı sistemli bir şekilde yürütmek ve burjuvazinin sert baskılara başvuracağı dakikaya tam hazırlıklı olmak için hemen illegal örgütler kurmak gerektiğini, istediği kadar ‘demokratik’ ve pasifist sözlere bürünsün, ancak en gerici bir dar kafalı inkar edecektir” (Lenin, Kitle İçinde Parti Çalışması, s. 134)
Buradan komünistlerin birlik sorununa nasıl bakmaları gerektiği konusunda bazı sonuçlar çıkarmak mümkün olabilir.
Komünistler, birlik sorununu, öncelikle, mevcut sosyalist grupların birliği değil, komünizmle işçi hareketinin birliği sorunu olarak ortaya koymak zorundadırlar.
Bunu becerebilmenin iki şartı vardır, bunlar, “Dünya ve Türkiye” yazısında söylediğimiz gibi, “Bu açıdan gereklilik, ilk olarak işçi sınıfı komünizminin benimsenmesidir. Bunun ölçüsü, Bolşevik Parti’nin mücadelesinde en somut ifadesini alan ve Komünist Enternasyonalin üzerinde kurulduğu evrensel komünist politik hattır. Bundan ayrılmayacak diğer gereklilik de bu komünizmin işçi hareketiyle birleştirilmesidir. Toplumsal mücadele içerisinde işçi sınıfına komünizmin önderliğinin gerçekleşmesi de bu ikincisinin ölçütüdür.”
Birlik sorununda karışıklık yaratan durum, çok sayıda sosyalist örgütlenmenin varlığıdır. Toplumda bu kadar çok sayıda sınıf ve tabaka bulunmadığına göre, elbette bütün bu bölünmelerin hepsinin sınıfsal olmadığı söylenebilir. Ama bu, soruna sadece birlik penceresinden bakanların gördüğü gibi, sosyalistler arasındaki ayrılıkların ‘suni’ olduğu anlamına da gelmez. Birliğe, komünizmin penceresinden bakıldığında, “sosyalist hareket içerisinde, maddi sınıfsal temelleri de saptanabilecek belirli ana akımlar olarak sosyal-reformizm ve küçük-burjuva ihtilalciliği ayırt edilebilir. Bu yüzden sorun, öncelikle, komünizmin, sosyal-reformizm ve küçük-burjuva ihtilalciliğinden ayrımının belirginleştirilmesidir, sosyalist hareket içinde bu akımlardan bağımsızlığıdır, bu anlamda komünizmin birliğidir”. (Dünya ve Türkiye)
Özel olarak Kurtuluş hareketi açısından da birlik sorunu aynı terimlerle tanımlanmalıdır. Bugünlerde, ÖDP deneyiminden yaşanan hayal kırıklığının bir gerekçesi olarak, yine sonuçtan hareketle, ÖDP içerisinde kendi bölünmüşlüklerini de gören ve hep beraber kendilerini Kurtuluşçu olarak tanımlayanlar, azınlıkta olmanın verdiği kompleksle de, yeni bir ÖDP benzeri sürecin inşasında çoğunluk olmak için yeniden soyut bir Kurtuluşçuların Birliği fikri geliştiriyorlar.
Ama bizce sorun Kurtuluş kökenli bütün grupları ortak bir çatı altında, ortak bir paydada bir araya getirmek değil, Kurtuluş’ta ifade edilmiş olan komünizmin, yine küçük-burjuva ihtilalciliğinin ve sosyal-reformizmin Kurtuluş zeminindeki ifadelerinden ayrılmasıdır. Yani Kurtuluş’un birliği sorunu da komünizmin birliği temeline dayanır ve Kurtuluşçuluk adına ileri sürülseler de komünizmin gereklerinin somutlandığı Kurtuluş’un temel tezlerinden uzaklaşmayı temsil eden yönelimlerden kopuşu gerektirir. Bu anlamda Kurtuluş’un birliği, Kurtuluş’u her açıdan terk edenlerin değil, onun temel tezlerini belirleyen komünist çizgiyi savunanların birliğidir.
Diğer yandan, bölünmüşlüğün en önemli nedenlerinden biri sosyalist hareketin, dolayısıyla sosyalist grupların sınıftan kopukluğudur. Sorunu, sınıftan kopuk, bu perspektiften yoksun grupları birleştirerek, sınıftan kopuk ‘daha büyük’ bir örgütsel yapı oluşturarak aşmaya çalışmak, tam da bu nedenden ötürü yeni bölünmelere yol açmak anlamına gelir. Aslında Kurtuluş buna yanıtını epey önce , “Bu çerçeve aşıldığı ölçüde, yani hareket sınıf temeline oturduğu ölçüdedir ki, Türkiye sosyalist hareketi de bir bütünlük içerisine girebilecektir.” (KSD 1, Haziran 1976, ‘Yol Ayrımı’) diyerek vermişti zaten.
Tekrar söylemek gerekirse, örgütsel veya parti birliği söz konusu olduğunda birlik sorunu öncelikle, komünizmin birliğidir, komünizmle işçi hareketinin birliğidir.
Ama aynı zamanda bu bölünmüşlük ortamında, “birlik sorununa bir diğer cevap da, dar grupçuluğun, sekterliğin reddedilmesi, sınıfın, mücadelenin birliğinin korunması, ortak çıkarlar için yan yana gelmenin savunulmasıdır. Bu anlamda, kitle örgütlerinin dar siyasi çıkarlar temelinde bölünüp parçalanmaması, kısa ya da uzun vadeli çeşitli ortak hedefler doğrultusunda değişik düzeylerde eylem birliklerinin, ittifakların gerçekleştirilmesi, sürdürülmesidir. Oluşacak eylem birliklerinin, ittifakların toplumsal mücadelede karşılığının bulunması, gerçek siyasi güçleri temsil etmesi ise, bileşenlerinin dayandıkları sınıfsal temeller ölçüsündedir. Aynı biçimde, söz konusu ittifaklar içersinde komünist politikanın yer alması, önderlik için mücadele etmesi de, dayanmak durumunda olduğu sınıfsal temelle, işçi sınıfıyla çakışmışlığı ölçüsündedir.” (Dünya ve Türkiye)
Komünist politika açısından ittifaklar, bir yandan komünizmin, işçi sınıfının mücadelesinin –örgütsel düzeyde de- bağımsızlığı korunurken, ortak hedefler doğrultusundaki mücadelelerin yan yana getirilmesi, birleştirilmesidir. İttifaklar, eylem birlikleri, kapsamları ölçüsünde, tek bir kısa vadeli hedef doğrultusundaki kampanyalardan, daha uzun vadeli ve geniş içerikli cephelere kadar uzanabilir. İttifakların ilkeleri de yine aynı ölçüde tek bir ilkeden ortaklaşılan mücadelenin içeriğine göre çeşitlenebilir. Ancak hangi düzey ve kapsamda olursa olsun, ittifakların, birliklerin o düzeye ilişkin ilkeler doğrultusunda olması, söz konusu ortak mücadelenin tutarlılığının ve uzun vadeli çıkarlarının da gereğidir. Diğer yandan komünizmin, işçi sınıfının bağımsızlığı, bütün mücadelelerin ileri çekilmesinin güvencesi olduğu gibi, işçi sınıfının sosyalizm mücadelesi açısından da taviz verilmeyecek bir zorunluluktur.
Bu söylediklerimiz, yeni ve bilinmedik şeyler değil elbette, buradan, M. Sayın’ın “Bilmediğimiz, geleneği olmayan bir girişimi gerçekleştirdik ve BAŞARISIZ olduk.” demesinin anlamı nedir acaba diye sormak gerekiyor, bildiğimiz ama yapamadığımız, daha doğrusu dünya ölçeğinde yapılamayanları yapmaya çalışmak dururken. Ayrıca yaptıklarının bilinmedik ve geleneği olmayan şeyler olduğunu iddia etmek ne derece doğru.
Son bir nokta olarak, İ. Aras’ın, “Çoğulculuktan uzak bir örgütlenme ve gerçeklerle bağdaşmayan muhayyel bir politik hatla devrime doğru yürüyebilme olanağı yoktur”[*] derken söylediği, ‘komünizmin ilkeleri üzerinden politika yapmak muhayyeldir ve geçmişte kalmıştır, şimdi günün gerçeklerine göre hareket etmek lazımdır’ anlamına geliyor.
Tabii ki bu hem tarihen hem politik olarak yeni bir şey değil. Akıntıya karşı kürek çekmek yerine akıntı yönünde kürek çekmek ‘gerçekçi’ için daha ‘akıllıcadır’. Ama atlanan bir şey var, akıntı ne tarafa doğru? Bu sorunun yanıtındadır akıntıya karşı kürek çekip çekmeyeceğimizi belirleyecek olan...
Komünistler varolan nesnelliğe ve bu nesnelliği harekete geçiren çelişkilere teslim olmazlar. Onlar açısından önemli olan nesnelliğe teslim olan politikalar üretmek değil; nesnelliği, içinde barındırdığı çelişkilerin hareket zemini üzerinden değiştirmek/dönüştürmektir esas olan. Bunun politikada tercümesi ise devrimci ve reformcu politika ayrımıdır. Bundan dolayıdır ki akıntının akış yönüne kürekleri her daim çevirerek hızlı yol alacağımız düşüncesi oportünizm ve reformizmin bakış açısının küçük, basit ve aynı zamanda da en ilkel formülasyonudur. Elbette ki komünistlerin illa da en zor yolu seçeceğiz diye bir takıntısı, politik dille söylersek dogmatizm ve sekterliği yoktur. Ama bilinen odur ki “mutluluğun resmini yapabilmek işin kolayına kaçmadan” mümkündür.
Bunun için de “Hangi Yoldan” sorusuna yanıtımızı tekrar ediyoruz, “Marksizm-Leninizm bayrağını yükselterek tasfiyeciliğin tasfiyesiyle Leninist ‘Komünist İşçi Partisi’ni yaratma yolundan...”
[*] Alıntılar, “Teorik-Politik Dergi Kurtuluş, S.10, Temmuz 2001”
KASIM 2001
1
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / /
(formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / /
(formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com