Komünizmin işçi hareketiyle birleşmesi, komünist işçi partisinin yaratılması, temel ve anahtar sorundur; toplumun önündeki bütün sorunların çözümünün toplandığı odak noktasıdır.
Uzun bir süredir, içinde bulunulan toplumun sorunlarının ve aynı zamanda bunlardan çıkışın temel belirleyicisi, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi olmuş durumda. Kapitalizmin toplumda egemen olması, aynı zamanda toplumsal koşulların, gelişmelerin, dinamiklerin eksenine emek – sermaye çelişkisinin, işçi sınıfı – burjuvazi mücadelesinin oturması, artık toplumdaki hiçbir özelliğin, durumun, olayın işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadeleden bağımsız olmaması, bundan da öteye, her toplumsal sorunun çözümünün işçi sınıfının mücadelesine bağlanması, işçi sınıfının sınıf mücadelesinden geçmesi anlamına geliyor. Artık bütün toplumsal sorunların çözümlerinin sahiciliği, işçi sınıfının kurtuluşuna bağlıdır; her türlü baskıya, sömürüye son verecek olan, toplumdaki bütün ezilenleri, sömürülenleri kurtaracak olan, işçi sınıfıdır; insanlığın kurtuluşu işçi sınıfının eseridir.
İşçi sınıfının kendisiyle birlikte bütün insanlığı kurtarmasının, komünizmin bilimsel bir temele oturtulduğu marksizm, kapitalizmin ve burjuva devrimlerinin gelişmesi içerisinde işçi sınıfının bağımsız sınıf mücadelesinin yükselmesinin ifadesidir. Burjuvazinin gelişmesi, karşıtı işçi sınıfını da geliştirmiştir. Burjuva devrimleri içerisinde mücadeleye giren işçi sınıfı ileriye atılmış, burjuvazinin de karşısına geçmiştir. İşçi sınıfının mücadelesinin güçlendiğini, kendisine karşı yöneldiğini gören burjuvazi ise, işçi sınıfının mücadelesinden korkusu ağır bastığı için geri çekilerek kendi devriminden de vazgeçen bir tutuma girmiştir. Bu noktadan itibaren toplumsal gelişmenin belirleyicisi açıkça işçi sınıfı – burjuvazi mücadelesidir. İşçi sınıfının toplumsal gelişme doğrultusunda siyasi alternatifi, işçi sınıfı egemenliği, Paris Komünüyle sınıf mücadelesi düzeyinde somutlanmıştır.
Paris Komünü, işçi sınıfının kurtuluşunun biçiminin tarihsel olarak somutlanması anlamında çağ açıcı, ama ömrü, yaşadığı süre itibariyle kısa oldu. Öte yandan işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki mücadelenin dünya çapında belirleyici olduğu bir çağda, kapitalizmi yok ederek yerini alacak sosyalizm alternatifinin somutlanması olarak Ekim Devrimi bütün bir yirminci yüzyıl tarihini belirledi, sonuçlarıyla yirmi birinci yüzyılı da belirlemeye devam ediyor. İki emperyalist paylaşım savaşının sonuçlanma biçimlerinden, dünya devriminin ilerleme biçimlerine, emperyalist ülkelerde sınıf mücadelesinin aldığı biçimlerden ulusal kurtuluş mücadelelerinin ulaştıkları düzeylere, faşizmin iktidarı ve yenilgisinden sosyal demokrasinin gelişimine, sosyal devlet uygulamalarından yeni-sömürgeciliğe, bu tarihin bütün olayları, Ekim Devrimine ve onun ürünü olarak dünyanın yeniden biçimlendirilişine doğrudan bağlıdır. Bugün de, sosyal devletin tasfiyesinden sendikasızlaştırmaya, emperyalizmin saldırganlığının tırmanmasından emperyalizme bağımlılıkların ağırlaştırılmasına, yoksullaştırmanın hızlanmasından bireyciliğin yaygınlaşmasına kadar toplumsal sorunların derinleşmesi, yine doğrudan Ekim Devriminin yenilgisinin ürünüdür.
1917 Ekim Devrimi, emperyalist kapitalizmle geri bir toplumsal yapının, nicelik olarak küçük ama büyük sanayide yoğunlaşmış bir işçi sınıfıyla nüfusun çoğunluğunu oluşturan ama yarı-feodal bir köylülüğün, sömürgeci despotizmle köleleştirilmiş ulusların özgün bir bileşimi olarak emperyalist zincirin en zayıf halkası olan Rusya’da, emperyalist savaş sırasında gerçekleşti. Önceden öngörülemeyen bir biçimde, aniden Şubat Devrimiyle Çarlık yıkılmıştı. Devrim sırasında ortaya çıkan İşçi ve Asker Sovyetleri, yığınların bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinin açık bir göstergesi olarak, iktidarı kendi rızalarıyla Geçici Hükümete bırakmıştı. Geçici Hükümetin kendi baskı araçları, ordusu, polisi yoktu. En demokratik burjuva demokratik cumhuriyetten de defalarca daha demokratik bir ortam oluştu. Bu ortamda açık sınıf mücadelesi büyük bir hızla gelişti. Bütün siyasi hareketlerin sınıfsal karakterleri açık ve keskin sınıf mücadelesi içerisinde geniş yığınların gözünde belirginleşti, somutlandı. Sırasıyla burjuva ve küçük-burjuva partiler yığınların desteğiyle geldikleri iktidarda, yığınların taleplerini gerçekleştirmeyerek hizmet ettikleri çıkarları, sınıfsal karakterlerini ortaya koydular. Öte yandan Şubat Devrimi ertesinde Sovyetlerde azınlık olan Bolşevikler, bu açık mücadele içerisinde işçi sınıfının yığınsal desteğini kazandılar, Sovyetlerde çoğunluğu elde ettiler. Diğer taraftan açık sınıf mücadelesi içerisinde köylülüğün parçalanması, temsilcisi Sosyalist-Devrimci Partinin bölünmesini, yoksul köylülüğün çıkarlarını ifade eden Sol Sosyalist-Devrimcilerin ortaya çıkmasını getirdi.
Ekim Devrimi, Şubattan Ekime kadar son derece hızlı, açık sınıf mücadelesi içerisinde bilinçlenmesini, örgütlenmesini, hazırlığını ve köylülüğün parçalanması temelinde yoksul köylülükle birleşmesini tamamlayan işçi sınıfının sosyalist devrimiydi. Bolşevik Partisinin planlayıp örgütlediği silahlı ayaklanmayla Geçici Hükümet devrildi, Sovyetler iktidar oldu. Kurulan işçi sınıfının sosyalist iktidarı, Halk Komiserleri Kurulu atamasının yanısıra, toprakları ulusallaştırarak kullanımını köylülere bıraktı ve emperyalist savaştan çekildi. Şubat Devrimi Çarlığı yıkmaktan öteye demokratik sorunları çözmemişti. Hatta Kurucu Meclis seçimleri bile Ekime kadar yapılmamıştı. Demokratik sorunları çözmek sosyalist devrime kaldı. Ezici çoğunluğunu köylülüğün oluşturduğu geniş yığınların acil sorunları olan toprak sorununu, barış sorununu, ulusal sorunu Ekim sosyalist devrimi geçerken çözdü. Ekim Devrimi, nüfusun ezici çoğunluğunun desteğini aldı, bu anlamda köylülüğün desteklediği işçi sınıfının devrimiydi.
Ekim Devrimi dünya devrimini alevlendirdi; iç savaş, devrim Avrupa’ya yayıldı. Ayaklanmalar, çatışmalar oldu; imparatorluklar, hanedanlar yıkıldı; sovyetler, meclisler ortaya çıktı. Keskinleşen sınıf mücadelesi içerisinde ve Ekim Devriminin deneyimleri üzerinde, iflas etmiş İkinci Enternasyonal’in yerine Üçüncü Enternasyonal kuruldu. Ulusal kurtuluş savaşları, Sovyet Rusya’nın maddi ve manevi desteğiyle, pratikte ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımasıyla, emperyalizme karşı ezilen uluslarla dayanışmasıyla yükseldi.
Diğer yandan Sovyet Rusya da emperyalist müdahalenin, dünya burjuvazisinin desteklediği Beyaz Orduların hedefi oldu. İç savaş, zaten emperyalist savaştan çıkmış olan Sovyet iktidarını, bir yandan insan gücü, bir yandan ekonomik yapı açısından büyük yıkıma uğrattı. Sovyet iktidarı yaşama savaşı verirken aynı zamanda da kapitalistleri mülksüzleştirmiş, çalışma zorunluluğu getirmiş, çoğu kamu hizmetlerini bedava yapmış, büyük ölçüde ücret yerine karneyle ürün dağıtmaktaydı. ‘Savaş komünizmi’ olarak adlandırılan ve savaşın zorunluluklarına dayanan bu uygulamalar, aynı zamanda da komünizmin, sosyalist inşanın ilk adımlarını oluşturuyordu. En ağır maddi zorlukların, yoklukların, kıtlığın, açlığın yanısıra, karşı-devrimin top yekun saldırısı karşısında en kahramanca ileri atılımların gerçekleştirildiği iç savaş koşullarında, bir yandan işçi sınıfının ve giderek tüm halkın gündelik devlet idaresi işlerine katılımının geliştirilmesi vurgulanırken –işçi sınıfının maddi olarak daralmasına, yüksek ücretlerle burjuva uzmanlar çalıştırılmasına, askeri ve idari ‘diktatörce’ önlemler uygulanmasına neden olan– nesnel koşullar ise tersine gündelik devlet yönetiminin işçi sınıfının bütünü yerine az sayıda yöneticiye, Bolşevik Parti’ye kadar daralması eğilimini geliştiriyordu. İşçi sınıfının kendisini içinde bulduğu nesnel koşullarla birlikte kendisinin öznel koşulları, bilinç ve örgütlenme derecesi ele alınırsa, belirleyici etken olarak, işçi sınıfının sosyalist devrimi gerçekleştirebilmesinin zorunlu önkoşulu olan demokratik eğitiminin, yönetme hakkı eşitliği ve özgürlüğü bilinci ve alışkanlığı kazanmasının –Rusya’da Şubattan Ekime kadar sürecin izlediği son derece hızlı seyir içerisinde– ancak Ekim Devrimini gerçekleştirmeye, burjuva egemenliğini yıkıp iktidarı almaya yettiği, ama bunu işçi sınıfının bütününün yığınsal olarak devlet yönetimini yürütmesi olarak sürdürmesine yetmediği çıkar. İşçi sınıfının kendisi adına yönetimi, siyasi öncüsüne, komünist partisine bıraktığı bu gelişme, sürecin bütünü üzerinde belirleyici etkide bulunmuştur. Ekim Devriminin ürünü toplumsal yapının geçirdiği tarihsel aşamalarda ve akıbetinde, yıkılışında rol oynayan etkenlerin kaynağında, doğumunda taşıdığı bu özelliklerin izleri yatar.
Ekim Devrimiyle Batıya doğru yayılan dünya devrimi dalgası zafer kazanamadı, yenildi. Batı işçi sınıfının yardımı gelmezse yaşaması mümkün görülmeyen Sovyet iktidarı, iç savaşın sonunda, geçirdiği bütün yıkıma, işçi sınıfının maddi ve manevi daralmasına, kapitalist kuşatmanın ortasında tek başına kalmasına karşın, mucizevi bir biçimde yıkılmamayı başardı. Ancak bu defa da, o ana kadar, toprağı yeniden kaybetmek tehlikesi yüzünden Beyaz Ordulara karşı Sovyet iktidarını, Kızıl Orduyu destekleyen köylülüğün konumunu değiştirmesiyle, isyanıyla karşılaştı. Azınlık işçi sınıfının iktidarını koruması ancak köylülüğe taviz verilmesiyle, iç savaşın zorunluluklarının da etkisiyle komünist toplumsal ilişkiler doğrultusunda birçok ileri adım atılmış olan ‘savaş komünizmi’ uygulamalarından yeniden meta ilişkilerinin, kapitalizmin gelişmesine izin veren NEP (Yeni Ekonomik Politika) uygulamalarına geçişle mümkün oldu.
Bütün bir NEP dönemini, işçi sınıfı ve köylülük arasındaki ilişki, çelişki ve çatışma karakterize etti. Sosyalizmin en önemli temeli sanayileşme açısından işçi sınıfının beslenmesi, kendisini yeniden üretimi öne çıkarken, pazar ilişkileri içinde köylüler tahılı, karşılığında istedikleri tüketim mallarını almak için, zenginleşmek için kullanıyor ya da stokluyorlardı. Meta ilişkileri zemini üzerinde şehirlerin beslenme sorununun çözümlenememesi, köylülüğün, zorla da olsa, kolektifleştirilmesinin aniden gündeme gelmesinde en önemli etken oldu. Tarımın hızla kolektifleştirildiği dönemde, aynı zamanda Birinci Beş Yıllık Planla hızlı sanayileşmeye girişiliyor, ağır sanayi kuruluyordu.
Kapitalizmin büyük ekonomik bunalıma düştüğü sırada, Sovyetler Birliği, plan çerçevesinde sanayileşme hamlesi ve yüksek oranda ekonomik büyüme gerçekleştiriyordu. Bu süreçle, sosyalist ekonomik inşa için konulan hedeflere ulaşılıyor, sosyalist devlet işletmeleri ve kolektif işletmeler ekonomide hakim oluyor, meta alışverişinin yerini hammadde, işgücü ve ürünlerin planlı üretim ve dağıtımı alıyordu. Ama işçi sınıfının içindeki giderilemeyen yöneten – yönetilen ayrımı artık yerleşik hale geliyor, bürokratlaşmaya yol açıyordu. Eski toplumdan devralınan uzman, yönetici, bürokrat kesim, işçi sınıfı saflarından yetiştirilen yeni bir yönetici kesimle yenilenerek tasfiye edilmişti. Fakat yöneten – yönetilen ayrımının kendisi ortadan kaldırılamadığı sürece, işçi sınıfından gelen yeni yönetici tabakalar, bürokratlaşmayı ortadan kaldırmaya yetmedi, bürokrasinin saflarını yenilemekten öteye gidemedi. Yönetme ayrıcalıklı elitin bürokratlaşmaya karşı başvurduğu önlemler ise, kendi doğasından kaynaklanarak, siyasi ayrıcalıklarını maddi ayrıcalıklar kazanmak için kullanmaya yönelen kesimleri şiddet uygulayarak tasfiye ve yerlerini yine işçi sınıfından yeni gelenlerle doldurmak oldu. Bu da, devlet yönetimi işini işçi sınıfının bütününe yaymak, yığınsallaştırmak yerine, bürokrasinin maddi temelini yeniden üretti.
Avrupa’da sosyalist devrime karşı gelişen faşizm, devrimlerin yenilgileri ve büyük ekonomik bunalımın ardından, İtalya, Almanya, İspanya’da iktidar oldu, faşist diktatörlükler kuruldu. Saldırgan, militarist faşizmin yayılmacılığı, ikinci emperyalist paylaşım savaşını başlattı. Faşizm, Nazi Almanyası, kıta Avrupa’sını egemenliği altına alır almaz, Sovyetler Birliğine saldırdı, savaşın asıl cephesini Sovyetler Birliğine çevirdi. Sovyetler Birliği, başlangıçta (bir ölçüde, kısa bir süre önce devlet, Kızıl Ordu, ekonomik yönetim kademelerinde büyük terör dalgasıyla yapılan temizliğin, tasfiyenin neden olduğu boşluğa da bağlanan) yenilgiler yaşadı, ağır kayıplar verdi. Daha sonra, sosyalist inşa döneminde yaratılmış olan ağır sanayi temeli üzerinde ve işçi sınıfının, toplumun büyük fedakarlıklarına dayanarak, –dış yardım alsa da esas olarak kendi gücüyle– faşist saldırıyı durdurdu, geri çevirdi; kendi topraklarından püskürttükten sonra Berlin’e kadar kovalayarak faşizmin ezilmesinde belirleyici rol oynadı.
Kızıl Ordunun varlığından güç alarak, Doğu Avrupa’da, Sovyetler Birliğinin müttefiki olan ve Sovyetler Birliğindeki sosyo-ekonomik yapıyı ithal eden rejimler oluştu. Bu rejimlerin tek bir dünya sosyalist cumhuriyetler birliğinde birleşmek yerine kendilerini, kendi ülkelerine özgü sosyalizmler olarak nitelemelerinde, dünya işçi sınıfının tek bir ülkedeki parçasının çıkarlarını bütününün çıkarlarının önüne geçiren ve daha önce Sovyetler Birliğinde sosyalist devrimin kapitalist kuşatma altında kalmasının ardından belirginleşerek pragmatist politikacılıkla da birleşip Komünist Enternasyonal’in tasfiyesine varan milliyetçi sapmanın rolü vardır. Emperyalist-kapitalist kampın karşısına sosyalist kampın çıkması, aynı zamanda soğuk savaşın başlangıcına da karşılık geliyordu. İkinci paylaşım savaşının ardından Sovyetler Birliği ve müttefiklerinin yıkılmasına kadar dünya çapında politik gelişmelere soğuk savaş damgasını vurdu.
Soğuk savaş, iki kampın, siyasi, askeri, diplomatik, ideolojik, ekonomik bütün alanlarda keskin bir mücadelesiydi. Batı Avrupa’da da faşizme karşı savaş içerisinde, işçi hareketi, komünistler, sosyal demokratlar güçlenmişti. Savaş sonrası birçok ülkede sol koalisyonlar, sosyal demokrat hükümetler kuruldu. Başvurulan sosyal devlet uygulamaları, bir yandan Batı Avrupa işçi sınıfının mücadelesinin kazanımlarıyken bir yandan da işsizlik, konut, sağlık, eğitim sorunlarının bulunmadığı Doğu Avrupa örneği karşısında, kapitalizm açısından, sosyalizm tehlikesini savuşturabilmek için işçi sınıfına verilen tavizlerdi.
Bu dönemde, sömürgelerdeki ulusal kurtuluş savaşları da ulusal devletlerin kurulmasıyla, sömürgecilik sisteminin birkaç istisna dışında ortadan kalkmasıyla sonuçlandı. Anti-emperyalist mücadelenin gelişiminde, bağımlılığın dolaylı biçimlerinin öne çıkmasıyla emperyalizmin gerilemesinde yine savaş sonrası uluslararası dengelerin, ortaya çıkan sosyalist kampın ağırlığının önemli payı var. Aynı zamanda iki kampla ilişkili güçler arasındaki mücadeleler, yerel çatışmalar ve savaşlar da soğuk savaşı bağımlı ülkelere taşıyor ve bu yerel güçlerin aslında iki kamp adına savaşmasını getiriyordu. Sovyetler Birliğinin, sosyalist kampın maddi, manevi desteği, bağımlı ülkelerin emperyalizm karşısında manevra olanaklarını arttırırken, emperyalizm de ulusal kurtuluşla sömürgeci sistemden çıkan, yeni bağımsızlığını kazanan ülkelerle, ekonomik bağımlılık temelinde, ‘yeni-sömürgecilik’ olarak isimlendirilen biçimde, yeniden egemenlik ilişkilerini kurmaya yöneliyordu.
Soğuk savaş, özellikle silahlanma yarışı biçiminde, emperyalist ülkelere yetişip onları geçmeyi hedefleyen Sovyetler Birliğinin ekonomik kaynakları üzerinde büyük bir baskı, yük oluşturuyordu. Sosyalist ekonomik inşa, başlangıçtaki son derece geri düzey ve savaşların neden olduğu yıkımlar göz önünde tutulduğunda çok büyük bir ekonomik gelişme, ilerleme, atılım sağlamıştı. Ancak sosyalist inşada politik düzeyin önceliği nedeniyle, işçi sınıfının, yani doğrudan üreticilerin, her günkü devlet yönetimini bir yönetici elite bıraktıkları siyasi yabancılaşmasının yol açtığı, aslında hukuki olarak sahibi oldukları üretim araçları karşısındaki ekonomik yabancılaşması, yığınların yaratıcı inisiyatifinden gelen sosyalizmin asıl üstünlüğünün, yüksek üretkenliğinin gerçekleşmesini engelliyordu. Siyasi yönetim ayrıcalığını elinde tutan bürokratik tabakanın bunu maddi ayrıcalıklarla tamamlayıp asalak bir bürokrasiye dönüşmesi ise, bir umut olan Avrupa devrimlerinin yenilmesi, köylülüğün desteğini geri çekmesi ve proletaryanın öncü kesimlerinin iç savaşta tahribata uğraması gibi etkenlerin de ortaya çıkmalarında rol oynamış olduğu sosyalizmin önündeki sorunları ağırlaştırdı, tıkanıklıkları kurumsallaştırdı.
Bu açıdan, destalinizasyon, bürokrasinin ‘istikrar’ arayışının, maddi ayrıcalıklarını keyfi terör karşısında korumaya alma ihtiyacının ifadesiydi. Diğer yandan SBKP Yirminci Kongresi kararlarıyla gündeme gelen politika değişiklikleri de revizyonizmin, sosyal-reformizmin ideolojik egemenliğinin göstergeleriydi. Burjuva ideolojisinin toplumsal egemenliğinin yolu açılırken, bürokrasi de sosyalizmin sorunlarına, tıkanıklıklarına çözümü, yine doğası gereği, işçi sınıfının yaratıcı inisiyatifinde değil, kapitalizmden, meta ilişkilerinden öğeler ödünç almakta arıyordu. Pazar unsurlarını sosyalizme taşımaya çalışan çeşitli ekonomik reform denemeleri, uzlaşmazları uzlaştırmaya çalıştığı için hep başarısızlıkla sonuçlandı, sosyalizmin sorunlarını ağırlaştırmaktan öteye gitmedi. En sonuncu ‘reform’, perestroyka, piyasacı önlemlerin tutarlılığı, ‘geriye dönülmezliği’, başarısı için, bu uzlaşmazlığın sosyalizmden kurtularak çözülmesine neden oluncaya kadar!
Siyasi ve buna dayanan ekonomik yabancılaşmaya, ideolojik olarak da, sosyalizmin, kapitalizmle tek tek maddi refah unsurları açısından rekabete indirgenmesi eklenince, piyasacı önlemlerin maddi zeminini oluşturduğu burjuva ideolojisi, bu toplumlarda egemen oldu. Kapitalizm yığınların özlemi haline gelirken, sosyalizm önce ideolojik olarak yenildi. Bu durumda bürokrasi, sosyalizmi topluma rağmen korumak, topluma karşı korumak konumuna düşmüştü! Bürokrasinin reformlara direncini kırabilmek için, oluşmuş yapı zayıflatıldığında, baskı kalktığında da artık kapitalist restorasyonun önünde engel kalmamıştı. Sistemin en zayıf noktalarından, piyasacı uygulamaların en ileri boyutlarda olduğu Polonya’dan, Macaristan’dan başlayan yıkım, Berlin Duvarının yıkılmasıyla sembolize oldu ve Sovyetler Birliğinin dağılmasına kadar vardı.
Öte yandan ön planda, insanlığın ortak çıkarları için iki kutup arasındaki çatışmanın yumuşatılması, silahsızlanma, barış görüntüsü, bu süreci örtüyordu. İki kutbun ortadan kalkıp küresel olarak tek bir insan toplumunun, yeni bir dünya düzeninin kurularak ‘Tarihin Sonuna’ gelindiği ileri sürülüyordu. Glasnost – perestroyka savunucularının da ortak olduğu bu aldatmaca, aslında soğuk savaşı kutuplardan birinin, emperyalizmin kazanmasına, sosyalizmin yıkımına, bunu örterek, gizleyerek, ideolojik olarak hizmet etti.
Sosyalist kampın ortadan kalkmasının ardından, ‘Yeni Dünya Düzeniyle’, dünyanın çeşitli yerlerine emperyalist müdahaleler, uluslararası toplum adına ve Birleşmiş Milletler çatısı altında gerçekleştirilmeye başlandı. Somali, Irak, Bosna, Kosovo, Timor ve benzeri emperyalizmin bağımlılık ilişkilerini daha sıkılandırılmış düzeyde yeniden kurmaya giriştiği, denediği askeri müdahaleler birbirini izledi. Başlangıcı Helsinki silahsızlanma sürecine dayanan Avrupa Güvenlik ve İşbirliği (Konferansı) Teşkilatı, Doğu Avrupa’nın yeniden kapitalist pazara entegrasyonunun gözetimi işlevini üstlendi.
Bugün ise emperyalizm, zaferini perçinledikten sonra, artık uzlaşma, barış politikalarına ihtiyacı kalmadığı için, yeniden açıkça saldırgan politikalarına geri dönüyor. Nükleer denemeleri, anti-balistik füze savunma sistemlerini, silahlanma yarışını yeniden gündeme getirdikten sonra savaş ilan edip askeri harekatlar başlatıyor. Artık Varşova Paktı da ortadan kalkıp eski üyeleri giderek NATO’ya katıldığından, emperyalist müdahaleler, Birleşmiş Milletler yerine yeniden NATO çatısı altında düzenleniyor.
Öte yandan, bugün emperyalist-kapitalist sistem derin bir ekonomik bunalımla karşı karşıya. Emperyalist odaklardan ABD’de ekonomi gerilemeye giriyor, Japonya’da uzun süreli gerilemenin ardından gelmesi beklenen toparlanma aksıyor, gecikiyor, Avrupa’da büyüme yavaşlıyor. Sistemin bütünü için uzun zamandır ilk defa, dünya ölçeğinde eş zamanlı bir bunalım tehlikesi beliriyor. Bunalım ise, emperyalizmin saldırganlığını, savaş ihtiyacını artırıyor.
11 Eylül’le birlikte gündeme getirilen yeni düzenlemelerle, küreselleşme söyleminin etkin olduğu bütün bir dönem boyunca çok sık duyulan kavramlarla ilişkinin hızla kesildiğine tanık olunmakta. Artık, krizler dolayısıyla piyasaların denetlenmesinden, devlet müdahalelerinden, demokrasilerin terörizmin paravanı olduğu ve bu yüzden rafa kaldırılabileceğinden, gümrük duvarlarından, korumacılıktan daha sık söz edildiği duyulmakta. Terörizme karşı güvenlik adına demokratik haklar, özgürlükler kaldırılmakta, ‘Ortadoğulu görünüşlü’ kara kafalılara ve diğerlerine karşı ırkçılık azmakta, ‘Haçlı savaşıyla Batı uygarlığının Doğuyu fethetme zorunluluğu’ biçiminde sömürgecilik savunulmakta.
Dünya kapitalizmi 1929 krizi hariç bütün krizlerini hep kısmi olarak yaşamış ve bu krizlerden farklı düzeylerde merkezileşerek, dinamik bir yapıya kavuşarak çıkmıştı. Hatta bir dönem gelişmenin dinamiği olarak algılanmaya başlayan krizlerden bahsedilir olmuştu. Krizler, safraların atılması, atıl yapıların saf dışı edilmesi süreçleri olarak sosyalizme karşı ideolojik mücadelede kullanılıyordu: “Sosyalistler krizlerden devrim bekleyen hayalperestlerdi! Oysa krizlerin sistemin iyileşmesine yaradığı görülmüyor muydu?” Bugün artık hızla yaklaştığı görülen ve bütün kapitalist dünyada aynı anda yaşanacağı hemen hemen kesinleşen bir krizden söz etmek müneccimlik sayılmıyor. Dünya kapitalizmi, 82’den bu yana içinde bulunduğu ve genel olarak durgunluk olarak tanımlanabilecek durumdan tepe aşağı bir gidişe yönelmiş bulunuyor. Bütün dünyadaki komünistlerin bu kriz ortamına hazırlıksız yakalanacakları aşikar. Bu yaklaşmakta olan krizden bir devrim çıkarmak ise bugünkü koşullarda hayal. Ama komünistler nesnelliğe teslim olmak değil, kendi öznellikleri üzerinde hızla bir devrimi yaşamak zorundalar.
Nasıl ve hangi araçlarla sürdürüleceği daha kesinleşmemiş bir pazar ve hammadde paylaşımı savaşımı öncesinde, başta ABD olmak üzere belli başlı güçler savaşın ekonomik krize çare olacağının hesabını yapıyorlar. Kartlar açılıyor ve iki kutuplu dünyanın dengelerinin hayli değiştiği bu sıralarda daha açık görülüyor. Rusya teröre karşı açıldığı ileri sürülen savaşta ABD’nin yanında ve hür dünyanın içinde olduğunu söylüyor ve Çeçenistan başta olmak üzere kendi alanında hızlı düzenlemeler yapıyor. Afganistan savaşı tecrübesi ile bu sefer ABD askerlerinin önden gitmesine izin verip, arkadan meyveleri toplamayı düşünürse şaşırmamak gerekecek. Kafkaslar ve Asya’daki hammadde ve petrol rezervleri yalnızca ABD ve İngiltere’nin dikkatini çekmiyor. Başta Rusya ve Çin olmak üzere, Almanya merkezli AB, kendilerini konuya hayati çıkarları yüzünden hassasiyetle yaklaşmak zorunda hissediyorlar.
Soğuk savaşın sonunda, dünyadaki çatışma odaklarının ortadan kaldırılması, sorunların çözümlenmesi, yine ‘barış, insanlığın ortak çıkarları, vb’ biçiminde sunulan ‘Yeni Dünya Düzeni’ adına gündeme gelmişti. Bu çerçevede, Güney Afrika’da apartheid rejimi kaldırıldı, ama Filistin ve İrlanda sorunları çözüme varamadan dönem değişip emperyalizmin açıkça saldırgan politikaları yeniden öne çıktı. Bu arada Kürdistan sorununa tersten müdahale edilmesinin yanısıra, Angola’daki çatışma da sürmekte ve Afrika’nın birçok ülkesi yeni savaşlara ve çatışmalara yuvarlanmakta.
Ekim Devriminin, işçi sınıfının, sosyalizmin kazanımlarının kaybedilmesine karşılık gelen emperyalist saldırı, sınıf mücadelesinin siyasi, askeri, ekonomik, ideolojik, bütün düzeylerine ilişkin. Özelleştirmeler, sosyal devletin tasfiyesi yönündeki saldırıların yoğunlaşması da, ‘sosyalizm tehlikesinin’ ortadan kalkmasıyla bağlantılı. Taşeronlaştırmanın, esnekleştirmenin küresel boyutta yaygınlaştırılması, dayatılması da yine burjuvazinin işçi sınıfına karşı kazandığı zaferden maddi kazanımlarını arttırmak için yararlanmaya çalışmasıyla bağlantılı ve esas olarak işçi sınıfının sendikasızlaştırılması, örgütsüzleştirilmesi çabasına karşılık geliyor.
Ekim Devrimi, yeni bir çağ başlatmıştı. Yenilgisi, ürünü olan toplumsal yapının yıkılması da yine yeni bir dönem anlamına geliyor. ‘Duvarın yıkılmasının’ ardından gündeme gelen ‘Yeni Dünya Düzeni’, küreselleşme, Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği’nin yıkılıp kapitalist pazara dahil edilmesinin, buralarda kapitalizmin restorasyonunun ve emperyalist ülkelerde işçi sınıfının kazanılmış haklarına, örgütlülüğüne saldırının yanısıra, bağımlı ülkelerin emperyalizme bağımlılıklarının arttırılmasına karşılık gelmekte. Başını Sovyetler Birliği’nin çektiği ‘kutbun’ ortadan kalkmasıyla, onun bağımlı ülkelere emperyalizm karşısında sağladığı manevra olanakları da ortadan kalktı. Buna bağlı olarak bağımlı ülkeler, emperyalizme direnç olanakları daha da azalarak daha sıkı, daha ağır bağımlılık koşullarına düşürülmekte. Bağımlı ülkelerde ulusal devletlerin daha da zayıfladığı bu süreçle, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, GATT, GATS, uluslararası tahkim, yerel para biriminin yerini dolar, mark ya da euro alması ve benzeri araçlarla, emperyalizme bağımlılık güçlendirilmekte.
Emperyalist saldırının güçlendiği ve karşısındaki kutbun yenilmesiyle emperyalizme karşı işçi sınıfının sosyalist alternatifinin zayıfladığı koşullar, farklı akımların gelişmesine neden oluyor. Özellikle Ortadoğu’da, İran Devriminin sürmekte olan etkileriyle de, emperyalizme karşı muhalefet islamcılığa yöneliyor, islamcı hareketi güçlendiriyor. Bunda sosyalist kampı kuşatmak için emperyalistler tarafından desteklenen islamcı hareketlerin soğuk savaşın bitmesiyle denetimsiz kalmalarının da belirli bir rolü olmakla birlikte, hareket emperyalizme karşı tavır alışları, tepkileri yansıttığı ölçüde, emperyalizm tarafından bir baş tehdit olarak değerlendiriliyor, önümüzdeki dönem için mücadele ve savaş stratejilerinin merkezine yerleştiriyor. Öte yandan emperyalizm bu hareketi doğrudan düşman olarak karşıya almanın yanısıra, yine içinden işbirlikçilerini yaratarak denetimi altına almaya çalışıyor.
Küreselleşmeyle, emperyalizmin soğuk savaş sonrası konumu ve ihtiyaçlarıyla bağlantılı olarak beliren bir eğilim de, azınlık haklarının öne çıkartılıp ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, ulusal hakların geriye itilmesi. Bu konuda en etkin kurum olan AGİT Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiserliği, Doğu Avrupa’daki rejimlerin yıkılmasından sonra ortaya çıkabilecek olan kaosa karşı barış ve istikrarın korunması ihtiyacının ifadesidir. Diğer bir deyişle, eski çok uluslu devletleri oluşturan ulusların kendi ulusal devletleri için diğerleriyle girecekleri çatışmaların bütün bölgeyi istikrarsızlığa düşürmesine karşı, ulusal taleplerin azınlık hakları çerçevesinde bir ölçüde karşılanarak, daha doğrusu sınırlanarak ulusal çatışmaların, dolayısıyla bağımsızlıkların engellenmesi hedeflenmiştir. Doğu Avrupa’nın kapitalist pazara eklemlenmesi sırasında nispi istikrarın korunmasının yanısıra, küreselleşme ya da Yeni Dünya Düzeni adına emperyalist politikada öne çıkan yan, ulus-devletlerin çok uluslu şirketler, daha doğrusu tek emperyalist kutup lehine zayıflamasıdır. Emperyalizm, kazandığı zaferi somut çıkarlara tercüme etmek anlamında, bağımlılık ilişkilerini pekiştirmeye, hatta belki de bir açıdan, yeni-sömürgecilikten tekrar eski sömürgecilik benzeri ilişkilere yönelmektedir. Bu anlamda, emperyalizm açısından, ulusal haklar, ulusal bağımsızlık yerine, sözde küresel bir uluslararası toplumun bireylerinin insan hakları çerçevesinde azınlık haklarının öne geçmesi, ulus-devletin zayıflatılması, aslında küreselleşme adına emperyalist ulusal devletlerin, hatta bunlardan birinin, ABD’nin güçlendirilmesi ihtiyacına da karşılık gelmektedir.
‘Bütün dünyanın, bütün insanların çıkarına’, ‘zenginliğin bütün dünyaya yayılması’ olarak sunulan küreselleşmenin gerçekte ezici çoğunluğu daha da fazla yoksullaştırarak bütün zenginliği daha da az sayıda elde toplamakta olduğu pratikte görüldükçe, tepkilere yol açmaya başladı. Bugün artık küreselleşme, muhalefetsiz genel kabul görmüşlük durumundan çıkmakta. Çeşitli emperyalist zirveler, küreselleşme karşıtı, kapitalizm karşıtı göstericilerin protestolarına, engellemelerine sahne olmakta. Dünyanın dört bir yanından yüz binlerin toplandığı bu gösterilerde sendikalı işçiler de önemli bir kesimi oluşturuyor. Küreselleşmenin emperyalistlerin istemedikleri ama kaçınılmaz olarak gelişmesini engelleyemedikleri bu yüzü, uluslararası sınıf mücadelesinin yükselmesi eğiliminin işareti olarak emperyalizm için tehdit niteliği taşıyor. 80’lerin başından bu yana yükselen karşı-devrim dalgası, moral, psikolojik ve ideolojik düzeylerde yenilginin bütün dokulara nüfuz etmesine yol açmıştı. Bütün bir karşı-devrim dönemi boyunca sosyalizmin yalıtılmışlığı sadece bazı işçi eylemlerinde, bağımlı ülkelerdeki devrimci karşı duruşlarda ve ulusalcı hareketlerde giderilmeye çalışıldı. Kapitalizm karşısındaki moral, psikolojik ve ideolojik yenilgiyi gidermek ilk kez bu eylemlerle, imkan dahiline girdi. Kapitalizm öldürür! Kahrolsun kapitalizm! sloganları bağımlı ülkelerin varoşlarından kapitalizmin merkezlerine taşındı. Ve işte bu nedenle kapitalizmin bütün dünyada aynı anda beklediği krizin öngününde bir kez daha bütün dünya işçi sınıflarının ve ezilen halklarının enternasyonalist dayanışmasını kurmak, gerçekliğin bize sunduğu bir olanak olarak belirdi. Belki de dünya bir kez daha savaş ya da devrim ikileminin önünde uzun süreli bir bekleyişi yaşayacak. Bu bekleyiş ise uzun ve sancılı olacağa benziyor.
Emperyalizmin ‘tek kutuplulukla’ sonuçlanan zaferi, aynı zamanda emperyalist kampın başını çeken ABD emperyalizminin emperyalist kamp içindeki hegemonyasının güçlenmesi anlamını da taşımaktaydı. Ancak emperyalistlerin kendi aralarındaki, ABD, Almanya-Fransa, Japonya odaklı kamplaşmalar arasındaki çelişkiler de sürmekte ve keskinleşmektedir. ‘Tek kutupluluk’ aynı zamanda karşıtı eğilimi de geliştirdiği için emperyalistler arasındaki çelişkiler de ön plana çıkmaktadır.
Avrupa Birliği de, emperyalistler arası bu çelişkilerin, rekabetin bir ürünüdür. Avrupa Birliği, öncelikle ekonomik bir birliktir. Birliğin siyasi, hukuki, kültürel, ideolojik, diğer boyutları, ekonomik birliğe dayanır, ekonomik düzeydeki birliğin ihtiyaçlarını yansıtır. Avrupa Birliği sürecinin belirleyicisi emperyalist kapitalizmin ulaştığı gelişme düzeyidir. Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi artık uluslararası bir boyutta olduğu gibi, emperyalistler arası keskinleşen rekabet ve mücadele, bir yanda ABD odaklı, diğer yanda Japonya odaklı emperyalist saflar karşısında Avrupa emperyalistlerini birliğe zorlamaktadır. Ama çelişkili bir süreç söz konusudur. Tek tek Avrupa Birliği üyesi ülkeler, Birlik içerisinde kendi çıkarlarını gözetmekte, kendi sermayelerinin çıkarları için diğerleriyle rekabete, mücadeleye girmektedirler. Hâlâ tek tek ‘ulusal egemenlikler’, yerini Avrupa Birliği egemenliğine bırakmış değildir; ağır basan ‘ulusal’, yani kendi emperyalist sermayesinin çıkarlarıdır. Ancak süreç, ani bir şekilde kesintiye uğramazsa, bütünleşme yönünde ilerlemektedir. Öte yandan, Kopenhag kriterleri çerçevesinde, pazar ekonomisi koşuluyla birlikte, Avrupa Birliği’nin genişlemesinin, Birliğe yeni üyelerin katılımının kriteri olan insan hakları koşulu, kökeninde, kapitalist restorasyon içerisindeki Doğu Avrupa ülkelerinde ‘komünist rejimlerin geri gelmesine’, yani kapitalist restorasyonun kesintiye uğramasına karşı bir önlem niteliği taşır. Bu temelde, sosyal, demokratik kazanımlar, insan hakları, bir yandan Avrupa’da geçmiş sınıf mücadelelerinin kazanımlarıyken, bir yandan da serbest pazar koşuluyla birlikte Avrupa Birliği’nin kendi koşullarını yaymasının, başkalarıyla gireceği ilişkinin biçimini belirlemesinin araçları olmaktadır.
Emperyalistler arası çatışma, yeniden paylaşım mücadelesidir. Bu mücadelenin konusu da bağımlı ülkelerdir ve hala özellikle petrol kaynakları ve taşınması bölgeleridir. Bağımlı ülkeler, emperyalistler arası ekonomik, siyasi, askeri çatışmaların alanı olmakta, emperyalist işbölümüne uygun işlevler yüklenmektedir.
Bu çerçevede Türkiye’ye düşen bir rol de Adriyatik’ten Pasifik’e, Balkanlardan Orta Asya’ya, Kafkaslardan Ortadoğu’ya uzanan bir bölgede emperyalizmin jandarmalığıdır; İsrail’le işbirliği içinde, İsrail’in işlevinin çok daha yaygın bir alanda gerçekleştirilmesidir. Yayılmacılığın, militarizmin keskin bir biçimde tırmanmasına neden olan bu gelişme, bir yandan ekonomik kriz, diğer yandan da başta Rusya olmak üzere rakip güçlerin konumlarını güçlendirmeleriyle, en azından bir süre için, engellerle karşılaşmıştır. Ancak yeni gelişmeler, savaş çığırtkanlığı, yayılmacılığı tekrar gündemin başına getirmek doğrultusundadır. Bu anlamda Türkiye’nin gözü öncelikle Irak Kürdistanı’ndadır. Yine emperyalist müdahalelerden yararlanmak için fırsat kollamakta, hatta talepte bulunmaktadır.
Türkiye’nin gündemindeki çözüme ulaştırılması gereken uluslararası ilişkilerinin başında Avrupa Birliği ile olan ilişkileri bulunmakta. Avrupa Birliği ile ilişkiler uzun bir geçmişe sahip olmasına rağmen, kısa vadede üyelikle sonuçlanacak gibi değildir. Bu ilişkiler, dolaylı olarak, insan haklarına ilişkin yasal mevzuatta iyileştirmeler sağlasa da, sorunun düğüm noktası ekonomik düzeydedir. Politik açıdan, Türkiye’nin Batı yöneliminden ayrılmaması için, Avrupa Birliğine katılma umudu canlı tutulmaya ve bu doğrultuda ilerlendiği görüntüsü yaratılmaya çalışılmakla birlikte, Avrupa Birliği’nin bölgeler arası farklılıkları gidermek, üye devletleri belli bir ortalama standarda yükseltmek, işsizliği dengelemek vb. için fon aktarma uygulamaları çerçevesinde, en azından bunlar değişmediği sürece, Türkiye, en büyük Avrupa devletleri kadar nüfusu ve buna karşılık oldukça düşük milli geliriyle, Avrupa Birliği’ne katılabilecek durumda değildir.
Küreselleşme ya da Avrupa Birliği ile bütünleşme açılarından, öne çıkan politik saflaşma, egemen sınıflar içi bir çatışmaya karşılık gelmektedir. Uluslararası ilişkilerin gelişmesi, bütünleşme (‘enternasyonalizm’?!) adına küreselleşme veya Avrupa Birliği süreçlerinin savunuculuğunu yapanlar, bilinçli ya da bilinçsiz, emperyalizmi, emperyalizme daha sıkı bir işbirlikçiliğini, emperyalizme bağımlılığın artmasını savunmuş olmaktadırlar. Öte yandan, ulusal kendi kendine yeterlilik (‘bağımsızlık’?!), dünyadan kendini tecrit etme, milliyetçilik temelinde bu süreçlere karşı çıkanlar da, yerel sermayenin sömürüden kendi aldığı pay için verdiği mücadelenin savunucusu olmak durumundadırlar. Egemen sınıfların kendi taleplerine toplumsal destek bulma çabaları, ileri sürülen taleplerle, bunların temsil ettikleri gerçek çıkarlar arasındaki ilişkilerin dolaylılığına, görünürdeki politikaların, gerçek hedefleri ve amaçları doğrudan yansıtmamasına neden olmaktadır. Dolayısıyla görünüşteki iddiaların arkasındaki gerçek politikaların ortaya konması, çarpıtma ve aldatmacaya kadar varan ideolojik yönlendirmelerin, örtülerin açığa çıkartılması, farklı bir politik mücadeleyi gerektirmektedir. Bu konuda gereken, bir yandan demokratikleşmeyi Avrupa Birliği’nden bekleyerek emperyalist politikaları destekleyen tutumlardan, diğer yandan kendi içine kapanarak milliyetçiliğe yönelen tutumlardan ayrılmak, sermayenin emperyalist Avrupa Birliğine karşı, işçi sınıfının Avrupa ve dünya ölçeğinde sosyalist birliğini savunmak, insan haklarını ve bütün demokratik kazanımları, düzen içerisinde gerçekleştirilebilecekleri ölçüyle sınırlamadan, tam bir tutarlılıkla, sonuna kadar talep ederek bunları işçi sınıfının sosyalizm mücadelesine bağlı olarak ele almaktır.
Son yirmi yıldır dünyaya giydirilen ‘ekonomi gömleği’, demokrasinin ‘üniformasının’ birkaç beden birden küçülmesine neden oluyor. Batıdan demokrasi ve haklarının güvencesini bekleyenler, yine aynı batının bizzat kendi demokrasilerini nasıl kırpıp kuşa çevireceğini yakın zamanda görecekler. Yasal hak ve özgürlüklerin örgütlü mücadeleler ve kurumlaşmalarla gözetilmediği sürece sadece kağıt üzerinde kalacağını bilmek için fazla bir çabaya gerek yok.
Türkiye’de demokratik sorunların başta geleni, Kürdistan sömürge sorunudur. Kürt ulusal hareketi içinde ağırlıklı olarak ortaya çıkan yönelim değişikliği, demokratik mücadelelerin gündemini de önemli ölçüde etkilemiştir. Gerilla çatışmalarının durdurulması biçiminde bir taktik değişikliğinden öteye, bu yeni yönelim, Kürt ulusal sorununun, başta Avrupa Birliği, emperyalist politikalarla paralellik içinde, azınlık sorununa indirgendiği, ulusun kendi kaderini tayin hakkı talebinin yerine azınlık hakları taleplerinin ikame edildiği bir strateji değişikliğine karşılık geldiği ölçüde, demokratikleşmeyi emperyalistler ve işbirlikçilerinden bekleyerek emperyalist politikaları güçlendiren, dolayısıyla aslında demokratik mücadeleyi zayıflatan bir tutumun geliştirilmesi tehlikesi taşımaktadır.
Bugün Türkiye, tarihinin en ağır bunalımını yaşıyor. Kapitalizmin kaçınılmaz bir özelliği olan bunalımın boyutları, aynı zamanda kapitalizmin, genelleşmiş meta ekonomisinin, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesinin, tekelleşmenin, emperyalizme bağımlılığın gelişkinlik düzeyini de yansıtıyor. Bunalımda keskinleşen sınıf mücadelesi içerisinde, egemenler, emperyalizm ve işbirlikçileri, krizden olabildiğince yararlanmaya, bilinçli olarak, krizi bir fırsat biçiminde değerlendirerek, sömürülerini arttırmaya, egemenliklerini güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Emperyalizmin bu işlevleri yerine getiren kurumları olan, emperyalistlerin yatırımlarının geri dönüşlerini güvenceye alma koşullarını dayatan IMF ve ulusal ekonomileri emperyalist sistem içinde öngörülen rollerine uygun bir biçimde yapılanmaya yönlendiren Dünya Bankası’nın kontrolünde uygulanan ve Latin Amerika’da da, Güneydoğu Asya’da da bütün ‘mucize’lerin şişirildiklerinden çok daha hızla sönüp felaketlere dönüşmelerine neden olan politika, Türkiye’de de aynı sonuçları yaratmaktadır.
Bunun başta gelen unsurlarından biri ‘sıcak para’ politikasıdır. Kapitalizmin gelişmesi içerisinde, bir süredir, çok büyük ölçekte sermaye spekülasyon alanında yoğunlaşmıştır. İletişim teknolojilerindeki yakın zamandaki hızlı gelişmeden de yararlanarak, üretim alanındakinden defalarca daha büyük bir sermaye, uluslararası borsalar ve döviz ticareti alanlarında dolaşmaktadır. Spekülatif sermaye hareketleri ise, ekonomilerdeki dalgalanmaları, istikrarsızlıkları tırmandırmakta, bunalımları şiddetlendirmektedir. Kısa sürede büyük kâr elde etmeyi amaçlayan spekülatif yabancı sermaye yatırımları, hisse senetlerinin fiyatlarını da hızla ve aşırı ölçüde yükselttikten sonra, kaçınılmaz çöküntünün arifesinde kârlarını gerçekleştirip geri kaçarken söz konusu çöküntüyü de engellenemez biçimde başlatmakta ve derinleştirmektedir. Bu çevrimin sonucu, ülke içindeki değerlerin emperyalist yabancı sermayeye aktarılması olmakla birlikte, yerli kısa vadeli ve yine spekülatif çıkarlar, bu emperyalist ilişkinin yerli işbirlikçi ve savunucularını da yaratmaktadır. Sıcak para adı altında spekülatif yabancı sermaye, yerli para suni olarak gerçek değerinin üzerinde bir kurda tutularak, ülkeye çekilmekte; bu biçimde yaratılan canlanma ne kadar büyük olursa, ardından gelen kaçınılmaz çöküntü de o kadar büyük olmaktadır.
Bu anlamda, Türkiye’de 1999 sonundan beri uygulanmakta olan IMF programının aslında başarısızlığından değil, aksine hedefine ulaşmasından söz etmek gerekir. Bunalım kaçınılmazdır, ama IMF programıyla bunalım da bir biçimde düzenlenmekte ve emperyalist çıkarlar doğrultusunda yönlendirilmektedir. Burada IMF programında somutlanan amaç, işçi sınıfının ücretlerinin, yaşam standardının düşürülerek üretim maliyetlerinin azaltılması ve artıkdeğer sömürüsünün artırılmasından öteye, önemli bir köylü nüfus da dahil geniş küçük-burjuva tabakaların tasfiyesi, küçük ve orta işletmelerin iflasa sürüklenmesi ve hatta belki büyük işletmelerin bir kısmının dahi ortadan kaldırılması ve ondan sonra da bu alanlara emperyalist sermayenin girmesi, büyük ölçüde ele geçirmesidir. Program, çöküntüyle birlikte çok geniş kesimleri iflas noktasına getirmiş, amacın birinci kısmına başarıyla ulaşılmıştır. Ardından ikinci aşama gündeme gelmiştir; bankacılıktan havayollarına, telekomünikasyondan tütüne, şekere kadar çeşitli alanların doğrudan emperyalist tekellere devri. Şimdi uygulanmakta olan yeni programın içeriği, yasal değişikliklerle bu yerel sermaye birikiminin emperyalist tekellere devredilmesi amacını gerçekleştirmektir. Kredi silahıyla bu program dayatılırken, karşısındaki direnişin zayıflatılabilmesi için de, söz konusu borçlar, toplum karşısında bir aldatmaca olarak, yardım gibi sunulmaktadır. Artık ulusal gelirin karşılayamayacağı düzeylere tırmanmış borçlar ise, zaten IMF programlarının uygulattırılmasının aracıdır.
Derhal ikinci aşamaya geçilmesi, yeni programın uygulamaya konması, yasal değişikliklerin gerçekleştirilmesi istenmiş, ancak parlamentonun, siyasi partilerin ayak sürümesi, bunu geciktirmiştir. Emperyalist politika, işbirlikçi tekelci sermaye, oligarşi dışında –ki, bunalımda oligarşi bile içinden kayıplar verebilir, sınırları daralabilir– bütün nüfusun ağır bir biçimde zararınadır. Söz konusu önlemlerin açıkça, yığınların ezici çoğunluğunun çıkarlarına karşıt olması, seçmen tabanlarıyla olan ilişkileri nedeniyle siyasi partileri zora sokmuştur. Faşist parti MHP bile, dayandığı kitle tabanı yüzünden, anti-emperyalist bir görünüm kazanmıştır. Bu durum, emperyalist politikaların boşa çıkartılması, alternatifinin gelişmesi demek değildir, ama uygulanmak istenen politikaların geciktirilmesinin nesnel ve öznel maliyetleri vardır. Bir yandan söz konusu değerlere bir an önce el konulmak istenirken diğer yandan da zamanın geçmesi, programa muhalefetin yükselmesine yol açma tehlikesi taşır. Bunlar, siyasi partilerin, parlamentonun ayak bağı olmasından kurtulma ihtiyacını, dolayısıyla bir açık diktatörlük ihtiyacını güncelleştirmektedir. Ayrıca böyle bir ihtiyaç yeterince olgunlaştığında, gerekçeleri, ya da koşulları da büyük ölçüde hazırdır. Parlamento, partiler yıpranmıştır, ara rejim çağrıları giderek daha sık ileri sürülmektedir, bu anlamda siyasi bir bunalım da mevcuttur. Ara rejim, darbe çağrılarıyla gündeme sokulan askeri diktatörlük alternatifine karşı ise, MHP, kendisini alternatif olarak çıkartmaya çalışmaktadır. Yükselmekte olan toplumsal muhalefeti ele geçirerek dizginleyebileceğini, uygulanmak istenen politikalara muhalefeti kitle hareketiyle ezebileceğini göstermek istemektedir. Faşist hareket, uzun bir dönemdir, istikrarlı ve sabırlı çalışmasıyla inşa ettiği büyük kitlesel gücüyle, faşist diktatörlük tehlikesini de güçlendirmektedir.
Programın ikinci aşamasının tamamlanmasıyla birlikte, yıkımın defalarca daha büyük boyutlara ulaşması beklenebilir. Ama şimdiden bunalımın etkileri, muhalefeti geliştirdi, sokağı hareketlendirdi. Bunlar arasında bir dönem esnaf hareketleri öne çıktı. Başka etkenlerin yanısıra, bu kesimin bir küçük-burjuva tabaka olarak mülksüzleşme korkusuyla, ne olursa olsun proleterleşmesinin engellenmesi istemiyle birden parlamasına, ayağa fırlamasına işaret etmek gerekir. Ama birbirine karşı rekabetle parçalanmış bir sınıf karakteri taşıyan bu kesimin hareketinin yükseldiği hızla sönme özelliği ve ayrıca yine sınıfsal karakteri nedeniyle faşist hareketin ve islamcı hareketin tabanını oluşturma eğilimi taşıdığını da eklemek gerekir. Çeşitli sınıflar, tabakalar, kesimler, emperyalist programa tepkilerini, bazen keskin boyutlarla açığa vuruyorlar. Ama belirleyici olan, bu tepkilerin birbirlerinden kopuk olması, hatta programın yalnızca kendilerine zarar veren maddelerine karşı çıkarken, krizin yükünün başka kesimlere yüklenmesi için, diğer maddelerin desteklenmesidir. Karşısındaki muhalefetin bu parçalanmışlığı, emperyalist programın en büyük avantajıdır. Diğer yandan, yoksullaştırma politikasına karşı doğan tepkiler, muhalefet, öncelikle, faşizmin kitle tabanına dönüştürülmeye çalışılmakla birlikte, rejim tarafından sürekli baskı altında tutulan islamcı hareket de, bu muhalefetin desteğini sağlayarak düzene karşı bir alternatif çıkarma potansiyelini, dolayısıyla toplumsal muhalefeti kendi doğrultusuna sürükleme tehlikesini de taşımaktadır.
Toplumsal muhalefetin yükselmesine neden olabilecek koşullar, bu muhalefeti daha ileri boyutlara çekebilecek olanları da hedef haline getirmektedir. F tipi cezaevleri uygulaması, öncelikle devrimcileri, sosyalistleri tecrit ederek tasfiyeye yöneliktir. Aynı zamanda da, genel olarak topluma ve özellikle de mücadeleyi yükseltmeye yöneleceklere karşı gözdağı özelliği taşımaktadır. Oligarşinin bu saldırısında kullandığı şiddetin ötesinde daha da önemli olan ideolojik yanıdır, genel olarak sol hareketi toplumdan kopartmaya, tecrit etmeye çalışan yanıdır. Yanlış mücadele anlayışları egemen sınıfın amacına ulaşmasını kolaylaştıracağından, kitle çizgisine dayanan bir meşruiyet temelinde mücadelenin yükseltilmesi, bu mücadelenin genel toplumsal muhalefetin bir parçası haline getirilerek cezaevleri odaklı saldırının püskürtülmesi önem kazanmaktadır.
Muhalefet hareketini daha sağlam bir doğrultuya oturtabilecek olan işçi hareketidir. Belki işçi hareketinin harekete geçmesi diğerlerine göre daha ağırdır, ama aynı şekilde durdurulması da daha zordur. Diğer muhalefet hareketlerinin işçi hareketinin etrafında birleştiği durumda, toplumsal muhalefet de daha sağlam adımlarla yükselebilir, açık diktatörlük tehditlerini püskürtebilir, emperyalist politikaları bozabilir. Bu nedenle, işçi hareketinin içerisinde bulunduğu durum, bütün toplumun geleceği açısından belirleyici bir önem taşıyor.
İşçi sınıfının mücadelesi ise, on yıllardır sermayenin azgınlaşan saldırısı karşısında gerilemekte. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de işçi sınıfı örgütlenmeleri en geri düzeylerde seyretmektedir. Bugün işçi sınıfının mücadelesi, ideolojik, politik, ekonomik bütün düzeylerinde yenilmiş, geri çekilmiş, buna karşılık kapitalist egemenlik güçlenmiş durumda. Hâlâ, sınıfın örgütsüzleşme, dağılma süreci son bulmuş değil. Parçalanma süreci, sendikal düzeyde de sürerken, işçi sınıfının gündelik mücadele birliği giderek zayıflıyor. İşçilerin birliği, taşeronlaştırma, özel sözleşmeli personel, memur kadrosu, sendikasızlaştırma, işsizler ve çeşitli biçimlerde bölünüyor. Burjuvazinin ideolojik, politik, ekonomik her alandaki saldırısı karşısında direnemeyen sendikalar da eriyor, yok oluyor. Sendikalı işçi sayısı çok gerilemiş ve gerilemekte. Bunun yanında da sendikalaşmanın önünde yasal ve yasadışı, fiili engellemeler had safhada. Mücadelenin gerilemesinin parçası olarak sendikalarda sarı sendikacılığın etkinliği artarken, sendikacılığın geleceğinden umudunu kesen sendika bürokratları, konumlarını kendi kişisel çıkarları için kullanıyor, sendikal mücadelenin geçmiş birikimlerinden kalanları hızla talan ediyorlar.
Sendikal alanda da, diğer alanlarda da, bu gerilemenin durdurulması, sürecin ters yöne çevrilmesi, bir bütün olarak sınıf mücadelesinin gelişmesine, yükselmesine bağlıdır. Sınıf mücadelesinin yükselmesi, sınıfın gündelik mücadelesinin birliğinin güçlenmesine, bu mücadelenin sınıfın genel hedeflerine yönelmesine dayanır. Sendikal mücadeleyi siyasi mücadeleye bağlamayı, ona tabi kılmayı, sınıf mücadelesinin bütün biçimlerini ayrılmaz bir biçimde komünizm doğrultusunda birleştirmeyi hedefleyen komünistlerin görevi, işçi sınıfının sendikalaşma, sendikal örgütlülüğünün geliştirilmesi, yığınsallaştırılması, demokratikleştirilmesi, sendikalardan sarı sendikacılığın temizlenmesi mücadelesinde bütün güçleriyle yer almak, öne geçmeye çalışmaktır. Sendikal alandaki ikili görevden birincisi, varolan sendikalı işyerlerinde mücadeleyi, sendika yönetimlerinin işbirlikçi ve uzlaşmacı çizgilerinin dışına çekmek, en azından varolan kazanımların gerisine düşmemek noktasında ajitasyon ve propagandayı yükseltmek; diğeri ise, bugün daha yaygın ve bir yanıyla nispeten daha politize olan sendikalaşma mücadelesi, demokratik bir hak olan sendikal örgütlenme özgürlüğü için geniş çaplı kampanyalar önermek ve bu noktada da sınıf içinde ajitasyon ve propaganda faaliyeti yürütmektir. İşçi sınıfının gündelik mücadelesinin birliği, komünist bir siyasi hareketin temeli olduğu gibi, komünistlerin siyasi çalışmasının da zeminidir.
İşçi hareketinin gelişerek toplumsal muhalefetin başına geçen bir yönelime girmesinde komünist bir önderliğe sahip olmasının çok büyük bir önemi vardır. Bu da komünizmle işçi hareketinin birliği sorununu gündeme getirir. Bu açıdan gereklilik, ilk olarak işçi sınıfı komünizminin benimsenmesidir. Bunun ölçüsü, Bolşevik Parti’nin mücadelesinde en somut ifadesini alan ve Komünist Enternasyonalin üzerinde kurulduğu evrensel komünist politik hattır. Bundan ayrılmayacak diğer gereklilik de bu komünizmin işçi hareketiyle birleştirilmesidir. Toplumsal mücadele içerisinde işçi sınıfına komünizmin önderliğinin gerçekleşmesi de bu ikincisinin ölçütüdür.
İşçi sınıfının komünist hareketinin yaratılması açısından sorun, bütün sosyalistlerin değil, işçi sınıfı komünizminin birliği sorunudur. Sosyalist hareket içerisinde, maddi sınıfsal temelleri de saptanabilecek belirli ana akımlar olarak sosyal-reformizm ve küçük-burjuva ihtilalciliği ayırt edilebilir. Bu yüzden sorun, öncelikle, komünizmin, sosyal-reformizm ve küçük-burjuva ihtilalciliğinden ayrımının belirginleştirilmesidir, sosyalist hareket içinde bu akımlardan bağımsızlığıdır, bu anlamda komünizmin birliğidir. Diğer yandan, birlik sorununun çözümünün maddi zemini işçi sınıfıdır. Siyasi hareket işçi sınıfı temeli üzerinde yükseldiğinde, bölünme, sınıftan kopuk hareketlerdeki gibi kolay değildir. Sorunun komünizmle işçi hareketinin bileşimi olarak çözümü, komünist işçi hareketinin yaratılması, bu açıdan da sosyalist hareketin birliğine bir cevaptır.
Öte yandan, çok sayıda sosyalist örgütlenmenin varlığı –toplumda bu kadar çok sayıda sınıf ve tabaka bulunmadığından– bütün bölünmelerin sınıfsal temele ilişkin olmadığını gösterir. Bu yüzden birlik sorununa bir diğer cevap da, dar grupçuluğun, sekterliğin reddedilmesi, sınıfın, mücadelenin birliğinin korunması, ortak çıkarlar için yan yana gelmenin savunulmasıdır. Bu anlamda, kitle örgütlerinin dar siyasi çıkarlar temelinde bölünüp parçalanmaması, kısa ya da uzun vadeli çeşitli ortak hedefler doğrultusunda değişik düzeylerde eylem birliklerinin, ittifakların gerçekleştirilmesi, sürdürülmesidir. Oluşacak eylem birliklerinin, ittifakların toplumsal mücadelede karşılığının bulunması, gerçek siyasi güçleri temsil etmesi ise, bileşenlerinin dayandıkları sınıfsal temeller ölçüsündedir. Aynı biçimde, söz konusu ittifaklar içersinde komünist politikanın yer alması, önderlik için mücadele etmesi de, dayanmak durumunda olduğu sınıfsal temelle, işçi sınıfıyla çakışmışlığı ölçüsündedir.
Komünizmin işçi hareketiyle birleşmesi, komünist işçi partisinin yaratılması, temel ve anahtar sorundur; toplumun önündeki bütün sorunların çözümünün toplandığı odak noktasıdır. Yaşanmakta olan ekonomik ve siyasi bunalım açısından da bu geçerlidir. Bunalım, gerçekliği çıplak biçimde ortaya çıkararak egemen ideolojik yanılsamaların yıkılmasını sağladığı için, yığınların politik olarak kazanılmaları için benzersiz olanaklar yaratır. Ancak tam da eksik olan, bu olanağı gerçekliğe dönüştürebilmek için gereksinilen işçi sınıfının komünist siyasi hareketidir, komünist işçi partisidir. Ancak bir komünist işçi partisi, toplumun önüne bütün sorunlarının çözümü için komünizmi bir alternatif olarak koyup yığınları kazanabilir, onları devrime yönlendirebilir. Bunun eksikliği bunalımdan sınıf mücadelesinin ilerletilmesi için yararlanılmasını engeller. Bu çerçevede, komünist işçi hareketinin yokluğu nedeniyle bugünkü bunalımdan devrimci bir çıkış yolu da bulunmamaktadır. Bu ise, çaresizliğin öfkesini yapıcı enerjiye çeviren bir biçimde, kaderci değil gerçekçi bir çerçevede anlamlıdır: bir sonraki bunalıma hazırlıksız yakalanmamak, onu devrime çevirebilmek için, komünizmi işçi hareketiyle birleştirme görevine daha büyük bir azimle koyulmak, bıkmaz, usanmaz bir sabırla komünist işçi partisinin inşası çalışmasının gereklerini yerine getirmek!...
KASIM 2001
1
ÖNE ÇIKANLAR
NEYDİ VE NEDEN ÇÖKTÜ?
SSCB’NİN KARAKTERİ ÜZERİNE BİR ÇÖZÜMLEME
Süha ILGAZ
Ütopya Yayınevi
KİTAPÇILARDA
Kurtuluş hareketinde olduğu gibi, genel olarak Türkiye sosyalist hareketinde de, yaşamıyla, mücadelesiyle, görüşleriyle özel bir yer tutan, yazarımız, yoldaşımız İsmet Öztürk’ü 19 Kasım 2011 günü kaybetmiştik. Vasiyet ederek bedenini bilimin hizmetine sunduğu Pamukkale Üniversitesi’nde görevi sona erince, O’nu 20 Haziran 2015 günü Rumelikavağı’nda, yoldaşlarının, dostlarının katılımıyla, kızı Ekin’in yanına, doğaya uğurladık.
İSMET ÖZTÜRK YAŞAMI, MÜCADELESİ VE GÖRÜŞLERİ İLE YOL GÖSTERİYOR
SOVYETLER BİRLİĞİ’NİN KARAKTERİNE İLİŞKİN FARKLI DEĞERLENDİRMELER
Sovyetler Birliği eleştirileri ve değerlendirmeleri, işçi sınıfının yeni sosyalizm deneyimlerine yol gösterecek komünizmin geliştirilmesi açısından önem taşır.
GEÇMİŞİN DEĞERLENDİRİLMESİ: KURTULUŞ’UN ‘YOL AYRIMI’
Çeşitli ‘yol ayrımları’ sonucu bölünmeler ve farklı yönlerde sapmalar yaşayan Kurtuluş hareketinin teori, pratik ve örgütlenmesinin, belirleyici dönüm noktalarıyla ele alınarak “proletarya partisi” hedefi açısından irdelendiği geçmiş değerlendirmesi, “İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin Temel İlkeler” metniyle ileri sürülen perspektifin oluşumunda önemli rol sahibidir.
İşçi Sınıfının Komünist Programı İçin TEMEL İLKELER
Komünist programın üretilmesi çalışmalarına yol göstermek amacıyla hazırlanan “Temel İlkeler”, işçi sınıfının komünizm mücadelesinde ulaştığı en ileri örgütsel düzeye karşılık gelen Komünist Enternasyonal’in üzerinde kurulduğu politik çizgiyi ifade etme iddiasıyla, bütün sosyalistleri, işçi sınıfının mücadelesine önderlik etmek üzere komünizmi benimsemeye çağırmaktadır.
SİTE HARİTASI
sayı 2 /
sayı 3 /
sayı 4 /
sayı 10 /
sayı 12 /
sayı 13 /
sayı 14 /
Tezkere /
Pakistan /
SDP /
Geçmiş: Kurtuluş / / (formalı)
Anayasa /
Sovyetler Birliği / / (formalı)
İNTERNET SİTESİ ve
ELEKTRONİK POSTA
ADRESLERİ
internet sitesi:
kurtulussosyalistdergi.awardspace.info
erişim sayfası:
kurtulussosyalistdergi.blogspot.com
elektronik posta:
kurtulussosyalistdergi@gmail.com